2015’teki çözüm sürecinin sonuçlarını biliyoruz. Sonuçları itibarıyla daha da uluslararasılaşan, bölge savaşının eşiğinde çok daha kritik bir güç haline gelen bir Kürt dinamiği ve karşısında son seçimlerde görüldüğü gibi toplumsal desteğini büyük ölçüde yitirmiş, çok ciddi bir oy kaybına uğrayan, ekonomik kriz içinde debelenen, İsrail’in soykırım savaşında Siyonizm’e gıda ve hammadde akışını kesmeyerek Filistin davasındaki ikiyüzlülüğü teşhir olan AKP-MHP-Ergenekon ittifakı.
TC’nin güncel siyasi durumu, her ne kadar bunu “bölgesel savaşa karşı iç cepheyi güçlendirme” şeklinde afili bir şekilde deklare etseler de bu yaklaşım kendi taraftarları dahil hiç kimseye güven vermiyor, inandırıcı bulunmuyor. Kimileri de ne lüzumu vardı buna, Kürdistan’da ayrı batıda ayrı iki farklı devlet anlayışıyla sistemi gül gibi idare ediyorduk rahatlığıyla yaklaşıyor.
Her şey bir yana, ortada henüz hiçbir şey yoksa da elbette kendi içinde taktik bir zamanlaması ve hedefleri belirlenmiş bir planın olduğu anlaşılıyor. Benzer sorunları yaşayan Kuzey İrlanda/İRA ve İspanya/ETA gibi ülkelerde gerçekleşen çözüm süreçlerine kısmen vakıf olmuştuk. Ancak TC’nin Kürt meselesindeki “çözüm süreci”nin şimdiden bir benzerinin olmayacağı anlaşılıyor. Düşünsenize, İngiltere barışa karşı çıkan savaş ve şiddet yanlısı bir helikopter dolusu özel savaş birliğini komutanlarıyla birlikle “kaza” ile öldürmeyi bile göze almıştı!
Kimi sosyal medya mecraları ve gazetelerde Ergenokoncuların yasal temsilcisi Bahçeli tarafından yapılan çıkışın, AKP eli ile geliştirilen “sürecin” baltalanmasına yönelik olduğuna dair bir fikir egzersizi var, onunla başlayalım. Bahçeli AKP eli ile geliştirilmek istenen ve çok az devlet erkânının bildiği “askıda tutulan” hamleyi boşa çıkarmak için gerçekleşmesi mümkün olmayan bir talebi ( Öcalan’ın mecliste konuşması ve umut hakkı! ) dillendirmiştir deniliyor. Evet, Bahçeli’nin beklenmedik çıkışı gerçekten de ilk anda ezber bozan, hiç beklenmedik bir açıklama gibi görünüyor.
Bu anlayışın savunucuları Bahçeli ve Tayyip’i Kürt meselesinde kol kola değil karşı karşıya konumlandırıyor. Bahçeli devletin, Tayyip ise hükümetin sözcüsüdür deniliyor. Aralarında bir işbölümü değil de çatışma olduğu söyleniyor. Bu mantıktan bakıldığında, Bahçeli’nin hamlesinin “olmaza indirgeme” yöntemi olduğu ifade ediliyor. Ama bu doğru mu gerçekten? Elbette bu iki parti birbirlerinin açıklarını kollamakta ve ilerde kullanmak üzere bir köşede biriktirmektedir. Burjuva partilerin doğasında olan bir şey bu. Ama öte yandan yıllardır ciddi bir faşist ittifak içindedirler. Bahçeli, Ergenokoncuların sözcüsü olması hasebiyle, istihbari ve operasyonel alanda bir adım önde olabilir. Ama bu, Kürt meselesinin büyüklüğü ve karmaşıklığı karşısında, asıl önemlisi de geldiği nokta itibarıyla çok önemli değildir. Bu çevrelere göre, Bahçeli’nin çıkışından hemen sonra Erdoğan güzellemeleri yapması da yapılagelen entrikanın devamıdır. Ne diyor Bahçeli, anayasayı değiştirelim, Erdoğan’ın yeniden cumhur reisi yapılmasının önünü açalım diyor. Bu çevrelere göre Bahçeli hem Tayyip’in planını boşa çıkarıyor hem de diğer yandan onu taltif ediyor, yüceltiyor! Hani derler ya haklı davaları, ilerici fikirleri yok etmenin en iyi yolu onları zamanından önce erken doğurtmaktır diye, oynanan oyunu buna benzetiyorlar. Ama Bahçeli ya bu konuda samimiyse, ki bizce böyledir, o zaman Tayyip onun siyasi geleceği açısından bulunmaz bir nimettir, hele böyle bir “beka” sorununda basit entrikalara yer yoktur. Tabi burada AKP’nin sözde “yeni çözüm süreci”nin boyutu ve içeriği nedir, onu hala hiç kimse bilmiyor. Çünkü tecrit hala devam ediyor. Dahası Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyımlar atandı. Hem de Tayyip’in içinde Kürt kelimesi en çok geçen, “ellerimizi size uzatıyoruz” dediği konuşmasından hemen birkaç gün sonra!
Öte yandan savaşan askeri birliklerin komuta kademesiyle çok daha yakın ilişkisi olduğu tahmin edilen Bahçeli’nin meseleye daha gerçekçi yaklaştığı ama AKP’nin kendisinden önce yapılan bu hamleyi içine sindiremediği için kayyım saldırısıyla buna cevap verdiğini söyleyenler de var. Meselenin büyüklüğü düşünüldüğünde tüm bu yaklaşımlar öze dair bir değişikliği getirmeyen fikir egzersizleri olarak kalmaya mahkûmdur.
Şimdi şunu görmek gerekir, devlet ve AKP’nin içinde Kürt meselesi bağlamında çok ciddi bir sıkıntı ve tartışma var. Kürt halk önderi ile aylardır görüştükleri kesinleşmiş gibi. Bunu şaşırtıcı hızla gelişen son olaylardan tespit edebiliyoruz. İmralı’da yapılan görüşmelerin çok sonuç alıcı olmadığı Kayyım saldırısı ile ortaya çıkmıştır.
TC’nin bu hamlesinin elbette bölgesel savaşla ilgili yönü var. Özellikle İsrail’in savaşı Şia direniş ekseninde yoğunlaştırması ya da İran’ı da içine alacak şekilde bölgeselleştirmesi durumunda, İran’ın bu savaşa daha aktif dâhil olması, Rojhılat’ın da (Doğu Kürdistan) Rojava gibi özerk bir komün cumhuriyeti kurması ihtimalini doğurabilir. TC’nin en büyük korkularından biridir bu. Aslında Suriye, Irak ve İran artık TC’nin korku duvarı, kâbusu olmuştur. Yıllardır geliştirdiği operasyonlardan sonra artık kendisini fiziken ve ruhen daimi olarak sınır ötesinde yerleşik bir güç olarak görüyor. O kadar ki, artık kafalarında işgal ettikleri sınır ötesi bölgeleri Türkiye ile fiilen birleşmiş bir coğrafya olarak değerlendirebiliyorlar. Bunu çok iyi anlamamız ve Türkiye halklarına çok iyi anlatmamız gerekiyor. Bu noktada işgal bölgelerini idare eden, yöneten Ergenekoncu asker-sivil bürokrasi ile Saray çevresindeki İslamcı-faşist blok arasındaki çelişkiler, bölge savaşı koşullarında giderek daha da büyümektedir. Bu işgal ve ilhakçı sömürgeciliğin başta ekonomik olmak üzere, elbette çok ciddi komplikasyonları olacaktı. Olmuştur, olmaya devam etmektedir. Yüzde 50 enflasyonla işçi sınıfına yüzde 25 asgari ücret vermek istediklerini şimdiden beyan etmektedirler. Kayyımlarla, Güney’e ve Rojava’ya saldırılarla işçi sınıfının taleplerinin üzerini örteceklerini zannediyorlar. Rüzgâr eken fırtına biçecektir, bunu anladıklarında artık bu hükümet, karşısında erken seçim sandığını görecektir.
ABD-NATO’nun ve Rusya’nın izin vermesi ve gözetiminde yıllardır yaptıkları hava saldırılarıyla, top atışlarıyla, hava indirme operasyonlarıyla, İHA ve SİHA’larla ne askeri ne siyasi bir sonuç alamamaları onlar için çok büyük bir endişe kaynağıdır. Her üç bölgede devrimci Kürt kuvvetlerinin mevcudiyeti İslamcı-faşist bloku sürekli “savaş hali”nde tutuyor. Kürt kuvvetleri ile çevrili sınırlar ülkede sürekli “iki devlet” oluşumuna yol açıyor. Kürtlere karşı olağanüstü devlet anlayışı, ülkenin geri kalanına karşı ise daha olağan bir devlet anlayışı. Ekonomisini, dış politikasını, halkın temel siyasal ve sosyal taleplerini yiyip bitiren bu savaş gerçeğinin ne kadar tüketici olduğunu görmemelerinin imkânı yok. Görmesine görüyorlar ama devlet kendi içinde parçalı bir devlet. Devlet ekonomik krizde olan bir devlet. Devlet bu konuda ırkçı-şoven ön yargıları yıkacak gücü olmayan, bunun alt yapısını hazırlayacak sosyaliteden yoksun bir devlet. Ve devlet tek bir adamın diktatoryal yetkileriyle yönetilen bir devlet. İşin aslı bu yüzden İmralı’ya mahkûm olan bir devlet!
Hükümetin en zayıf anında böylesi bir girişimde bulunması ilk anda çok anlaşılır da gelmiyor. Anlıyoruz ki sıkışmışlık büyük. Öyle olmasa hamlesini güçlü olduğu bir dönemde yapardı! İşte sadece bu durum, devlet fraksiyonları arasında görülmeye değer çok ciddi çatışmalara sahne olacak günlerin habercisidir. Burada sözü edilen “fraksiyonize devlet” M. Türköne gibilerin keskin çizgilerle ortaya koyduğu tarzda Bahçeli-Tayyip karşıtlığı değildir. Mesele kesinlikle “Bahçeli’nin açtığı kapıyı Tayyip’in kapattığı” şeklinde de değildir. Kürt meselesi Tayyip’in kendi iç siyasi çıkarlarına “meze” yapacağı bir konu değildir.
Uluslararası bir denklemin merkezinde yer alan Kürdistan devrimine böylesine basit mantıkla salt iç politika meselesi olarak yaklaşılamayacağını bilecek kadar tecrübe sahibidir TC. Buna izin vermez. Fraksiyonize devletin kendi içindeki çelişkisi meselenin temel gündeminden ziyade, çözüm yöntemine dairdir. Ucunu kaçırmayacakları, özgürlüğe sonuna kadar kapı açılmayacak, tarihsel devlet geleneğine halel gelmeyecek ve bölgesel savaşın Kürtlere açabileceği yeni kapıları nasıl engelleyebiliriz üzerinden müthiş tartışmaların ortaya konulduğunu tahmin edebiliriz. Çelişkileri buralarda aramalıyız, yoksa Fettullahçı çevrelerin yaklaşımındaki basitleriçi karşıtlıklar üzerinden değil.
Hiçbir gerçekliği olmasa da Bahçeli’nin “umut hakkı”ndan bahsetmesi önemlidir. Söz ağızdan bir kez çıkar, hele ki Bahçeli gibi bir derin devlet adamından çıktı ise. Gerçekleşir ya da gerçekleşmez, Bahçeli bu lafzı etti ya, ne amaçla söylenmiş olursa olsun tarihin belleğine kazınmıştır. Bu söylemi 6 Kasım tarihli grup konuşmasında bir kez daha yinelemesini AKP içindeki “çözüm” isteyen kesimlere verilmiş “ben hala sözümün arkasındayım” mesajı olarak okumak gerekir. İkinci kez Öcalan’dan bahsetmesi, artık meselenin Bahçeli cenahı açısından “olmaza indirgeme” taktiği olmadığını ortaya sermektedir. Demek ki meselenin olmaza indirgemeyle ya da imkânsızı isteyerek zamanı gelmiş bir fikri öldürme girişimiyle hiçbir alakası yok. Meselenin özünde özellikle Fetullahçı medyanın iddia ettiği gibi hükümet ve devletin birbirlerine karşı giriştikleri entrikalar da yoktur.
İçeriğine çok vakıf olmasak da burada bir işbölümü olduğunu düşünmek çok daha mantıklıdır. Sonuçta Bahçeli bu işbölümünde halka karşı sözcü yapılmıştır. Kendisinin “özellikli” bir seçim olduğunu anlamamak mümkün değil. Çözüme en uzak hatta karşı olan kişi kendi partililerinin bile ağzı açık dinlediği bir deklarasyon sunmuştur. AKP’nin projesini baltalamak gibi bir hamle içinde değildir. Kaldı ki, görünen o ki bu bir devlet projesidir. Devlet bürokrasisi, askeri ve sivil istihbarat, dışişleri, MHP ve AKP’nin tüm çekirdek kadrolarıyla kotarılmış bir projeden bahsetmek gerekir. Kürt meselesi geçmişten günümüze devletin kendi içinde en fazla fraksiyonize olduğu konuların başında gelirdi, ama bugün bu denli bir farklılaşmayı göremeyebiliriz.
Şimdilik görünen projenin bir müddet daha askıda tutulması; içeride demokratik Kürt güçleri ile, dışarıda ise Rojava ve Kandil’deki özgürlük güçleriyle artırılmış bir şiddetle savaşmaya devam edilmesi yönündedir. Açılım olup olmadığı belli olmayan bu belirsiz “açılım” şimdilik olsa olsa aslını inkâr eden Ziya Gökalp tarzı “ittihatçı bir Kürt açılımı”dır. Özellikle Rojava şimdiden sivillerin, çocukların ve stratejik alt yapı tesislerinin vurulması ile bir katliam sahnesine dönüşmüşken.
Peki, tüm bu olanlar karşısında Türkiye Devrimci Hareketi’nin tavrı ne olmalıdır? Epey karmaşık göründüğüne bakmayın. Birleşik devrimin savunucusu komünistler bu konuda nettir. Demokratik Türkiye, özgür Kürdistan, temel bir ilkedir. Kürdistan halkının karar vereceği en reformist çözüm karşısında bile Türkiyeli komünistler bu konuda ukkth temelinde Leninist tutumlarını sürdürecekler ancak, sosyalist devrim mücadelesinden asla vazgeçmeyeceklerdir. Kürdistan proletaryasının müttefikliğini istemeye de devam edeceklerdir.
Kürdistan’ın özgürlüğü sorununun aslında düzen sınırları içinde burjuva-reformist çözümü yoktur, ama ola ki böyle bir gelişme hâsıl oldu, bu Türkiyeli devrimciler için beklenmedik bir durum olmamalıdır. Bu noktada geçmişteki ulusal kibirlilik yanlışına düşülmemelidir. Bunun tekrarı çok daha tehlikeli sonuçlara yol açacak ve bu tutum sadece devletin kazanım hanesine yazacaktır. Kaldı ki, yukarıda kısmen söz ettiğimiz gibi “düzen içi” dediğimiz çözüm bile devletin epey bir alt üst oluşunu beraberinde getirecektir. Bunu tahmin etmek hiç zor değil. Teorik-politik olarak “düzen içi çözüm” dediğimiz şey TC’nin sömürgeci-faşist geçmişi düşünüldüğünde pratikte bir devrimdir aslında!
Günlerin neyi getireceği hiç belli olmaz, devlet Kürtlerle “masaya oturduğunda” Türkiyeli emekçilerin hiç mi talepleri olmayacak? Dolaylı olarak onlar da bu masanın bir tarafı olacaklardır. Kürtlerle masaya oturulması tüm Türkiye emekçileriyle masaya oturulması anlamına gelecektir. Kimi sol çevrelerin anlamak istemediği bir durumdur bu. Kürt meselesinin kendi “ulusal” sınırlarına hapsedilemeyecek kadar enternasyonal bir karakter taşıdığını hepimiz biliyoruz. En çok da devlet biliyor değil mi? O yüzden 50 yılı bulan bu mücadelede Bahçeli, Tayyip gibi figürler, bunlar bırakın çözümün anahtarı olmayı, o sahte, ikiyüzlü politikalarıyla çözüm kapısının eşiğine dahi adımlarını atamazlar. Kürt sorununu Kürt devrimcileri ve emekçileriyle birlikte çözecek cesarete sahip olan güç, ilk dönemeçte olmasa da son dönemeçte Türkiye’nin devrimcileri ve emekçi halklarıdır. Kürdistan devrimi dünyanın hala devam eden en uzun devrimidir. Türkiye faşizmi de, araştıran araştırsın, dünyanın en uzun diktatoryasıdır. Tüm dünya bunu biliyor. Bilmeyenler sadece bizim ülkemizde ne yazık ki. Şimdi askıya alındığı belli olan çözüm sürecinin devlet açısından daha çok bölgeselleşen savaşa karşı bir zaman kazanma politikasına evirildiğini görebiliyoruz. Öte yandan yeni ABD başkanının bölgeye dair politik bakışının ne olacağı askıya alınan “çözüm”ün bekletilmesinin diğer nedenidir. Devlet söyleyeceğini tüm bunlardan dolayı henüz söylememiştir. Bahçeli ile ok yaydan çıkmıştır ancak bunun bir “çözüm” süreci yerine bir kaos ve tasfiye planına dönüşme ihtimalini hiç yabana atmamak gerekir.
Elde edilmek istenenler içinde var olan Kürt direniş çizgisine karşı ülke çapında sosyal şoven bir koalisyonun oluşturulması, İslamcı-Kürt çevrelerini tekrar kazanma ve rantiyeleştirme politikaları olduğunu da unutmamamız gerekir. Emperyalist ve sömürgeci bölge savaşının bir kolu olarak içinde CHP’nin de olduğu “milli bir cephe!” ile hem Güney’e hem Rojava’ya sefer düzenlenmesi ise en yakın tehlike olarak durmaktadır.
Kürtlere “uzatılan elin” anlamının şimdilik bunlar olduğunu düşünüyoruz.
Mehmet Turan