Dünya, daha önce yaşanmamış boyutlarda, yeryüzünde tek bir kara parçası kalmadan, karmaşık ve çok boyutlu, bütün ülkeleri içine alan savaşlar ve iç savaşlar döneminden geçiyor. Bütün güçler, dünyadaki bu duruma göre kendi pozisyonunu belirlemeye çalışıyor. TC devletinin faşist şef Bahçeli eliyle gerçekleştirdiği beklenmedik siyasal çıkışları da içerideki kriz ve sıkışmadan çok dünyada ve bölgemizdeki keskin çatışmaların yaratacağı değişikliklere hazırlık anlamındadır.
Dünya, dolu dizgin, freni patlamış tır gibi yeni bir dünya savaşına doğru gidiyor. Bu konjonktürde Ortadoğu en sıcak çatışma alanı durumunda. Daha büyük savaş Avrupa’nın göbeğinde devam ediyor, orada daha büyük güçler çatışıyor, her an kontrolden çıkıp genişleyebilir ama şimdilik taraflar kontrollü ilerliyor. Ortadoğu’da hem durum farklı hem de özneler farklı; bu nedenle Avrupa’daki savaştan daha fazla bölgeselleşme ve yayılma olanağı taşıyor. Buradaki savaşın diğer bölgelerden farklı bir boyutu var: Savaş, ezenler ve ezilenler cephesinde sürüyor. Savaş, Filistin cephesinin yapmış olduğu bir hamle ile hızlandı.
Ortadoğu’nun kadim iki sorunu: Filistin ve Kürdistan. Her iki halkın geleceği belirsiz, sorun çözümsüz; hem kapitalizm koşullarında çözümü yok hem de tek tek ele alınamaz. Bölge çapında köklü değişiklikler olmadan, emperyalizm ve bölge gerici faşist iktidarları çökertilmeden bu sorunlar çözülemez. Tersi denklem de doğrudur: Kürdistan ve Filistin özgürleşmeden Ortadoğu’da istikrar olmaz. Kısacası, bu halkların mücadelesi bölge denklemlerini aşarak uluslararası jeopolitiğin göbeğine yerleşmiştir.
Bu özelliklerden dolayı, bölgemizde yaşanan çatışma yalnızca İsrail-Filistin savaşı değil, ABD, NATO, AB dahil batı emperyalizminin dünya çapında yürüttüğü savaşın en keskin cephesidir. Ve bu aynı zamanda, en güçlü emperyalist hegemonların Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme hamlesidir. Savaşın hangi boyutlara sıçrayacağı ve dengelerin ne yönde değişeceği tam olarak bilinemez; ancak bu aşamada batı emperyalizmi mesafe almış görünüyor.
Savaşın diğer cephesini oluşturan Rusya ve Çin, diplomatik manevralar dışında yerinde sayıyor. Bu konu, daha ayrıntılı tartışma götürecek bir mesele. Fakat bu aşamada şöyle bir gerçeklik ortaya çıktı: Türkiye, gücü, ağırlığı, jeopolitik konumu, ordusu, dünyada aldığı yer, NATO üyeliği dahil olmak üzere bütün bu avantajlarına rağmen bölgedeki bu denklemin dışında kalmış görünüyor. Kürtler ise 40 yıllık kahırlı savaşıyla, siyasal birikimiyle, 40 milyonluk bir güç olarak; bölgeyi bir boydan bir boya savaşın oluşturacağı bölge denkleminin merkezine oturmuştur.
Görüldüğü gibi savaş, Suriye ve İran’ı içine alarak tüm bölgeye yayılma yönünde gelişiyor; bu durumda bölgedeki güç dengeleri alt üst olacaktır. Bölge üzerinden yürüyen emperyalist kapışmada, NATO üyesi TC devleti; bölgeyi yeniden düzenleme konseptinin dışında tutuluyor. Bu durum çöküntü halindeki sistemi, allak bullak etmektedir. Kendisi bu gelişmelerin dışında kalırken, Kürtlerin hangi biçimde olursa olsun etkinlik kazanma olanağı, daha büyük bir beka sorunu olarak TC’yi şiddetli biçimde tedirgin etmektedir.
Örgütlü ve silahlı bir güç olarak Kürtler, bölgeye yönelik daha önceki emperyalist müdahalelerde, oluşan boşluklardan da yararlanıp pozisyon alarak, hep kazançlı çıkmıştır. Bölgede mevcut statükoyu parçalayan her türlü müdahale ve savaş, örgütlü bir güç için tehlikeleri olduğu kadar imkanları da barındırmıştır. ABD’nin Irak işgaline, Özal “bir koyup üç alma” hayaliyle soyunmuş ama bu işgal, hem Federe Kürdistan’ı doğurmuş hem PKK Güney Kürdistan’da geniş bir alanda hakimiyet kurmuş ve askeri gücünü büyütmüştür. Emperyalizmin ve koçbaşı olarak TC’nin Suriye’ye müdahalesi, egemen güçler cephesinden beklenen sonucu oluşturmasa da, gelişen kaos aralığında silahlı ve örgütlü bir güç olarak Kürt özgürlük hareketi, başta Kürt halkı olmak üzere Suriye’nin Kuzeyindeki halklar lehine bir sonuç açığa çıkarmış; Rojava Kürdistan’ı, Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni doğurmuştur. Şimdi emperyalistlerin hedefinde İran var, TC bu döneme kadar, emperyalist klikler arasında yürüttüğü denge politikasını ABD ve İsrail cephesine kırarak, İran’ın zayıflayacağı alanlarda konum kazanmak, Misak-ı Milli hedeflerini gerçekleştirmek için çırpınmaktadır.
Gerek Irak işgali, gerek Suriye’nin paramparça edilmesi, tümüyle emperyalizmin saldırıları olarak gerçekleşmiştir ama her iki değişiklikten de PKK örgütlü ve hazırlıklı olarak muazzam olanaklar kazanmıştır. Emperyalizmin İran’da merkezi yapıyı sarsması durumunda, gerek Irak, gerek Suriye’den daha güçlü bir kitle desteğine ve savaş gücüne sahip olarak Rojhilat (Doğu) Kürdistanı’nda yeni bir alan kazanma ihtimali belirecektir. Bu veya benzeri değişiklikler, TC’nin hem ayranını kabartıyor, emperyal hayallerini büyütüyor hem de Kürt korkusuyla bu hayallerini kabusa döndürüyor.
Diğer yandan yıllar yılı sürdürülen Pençe-Kilit isimli işgal hamleleri, Güney Kürdistan’da PKK’ye kilit vuramamıştır. TC, ordusunun tüm tekniğine, devasa askeri gücüne rağmen; KDP işbirlikçiliğinin devrede oluşu, o da yetmedi Irak hükümetini yedekleyen hamlelerine rağmen kilidi bir türlü PKK’nin üzerine kapatamamıştır. Bırakalım kapatmayı, PKK’nin “bilim-teknik çağının gerillacılığı” karşısında kendisi orada kilitlenip kalmıştır. İşte bu savaşın içerisinde yer yer sıkışmışlık da yaşasa güç kazanmış bir PKK’nin, bölgede statükoların yeniden parçalanacağı bir kesitte yapabileceği hamleler, TC’nin en büyük kabusunu oluşturuyor.
TC’nin yeni “Kürt hamlesi” bu zorunlulukların dayatmasıyla gündeme sokulmuştur. Bu, yalnızca bir Bahçeli hamlesi değildir, bir Cumhur İttifakının hamlesi de değildir; bu bir devlet hamlesidir ve sistemin bütün güçleri içindedir. Bir iki faşist odak dışında CHP başta olmak üzere AKP-MHP iktidarına muhalif olan tüm burjuva güçler, bu devlet hamlesini desteklemektedir. Aynı zamanda iç ve dış büyük sermaye ve NATO, bu adımı desteklemektedir. Bölgemizdeki bu keskin denklem ve iç dış dengeler üzerinden Türkiye adım atmıştır. Kürtler de İmralı, Kandil, DEM parti ve tüm Kürdistan coğrafyasında ve diasporadaki güçleriyle, bir bütün olarak konjonktürün dayatması sonucu TC’nin zorunda kaldığı bu “çözüm” hamlesine hazır olduğunu, ama geçmişteki gibi yaş tahtaya basmayacağını göstermiştir. Murat Karayılan, sürecin hem büyük olanaklar hem de tehlikeler barındırdığını, sürecin her iki yöndeki gelişmelerine de hazır olduklarını açıklamıştır.
Bahçeli, Öcalan’a hitaben, hangi terimleri kullanırsa kullansın, yaptığı kendi kirli diliyle acziyetinin ifadesi, bükemediği eli öpmektir. Bir gerilla gücü karşısında, barış sözlerini geveleyerek masaya, çözüm için görüşmelere işaret eden her devlet, aslında gerilla savaşı karşısında yenilmiştir, bunun başka bir anlamı yoktur. Bu devlet hamlesinin ardında hangi tuzaklar, hesaplar olursa olsun, karşılarında kolayca kandırılacak çocuklar değil, 40 yıldır nefes nefese direnen ve arkasında milyonlar olan bir askeri, siyasi kudret var. Nitekim Kürt Hareketi düşmanın daha önceki taktiklerinden çıkardığı derslerle, barış veya çözüm dilenmiyor; devlet hamlesine karşı, TUSAŞ eylemiyle kararlı olarak, barışa da savaşa da hazırım, hodri meydan diyor.[1]
Sistemin bütün güçleri, devlet hamlesi doğrultusunda Kürtleri düzen içinde eritmek ve parçalamak yönünde hareket ediyor. İmralı-Kandil arasında, cezaevlerindeki temsilcilerle hem Kandil hem DEM parti arasında rekabet ve ayrılıklar olduğunu, bütün medya kanallarından binbir manipülasyonla pompalamalarının nedeni budur. Tüm bu saldırılara, hareketin Kürdistan’ın bütün coğrafyasındaki parçaları, diasporadaki güçleri ve içerideki bileşenleri, savaşı yürüten PKK ve onun önderi konumundaki Abdullah Öcalan etrafında kenetlenerek cevap vermiştir.
Devletler, ezilen halkların ayaklanmaları karşısında demokrasi aşkı veya eşitlik özlemiyle masaya oturmazlar, oturtturulurlar. Dünya deneylerinin gösterdiği gibi, devletler bütün güçleriyle ve her yolu deneyerek özgürlük savaşlarını bastıramadığı koşullarda, iç ve dış şartların ittirmesiyle müzakereye mecbur kalırlar. Müzakere, devletler için bir geri adımdır ama savaşla ezemedikleri isyanları değişik manevra ve fiili tuzaklarla bastırmak için her türlü hileli yollara başvurular. Bu anlamda müzakere süreçleri, hem siyasal adımlara hem de yeniden ve daha şiddetli savaşlara gebedir.
Devlet, 40 yıldır Kürtleri hâlâ yenemedi, Türkiye ne kadar üzerine giderse gitsin, ne PKK’yi bitirebildi ne de Rojava’yı yok edebildi. Rojava’daki işgal saldırılarında daha fazla ilerleyemiyor.[2] Bu demektir ki, akıttığı onca kana rağmen Kürt Özgürlük Savaşı’nı durduramamış ve ikinci defa “terör örgütüyle” masaya oturmak zorunda kalmıştır. Yeni bir “çözüm” sürecinin gelişmesi, ülke koşullarını ve siyasal atmosferi temelden değiştirir ama sınıf mücadeleleri durmaz, devrim savaşı daha keskinleşmiş olarak devam eder.
Kriz zamanlarında siyasal gelişmeler, normal zamanlarda görülmeyen bir hızla büyür ve yaygınlaşır. Bundan dolayı, hiçbir şeyi konjonktüre, andaki duruma göre karşılayamayız. Ortam, her an çok hızlı ve beklenmedik değişimlere gebedir. Gelişmeleri hem düşman kampın avantajları ve dezavantajları hem de kendi cephemizin güçlü ve zayıf yanları üzerinden okumamız, pozisyon almamız gerekiyor.
Kimse şu gerçekliğin üstünden atlayamaz: Bölgede oluşan dinamik, aynı zamanda uzun süren Kürt direnişinin sonucudur. Bir bütün olarak, PKK dahil, bütün gelişmeleri nesnel durumun zorlayıcılığının yanı sıra nesnel durumun oluşmasındaki katkısı ve ayrıca ondan faydalanacak devrim cephesindeki öznelerin gücü üzerinden okumamız gerekiyor. PKK kendi geliştirdiği tarihsel değerlerin toplamı olarak “üçüncü çizgiyi” savunuyor. Kimi yönleriyle bu hatta kırılmalar olsa da buradan ilerliyor. Savaş, rakip kamplar arasındaki çelişkileri kullanmayı dışlamaz. Ancak bölgede halklar lehine gelişecek olanaklar, şu veya bu gücün çıkarları doğrultusunda daraltılamaz; bölgede tüm güçlerin cephesi, emperyalizme karşı, bir bütün olarak bölge halklarının çıkarına enternasyonel bir yön kazanmalıdır.
PKK, çatışmaların sürekli farklı biçimler alarak sürdüğü Ortadoğu’da, dört ayrı ülkede, farklı uluslararası ve bölgesel çıkarlar arasında reel politik denklemler kurarak, etkisi altındaki geniş alandaki farklı eğilimleri yönetmeyi başaran, ve bunu yarım yüzyıldır süren acımasız savaş koşullarında askeri ve siyasi güç halinde tutan ve bir toplumsallığa yaslanan bir hareket. Önceki müzakere süreçlerinin sonunda, şaşırtıcı başarılar kadar ağır bedellere malolan darbeler de yemiştir. Kürt hareketi, her bölgesel denge değişimi sürecinde kazandıkları mevziler ve olanakların ardından imha operasyonları ile karşı karşıya kaldı, müzakere çağrılarına bu deneylerle yaklaşıyor. Bu gerçekler temelinde, Kürtler; bir alandaki güçlerini geriye çekebilir, ateşkes ilan edebilir veya bir alandaki güçleri silah bırakabilir, başka bir cephede savaş başlatabilir vb. bütün konularda karar verecek siyasal ve askeri deneyim sahibidir.
Kimse süreç üzerinden Kürtlere maval okumaya kalkmasın.[3] Kürt devrimcileri şu an her alanda ateş altında ve kuşatılmış olabilir, bazı düzeylerde güçsüz olabilirler ama devrimci bilinçleri sapasağlamdır. 50 yıldır ateş hattında o kadar çok dost ve müttefik ihaneti gördüler ki, kimse onlara çiğ bir biçimde akıl vermeye kalkmasın; onlar kiminle aşık attığını biliyorlar, bu konuda şerbetliler.
Kürt meselesinin çözümü, mevcut siyasi ve idari rejimin ancak köklü bir şekilde dönüştürülmesiyle mümkündür, bugün var olan statüko parçalanmadan veya en azından faşist koalisyon değişmeden bu sorun çözülemez. Sistem, bu haliyle Kürt dinamizmini içine alamaz, aldığı durumda rejimin bütün prangalarını gevşetmek zorundadır. Bu da devrimci muhalefete geniş bir alan açar. Bu koşulda, her şey güllük gülistan olmaz, tersine sınıflar çatışması daha keskinleşmiş olarak sürer.
Öte yandan bu sürecin taraflarca bir dönem derinleşerek çözüm yönünde ilerlemesi, içeride belli bir rahatlama sağlayabilir ama bu durum sınıf savaşını yumuşatmaz tersine, bütün zembereklerinden boşaltır. 20 yılı aşan AKP gericiliği tüm sistemi olduğu kadar toplumsal yapıyı o düzeyde kanırttı ki, Kürt meselesi şöyle olsun, böyle olsun, sistemin bütün güçleri iç içe girsinler, hiçbir şey bu sınıfsal ve toplumsal yarılmayı yapıştıramaz. Zaten devrimcilerin görevi; her koşulda bu tür yarılmaları yumuşatmak değil; tam tersine, neye mal olursa olsun son sınırına kadar keskinleştirmektir.
Kürt devrimci hareketi, gelinen aşamada kendi kararıyla süreci istediği yönde derinleştirir ve bu tercihine göre siyasal görüşmeleri öne alır veya savaşı yükseltir. Bütün bu tercihlerine eleştirilerimiz olabilir, ama her koşulda destekleriz. Yeryüzündeki bütün haklı savaşlar, Filistinlilerin savaşı, bizim savaşımız olduğu gibi Kürtlerin savaşı, yanlışları ve doğrularıyla bütün boyutlarıyla içinde olduğumuz kendi savaşımızdır. Olanaklarımız ve olan gücümüzle, bu savaşın bir parçasıyız; ama bu durumla yetinemeyiz.
Türkiye devrimcilerinin birinci görevi; Türkiye cephesinde sınıf savaşını yükseltmektir. Kürt özgürlük mücadelesini ileri fırlatacak esas halka da burasıdır. Yaklaşan bölgesel savaş, başka görevleri de önümüze çıkarabilir. Bizim her koşulda almamız gereken tavır, yüz yıl önce Lenin’in aldığı tavırdır: Tüm ülkelerin devrimcileri, devletler arası savaşlarda kendi devletlerinin yenilgisi için mücadele etmelidir; devrimcilerin görevi, “devletler arası savaşları iç savaşa çevirmektir”. Bu, aynı zamanda ABD emperyalizmine, onun bölgedeki uzantıları İsrail’e ve (kendi ajandasıyla yayılmacı savaş politikalarının yürütücüsü) Türkiye devletine ve kapitalistlerine karşı antiemperyalist görevimizdir.
Mehmet Güneş
[1] Eylem sonrası yapılan açıklamalarda, satır aralarında çelişki aramaya gerek yok. Diplomatik görüşme dili ile eylemin dili zeytin yağ ile su kadar birbirinden ayrışmış durumdadır. Anlaşılan o ki Kürt hareketi, bu iki dili de kullanacaktır.
[2] TUSAŞ eylemi sonrası, Kuzey-Doğu Suriye’de halkın yaşam kaynaklarına yönelmesi, sivil-asker demeden bomba yağdırması, hastaneleri hedef alması bu gerçekliği değiştirmez.
[3] Devrimci temelde yapılacak eleştirel değerlendirmeler elbette bu kapsamda değildir. Ancak devrimci eleştiri, PKK’nin sınıflar savaşının acımasız zembereğinden geçmiş bir hareket olduğunun ve bunun ferasetiyle hareket edeceğinin asgari bilgisini akılda tutarak yapılabilir.