Kavganın ortasında, ateş hattında kurulan her cümle anlamlıdır, hakikatin ta kendisidir. Hele bir de Rojava devrimini savunurken, aynı zamanda kendisini Türkiye devrimine hazırlayan bir kişiyse bu sözleri söyleyen. Her satırında, kendisini “tarihin çağrısına yanıt olmak için” yıkıp yeniden kurmanın sancılarını, büyük bir davaya tutkuyla bağlı olmanın iç dinginliğini ve mutluluğunu, düşmana karşı öfkeyle bilenen güç ve cesaretini yakalarsınız. Retorik hiçbir söz yoktur, sadece coşkun bir nehrin çağıldayışını, bazen hırçın bazen dingin akışını görürsünüz.
Söz, 3 Kasım 2019’da TC’nin Rojava’yı işgal savaşında ölümsüzleşen Ceren Güneş’in olsun.
Komün Gücü
Ceren’in günlüklerinden bir kaç kesit…[1]
Mart 2016’da Ceren yoldaşın mücadele yaşamında bir faz değişikliği yaşanır. Bu onun hayatında bir dönemeçtir. Özge’den Ceren’e doğru yürür.
“Mart 2016
Evet, yeni bir hayata dahil oldum. Artık Ceren’im. Tüm umutsuzluklarıma ve bekleyişime karşın sonunda başardık. O ilk günkü heyecanımı sanırım hiç unutamam. Evime gelmiştim. Yoldaşlarımın yanına. Özgürlüğe. O teli aşıp ardına bakmanın keyfi, mutluluğu, güveni muazzamdı. Nefes nefese kalmak ama aynı zamanda ağız dolusu gülmek, sırıtmak. Burada hayat çok hızlı geçiyor. Günler, saatler birbirine karışıyor, sel gibi akıyor. Yetişmek zor. Yoğun emek gerektiriyor. İlk ay hiç vaktim kalmıyordu ama şimdi öyle değil. Burası çok değerli. Evet kargaşa, kaos olmuyor değil. Ama anın dışına çıkıp baktığımda her an o kadar değerli ki, her anını kayda geçirmek istiyorum. Yoldaşların kıymetli olması, her an yeni bir değer kattığını hissetmek, çok tatmin edici. Ama bir süre sonra tükenmesinden korkuyorum, bir şey üretememekten. Birçok arkadaş kendini ciddi anlamda ilerletmiş, geliştirmiş. Çok şevk veriyor bu durum. Arkadaşların hepsini tek tek anlatmak istiyorum. Özellikle beni ciddi etkileyenleri. Sırası geldikçe yapıcam.
İnsanın canını sıkan şey küçük, basit mevzuların önemli hale gelmesi. Yabancılaşma demek çok isabetli sanırım. Yaptığımız savaşa, içinde bulunduğumuz duruma, komüne. Ne yaptığımızı unutup garip, küçük davranışlara girebiliyoruz. Yaşam ve ölümün tesadüfiliği. Bu tesadüf karşısında her saniye çok daha kıymetli oluyor. Ve bu kavgaya en güzellerimizi, en iyilerimizi vermiş olmamız, verecek olmamız, işin yükünü daha da artırıyor. Hep daha geniş, daha geniş düşünmek zorundayız. Burada en büyük düşmanımız sığlık, gevşeklik, bireycilik. Derinleşmemiz lazım. Bu işin bir felsefesi var. Ve o olmadan olmaz. Yürüyemeyiz.
Özgürlüğün, o dillerimizden düşmeyen kelimenin, verdiğimiz mücadelenin adını, kıymetini anladım. Çıkar ilişkisinin, bireyciliğin, ticaretin ortadan kalkması, bunun çabası bile öyle güzel bir şey ki, evet diyorum, bu yüzden değer. Herkesin birbirine kalıpsız, yargısız yaklaşımız, ilişkilenişi, her şeyi başka yapıyor. Tamamen özgür bir toplum olduğu, olacağını düşününce, bunu yaptığımızda, evet diyeceğiz, her şeye değer, buna değer. Ve en güzeli de geçmişin silinip atılması. Geçmişte ne olduğun, kim olduğun, ne yaptığın ya da yapamadığın, hiçbiri önemli değil. Buranın ölçüleri ve ilkeleri önemli olan. Burada herkes kendini yeniden var etmek, yaratmak zorunda. Bunu yapamayan başarısız olur, buraya zarar verir.
Bazen ‘arkamda’ kalanları düşünüyorum. Annem, onu özlüyorum. Diyorum keşke burada olsaydı. Hayal tabii. Güzel annem benim. Kıymetlim ve babam. Güzel şeyler öğrendim onlardan. Güzel yürekli annem. Fotoğrafları yanımda olsaydı keşke. Belki olmaması daha iyi, bilmiyorum. Ne durumdalar merak ediyorum. İnşallah toparlanmışlardır, boş umut, tanıyorum onları. Ama işte olması gerek bu. Bizi diğerlerinden ayrıcalıklı, özel kılacak olan ne? Hiçbir şey. Güzel günlerimiz olacak yine, Karadeniz turu yapıcaz, ahdım var. Bir bilseler onları ne kadar çok sevdiğimi. Ve şimdi öncesinde bunu yoksayan davranışlarım, davranmam müthiş bir anlatma ihtiyacı hissettiriyor bana. Ailem benim en büyük şansım oldu. Abimin güzel yüreği, sonlarda daha farklı olmuştu ilişkimiz. Daha çok vakit geçirebilseydik, onun dertlerine, sıkıntılarına ortam olabilseydim. Ve güzellerim, dostlarım, güvendiklerim. Son ana kadar birlikte olduğum kader ortaklarım. Onları o kapıda bırakmak çok zor geldi. Aliço, Şafak. İstemediğin halde yoldaşın seviyor diye yaptığın herhangi bir şey ve verdiği mutluluk. Kendinden çok yanındakini düşünmek. Sana ait tek şeyin silahın olması. Ne bir kaygı, ne bir bencillik. Burada herkes kendini sonuna kadar yaşıyor, ben de yaşamak istiyorum, hiçbir sınıra, engele takılmadan. Bedenen ve zihne, her ortamda. İçim kabarıyor. Sabahlara kadar yazmak, okumak, savaşmak istiyorum, hiç doymayacak gibi. Açım, açlığım bir an önce giderilmeli. Derinleşmeliyim, açılmalıyım, düşünmeliyim, hissetmeliyim son noktasına kadar. Yaşadığımı tüm hücrelerimle ve hissettirmeliyim. Benden geriye güzellikler kalsın, bir iz, bir değer. İstediğim bu. Yaşamayı seviyorum. Hem de çok seviyoruz, savaşabilecek kadar çok. Korkmadan, durmadan geri çekilmeden.
Bugünü anneme ithaf etmek istiyorum. Aslında aileme. Güzel yürekli, sevgi dolu insanlara, şans meleklerime, duygusal, düşkün babama, açık düşünceli güzel anneme, saf iyi kalpli abime ve halasının gülüne, hepsine. Biliyorum, inanıyorum güzel günlerde gene birlikte olucaz. Benimlesiniz her zaman. Geçmişten güzel değerlerimi yanıma alarak başladım bu hayata, daha çok güzellikler için.”
***
Ceren, 27 Nisan 2017’de Dar Azza’da “teslim olmayan bir feda kuşağının” izinden giderek faşist TC’nin askerleri ve beslemesi çetelerle son mermilerine kadar çarpışan Dörtler’in ardından yazar. İnsanlık tarihinden bu yana eşitlik ve özgürlük için savaşırken toprağa düşenlere, “tarihin baş yazarları”na dairdir bu yazdıkları.
“Nisan 2017
Tarif etmesi, anlatması zor günlerden geçiyoruz. Nasıl anlatabiliriz, hangi kelimelerle yaşamımızı. Sözcüklerin yaşam olmadan ne anlamı var ki. Birlikte yaşamayıp, birlikte hissetmedikten sonra. Ama anlatmamız lazım. En küçük ayrıntısına kadar anlatmak, paylaşmak, büyütmek lazım. Biliyoruz. Nasıl burada olmamız boynumuzun borcu ise, insan ‘olma’mızın gereği ise, burayı da herkese, bedenen değil ama her şeyiyle, tüm çıplaklığıyla burada bizimle olanlara, yüreğini koyanlara, burayı hiç bilmeyen hiç düşünmemiş olanlara ya da hiç duymak istemeyenlere, ya da bunu bilse de değiştirebileceğine inanmayanlara, herkese anlatmak borcumuzdur. Onlara insanın ne olduğunu, tekrar, bir kerecik daha, belki küçük bir an ama bir ‘an’ı tüm yaşama maledebilecek her ne olursa olsun anlatmak, hatırlatmaktır bize düşen.
Hiçbir zaman süslü cümleler kuramadım, süslü yaşamadığımız gibi. Her şey açık ve sadeydi. Kelimelerimiz de öyle oldu. Keşke öyle kelimeler, öyle cümleler kurabilsem ve hak ettiği gibi anlatabilsem. Önce burayı anlatayım. ‘Burası’ neredir? ‘Burası’ aslında her yerdir. Olduğumuz her yer, her mekan, dağ, taş, toprak, deniz. İnsanın olduğu, insanın ne olduğunu bilerek yaşadığı, yalanları yırtıp gerçeğe ulaşma çabasının olduğu her yer. Hani içimizde vardır ya bi his ‘böyle olmaması gerekirdi’, ters giden bir şeyler var, o hissi duymak, ‘başka’ bir şey aramak, doğruyu bulmaya çalışmak, kabullenmemek, biat etmemek, açık ya da gizli ‘onu’ aramak, öyle bir şeydir burası. Çocukken korktuğumuz ama yine de bir gözümüz annemizde elimizi sobaya dokundurmak, çakmakla oynamak, elimizdeki oyuncağın ağzımıza girip girmeyeceğini merak etmek ve deneme, yani hem korkmak hem de deneme isteği, arayış, merak, heyecan, mutluluk, karışık duygular toplamı. Burası da böyle bir şey biraz. Evet uslu çocuklar değiliz belki. Belki annemizin sözünden çıkmadan da yaşayabiliriz. Ama bu doğaya aykırıdır, gerçek değildir. Kabullenmek, sormamak, biat etmek, sadece söylenileni yapmak, robotlaşmak, üretmemek, aramamak. Bunlar insana ait değildir. Nasıl bir çocuğun öğrenme heyecanı durdurulamazsa, insanın bilinci ve iradesiyle gerçeğe ulaşma arzusu da öyle engellenemez. Buradan Spartaküs’e, Bedreddin’den Deniz’lere, Aziz’den Dörtler’e insanlık tarihinin baş yazarları o kadar çok ki. Hepsi o tarihin manşetinde yerlerini aldılar.
Sevgi, paylaşmak, yaratmak, korkmak, cesaret etmek, yorulmak ve koşmak, kaybetmek ve kazanmak, bunları tüm yoğunluğuyla hissetmek, tüm hücrelerine kadar özgürlüğünü duymak. ‘Burada’ olabilendir bu.
Kimileri der ki insan niye savaşır? Savaş insan olanın işidir. İnsan olabilen savaşır ancak. İnsana ait olmayan her şeyedir bu savaş. Sömürüye, adaletsizliğe, tüketime, sevgisizliğe, kabalığa.
Şimdi bunları bir şekliyle hissedenlerin ve gereğini yapanların anlaşılamaz olması kabullenilebilinir bir şey midir, anlaşılamaz mıdır bu? Çok yalındır aslında. İhtiyaç duyduğumuz tek şey benliğimizde dolaşan özdür, vicdandır, akıldır sadece.
İşte biziz. Ne kendinden vazgeçmişler, ne maceraperestler, ne akıl sağlığı bozuk, psikopatlar, ne bilinci bulanık ne yaptığını bilmezler. Yaşamı kim bizden daha çok sevebilir ki, yaşamayı gerçekten hissettiniz mi? Kim bizden daha dürüst ve açık olabilir ki. Kim bizden daha iyi bilebilir sevgiyi, yaşamları boyu ‘yan yana’ olan ama hiçbir şey paylaşmayan, çayı kaç şekerle içtiğini bilmeyenler, zorda, kolayda, sevinçte, öfkede birbirinin ne yapacağını bilmeyenler mi? Daha önce birbirimizi hiç tanımadan güveniriz birbirimize, hayallerimizi, anılarımızı emanet edecek kadar. Yanındaki bir lokma fazla yesin diye kaşığını bırakanlar, hiç sevmediği bir şarkıyı o sevdiği için defalarca dinleyen, ölüme onun yerine kendini bir adım daha öne atan, anıları geçmişte bırakmayıp her an var edenler bu insanlar, her an yaşayan ve yaşatan. Bedenin ve aklın sınırlarını tüm hücreleriyle zorlayan bu insanlar. ‘Biz’. Yani herhangi bir yerde herhangi bir anda bunu yapan, ortaya koyanlar.
Hiçbir zorunluluk olmadan kendini birbirini sonuna kadar yaşayabilmek nasıl ifade edilir. Bunu ancak tatmış olmak gerek dostlar.
Ben şimdi nasıl anlatayım karşılıksız, gerçek vermeyi, paylaşmayı, kendinden feragat etmeyi, kendini sonuna kadar güçlendirip ona katmayı, kimseye eyvallahın olmadan dimdik yaşamayı, dosdoğru ve zafer duygusunu ve birbirini hiç görmeden onu yaşayabilmeyi, hissedebilmeyi, ölüme gülebilmeyi, göz bebeklerine kadar. Aynı şeyi hissedip aynı şeyi düşünmeyi, içleri gülen capcanlı bir çift göze bakmayı ne kadar anlatabilirim. Sümüklü, saçları birbirine karışmış minik ayakları çıplak bir çocuğu sevmek, minik gözlerindeki parıltıyı görmek, elindeki silahı ürkmesin diye beceriksizce kenara koyup öyle öpmek çatlamış yanaklarını. Karşı mevzinde düşmanlayken bir yavru köpeği biberonla besleyip büyütmenin mutluluğunu, şarjörüne mermi doldururken diktiğin çiçeğin açmasını ve onun güzelliğini konuşabilmen. Bütün duyguların henüz tarifi yapılmamış üst boyutu tüm yaşadıklarımız. En gerçeği, en yoğunu, en büyüğü. Yani yoldaşlık.”
***
Türkiye Devrimini yapma iddiası ve bilinci ile bu iddiayı taşımanın doğal sonucu olarak verilen/verilecek bedel… O, her bir yoldaşının kaybını derinden hisseder, savaş mevzilerinde her bir yoldaşı için kaygılanır. Öte yandan devrim yapma bilinci ile kuşanmış bir kadro olarak iddia sahibidir. Önündeki tüm süreci bu iddiasına uygun yürümek ister.
“25.06.16
Savaşı anlamaya, hissetmeye başladım. Bu iş öyle dışarıdan görüldüğü gibi olan, yapılıveren, formülleri olan bir şey değil. Hassas, özenle yoldaşlaşmazsan kırılacak bir şey. Her an dengeler değişebilir. Ortak hareket etmek, cesaret, fedakarlık, özveri gerçek anlamına burada ulaşıyor. Kendini en iyi tanıyabileceğin bir ortam. Bu mücadele çok çetin, çok çetrefilli ve hassas, aynı zamanda acımasız. Türkiye Devrimi bizim ellerimizde doğacak. Buna inancım sonsuz. Ancak geçecek olan o sürede savaşın acımasızlığı, yoldaşların kaybı beni kaygılandırıyor. Ölüm fikrinden nefret ediyorum. Yoldaşlarımın herhangi bir kaybı, ölümü batıyor bu fikir bana. Bu kadar güzel insanlar, güzel yaşamlar var etmek için mücadele ederken. Bir de bunun üstüne binen sorumluluklar, artan yük. Mücadelenin benden beklediği görevler. Savaş kabiliyeti, komuta düzeyine ulaşma, gereklilikleri yerine getirme. Bunun için yeterince çabalıyor muyum diye düşünüyorum. Bu işi yapabilirim, yapıcam, inancım var. Daha atik, daha yönlendirici olmalıyım. Daha çok emek vermeliyim yaşama. Hepimiz için zorlu bir sınav.”
***
En son 25 Haziran’da ölüm fikri üzerine böyle yazmıştı. Bu yazdıklarının hemen ardından, Cemre (Eylem Ataş) ölümsüzleşir. Onun ardından yaşadığı duyguların yoğunluğu bambaşkadır.
“29.06.16
Yazdığıma büyük bir tokat cevap oldu bana. Ölüm fikrini sevmek sevmemek değil, gerçekliğimiz bu. Çok net, basit bir gerçek. Bunu ayrı düşünmek, yaşamdan ayırmak başlı başına yanlış. Anladım.
O artık hayatta olmuyor, nefes almıyor, gülmüyor, konuşmuyor. Bunu bilerek yaşamaya devam etmek çok zor. Bizde sırasıyla bu yolda yerimizi alacağız. Bir anda artık nefes almaz, gülmez, konuşmaz olucaz. Her şey kaldığı yerden devam edecek. Şimdi olduğu gibi. Düşünmek istemiyorum. Başka bir mekanda, başka bir zamanda gibiyim. Yoksa durulmuyor, yaşanmıyor. Yalnız kaldığım bir an bile katlanılmıyor. Sürekli o aklıma geliyor. Yaptıkları, anlattıkları, hareketleri her şeyi.
O güzel yüzünü düşünüyorum. Güneşte hemencecik etkilenen, küçücük sivilceleri dert edindiğin o yüzünün son hali nasıldı diye düşünüyorum. Ona yakışmıyor.
Saçlarını düşünüyorum, noktadan çıkmadan hemen önce kestiğim upuzun, dalgalı, temiz kokulu saçlarını. O saçlarına düşen kanı düşünemiyorum. Olmamalı.
Dalga geçtiğimiz ellerini, ‘minnoş’ ayaklarını düşünüyorum, renkli çorapları geliyor gözlerimin önüne, ayağında o mavi şirin çorapları mı vardı acaba. Düşünemiyorum.
Hayallerini, şarkılarını düşünüyorum. Hep kızdığım hayalleri, sevdiğiyle kuracağı yaşamı, istediği çocukları aklıma geliyor, olmuyor. Son gece serseri serseri, sırtüstü uzanmış yıldızlara bakarak içtiğimiz sigarayı düşünüyorum. Sigarayı elinde beceriksizce tutuşu geliyor gözümün önüne, olmuyor. Hiçbir türlüsü olmuyor. Olmamalı.
Onun olduğu her anı tekrar tekrar hatırlayıp yaşamak istiyorum. Onları unutmaktan korkuyorum. Bir daha yediğim hiçbir elmalı kurabiye bana o tadı veremez.
Fotoğraflarda gösterdiği babaannesi, abisi, sevdiği, yeğenleri (lalası), hepsine ne diyebilirim, ne diyebiliriz ki. Hepsi boş sözler. Tek istediğim bu hamleyi artık bitirmek, o çetelerden intikamımızı almak. O katilleri yok edelim.
Artık ölüm fikri öyle çaresiz, uzak, boşlukta durmuyor. Yaşamımızın en doğal, en içten parçası.
Cemre’nin güzelliğini hepiniz bilseydiniz keşke.
Güzel gözlü, güzel gülüşlü, minnoşum, kardeşim, yoldaşım. Emanetin senden kalan her şey bize.”
***
Ceren, yazarken keni iç yolculuğuna çıkar, adeta bu yolculuğun tüm güzergahlarında kendisini yoklar, eksiği gediğini yakalamaya çalışır, bunların üzerine üzerine gider, bilincini keskinleştirir. Günlüğünde bu anlarının ifadesi olan bölümler, kısa sözler de var. Tıpkı bu cümle gibi: “Bazen cüreti kendine karşı yaparsın. Sakladığın, gizlediğin, başka türlü düşündüğün şeylere karşı yaparsın.”
***
Çalışma defterine; “Yaşam gerçektir, yaşam düştür. O ikisini birbirine yaklaştıracak şey de umuttur.” cümlesini düşmüş. O, yaşamı tüm zorluklarıyla kavramaya ve bu gerçeklik içerisinde devrime yürüyüşü bir düş olmaktan çıkaracak umudu büyütmeye adadı kendisini. Onun ve tüm gidenlerimizin takipçisi, kolektif düşümüzün gerçekleştiricisi olacağız. Anısına saygıyla…
[1] Ceren Güneş’in günlüklerinden parçaların olduğu bir diğer yazı: Ölüm Düşmanın, Yaşamaksa Ceren’in Ellerindeydi: Ceren Güneş Yaşıyor!
Kaynak: Komün Gücü