Cumhuriyet krizi ve seçimler – E. Gozel Dündar

Türkiye, kurucu ilkelerini kapsayan bir sistem krizi yaşıyor. Bu kriz yaklaşık olarak 1990’lardan itibaren her siyasi iktidarı pençesine alarak tasfiye ediyor. Daha çok “devlet krizi” olarak görünen bu çıkmaz esasında resmi ideolojinin kriziydi. Kemalizmin mühendislik projesi olarak biçimlendirilen Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik, politik ve kültürel düzeyde çözülmeye başlamıştı. 1990’ların başında Kürt sorunu yakıcı bir şekilde gündemleşmeye başladı. Finans kapital cephesinden siyasetçilere kadar toplumun her kesimine kadar kamuoyunda tartışmalar yapıldı. Özal tarafından “federasyon” dile getirildi. Sonraki yıllarda çeşitli modeller tartışıldı. (İrlanda, İspanya, İsviçre vb.) Finans kapital, konuya Cem Boynerli YDH ile doğrudan müdahil olmak istedi. Sabancı grubu olaya el atmaya başladı. İzmir’de bir toplantıda orta sınıfın temsilcileri Çiller’e “Doğu’yu verelim gitsin, batıyoruz” diyecek kadar ileri gitmişlerdi. İktidara gelen her parti sorunun çözümü için gizli ellerden mektup trafiği işletip “ateşkes” teklifinde bulunuyordu. Ordu içinde de farklı sesler çıkmaya başlamış ama “faili meçhule” kurban gitmişlerdi. Bu durum meselenin geldiği aşamayı daha net göstermektedir.

Aynı dönem çeteleşmenin de zirve yaptığı herkesçe bilinmektedir. Yine aynı yıllarda siyasal İslam’ın Erbakan-RP olarak iktidara gelişine tanık olduk. Laiklik ve başörtüsü tartışmaları, 93 Sivas ve 95 Gazi katliamları sonrası Alevilerin hızla siyaset sahnesine girmesi, etnik yapıların uyanışı denilebilecek kıpırdamalar, Kemalizmin yoğun olarak tartışılması gibi konular resmi ideolojinin açmazlarının deşifre olmasına neden oluyordu. Bütün bunlara emek cephesinin sorunlardı da eklenince topyekun bir sistem krizi belirmiş ve 2. Cumhuriyet tartışmaları gündeme getirilmişti. İktidar cephesi krizi yönetmekte başarılı olamıyordu. Ordu, siyasal İslam çizgisini kabullenemiyordu ve 28 Şubat ile tasfiye kararı fiili hale getirildi.

Bu yıllar (90’lar) aynı zamanda dünya ölçeğinde ideolojik-politik değişimlerin ve eksen kaymalarının yaşandığı bir dönüm noktasıydı. Sosyalist blok hızlı bir şekilde kapitalizmle bütünleşti. Emperyalistler, kapitalist sistemi yeni koşullara göre dizayn etmeye karar verdiler. Neo-liberalizm, küreselleşme ve “Yeni Dünya Düzeni” temel sloganlarıydı. ABD’nin önderlik edeceği NATO merkezli bir dünya hedeflenmekteydi. Ortadoğu-İslam dünyası içinde Türkiye’yi farklı bir yere koymuşlardı. Türkiye laik ve Batılı kabul ediliyordu. Yeni Türkiye’yi kendilerinden sayıyorlardı. Yeni Dünya Düzeni içinde Türkiye’ye Ortadoğu’nun ve genel olarak İslam dünyasının modernleştirilmesi-Batılılaştırılması rolünü vermek istediler. İslam dünyası ancak Batıcı, ılımlı İslam ile yola getirilebilirdi.

Ergenekoncular, Erbakan’ı tasfiye etmişti. ABD, bir yandan ordu içinde Gülenci paralel devleti örgütlemiş diğer yandan Erdoğan’ın önünü açmış, desteklemiş ve iktidara taşımıştı. İslam dünyasının Batılılaştırılması görevi “Büyük Ortadoğu Projesi” ile AKP’ye verilmişti. Ergenekoncular aslında Erdoğan’ı da istemiyorlardı ama ordu içinde bunları dengeleyecek bir paralel yapı oluşturulmuş ve bu güç AKP’nin asker içindeki destekçisi olmuştu. AKP, Türkiye’de daha 2-3 büro açmışken ABD’de 12 AKP bürosu açılmıştı. ABD’nin desteği çok açıktı. AKP iktidara gelirken mazlum ve liberal bir dil kullandı. Zamanla Gülencilerin, Ergenokoncuları tasfiye etmesiyle AKP daha rahat hareket eder hale geldi. Ancak bu kez de AKP ile Gülen kanadı arasında iktidar çekişmesi başladı. Bunun arka planında ise Erdoğanlı AKP’nin emperyalistler tarafından gözden çıkarılması vardı. Erdoğan, ABD tarafından kendisine çizilen sınırları aşmıştı. ABD politikalarıyla örtüşmeyen ilişkiler geliştiriyordu. Bu nedenle tasfiyesine karar verildi. Ortadoğu’daki gelişmeler, Arap Baharı vb. olaylar, İslam’ın radikalleşmesi, Erdoğan’ın da yoldan çıkması nedeniyle ABD ılımlı İslam projesinden vazgeçtiğini açıkladı.

Gülenci paralel devlet eliyle AKP’nin tasfiye düğmesine basıldı. Gülenciler darbeyi gerçekleştiremediler ya da belki “devlet içindeki bazı güçler Gülen darbesini boşa çıkardılar” demek lazım. Böylece 2016 yılı itibariyle ortaya İttihat Terakkici bir koalisyon çıktı. ABD ile tarihin en derin kriz ilişkisi yaşanıyordu. ABD’nin saldırılarını dengelemek için Rusya’ya doğru yönelimler başladı. AKP-MHP (ile BBP ve Perinçekgiller) iktidarı, ABD’ye karşı aslında bir nevi Rusya tehdidi ile korunmaya alıyordu. Batı’ya bana dokunursan Rusya’ya yönelirim diyorlardı. Elbette bu dengeye oynamak tehlikelidir. Tarihte ABD’ye karşı Rusya’ya meyletmenin bedeli Menderesler için çok ağır olmuştu. Bu ilişki kelle koltukta siyaset yapmak anlamına gelirdi. NATO böyle bir ilişkiyi asla kabul etmezdi ama Türkiye’yi kaybetmek de istemezdi. Darbe ile götüremedikleri Erdoğan’ı bu sefer uluslararası siyasi-diplomatik-ekonomik ablukaya alarak yalnızlaştırmayı denediler. Ermeni meselesini “Demokles’in Kılıcı” gibi başında sallandırdılar, çeşitli uluslararası davalara bağlı olarak farklı yaptırımları gündeme getirdiler…

Siyasi iktidarın Rusya’dan S-400 alması, Şangay Birliği’ne girilmek istediğinin açıklanması gibi konular ABD’yi çileden çıkarttı. Tabi AKP-MHP iktidarı bunları yaparken esas olarak kendini Batıya kabul ettirmek istemektedir. NATO’nun merkezindeyiz demeleri boşuna değildir. Sadece bizi tasfiye etme, bizimle anlaş Türkiye bizden sorulur demeye getiriyorlar. ABD’ye kendini kabul ettirmek için Rusya’yı koz olarak kullanıyor. Ama bunu Rusya da ABD de iyi biliyor. Kim kimden ne koparırsa ilişkisi!

Aynı dönemde Körfez’e yönelerek Katar ile ekonomik ilişkiler geliştirildi. Kamu kaynak ve kurumları sunularak Katar’la anlaşmalar yapıldı. İran’la dolaylı yollardan gizli ekonomik ilişkiler yürütüldü. Uluslararası ölçekte narkotik ilişkilere girildi. Sedat Peker’in açıklamalarında da anlaşıldığı üzere buralardan büyük ve önemli miktarlarda sermaye ve kaynak bulunduğu kesin. Ama kayıt dışı gel geç sıcak paralarla, ekonomi tamamen düzlüğe çıkılamazdı ve öyle de oldu. Üretime dayalı olmayan bir ekonomik sistem -hem de yeni sömürge bir ülkede- ile ayakta kalmak mümkün değildir. Bu düzlem bizzat iktidarın “babalar ve oğullar” düzeyinde işin içine dahil olduğu bir meseledir ve mafyavari ilişkiler söz konusudur. Bu koalisyon adeta iktidara çökmüştür.

Siyasi iktidar bir koalisyon vaziyetindedir ve güçler arasında mülkiyet makam ve mevki kapışması sürmektedir. Erdoğan’ın damadı ve Sedat Peker, Bahçeli ekibi tarafından tasfiye edilmiştir. Erdoğan buna direnememiştir fakat MHP’nin Genelkurmay Başkanı yapmak istediği Ümit Dündar emekli edilmiş ve gelecekte Erdoğan’ın yerine düşünülen Süleyman Soylu’nun ağır şekilde deşifre edilmesine göz yumulmuştur. Güçlü olan iktidardan daha fazla pay alacaktır ve bu durum onlar açısından durmak bilmez şekilde sürecek bir “içgüdü” gibidir.

Gelinen aşamada kriz, dış politikadan ekonomiye kadar her alana yayılmıştır. Cumhuriyet bir bütün olarak tüm kurumları düzeyinde ağır bir krizdedir. Dış politikada ABD ile anlaşmak istenmektedir ama kabul görmüyorlar. Rusya politikası güven vermeyen tarzda ve yüzeyseldir. Ortadoğu ülkeleriyle de problemli ilişkiler sürdürülüyor. Dolayısıyla rotası olmayan -pragmatist- bir dış politika izleniyor. Bu dış politika eksensizdir ne kendisi olabiliyor ne Batıya ne de Doğuya yaranabiliyorlar. Siyasi iktidar, gelinen son aşamada freni boşalmış bir kamyon misali yol almaktadır.

İdeolojik düzeydeki kriz derin tıkanıklıklara yol açmış, devlet sınıfları paramparça olmuştur. İktidarın şiddet kullanarak, olağanüstü hal vb. uygulamalara giderek krizi yönetmesi ya da aşmaya çalışması sorunları daha da büyütüp, kırılmalarla sonuçlanmaktan başka bir işe yaramıyor. Kriz, cumhuriyeti kuran paradigmanın yerine neyin konulacağını bilmeyen ve bu konuda bir fikre, plana ve ufka sahip olmayan bütün iktidar cephesinin krizidir. Ortada büyük bir ideolojik-politik iktidar boşluğu vardır. İktidarda olmak, elbette boşluk yoktur anlamına gelmez ancak artık geleneksel şiddet yöntemleri ile sistem sürdürülemez. Sistem gittikçe mafyatik bir zemine oturmaya başlar.

Sistem tıkandı. Cumhuriyet bu haliyle sürdürülemez bir projedir. Kriz ve kaos beraberinde çürüme getirmektedir. Devlet kurumları çürüyüp çözülüyor. Partiler çözüm gücü olamayıp bölünüyor. Ordu, polis ve bürokrasi gruplaşmıştır. Herkes iktidara oynuyor ama yeni bir fikir yok. Merkezileşen güç yok, toparlayıcı üst akıl ya da ortak yok. “Devlet sahipsiz kalmıştır”!

Egemen sınıfların çürüyüp çözülmesi halkta da benzer sorunlar yaratmaktadır. Son üç yılda 280 binin üzerinde intihar vakası gerçekleşmiştir. 2021’de yüzden fazla polis intihar etmiştir. Kadın katliamlarının, tacizin ve tecavüzün sayısı bilinmiyor. Uyuşturucu ve fuhuş her sokağa kadar inmiştir. Çeteleşme-mafyalaşma her yanda. Sermaye ve genç nesil ülkeden kaçış halinde. Yoksulluk, işsizlik, mali suçlarda artış almış başını gidiyor. Ortak toplumsal değerler hızla çözülüp, yozlaşma gelişiyor. Halkın talepleri şiddetle bastırıldıkça toplumda öfke ile birlikte çürüme de yaygınlaşıyor. Ortaya güçlü bir halk iradeleşmesi çık(a)mayınca umutsuzluk da büyüyor. Mevcut siyasi iktidardan olumlu bir adım beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Onlar krizin yaratıcıları ve sahipleridir.

Bu iktidar artık ne demokratik adımlar atabilir ne Kürt sorununda açılım gerçekleştirebilir ne de İslamı referans alıp ona uygun bir sistem kurabilir. Bunlar söyledikleri gibi NATO’dan da çıkamazlar, Rusya ile stratejik müttefik de olamazlar, Şangay Birliğine de giremezler. Ne laiklikle ne Kemalizm ile hesaplaşabilirler ne de Alevilik meselesine el atabilirler. Siyasi iktidarın bütün çabası ve söylemi ömrünü uzatmak ve yandaşlarıyla zevk ve sefa sürmektir. NATO’cu Müslümanlık, milliyetçilik, vatanseverlik dünyanın neresinde görülmüştür. Anti emperyalistlik Rusyai ile mi ilişki kurmaktır? Kuran, ezan, bayrak diye haykırmak narkotik ilişkilerle nasıl örtüşür? Kamu kaynakları Körfez ülkelerine peşkeş çekilirken nasıl vatanseverlik yapılabilir?

AKP-MHP ve küçük ortakları şiddet ve tehdit sarmalına yakalanmışlardır; toplumu böyle uzun süre yönetemez, korkutamaz ve kandıramazlar. Şiddet, yoksulluk, sınır ötesi operasyonlar ve olağanüstü hal kanunları iktidarı için yolun sonu gelmiştir.

Ekonomi son birkaç yılda dibe vurmuştur. Ne Hazine’ye bakan ne de Merkez Bankasına başkan dayanıyor. “Ekonomik tehdit” ibaresi MGK bildirisine girdi. “Ekonomik kurtuluş savaşı” denilerek toplum açlığa davet ediliyor. Zamlar almış başını gitmiş, enflasyon yükselmiş, Dolar ve Euro fırlamış ve sonuç olarak toplumun alım gücü düşmüştür. Ekonominin ölçütü halk pazarı, halk sofrası ve ekmek kuyruklarıdır. Dış politika krizi, ekonomiyi doğrudan etkilemektedir. Sedat Peker’in açıklamalarıyla birlikte narkotik ilişkilerden gelen paranın musluğu da kapandı. Kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’yi yatırım için güvenilmez ülke olarak gösteriyorlar.

Katar ve BAE ile kurulan yeni ilişkiler dışında ciddi bir sermaye akışı ve yatırımcı yoktur. Yerli sermaye bile dışarı kaçıyor. Dış borç ödemeleri kapıya dayanıyor. Bu yüzden iktidar acil sıcak para arayışındadır. Sözde “Çin modeli ekonomi” ile 6 ayda düze çıkacaklarının hayalini görmektedirler. İstedikleri son kalan az sayıdaki kamu kaynağını da satmaktır. Katar ve BAE de bunun için geliyorlar. Üretime dayanmayan emlakçı ekonomi, ülkeyi pazarlamaktan başka bir şey değildir. Samanı bile ithal eden bir ekonomik sistem 6 ayda hiçbir model ile düze çıkamaz.

Tüm bu gelişmelerin arasında Türkiye, seçim atmosferi içine girmiştir. Normal bir seçimde(!) Millet İttifakı -HDP destekli olarak- seçimi kazanır görünüyor. İktidarın % 51 kaygısı, seçim barajı tartışması buna işarettir. Ama “burası Türkiye” AKP-MHP ve diğer ortakları iktidarı bırakırlar mı? Devir teslim ederler mi? Normal bir seçim olur mu? Hepsi birer muamma! Bu nedenle gerginliği üst düzeyde tutacaklar tabiri caizse dal kımıldasa ve taş yuvarlansa şiddete başvuracaklar. Seçimi kaybetmemek için her yola başvuracakları mutlaktır. Her şeyin olabileceği “burası Türkiye” aşamasındayız. İktidar karşıtı hiç kimse güvende değildir. Her tür provokasyona açık bir zaman dilimindeyiz. Bu, bir seçimin ötesinde bir olaydır. Her türlü senaryo devreye sokulabilir. Yönetememe krizinin bütün biçimleri gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Her şey ellerinde ama yönetemiyorlar. Erdoğan ve Bahçeli önlerine geleni tehdit ediyorlar. Millet İttifakı’nın yükselişini engellemek ve olası desteklerin önünü kesmek için İlker Başbuğ’u susturdular. Emekli Generallere 12 yıldan başlayan davalar açtılar. DEVA Partili Metin Gürcan’ı ajanlıkla suçlayıp tutukladılar. Yani tehlike arz edecek her ilişkiye tutsaklık dayatılıyor. Muhalefetteki siyasi partilerin yöneticileri hedef gösteriliyor, tehdit ediliyor ve dövülüyor. Basına yönelik sansür de aynı oranda artıyor. Sokağa çıkma yasağı var adeta en ufak basın açıklamasında gözaltılar yapılıyor. Aslında artık ellerinde şiddetten başka bir şey kalmamıştır.

Millet İttifakı ise seçimi kazanacağından emin şekilde görev paylaşımı yapıyor. Meral Akşener’in başbakanlığı kesin ama İYİ Parti ve Saadet Partisi Kılıçdaroğlu’nu istemiyor. Cumhurbaşkanlığı hadisesi Cumhuriyetin ilk seçiminden beri entrikaların döndüğü bir olaydır. Bugüne kadar da böyle olmuştur. Mustafa Kemal rakibi olacak Trabzon Mebusu Ali Şükrü’yü daha Cumhuriyet’in arifesinde ortadan kaldırmıştır. Uzun yıllar generallerin istemediği kişiler cumhurbaşkanı olamamıştır. Bazen de darbeler yoluyla cumhurbaşkanları değişmiştir. Daha yakın tarihte Demirel, Kenan Evren, Erdoğan, Muharrem İnce, Abdullah Gül, Süleyman Soylu vb. isimlerin Cumhurbaşkanlıkları engellenmeye çalışılmış, istenmemiş ve çeşitli tezgahlar dönmüştür.

Şimdi de İYİ Parti ile Saadet Partisi Kılıçdaroğlu’nu engellemek istiyor. Kılıçdaroğlu ise Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nu engelliyor. Kılıçdaroğlu diğer yandan adeta bir program dahilinde ve kendine güvenle iyi bir performans sergileyerek ortaya çıkmıştır: Helalleşme, Kürt meselesi, tezkereye ret, insan hakları, demokrasi, barış, devletin yeniden yapılandırılması, devlet kurumlarına uyarılar vb… Bakalım siyasi güç dengeleri Kılıçdaroğlu için ne karar verecek. Özetle; Millet İttifakı da iktidar mücadelesi veriyor kendince!

Bugün güncel görünen kriz yapısal krizdir ve seçimi kim kazanırsa kazansın galibin nur topu gibi bir kriz sorunu olacak. Kılıçdaroğlu’nun söylemleri “vaat” olmak ötesinde bir gerçekliğe tekabül eder mi? Gerçekçi bakışla sistemi kendi içinde reforme edebilecek güçlü bir siyasi irade görünmüyor. Ortada bir program ve siyasi güç yoktur. Ne devlet sınıflarının ne siyasi partilerin ne de finans kapitalin mevcut çoklu krize bir çözüm formülü yoktur. Cumhuriyet krizine çare bulunmamıştır. Bu durumda kim iktidara gelirse gelsin sorunların altında kalacak ve savrulacaktır.

Türkiye’nin önündeki olasılıklar nelerdir?

  1. Bildik geleneksel faşist şiddet ve tavırlarla krizin sürdürülmesi.
  2. Cumhuriyet şeklinde değişim göze alınarak krizin belli dönüşümlerle çözülmesi.
  3. Halkın demokrasi ve özgürlük taleplerinin keskinleşerek faşizmle keskin bir çatışmaya girmesi ve yeni bir düzenin kapısının aralanması.

14 Aralık 2021