Thomas More, 1516’da yazdığı kitaba, Yunanca ‘olmayan yer’ anlamına gelen, Ütopya ismini verir. Olmaması, gerçek olamayacak kadar güzel olmasındandır. More’un kitabı iki bölümden oluşur. İlk bölümde dönemin İngiltere’sini toplumsal eşitsizlik, adaletsizlik, yoksulluk ve özgürlük yoksunluğu üzerinden kıyasıya eleştirir. İkinci bölümde ise buna tam karşıt yönde, hayali bir adayı tasvir eder; herkesin eşit, adil ve özgürce yaşadığı ideal bir toplumu anlatır. Buradan çıkışını alan ütopya kavramı; güzel, yaşanılası, ama gerçekleşmesi imkansız bir dünya hayalidir. Çoğu ütopik kitap, insanın anda ileriye doğru sıçrayan hayal gücünün ürünüdür ve insanlığın önündeki sorunları çözmede itilim sağlar. Biz devrimciler içinse ütopya, kapitalist dünyanın eleştirisiyle birlikte, “yok ülke”den çok, uğruna savaşım vermemiz gereken bir gelecek tahayyülünü ifade eder.
Distopya ise gerçekleşmesi imkansız, kötü bir dünya/yer anlamında kullanılır, yine bir yok ülke/dünyaya[1] gönderme yapar. Son dönem distopik kitap veya filmlerin meramı farklı olsa da asıl murad, tehlike çanlarını çalmaktır. Distopya, bu yok dünya üzerinden sistem eleştirisini yapar, kimi uygulamaları, ortaya çıkan eğilimleri nihai sonucuna vardırarak, eğer bir çıkış yolu bulamazsak ülkenin/dünyanın nasıl korkunç, yaşanılamaz bir dünya/ülke haline gelebileceğini betimler. Ama artık distopik film veya kitaplar, tehlike çanlarını çalmaktan ziyade, bizi “kapitalist gerçekçilik”le tanıştırıyor; nasıl bir dünyaya doğru yol aldığımızı göstermek ve bizi buna alıştırmak için yazılıyor. Bunlar, yaratıcı bir sistem eleştirisi yaparak alternatif olanı çağırmamızı hedeflemediği gibi bir “yok ülke”yi de anlatmıyor. Tehlikeye işaret etmekten çok kapitalist gerçekçiliği konuşturuyor. Amaç, buradan çıkış yok hissiyatını ve fikriyatını oluşturmak; içinde yaşadığımız dünyaya şükretmemizi sağlamak…
Bu konuda Mark Fisher’in Kapitalist Gerçekçilik Başka Alternatif Yok mu? isimli kitabında yazdıkları, oldukça etkileyicidir. Fisher, 2006 yapımı Son Umut adlı distopik filmin kapitalist gerçekçiliği çok çarpıcı bir biçimde işlediğini yazar. Aslında mevzu ettiği sadece Son Umut filmi değildir. O, Son Umut üzerinden son yıllarda yapılan distopik filmlerin mesajına odaklanır: “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolaydır.” Kapitalist gerçekçiliği, biz de kendi dilimize tercüme edelim; o, emekçi sınıfların, ezilenlerin giderek distopik bir hal alan bu kapitalist dünyaya hapsolduğunun ilanıdır. Fisher’den devam edelim: “Kapitalizm tek geçerli siyasal ve ekonomik sistem olmakla kalmaz, aynı zamanda artık ona tutarlı bir alternatif hayal etmek bile imkansızdır. Bir zamanlar, distopyacı filmler ve romanlar bu tür imgeleme edimleri alıştırmalarıydı -resmettikleri felaketler, farklı yaşam tarzlarının doğuşunun anlatısal gerekçesi olarak işlev görürdü. Son Umut’ta böyle olmaz. Yansıttığı dünya, bizimkine bir alternatif olmak yerine, onun bir son modeli veya güçlenmiş halidir.”[2]
Distopik eserlerin günümüzde yüklendiği misyonu ve oynadığı rolü bir kenara bırakalım ve güçlü bir sistem eleştirisinin yanı sıra bir nevi ters psikoloji yöntemini kullanarak bizi harekete geçmeye, treni raydan çıkarmak için imdat frenine asılmaya çağıran Damızlık Kızın Öyküsü’ne gelelim. Margaret Atwood, bu romanı 1983’te yazdı. 2017 yılında, dijital medya platformu Hulu Tv, kitabın dizisini yaptı ve aynı adla yayınladı. Kitabı okumayan, dijital platformda yayınlanan dizisini izlemiştir. İzlemediyse de kitap/dizi hakkında edilen onca kelam ve yazılan onca yorum-değerlendirme sonucu konusuna az çok vakıftır.
Kitabın yazıldığı dönem, Amerika’da toplumsal yarılmayı yaratan gündemlerin başında kürtaj yasağı ve feminist hareketin yükselttiği Eşit Haklar kampanyası geliyordu. Bu, aynı zamanda, “benim bedenim, benim kararım” diyen kadınların mücadelesinin, toplumsal mücadeleleri domine ettiği bir dönemdi. Buna karşı ailenin kutsallığını, kadını erkeğe tabi kılan cinsiyetçi hakim ideolojiyi savunan Reagan; çatışma eksenini ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve aile üzerine oturttu ve agresif bir kampanya yürüterek başkan seçildi. Neoliberalizmin yanı sıra ideolojik-siyasal ve kültürel olarak bugünün neocon çizgisini oluşturan temel taşlar, Reagan döneminde atıldı diyebiliriz. Irkçı-cinsiyetçi-faşist karakteri ile sivrilen Trump, Reagan’ın bir başka versiyonudur.
Atwood, romanını adeta mevcut ideolojik-siyasal-kültürel saldırı dalgası engellenemediğinde, bizi nasıl bir dünyanın beklediğini göstermek için yazmıştır. Damızlık Kızın Öyküsü, teokratik ve faşist bir devlette, kadın düşmanlığının hangi boyutlara varacağını işliyor. Onun anlattığı Gilead Devleti’nde, önce kadınlar hayattan siliniyor. Kadının emeği, bedeni ve kimliği bir bütün olarak saldırı altına alınıyor. Romanın yazıldığı dönemde Amerika’da hala kürtaj yasağı devam ediyor ve kürtaj hakkı için kadınlar amansız bir mücadele yürütüyorlar. Yazar, kadının kendi bedeni üzerinde söz hakkı olmamasının ifadesi olan kürtaj yasağının taşıdığı gizli anlamı deşifre edercesine, romanın kahramanına şunları söyletiyor: “Biz iki bacaklı rahimleriz…”[3]
Gilead’a gidelim, anlatılan bizim de hikayemiz!
Damızlık Kızın Öyküsü’nün geçtiği ülke, bugünkü ABD’nin bir parçası üzerinde kurulmuş teokratik faşist Gilead Cuhuriyetidir. Nükleer atık, kimyasal zehirler vb ile tahrip edilen doğanın geri bildirimi acımasızdır. Dünya çapında doğum oranları düşmüş, kısırlık baş göstermiştir. Dünya nüfusu tehlikeli boyutlarda azalmaktadır. Birçok besin maddesi, dünyanın birçok bölgesi nükleer atık deposuna dönüştüğü, ekolojik kriz yaşandığı için artık bulunamaz. Kapitalizm; tarihsel sınırlarına dayanmış, doğa tahribatı yönüyle maddi sınırlarını görmüş ve ama onu yıkacak bir devrimci hareket gelişmediği için büyük bir yıkım, yozlaşmışlık ve çürümüşlük içerisinde, barbarlık çağına evrilerek hükmünü sürdürmektedir. Ancak bu varoluş, olağan biçimlerde söz konusu olmaz, baskı ve zorun en rafine biçimde önde olacağı bir yönetimin hakim hale gelmesi elzemdir. Bununla birlikte böylesi bir yönetimin, öncelikle ihtiyaç olarak açığa çıkması; istenilir ve beklenir hale gelmesi gerekir. İşte distopik öykümüzde, kitlelerin bu yönetimi istemesi için süreç adım adım örgütlenir.[4] Sonra da kaos ve güvenlik tehdidi nedeniyle askerler yönetime el koyar. Elbette Gilead’da teokratik-faşist rejim savaşsız, dış bir tehdit korkusu ile kitleleri paralize etmeksizin ayakta duramaz. Çünkü kimse, savaş olmaksızın, ırkçı şoven histeri ile sersemletilmeksizin bu derece kölece bir yaşamı kabul edemez.
Gilead’da erkekler, sınıfsal konumlarına göre hizalanırlar. Burada da sömürü ve ezme-ezilme ilişkisi vardır. Ama onlar hayattan bir bütün olarak silinmezler. Derece derece erki kullanan durumundadırlar. Kadınlar ise erkek egemen sistemde oynadıkları role göre konumlandırılır. En üstte Teyzeler vardır; onlar, rejimin ideo-kültürel hegemonyasını tesis etmede, kadınları eğitmede misyon sahibidirler. Rejimde tıpkı geçmiş dönemin rahibeleri gibi saygın bir yerleri vardır. Onlardan sonra bu devletin yönetsel erkini oluşturan komutanların eşleri gelir. Bu kadınlar, evlenilen ve ama çocuk doğuramadıkları için Damızlık Kızlar’dan çocuk sahibi olan kadınlardır. Adeta birer biblo gibidirler. Onlar da kendi başlarına var olamazlar; bu hayatta sadece birisinin eşi olarak cephede savaşan askerlere atkı örmek, televizyon izlemek ve bahçede çiçek ekmek gibi bir serbestileri vardır. Düzenin tüm ritüellerinin koruyucusu ve kollayıcısıdırlar. Onlardan sonra Ekonokadınlar ve Marthalar gelir. Ekonokadınlar, proleter eşleridir. Bir erkeğin bakımından cinsel ihtiyaçlarına kadar tüm hizmetlerini yapmak zorundadırlar. Marthalar, doğurgan olmayan ama itaat eden ve henüz elden ayaktan düşmemiş kadınlardır; komutanların evlerinde hizmetçilik yaparlar. Elden ayaktan düşenler, sık sık hasta olanlar ise artık Martha olamaz; koloni denilen kimyasal ve nükleer atıkların da atıldığı ülkenin çöplüğü olan tel örgülü alanlarda ölüme mahkum yaşar; en ağır, pis işleri yaparlar. Onlardan sonra Damızlık Kızlar gelir. Bazıları eskiden iki evlilik yapmış veya boşanmış bir erkekle evlenmiştir; yani teokratik bir rejimde yok hükmünde olan bir nikaha sahip oldukları için aslında “zina” yapmış sayılırlar. Sadece onlar da değil teokratik-faşist rejimin makullük normlarına sığmayan kadınların hepsi, eğer doğurganlarsa bu kategoride yer alırlar. Hikayemizin anlatıcısı kadın[5] boşanmış bir adamla evlenmiş bir kadındır örneğin. Bu norm dışı olan kadınlar, doğurganlık özellikleri olmasaydı, toksik atıkların boşaltıldığı kolonilerde ölüme terk edilmiş olacaklardı. Damızlık Kızlar, bu toksik ölüme mahkum edilen “günahkar”lardan farklı olarak; yaşanan ekolojik yıkım sonrası baş gösteren kısırlık krizine rağmen doğurganlık özelliklerini yitirmemiş kadınlardır. Ülkede komutan eşleri ve kızları dışındaki tüm kadınlar, kısırlık testinden geçirilir ve eğer kısır değillerse komutanların üremesi, sistemin bekası için damızlık kız olarak geçmişleri yok edilerek mutlak bir itaati kabul etmeleri için eğitilirler. İşte onları, Teyzeler eğitir. Akademi, beyin yıkama işlevi görür. Tek fonksiyonları doğurmak olan kadınların üretildiği bir fabrikadır burası. En sonda da “Gayri Kadınlar” yer alır. “Gayri kadınlar”, kısır olmayan ama itaat da etmedikleri için cezalandırılan kadınlardır. Onları bekleyen, ya kolonilerde toksik ölüme mahkum edilmek ya da komutanlar için birer zevk nesnesi olarak bir gece kulübünde sergilenen et parçası olmaktır. Nasıl ki Damızlık Kızlar iki bacaklı rahimlerden ibaretse, onlar da sex shoplarda sergilenen vücut mankenlerinden başka bir şey değildir. Tüm kadınlar, oynadıkları rol ve misyona, statüye bağlı olarak renklere ayrılmış kıyafetler giyerler. Hepsi kendi kategorisinde tek tiptir.
Bir “yok ülke” değil; şimdi, burada!..
Damızlık Kızın Öyküsü kitabının popülerleşmesi, dizi ile birlikte oldu demek isterdik; ama öyle değil. Kitabı popüler ve güncel kılan, onun distopik bir roman olmaktan çıkarak artık sık sık örneklenebilir olmasıdır. Distopya, gerçek olamayacak kadar büyük bir felaketi anlatmak için kullanılır. Ancak anlatılan hikaye, bugün dünyada yükselen ırkçı-faşist hareketlerin aynasında distopik olamayacak kadar gerçek. Neoliberalizmin krizi sonrası dünya çapında yükselen köktendinci hareketlerin, ırkçı faşist dalganın sonucu olarak kadın düşmanlığı zirve yaptı ve kitaba da çokça atıf yapılır oldu. Atwood, bugünü görseydim böyle yazmazdım anlamına gelen şeyler söylüyor bir röportajında. Çünkü yola distopik bir kitap yazmak için çıkmış Atwood. Ve onun meramı, (patriyarkal) kapitalist gerçekçiliği yansıtmak ve kadınların bu dünyaya hapsolacağı fikrini işlemek değil. Belki de bir tehlikeye işaret etmek, kadın özgürlük mücadelesinin ne kadar gerekli olduğunu tersten göstermek için bu yola başvurdu. Ama dünyada, Gilead’ı bir yok ülke olmaktan çıkaracak bir kadın düşmanlığı hüküm sürüyor bugün. Sadece bu mu, bir zamanın distopyası, tüm unsurlarıyla bir yerlerde gerçek olmuş durumda. DAİŞ’in köle pazarları henüz yakın tarihimizin yaşanmışlıkları ve geride de kalmadı. Birçok Ezidi kadın ve çocuk, hala bir yerlerde DAİŞ’in esareti altında köle olarak yaşıyor, dark web pazarlarında satılıyor. Afganistan ise Gilead’dan farksız. Kadınların tüm hakları iptal edilmiş durumda. Çocuk doğurmak, erkeğin cinsel ihtiyaçlarını gidermek ve ailenin bakımından sorumlu olmaktan öte bir hayatları yok. Mevcut durumda birçok kadın, toplumsal statüleri itibariyle, Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki Ekonokadınlar’dır aslında. Televizyon, kitap, internet vb hiçbir şey yok. Kadınlar yaşamın her karesinde geriye itildi ve adeta hayalete dönüştürüldü. Bırakalım dışarı çıkıp bir işte çalışmayı, okula gitmeyi, pazarda ihtiyacını karşılamayı; erkeğin gölgesinden bir gıdım bile uzaklaşamayacakları bir dünyanın içine hapsediliyorlar. Afganistan’da erkekle tanımlı ve erkeğin tahakkümü altında olmaksızın bir kadının soluk alıp vermesi bile yasak artık. Binlerce yıllık tarihsel bir geriye sıçrama ile tam bir köle hayatını yaşıyorlar.
Faşist bir devletin temel karakteristiklerinden biri kadın düşmanlığı ve heteroseksizmdir. Patriyarkanın vidaları daha da sıkılaştırılmıştır faşizmde. Ve erkeklerin kadının cinselliği, bedeni ve emeği üzerinde tam bir denetim ve kontrol hakkına sahip olması, tahakküm kurması hedeflenir. Gilead’da bu, İncil’e göndermelerle temellendirilir. Türkiye’de ise bu hikayenin Kuran merkezli yeniden üretimine geçilmiş durumda. Ayrıca bu hikaye hiç de distopya olarak değil bugün içine hapsedileceğimiz bir dünya olarak örülmek isteniyor. Eğer biz kadınlar, bu saldırı dalgasını kendi gücümüzle, kadın özgürlük mücadelesine sımsıkı sarılarak tersine çeviremezsek yarınımız böyle şekillenecek. Aile kurumunun kutsallığı bundandır. Faşist iktidar, erkek dolayımıyla kadınların cinselliği, üreme yetileri ve emekleri üzerinde sonsuz bir tahakküm hakkına sahip olmayı hedefliyor. Bu, işçi sınıfından erkeklerin -tarihsel koşullanmışlıklarını da perçinleyerek- cinsiyetçilik zehri ile kötürüm hale getirilmesi ile birlikte işleyen bir süreç. Hedeflenen; kadınların yok sayıldığı, sahiplendirildikleri, bir erkekle tanımlı hale getirildikleri bir dünyadır.
Evet Gilead’a benzer bir dünyaya hapsedilmek isteniyoruz. Gilead’daki tüm kadınların fonksiyonlarını yerine getirecek, makul ve makbul kadınlar olmamız hedefleniyor. Bir yanımız mukaddesiyatı en ileriden savunan Teyzeler gibi olsun; bir yanımız bakım emeğini hiçbir itiraz geliştirmeden sunan Martha olsun; bir yanımız da üzerinde hiçbir söz hakkımızın olmadığı, sadece soyun üretiminde bir tekne işlevi gören rahimlerden ibaret olsun isteniyor. Hallac-ı Mansur, “cehennem acı çektiğin yer değildir, ne çektiğini kimsenin duymadığı yerdir” der. Bugün acı çektiğimizi çığlık çığlığa birbirimize duyurabiliyor, acımızı öfkeye dönüştürüp sokakları inletebiliyoruz. Erkek egemen faşist düzen kırılan kemik, ezilen et, örselenen ruhumuzla aile denilen hapishanenin çatısı altında çığlıklarımızın dört duvara çarpıp çarpıp bize geri dönmesini, kimselerin bu isyanı duymamasını istiyor.
Öte yandan bunu, toplumsal cinsiyet rollerine artık sığmayan kadınların özgürlük düşlerini yok etmeksizin; sınıfsal ve toplumsal tüm direniş ve mücadeleleri, Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırmaksızın gerçekleştirmek mümkün değildir. Tam da bu nedenle, erkek egemenliğinde kat çıkmayı hedefleyen faşist AKP-MHP iktidarı; ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak bunu örgütleyebilmek için kadına yönelik şiddetin çok daha yoğunlaştırılmasını hedefliyor. Bundandır ki mevcut tahakküm ilişkisini sorgulanamaz kılmanın ve hedeflenen yeni düzeyi örgütleyebilmenin yolu olarak şiddetin en alasını devreye sokuyor. Kadın kırımına dönüşen erkek şiddetinin kaynağını burada aramalıyız. Devletin isyan bastırma stratejilerinde nizami ve gayri nizami harp teknikleri vardır, biz bu coğrafyada her birisini ziyadesi ile tecrübe ettik. Nizami olan, sistemi korumak için şiddet tekelini elinde bulunduran devletin ihtiyaç duyduğu koşullarda uyguladığı şiddeti içerir. Gayri nizami olan ise mevcut düzenin devamından fayda sağlayan güruhların veya kendi sınıfına yabancılaştırılıp sınıf düşmanının bayrağı altında savaşa koşulmuş emekçi kitlelerin eliyle örgütlenen şiddettir. Kadına yönelik devlet şiddeti ve erkek şiddeti de benzer bir denklemin içine oturur.
Erkek egemen kapitalist sistemi korumak, kollamaktır burada sözkonusu olan. Kadın düşmanlığı, faşist AKP iktidarı ile başlamadı; ancak onun iktidarı döneminde gerici-dinci motivasyonlarla daha da yoğunlaştırıldı. Diğer yandan şiddeti artıran sadece bu değil; isyana kalkan, artık kendisine çizilen hayatları yaşamak istemeyen kadınların mücadelesi de şiddetin bunca artmasının bir diğer nedenidir. Bir insanın elindeki bir şeyi almaya kalktığınızda direnir; elindekini vermemek için size karşı koyar. Ona ait bir şeyi almak istiyorsunuzdur ve onun bunu reddetmesi, gerektiğinde bunu şiddet yoluyla size deklere etmesi doğaldır. Kadına yönelik erkek şiddetinde de durum böyledir. Erkek, kadının kendi kaderini eline alma çabasına itiraz ediyor; kendi mülkü olan bir sahaya girilmesine, orada özerk bir alan yaratılmasına tahammül edemiyor. Kendi denetiminde, kontrolünde olan kadın; ‘artık kendi kararlarımı kendim vermek, bedenim ve emeğim üzerinde kendi sözümü kurmak, bu sözleri fiilileştirmek istiyorum’ dediği için sınırı aşmış oluyor. Erkeklik krizi, bir başka ifade ile kurulu toplumsal cinsiyet rejiminin krizi olarak şekillenen tablo, tam da burada başlıyor. Kriz; artık eskisi gibi yönetememenin krizi. Ve yine kriz; kurucu şiddetin aracılığıyla yeni bir denge durumunun kurulmasını, toplumsal ilişkilerin yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Bu erkek egemen dünya için, mevcut statükoyu koruma veya daha da katı bir rejime geçişte ifadesini buluyor. Kadın özgürlük mücadelesini yürütenler içinse kurucu şiddet, kadın kitlelerinin özgürlük arayışını daha da büyütecek kazanımlarla ilerlemenin yanı sıra, patriyarkal kapitalist sistemin altına dinamit lokumu döşeyip toplumsal kurtuluşun yolunu açacak bir devrime doğru yol almaktır. Bunun gündeki karşılığı olarak da krizi derinleştirecek isyanı büyütmek!..
Bir yerde isyan varsa egemen sınıf ve devleti, nizami ve gayri nizami isyan bastırma stratejileriyle isyanı bastırmaya çalışır. Sınıflar savaşının diyalektiğidir burada işleyen. Faşist AKP-MHP iktidarının, ikinci sınıf insan olmayı sorgulamaya kalkan kadınlara, aile kurumunun çatırdamasına yol açacak kadın iradeleşmesine sessiz kalması beklenemezdi. Kadının kendi kaderini çizme yönünde atacağı her adımı boğacak erkek şiddetine yol vermesi; yargı yoluyla[6] kadın katillerinin sırtını sıvazlaması; kadınların bugüne kadar yürüttükleri mücadelelerle kazandıkları haklarının gasp edilmesine yönelik hazırlıklar ve zaman zaman gaspı yönünde yoklamalar yapması bundandır. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması da 6284 sayılı yasanın kaldırılmasına yönelik girişimler de kadını erkeğe tabi kılmanın ekonomik-siyasi ifadesi olabilecek (nafakasından soyadı kanununa kadar sürekli gündemleştirilen ve kadınların direnci ile geri çekilen) yasa değişiklikleri de bu nedenledir.
Bu dünya, kadınlar öldürülsün diye değil; “yoruldu mu kuşlar konsun diyedir”
İçinde yaşadığımız dünya, sanki kadınlar öldürülsün, yok sayılsın, hiçlik içerisinde çığlık çığlığa kalsın diyedir. Yoksulluğun boynumuzu bir kement gibi sıktığı, bizi yaşayamaz hale getirdiği bir dünyadır. Ne zamanın ne de mekanın bize ait olduğu bir dünyadır. Kapitalistler, sermaye biriktirsin diye evde görünmeyen, iş yerlerinde ise ücretli emeğimizle çifte sömürüye sürüldüğümüz bir dünyadır. Kendi emeğimiz ve bedenimiz üzerinde söz hakkımız olmasın diye şiddetin her türlüsünü yaşadığımız bir dünyadır. Bu dünya, (patriyarkal) kapitalist gerçekçilik adına bize dayatılan, Damızlık Kızın Öyküsü’ne yakınsayan distopik bir dünyadır. Ütopya bu ya, sınıfsal ve toplumsal bir devrimle bu dünyayı yerinden oynatacak; sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız ve cins ayrımsız bir geleceğe yürüyeceğiz. 21. yüzyılın devrimleri, proletaryanın erkek bölükleri sınıf bilincine içerili bir kadın özgürlük bilinciyle kuşandığında, kadınlar ise cins bilicine içerili bir sınıf bilinciyle kavgayı büyüttüklerinde gerçekleşecek. İşte o zaman, “bu dünya, yoruldu mu kuşlar konsun diyedir” diyebileceğiz!
Böyle bir dünyanın peşine düştükleri için, 25 Kasım 1960’ta, Dominik’te, faşist Trujillo diktatörlüğü tarafından katledilen Patria, Minerva ve María Teresa’nın, Mirabal Kardeşler’in, anısına saygıyla…
Derya Doğan
[1] Olmayan bir yere değil bazen gerçeğin ta kendisine işaret eder. Hangimiz distopik bir dünyanın Nazi Almanyası’nda gerçek olmadığını söyleyebilir ki? Ve yine başka çağ ve zamanlarda aramaya gerek yok, bugün distopik dünya, internet ve televizyonda canlı yayınla bize izlettirilen Gazze’deki soykırımdır. Distopik bir film jeneriğini gösterircesine izlettirilen bu soykırımla; tüm dünya halklarına, işçi sınıfı ve ezilenlere verilen mesaj nettir: Başkaldırdığınızda, kapitalist gerçekçilik duygusu içerisinde hareket etmediğinizde başınıza gelebilecekler Filistinlilerin başına gelenlerdir. Bu mesajı ters yüz etmek, hapsedilmek istendiğimiz distopik dünyayı parçalamak için; Filistin’den Kürdistan’a sömürgeci faşist rejimlere karşı savaşmak, emperyalist kapitalist dünyaya karşı direnişi yükseltmekten başka çaremiz yok.
[2] Kapitalist Gerçekçilik Başka Alternatif Yok mu?, Mark Fisher, Habitus Yayınları, sf. 8
[3] Damızlık Kızın Öyküsü, Doğan Kitap, sf. 173
[4] Ne kadar tanıdık değil mi? 2016 darbe girişimi ve 20 Temmuz karşı darbesi, Erdoğan iktidarının hem kendisini konsolide etmesini hem de ray değişikliğini örgütlemesini sağladı.
[5] Kitapta hikaye, birinci tekil şahısın ağzından, yani roman kahramanı tarafından anlatılır. Roman kahramanımızın adı, Offred yani Türkçe çevirisi ile Fredininki’dir. Damızlık Kızlar, çocuk doğurmak için verildikleri komutanların adları ile anılırlar. Hayatı olmayan kadınların adları da yoktur.
[6] Kadınlar tarafından yargı sürecinde kravat indirimi olarak nitelendirilen iyi hal indirimi bu kategoridedir. Hakeza kendisine biçilen rolü kabul etmediği için önsel olarak kadını suçlu ilan eden haksız tahrik indirimi de… Bunlar da yetmedi, mütemadiyen yapılmakta olan infaz düzenlemeleri ile ceza indirimleri ve aflarla kadın katilleri aramıza salınmaktadır. Bu sistemde bir kadının hayatından daha “ucuz” ne olabilir ki…