“Faşizmin salgın biçimini aldığı mahvolmuş bir dünyada tuhaf bir canlı aç gözlerle dolaşmaktadır.”
Covid-19 aylardır dünyanın gündemini meşgul etmekle kalmıyor; insanlar ölüyor, kapatmaya uğruyor, devletlerin sağlık sistemleri çökme noktasına geliyor ama aynı zamanda işçiler zorla üretime koşuluyor; piyasanın “şen hali” daralma yaşasa da huşu içinde tüketim arzusunun daha büyük beklentisine dönüşüyor. Yani kapitalizm canlı bir ilişki olarak hükmünü icra etmeye devam ediyor. Ancak Covid-19’la gelen “olağanüstü” durum, siyaset pazarında dolaşım konusu olmaya başlayınca, bizatihi “muhaliflerin” diliyle olağanlaşıyor. Covid-19 siyaset -etme- malzemesi olarak oldukça “meşru” malzeme olunca, esas piyasa canlanması sol siyaset alanında gerçekleşiyor ve son yılların en yüksek “puan”ına ulaşıyor.
Solun alt kastlarından meşhurlarına kadar; “havuz hesabı” yapanından kapitalizmin çökeceği kehanetlerinde bulunanlara, daha karanlık bir dönemin başlayacağı senaryolarından devrim ha geldi gelecek diyenlerine kadar hemen her şey yazılıyor. Kural değişmedi; solun popüler isimleri sırayı kimseye kaptırmadı; piyasada endam etti, virüsten vazife çıkarttı ve bunu ayetlere dönüştürerek insanlığa “ilham” olsun diye yaymaya koyuldu. Bu ayetler, internet ortamında dolaşıma girdi; itibar artısı olarak geri döndü. Bir de elbette Covid-19’la Zizek’in bir seviye daha atlayıp, “yeni zaman peygamberi” olarak doğuşuna tanık olduk. Öyle görünüyor ki kapitalizmin geleceğinden haber getiren kâhinler, ulemalar ve peygamberler daha da çoğalacak. (Hasan Mezarcı’nın kulakları çınlasın) Zizek, yalnızca “fikir halleri”ni değil, ev hallerini de gösteriye sunarak, kitlesiyle kendisi arasındaki teorinin cansızlığından gelen mesafeyi aşmaya koyuldu. Ancak “evden ayet yayma” Zizek’le sınırlı değil; Covid-19 günlerinde piyasada proletaryaya “çıkış” önerenlerinden robotlar çağını müjdeleyenlere kadar kademe düşse de “evden ayet ve nasihat” aldı başını gidiyor. Covid-19 günleri biraz daha uzun sürerse herkes emin olsun ki, bahisler başlayacak; kimin “ayeti ve nasihati tutar” bahisleri.
Soru şu; bütün dolaşıma sokulan ayetlerden ve nasihatlerden sonra ne oldu? Proletarya “vay be öncülerimiz sapasağlammış” deyip, yüzünü temsili partilere ve örgütlere mi döndü? Proletaryaya “evden ayet” indirenler, evlerinden sokaklara mı indi? Temsili solun mitolojilerinde sözü edilen o “büyük buluşma” günlerinin kapılarının kilitlerini açmaya mı teşebbüs edildi? En battal entelektüeli itibar avcılığını bırakıp, “şimdi taşın altına eli koyma zamanı” mı dedi? Sahi piyasada dolaşan onca ayetin, nasihatin ve Karagöz-Hacivat’ı aratmayacak sosyal medya canlı gösterilerinin arkasından yalan rüzgârlarından başka ne geldi?
Eleştirel olağanlaştırma; körleştirme endüstrisi
Covid-19 pandemisi gibi “bünyedeki arıza”nın kapitalist canlı ilişkilerin olağanı haline gelmesi, yalnızca devletleri ve hükümetleri temsil eden ücretli elemanların sayesinde mümkün olmaz. Deneyimlerimiz başka şeyler de söylüyor; olağanlaştırmanın “muhalif” alanda da yeniden üretilmesi gerekir. Pandeminin “aklı”nın entelektüel mecrada kendi jargonunda “eleştirel” araca dönüşmesi, büyük lafların üretimine mahal vermesi ve kapitalizmin eleştirel hazza dönüşmesi ile mümkün hale gelmesi gerekir. Öfkesiz laflar, pusulasız yollar, hedefsiz amaçlar, adı bir türlü konamayan arayışların havada uçuştuğu ve insanların zihnine; “senin yeni yollar yapmana gerek yok, artık bunların hazırları var” diye konması gerekir. Bunlara şaşırdık mı, şaşırmadık! İnternet mecrasında post-Marksistlerden post-devrimci cenaha dolaşıma soktuğu afili analizlere aklıselim göz gezdiren herkes görecektir ki, bütün “büyük analizlerin” sonu; “ee iyi de bundan sonra ne yapmalıyız” dedirtiyor insanlara. Elbette bu körleştirme endüstrisinin başka maharetleri de var; bu endüstrinin ayetlerini itibar devşirmek için dolaşıma sokan sol cenahın geniş internet mecraları var. Dahası müritleri var. Ve müritler, gerçekte sınıflar mücadelesinin müşriklerine dönüştükleri için, ihtiyaç duydukları ayetleri aynı havuzdan tedarik ederek, “piyasa şenliğine” sunmaktadırlar.
Öfkeye ihtiyaç; önce kendini sorun etmek
Covid-19 “dünyanın çürümekte olan bedeni”ne musallat olduğunda tartışmalar “kapitalist beden” sorunu olarak değil, insan ölümleri sorunu olarak yaygınca tartışıldı. Kısmen ve sığ kapitalizm tartışmaları da olmadı değil, ancak pandemiyi kapitalizm tartışmasına açanların hemen hiçbiri konum tartışmalarına girmediler. Pandemi sürecinde bolca yaygaradan oluşan bir piyasa oluştu, önceden “insan seven”ler, birden “doğasever”e dönüşerek doğanın intikamından söz eder oldular. Yetmedi başka cenahlarda da “emek seviciliği” tavan yaptı. Yazıda birazdan değineceğim konularda da görüleceği üzere konum tartışmalarının dikkate değer şekilde en ısrarlı yapıldığı mecradan biri de Komün Dergi’nin internet sitesi oldu. Bundan dolayı da epey rahatsızlık yarattığı aşikâr. Olsun polemik, devrimciliğin bir hatırlatılması olarak işlev gördüğü sürece “hasım”ların meydana gelmesi de kaçınılmaz. Devrimcilik “kavga” ederek yol alma işidir aynı zamanda.
Komün Dergi adına yaraşır tutumuyla, pandemi üzerinden geliştirilen yaygaralara pabuç bırakmadan, “biz solcular” diye cümlesine başlamadan, “ortak havuz” lakırdıları yapmadan, ortaya çıkan sorunu önce kendi üzerine alınarak tartışmalar yürütmeye çalıştı. Bunları yaparken de “radikal” görünme cambazlığına düşmeden, vitrine oynamadan ama olan ve olmaya devam edenin bütün bağlayıcı ilişkilerinin de adını koyarak, bir güzergâh oluşturmaya çalıştı; kapitalizm canlı bir ilişkidir, dedi. Pandemi piyasasında işçi sınıfını “ezilen” olarak tasnif edip, bir mağduriyet ajitasyonuyla sözde işçilerle ilişkilenenleri de ciddiye almadan, kapitalizm tartışmalarını öne alıp pandeminin musallat olduğu toplumsal beden üzerine yoğunlaştı. Bu tartışmaları da bağlamından hiç koparmadan, özne sorununa bağladı; “ben/biz kimiz”i sorun etti. Bu yöntemsellik, konum tartışmalarının açılmasını hiç istemeyen “meslek icabı solcu”luk piyasasını kızdırsa da, sürecin doğru bir mecrada tartışılmasına katkılar sağladı.
Pandemi tartışmalarında kapitalist toplumu meydana getiren bedenin kurulum ve dağılıma uğrama süreci olarak anlaşılması büyük öneme sahipti. Tartışmayı kapitalist toplumsallık üzerinden yapmak, “suç”un nasıl meydana geldiğini anlamak bakımından da önemliydi. Bu yüzden burada pandemi tartışmaları boyunca sorunu “sosyal eleştiri”ye düşürmeden, olguculuğa düşürmeden herkesi içeren kapitalizm sorununun altı çizildi.
Yabancılaşmış emek konuşulmadan, kapitalizmi mümkün kılan saiklerin anlaşılamayacağının üzerinde durularak, işçi sınıfının Marksizmin envanterindeki karşılığının ne olduğu anlatılmaya çalışıldı. Ve bunu yaparken, “dışarıdan masal” okuyan ve sözde entelektüel meşgaleyle dünyaya bakanlara öykünenlerle kendini ayırarak yaptı. Akademik “kıvrak” dil kullanmaktan mümkün olduğunca uzak durdu. Doğa ve insan sorununu da emek yabancılaşmasının kaçınılmaz sonucu olarak gördü ve bu yüzden Covid-19’u başkaları gibi “kendinde düşman” ilan etmedi. Bu hastalanma biçimini biyolojik vakayı da aşan bedenin doğrudan kuruluşuyla ilgili gördü.
Bu yazdıklarım elbette bir şişinme değil, bir “gol atma” da değil. Üstencilik de değil. Pandemi sürecinde önce kendimizi sorun etmeyi öne almayla ilgili. Yani hiçbirimizin “ortak havuz”da olmadığımızı ve olamayacağımızı göstermesi bakımından bir izahat. Pandemi gibi toplumsal bedenin akamete uğradığı dönemler; unutulmuş tartışmaları, zamanında söylenmemiş sözleri, geçmişin tozu altına bırakılmış kavramları yeniden hatırlatır. Daha önemlisi hepimize istesek de asla kaçamayacağımız soruyu sorar; “ben kimim?” “Biz kimiz?”
Hayat akarken bir bellek oluşturur; başka bir zamanda, başka olayların içinde meydana gelen kuşaklar döner ve pandemi günlerinde kimin nasıl konumlandığına bakar, zihnini nasıl işlettiğini anlamaya çalışır. Yani tartışmalar web sayfalarının arasında kaybolup gitmez, kolektif hafızaya yazılır.
Bir sen yoktur, senden içeri
Öznelleşme, bireyin farkında olma halinin açıklaması değildir, yani verili bir döngünün içinde “olma” hali değildir. Farkındalığı meydana getirmesidir, yani hareketi mümkün kılan maddi, estetik, duyusal yaratım becerilerinin insanda birbirleriyle konuşarak, bunun bilincini inşa ederek hayata sürmesidir. Bunu anlamak için “zihin jimnastiklerine” değil, üretici güçlere bakmak gerek. Üretici güçler yalnızca üretimin sonuçlarını meydana getirmez, o üretimin ilksel olan neyi varsa onu da meydana getiriler; yani tasarımdan üretime uzanan süreçleri meydana getirir. Ve bütün bu süreçler insanın bir emek tarafından kuruluma ve dağılıma uğrama süreçlerini de oluşturur. Bu bakımdan öznenin politik bir farkındalık olduğunu kendi sınırlarıyla açıklayanlara “havuz problemi” yetmez, daha başka algoritmalara sahip olmaları gerekir. Elindeki cep telefonundan televizyona, ayakkabısına, elbisesindeki düğmeye, bindiği tramvaya, kullandığı internete, yediği ekmeğe kadar uzanan yaşam araçlarının meydana geliş süreçleriyle kendi arasında ilişki kurması gerekir. Ayağındaki ayakkabının, üretici güçlerin içinde öznelleşme süreçlerini gerçekleştiren ve durmaksızın hareket halinde olan “insanın” bir tasarımı ve yaratımı olduğunu bilmesi gerekir. Onların “bilinçli halin” meydana getirmesi olduğunu bilmesi gerekir. Ben bunların neresindeyim diye sorması gerekir. Yetmez, o gerçek öznenin onun hayatını nasıl biçimlendirdiğini ve durmaksızın değiştirdiğini de bilmesi gerekir. Bu da yetmez, başka bir şeyle daha yüzleşmesi gerekir; bu kadar muazzam öznelleşme becerilerine sahip bu üretici güçler, bu kadar hayatı ve çağları değiştirme becerilerine sahip bu güçler, “tüketici güçler”i meydana getirenleri neden umursasın ki? Ancak işçiyi “amele”den ibaret görenlere, onları “ezilen”in kuyusuna atarak, hayatın tüm dinamik hareket biçimlerinden azade “kurtarılmayı bekleyen nesneler” olarak görenlere en hakiki gerçeklik, yine işçi sınıfından geliyor; “ameleler”, siyasetçi öznelerinin de ellerine bir hayat veriyor, onları durmaksızın kuruluma ve dağılıma uğratıyor.
Post-devrimcilik döneminin yarattığı yıkım, solculuğun mesleğe dönüşmesinin politik görünüşleriyle sınırlı değil; bir yabancılaşma süreci olarak “konum” sorununu da devrimciliğin dışına itmesiyle ilgili. Solculuğun “angajman” içinde açıklanabilir olması ve hesabın “ortak bir havuzda” toplanması da, aslında “ben kimim” sorusundan kaçıştır. Konum, ben/biz kimiz sorusudur, kurucudur. Bu yüzden salt ideoloji içinde açıklanabilir hayali bir görünüş değildir, gerçekte “sen kimsin”dir, “ben buyum”dur. Bunun bilinci de ideolojinin soyut aleminde dolaşıma giren afaki kavramları içermez, gerçeği devindiren güçlerin meydana getirdiği anlamları içerir. Yani “ben olsam bu binayı, bu makineyi, bu telefonu, bu aracı, bu kanepeyi, bu ayakkabıyı, bu bardağı, bu sandalyeyi, bu ekmeği şöyle tasarlardım, bunu üretebilecek düzenekleri şöyle tasarlardım”ın bilincine ve becerilerine sahip olmayı içerir, yani maddi hayatın yeniden üretiminin ve dünyayı değiştirmenin yaratıcı donanımlarına sahip olmayı içerir. (Bunun ne olduğunu anlamak için bir marangozun, demircinin, tornacının, dericinin, kalıpçının, terzinin, çelik işçisinin, makine tasarımcısının yanında yarım saat geçirmek yeterli.) Maddi hayatın yeniden üretiminin dışında “bilinçli varlık” meydana gelmez. Bütün bunlardan yoksun, “tüketici güçler”den, üretici güçlere haydi gel dünyayı değiştirelim diye seslenmeyi, kendi ideolojik “öznelleşme”sinin kurucusu saymak da tutarsızlık üretiminden başka bir şey değildir. İyi de hadi o üretici güçler senin sözüne uydu, peki bu kadar muazzam gelişme göstermiş üretici güçlere nasıl hükmedeceksin? Daha da üst düzeyde öznelleşme dinamiklerinin alacağı hareket biçimlerini nasıl yönlendireceksin? Bu bakımdan “ben kimim” sorusundan istese de kimse kaçamaz.
İşte bu yüzden hayata “konum”un dışında bakmak, tam da ideolojik bir kaçış açısıdır, ters bilinçten gelen bir yanılsamadır. Ve post-devrimcilik döneminin amentüsüdür. Almanca’da “Beruf” kelimesi, yani meslek kelimesi “rufen” kelimesinden gelir; yani çağırmaktan gelir. “Beruf”, “sen nasıl çağıılırsın, sana ne derler” demektir. Bu etimoloji, dilin iletiminin, üretimden yaşam süreçlerine uzanan işlevinin hangi saiklere çarparak sürdürdüğünü göstermesi bakımından oldukça büyük öneme sahip; sahi şu dünyada “sen neyle çağırılırsın?”. Yani “konum”un nedir? Bunun cevabı üretici güçlerin zihni, bedensel, estetik ve duyusal gelişiminde gizlidir. Bu bakımdan işçiler, birilerinde “ideolojinin yüce nesnesi” değildir, tersi “tüketici güçler”, işçilerin zihin ve emek ürünlerini meydana getiren metaların “yüce nesnesi”dir. Yani “beden”deki arızadır. Bu “beden”de meydana gelen semptomatik sonuçtur. Hayatı, durmaksızın piyasa tarafından biçimlendirilen semptomatik sonuç. Kendinden menkul, kendini amaç edinmekten menkul, kendi kendine yüklediği ideolojik anlamdan menkul, sol siyasetçi öznesi olarak “varlık”ı bir dil sorunu, kelam sorunu yanılsamasına kurup, “havuz hesabı”yla anomimleştirenlerin de içinde olduğu bir sonuç. Özne, zihinde ve ideolojide kurulan ve sosyal meşgale ile tamamlanan bir süreç olsaydı, dahası bir kimliklenme, kimlik edinme süreci olarak işleyen bir süreç olsaydı; o dünya olsa olsa hayal âleminde bir dünya olurdu. Bu bakımdan tüketici güçlerden gelip üretici güçlerin içindeki canlı emeğe “birlikte kurtulalım” demek, lakırdıdan öte komiklik olmalı. Burada şu basit soru bile boşluktadır; içinde olmadığın güçleri nasıl harekete geçireceksin, nasıl değiştireceksin? Fantazyalara gark olmamak gerek; post-devrimcilik döneminde birileri “ortak havuz hesabı”nın içinde olabilirler ama o havuzda işçiler ve hayatı devindirecek güçler yok. Durum bu olunca içinde bulanık dip suyundan başka bir şey kalmamış “havuz”dan medet ummak en hafif deyimiyle saflık olur.
Bunun için, devrimci öncü ile havuzdaki solu birbirine karıştırarak, niteliği oldukça tartışmalı toplamadan bir sonuca varma iddiasında olmamak gerek. Solun ana gövdesi bir piyasadır ve tüketici güçlerin içine yerleşmiş sosyal bir hazcılık alanıdır. Metaların ruhundan teşekkül bir alanın siyasi gibi görünen vitrininin aldatıcılığına kapılmadan böylesi dönemlerde en çok Lenin’i hatırlamak gerek.
Hangi toplumsal olayılar, hangi görünüşler altında meydana gelirse gelsin, onunla ilişkilenenlere her daim konum sorusu soracaktır. Konum, bir olay içinde öznenin yıkıma ve tekrar kuruluma uğrama anıdır. Yani zihinde kurulan “kendinde şey” değildir; cereyan edendir. Bu “cereyan” etme seni, sana bir soru konusu yapandır.
Tüketici güçler ıstırap içinde
Covid-19 toplumsal bedeni akamete uğrattığında, bu “hastalıklı beden” ideolojik biçimler alıp, herkesi içeren bir yönetim krizine dönüştüğünde, işçi sınıfı ile beden arasındaki o ince çizgi sadece burjuvazi için bir handikap oluşturmadı. Tüketici güçler için de bir handikap oluşturdu. Denebilir ki Covid-19’un sosyal pandemi biçimini alması, varoluş koşullarını tüketim eğrisinde mümkün kılan bu güçlerin “mala hücum”unu akamete uğratması da mantıksal sonucuna ulaştı. Covid-19’u bu kadar popüler ideoloji konusu yapan da, dünyaya egemen tüketici güçlerin, o muazzam üretim döngüsüne bağımlılığıdır. Bunun için Covid-19, piyasa üzerinden burjuvaziye komisyon vererek çılgın tüketimi durmaksızın tekrarlayan güçlerin ıstırabına dönüştü. Demek ki neymiş; hayatında hazır bulduğun ve tüketim ilişkisini kurduğun her şey, üretim saiklerinin kuruluşu ve hayata girişiyle ilgiliymiş. Yani üretim sürecinin, yani maddi hayatın yeniden üretiminin sonuçlarıymış. Bunlar olmaksızın, bunların üzerine çöken tüketici güçler, köpükten bir alanmış. Pandemiyle ilgili yazılanları dikkatlice izleyenler görecektir ki, Zizek dâhil kapitalizm üzerine “radikal” kehanetlerde bulunanların vaazları, tüketici güçlerin konumunu bir adım öte geçemedi. Bu yüzden pandemi konusu, kapitalizmin ekonomik krizi olarak dolaşıma girdi. Bir türlü bitmeyen “ekonomik kriz” sözü durmadan dolaşıma sokuldu. Ekonomi dışsallaştırıldı, burjuvazi dışsallaştırıldı; bunların üzerinden kapitalizm dışsallaştırılarak; kapitalizmin canlı bir ilişki olduğunun üstü örtüldü. Ancak öyle görünüyor ki, tüketici güçlerin “ıstırabı”, burjuvazinin ilksel birikimini de akılcılaştıracağı koşulları oluşturuyor. Şöyle ki; virüs krizinin en çok konuşulduğu yer, sanıldığı gibi “ölüm rakamları” olmadı; kapitalist bedenin ikamesini içeren “üretim” oldu. Covid-19 la gelen geçici işsizlik, devletlere “yük” getirmesinden öte, bu işsizleşmenin meydana getirdiği üretim açığının nasıl kapatılacağını heyecan konusu yaptı. Dizginsiz bir tüketim çılgınlığına, ancak onu karşılayabilecek bir üretim karşılık verebilir. Bu, burjuvazinin gemiyi yürütmesinin koşuludur. Bunun için işçi sınıfının ana gövdesi üretime sürülmeye devam edildi ve işgücü açığı, üretimdeki işçilerin daha çok çalıştırılmasıyla kapatılmaya çalışıldı. Bu bakımdan virüsle gelen süreç tam da “ilksel birikim” sürecidir. Kelimenin tam anlamıyla böyle bir süreç. Ancak burada bir kez daha bedenin parçalanmasına tanık olduk. İşçiler virüse rağmen ilksel birikimle emeği gasp edilirken, toplumun geri kalan sınıflarına mensup insanlar kendilerini görece garantiye aldı. Burada bedende bir durum daha meydana geldi; kendini garantiye alan orta sınıflarla, işçiler arasındaki mesafe açıldı. Bunun sonuçlarının tezahürü kısa bir dönemde ortaya çıkmayabilir, ancak semptomatik sonuçlarının ağır olacağını söylemek abartı sayılmaz. Bir kez daha görüldü ki, işçi sınıfı zor tarafından üretime koşulduğu kapitalist döngüde, işçi sınıfına evlerinin camlarının arkasından bakarak, marketlere gelecek yiyecekleri ve yaşam araçlarını dert edinenler için onların dünyalarını da yıkacak sınıflar savaşı, daha karmaşık biçimler alarak gelecek zamanların ruhunu belirleyecek.
İşçiler sancılı; ancak her şey yalanın kuyruğuna bağlanarak gösteriye çıkıyor
Evde olma halinin nasıl deneyimlendiğini anlamak için, kapitalizmin canlı ilişkilerinin sürekliliğinin nasıl yürüdüğüne bakmamız gerekiyor. Yani reele bakmamız gerekiyor. Türkiye’de çalışan ve işçi sayısı 28 milyon ve bunun 1 milyonunu çocuk işçiler oluşturuyor. Bu rakamlara Suriyeli “kaçak işçiler” dâhil değil. Yani denklem şu; 84 milyon nüfusun 28 milyonu çalışıyor, 56 milyon işsiz, emekli, çocuk, ev kadını evde… Ha keza Almanya’da 81 milyon nüfusun 44 milyonu işçi ve çalışanlar, 37 milyon işsiz ve evde. 320 milyon nüfusa sahip Amerika’da 152 milyon kişi işçi ve çalışanları oluşturuyor, 168 milyon kişi evde. Başka rakamlar için Fransa, Hollanda, İtalya gibi Euro bölgesine de bakılabilir. Burada dikkate değer bir başka konu da bu ülkelerin trilyonlarla ifade edilen göz kamaştıran toplam hâsıla rakamlarıdır. Amerika 20.5 trilyon, Almanya 4.2 trilyon, Fransa 3 trilyon, Japonya 5 trilyon Dolarlık hacme sahip. Bu rakam değerlerinin ulaştığı muazzam seviyeyi meydana getiren de emek sürecidir.
Buradan da görüleceği üzere Covid-19’la “evde kalma buhranı” geçiren nüfus, zaten evde olan ve ev dışı alanı, sosyalleşmek için kullanan nüfus. Kafe, alışveriş, gezinti, kafa çekme, devlet daireleri, fatura ödeme, ziyaret gibi sosyal amaçlı kullanan nüfus. Bu nüfus, elimde istatistikî veriler yok ama öyle görünüyor ki, günlük 24 saatinin büyük bir bölümünü zaten evde geçiriyor. Bunun bir nedeni de görece gelir darlığı olması sayılabilir. Peki, gümbürtü niye? Covid-19’la işçi sayısında geçici düşmeler yaşansa bile işçiler üretime koşulmaya devam edildiklerine göre ve eve kapanamadıklarına göre, eve kapanmanın sosyo-politikası neden işçi sınıfının dışında kalan nüfusun baz alındığı kitle yanılsaması üzerine kuruluyor? Öğrencileri saymazsak, gastronominin ve bazı hizmet gruplarının istihdam ettiği rakamları saymazsak, Covid-19’un faturası yalnızca burjuvazi tarafından değil, diğer sosyal tabakalar tarafından da işçi sınıfına kesildi. İşçiler kendilerini pandemiden koruma olanaklarına sahip bile olmadan, dünyada çalış(a)mayan toplam nüfusun hayatının devamı için gözden çıkartıldı. (Çünkü bir o kadar da yedeği var.) Bunun açıklaması şudur; kapitalist çarkın dönmesinin koşulu üretimin akamete uğramamasıdır; işçi sınıfı çarkı döndürmeye devam ettiğine göre, işçi sınıfının dışında kalan “yedek”in garanti altına alınması gerekir. Yani insanların eve kapatılmasının bir yönü de sanıldığı gibi “kitle sağlığı” değil, üretimin bekasının garantiye alınmasıdır. Ancak bunun sonuçları bu kadar değil; huşu içinde tüketim hazzıyla gark olan tüketici güçler, yaygın, yatay ve geniş bir uzayı kapsayan baskın güç olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası durmadan semirmiştir. Kapitalizmin ikamesinin arzu gücünü oluşturmuştur. İşte Covid-19 öldürmenin dışında en çok işçilerle bu nüfus kümeleri arasındaki mesafeyi onarılmaz biçimde açmıştır. Şimdi evde kalanlarla işçileri eşitleyip, pandemiyi “bedendeki arıza”nın meydana gelme biçiminin dışında genelleştirme konusu yapanlar için de şapkanın düşüp kelin göründüğü andır. Covid-19’u bedendeki yıkılma değil, birey ölümlerinde ve “ekonomi kriz”de görenlerin “evden yazdıkları fetva”ların bunun için işçi sınıfının gözünde bir kıymeti harbiyesi yoktur.
Konum demiştik; evden fetva yazanların gözü üretimden gelecek mal ve hizmetlere dikiliyken, “kaygı” bunlara ulaşamama üzerine kuruluyken, internet medyasında siyaseten Hacivat- Karagöz gösterisi yapmanın yalnızca toplumsal değil, ahlaki sonuçlarının da ne olabileceğini bilmekte fayda var.
İşçi sınıfı, Covid-19’la gelen bedendeki arızayı, beden ölümüne dönüştürebilir mi? Buna kısa bir zaman aralığında evet cevabı vermek için erken; çünkü işçi sınıfının baş etmesi gereken yalnızca burjuvazi değil, onun döngüsünü oluşturan sosyal güçler de var.
Hasan Sabbah’ı hatırlamak
Bilinir ki, Hasan Sabbah’ı tarihe sokan hikaye, kadrolarının ve militanlarının düşmanın kalbinde gerçekleştirdiği sofistike eylemler değildir; Hasan Sabbah’ın “öncü örgütü”nün düşmanın kendini en güçlü hissettiği alanlara yerleşmesidir. Yerleşme, yalnızca bir cüret işi değildir, bir beceri meselesidir. Yerleşmeyi mümkün kılacak donanımlara sahip olma meselesidir. Bu yüzden Sabbah’ın partisinin, Lenin’in partisinden çok önce kadro eğitimini keşfetmiş olmasına şaşmamak gerek. Elbette bu “kadro eğitimi”ni de ideolojik eğitimden ibaret sanmamak gerekir. Öncü örgüt tanımı; seçkinlerin, meslekten solcuların, boş zaman uğraşısı olarak icra ettiği meşgale değildir. Bir nitelik biriktirme alanıdır. Niteliği biriktirme ve yerleştirme alanıdır. Modern üretim sürecinin mümkün olan bütün alanlarına sızma işidir. O üretim sürecinin mümkün kıldığı bütün olasılıkları yoklayabilecek organize olma işi. Bunun için kitleler avuntusu üzerine kurulmuş ve gösteri dünyası tarafından biçimlendirilmiş vitrin örgütlenmelerin dışına taşabilecek arayışlara bakmak gerek.
“Her yüreğin devrimci bir hücre” olarak kendini konumlandırdığı, yaşam döngüsüne sızdığı, özneleşmeyi orada inşa ettiği, ederken kendini yeniden kurduğu ve öncünün bu “yürekler”in dinamikleriyle kendine müdahale alanları bulabildiği, olasılık yoklamalarına cüret edebildiği komünist bir örgüt!
Böyle bir öncünün inşası aynı zamanda gerçek bir kopuş demektir. Bu kopuş, ruh çağırma seanslarına dönüşmüş radikallik çağırma sığlığıyla malul bir kopuş değildir, yeni bir zamansallık inşa etme girişimidir. Dışına taşma işidir, her daim “ben kimim” sorusunu sorma ve bunu kendine öncül kılma işidir. Devrimci hayat her daim öngörülmezlere gebedir. Bir istisnayı meydana getirebilecek devrimci kopuş pratiklerini ortaya çıkartabilecek imkânlar her bakımdan fazlasıyla mevcut.
Andre Gide; “açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez.“ diyordu. İddiası olan, kanadının ne olduğunu göstermek zorunda.
Ancak soru hala baki; ben kimim?
* Resim: Max Ernst (Avrupa’da yağmurdan sonra, 1940-1942)
* Bazı şikâyetler aldım; ben hiçbir yazımda “üretici güçler” derken, klasik “teknokratlar” alanını kastetmedim. Bu yanlış anlama işçi sınıfını “amele” görenler ve bir üretim kastı içi tanım sananların yanılgısı olmalı. İşçi sınıfı canlı emek olarak, üretimi sonuçlarına götüren güç olarak, bu sürecin tamamını kapsar; buna zanaatkar, tekniker, mühendis, dökümcü, kimyager, elektronikçi, kalıpçı, makineci, dokumacı vb. dâhildir.