Çürümüş Düzene Yeni Doğan Bebek – Sinan Karacan

2011 yılında özel Kartal Hastanesi’nde çocuk sahibi duyarlı bir hemşirenin ihbarıyla benzer bir insanlık dışı icraat gün yüzüne çıkmıştı. Orada da bizzat hastane yönetiminin onayı ile yeni doğan bebeklerin ihtiyaçları olmadığı halde sürekli yoğun bakıma  kaldırılıp orada günlerce tutulduğu anlaşılmıştı. Hatta bebeklerin çoğunun yoğun bakım ünitesine bile  götürülmediği, bu iş için özel bir daire kiralanıp, yoğun bakımda tuttuklarını söyledikleri bebekleri aslında o dairede bulundurdukları anlaşılmıştı. Basına yansıyan video görüntülerinde bebeklere refakat eden hemşirelerin çeşitli makyaj malzemeleriyle çocukların yüzünü boyayıp bu durumu kendi aralarında espri malzemesi haline getirdiği de görülmüştü. Elbette orada bilindiği kadarıyla ölümle sonuçlanan bir vaka olmamıştı ama yeni doğan çocuk bedenleri, aynı bugünkü gibi piyasalaştırılan sağlık alanının ve  kar hırsının metaları haline getirilmişti.

Peki bugünün yeni doğan caniliği o günden beri yaşanan ilk vaka mıdır?  Çok net söyleyebiliriz ki ne 2011’deki ilk ve münferit bir vakaydı, ne de bugünkü son ve münferit bir vakadır. Hatta daha da  ötesini söyleyelim, konu ile ilgili çıkarılan  bunca gürültüye rağmen hala bu yazının yazıldığı şu gün şu saatlerde bile ülkenin herhangi bir yerinde benzer vakalar yaşanmaktadır. Hatta bu insanlık dışı uygulama ülke çapında o kadar yaygındır ki herkes çevresinde mutlaka vaktinde çocuğu kuvöze alınan ve bunun gerekli olup olmadığına dair şüpheleri olduğu halde doktorların yeterli açıklama yapmadığı ama ya gerçekten gerekliyse deyip bu duruma rıza gösteren ve bu şüpheyi yıllar sonra bile içinden söküp atamayan bir anneye mutlaka rastlamıştır.

Özel sağlık sektöründe son derece yaygın olan bu gayrı insani istismarın varlığı toplumca artık iyi bilinen bir husustur. Ancak özel sağlık sektörü, bu ve benzeri bir dizi insanlık dışı ve kar odaklı hukuka aykırı uygulamaya rağmen, kamudan zamanında, yeterli ve insan onuruna yaraşır bir hizmet alamayan insanların mecburen yöneldikleri bir yer olmaya devam etmektedir.

Yenidoğan çetesinin para hırsı uğruna bebekleri öldürmesi, sadece adli ve kriminal bir olay değildir. Sağlıkta dönüşüm yasasının, dolayısıyla sağlığın ticarileştirilmesinin kaçınılmaz bir sonucudur. Yani bir sistem sorunudur. Evet daha mikro düzeyde bürokratıyla, doktoruyla, hemşiresiyle, ambulans şoförüyle insanlığını yitirmiş bir çetenin  suç alanıdır ama hem bu insan tipini yaratan kapitalist sistemdir, hem de bunlara suç alanı açan sermayenin doymak bilmez doğasıdır. Çocuğa bile bunu yapan kar hırsının ve sağlıktaki piyasacı uygulamaların yetişkine neler yapacağını düşünmek zor olmasa gerek.

Hasta değil müşteri

Özellikle sağlık alanında  (sadece  yeni doğanlarda değil; bütün yaş ve alanlarda) suistimalin  çok yoğun yaşanıyor olması, sağlığın en temel insani gereksinimlerden biri olması ve sağlık yitimi olasılığı  durumunda insanların içine düştükleri çaresizlik sebebiyledir.

Bu kadar temel bir gereksinimin devlet tarafından karşılanmaması ya da insani içerikte ve gereği gibi karşılanmaması, kamu hastanelerinde ihtiyaçları oranında ve asgari konfor düzeyinde sağlık hizmeti alamayan insanları, her köşe başında açılan ve denetimden geçmeyen özel sağlık kurumlarına mahkum ederek sağlıklarının yanı sıra maddi kayıplara da neden olmaktadır. İnsanlar bu özel sağlık kurumlarında kurdun eline düşmüş kuzu misali yeri geldiğinde paranın yanında canını vererek daha fazlasını isteyen sermayeye yeni doğmuş bebeğini bile kurban veriyor.  Elbette özel sağlık sektöründe çalışan sağlık emekçilerini töhmet altında bırakacak değiliz ama maalesef özel sağlık sektöründe hasta değil de müşteri olarak kodlanmak tekil tutumların ötesinde sektörün yapısal bir sonucudur.

Devlet ve piyasacılık

En Temel insani ihtiyaçlardan olan barınma konusunda yurttaşını inşaat piyasası ve bankalarla yüz yüze bırakıp, bir yandan da çürük yapılarda kaderine terk eden devlet, yine en temel ihtiyaçlardan olan eğitimi “Maarif Modeli” adı altında gerici, dinsel muhtevaya büründürüp bütçe ayırmadığı okullarda temizlik görevlisi, kayıt parası adı altında masrafları yoksul ailelere yükleyerek, eğitim emekçilerini sefalet ücretlerine mahkum edip kamu okullarına harcamadığı parayı özel okullara teşvik olarak veren devlet; sağlık alanında da insanların canını meta olarak gören özel sağlık sektörünün insafına terk ediyor. Yetmiyor, bu özel sağlık kuruluşlarını  denetlemediği gibi onların sahiplerini Sağlık Bakanı yaparak kamu sağlığının tabutuna çivi çaktırıyor. Bürokrasisini özel sağlık sektörünün iş ve suç ortağı haline getiriyor. Yine sağlık alanında da kendi hastanelerine ve sağlık personeline harcamaktan kaçındığı parayı özel hastanelere teşvik adı altında peşkeş çekerek kendi eliyle suç sahasını oluşturuyor.

Medya ve devlet/hükümet manipülasyonu

Aslında yukarıda yazılanların hepsini ve daha fazlasını zaten biliyoruz. Daha yalın anlamda her sosyo-ekonomik gruptan insan zaten bunları görüyor, yaşıyor. Biz bildiğimizi elbette her fırsatta defalarca söylemekten usanmıyoruz. Ancak yenidoğan vakası türünden sarsıcı olaylar kamuoyuna yansıdığında, gerek medya organlarının gerekse de hükümet ve devlet yetkililerinin konuyu bağlamından koparıp magazinel biçimde işleyerek salt şahıslara ait ve münferit kriminal olaylarmış gibi sunmasının önüne maalesef yeterince geçemiyoruz. Öyle olunca da bu türden toplumu derinden sarsan olayları, mevcut siyasal iktidarı ve sistemi sarsan fırsatlara dönüştüremiyoruz. Bu türden insanlık dışı durumların sistemin yapısal sorunlarından kaynaklandığını ve bir burjuva devlet biçimi olarak devletin bu yapısallığın kaçınılmaz tamamlayıcı bir unsuru olduğunu yeterince işleyemiyoruz. Bunun önemli sebepleri de yine muhalefet olarak bizim öznel yetersizliklerimize dayanıyor. Uzun zamandır meslek örgütlerinden sendikalara, demokratik kitle örgütlerinden siyasi parti ve örgütlere kadar geniş bir yelpazenin, gerek toplumsal örgütlülükleri  gerekse de topluma seslenecekleri araç ve kanallardaki daralma ve yetersizlikler ortada. Söylemimizin etki alanı sınırlı kaldığı gibi eylemimiz de maalesef geniş toplumsal kesimlerini harekete geçirmeye yetecek boyutta olamıyor. Toplum uzun zamandır öfkeli hatta isyan halinde, fakat muhalefet eylemsiz. Bu sebeple de yaşanan bu türden büyük toplumsal krizlerden büyük karşı koyuşlar çıkaramıyoruz. Nihayetinde toplum bu türden sarsıcı bir olay karşısında bile öfkesini esas muhataplarına, örgütlü ve sonuç alıcı biçimde yöneltemiyor. Öyle ki yokluktan ve çaresizlikten, bir savcıyı sadece işini yaptığı için bile kahramanlaştırabiliyor.

Nasıl bir insan tipi

Aklı ve vicdanı olan hiç kimsenin onaylamayacağı emperyalist kapitalist  sistem, kendini var edebilmek için  sürekli ve artan oranda insanların aklını ve vicdanını çalıyor. Dünya açlık, yoksulluk, yoksunluk, eşitsizlik, acımasızlık denizi ve kan deryası içinde. Bir yandan doğanın ve doğal yaşamın tahribatı dramatik seviyelere ulaşmışken, diğer yandan insanlık bir avuç zenginin oyuncağı olmuş durumda ve her geçen gün daha fazla erdemden,  vicdandan, rasyonaliteden uzaklaşıyor. Kısacası insanlık kapitalizm marifetiyle kendi varlığına ve pozitif birikimlerine  hızla yabancılaşıyor. Toplumsal kurtuluş fikriyatından ve ona ulaşmanın pratik olanaklarından uzaklaştıkça bireysel kurtuluş çamuruna daha çok saplanıyor. Hem bireysel özgürlükçülük hem de bireysel kurtuluş yönelimi sermayenin arzu ettiği toplumsal çürümenin fitilini ateşliyor.

Peki kapitalizm bütün bu kötülükleri sadece aklını ve vicdanını çaldıklarıyla mı yapıyor? Tabii ki hayır. Yenidoğan çetesi gibi oluşumlar sadece bir sonuçtur. Israrla vurgulamak gerekir ki sebep kapitalist sistemin ta kendisidir. Doğası gereği aklı ve vicdanı kendine düşman sayan, bitmez tükenmez kar hırsıyla bizzat sermaye sınıfı yapıyor bunu. Yaparken de devlet aygıtını başat unsur olarak bütün mekanizmalarıyla kullanıyor.

Söz konusu olan sermaye ise yapısal olarak bunun aksine davranamaz zaten. Sermaye bunun aksine davranamayacağı için onun devlet aygıtı da bunun aksine davranamaz, dolayısıyla sermaye sınıfı ve sermayenin devleti mutlak bir eşgüdüm içerisinde uyumla çalışır. Bunun böyle olmadığına ya da böyle olamayacağına dair iddialar doğrudan kapitalist sistemin değirmenine su taşır. Aksi mümkün değildir. Dünyada son 30 yıldır bütün kapitalist emperyalist devletler üretimden, sosyal hizmet alanlarından hızla el çekiyor. Bütün sosyal hizmet alanlarını hızla piyasalaştırıp, sermayenin hizmetine sunuyor, bütün kaynaklarını piyasacılığa ve güvenlikçi politikalara harcıyor. Peki ya bu kimin güvenliği? Elbette sermaye sınıfının..

Sovyetler birliği’nin çöküşünden bugüne bilerek ya da bilmeyerek ağızlarında bir sakız gibi çiğnedikleri “sosyalizm mi kaldı”, “hangi çağda yaşıyoruz” sözleriyle yaşanabilir bir kapitalizm hülyasına dalmışların uşaklığını yaptıkları emperyalist kapitalist sistem tam olarak bu. Hep söylüyoruz ve kapitalizm her defasında bütün bu söylediklerimizi doğruluyor.  Ama bilmek, söylemek ve doğrulanmak maalesef yetmiyor. Evet dünyanın sınırlı bir bölümünde bir süre daha yaşanabilir bir kapitalizm mümkündür ama bunun bedeli dünyanın çok daha büyük bir bölümünde onlarca ülkenin ve milyarlarca insanın  kanının, canının, emeğinin, ve zenginliklerinin sömürülmesiyle olur.

Tek çare yeni doğanları sosyalist düzene doğurmak…