“Davası olmayanın Deniz’i olmaz!” – Mehmet Güneş

Aşağıda, Mehmet Güneş’in 7 Ağustos 2012’de Devrimci Karargah davasında söyledikleri yer almaktadır. Bu metin, TC hukukunda adı “Savunma” olarak geçse de gerçekte komünist devrimciliğin asıl yerine yani hukukun dışına aittir.

Aşağıdaki sözler Türkiye’de devrimci pratiğin varlık imkanının oldukça daraldığı günlerde komünist varoluşa yapılan coşkulu bir çağrıydı. Aynı zamanda egemenlerin bitmek tükenmek bilmeyen fraksiyon çatışmalarında devrimcilerin alması gereken tavrı ve bakış açısını da yansıtıyordu. Bu coşkuya ve çağrıya olan ihtiyaç halen geçerliğini koruyor.



            9. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA

Dosya No: 2009/213 E.

Önce bir açıklama yapmak istiyorum. Burada bulunuşumu hukuki bir süreç, yasal bir uygulama olarak görmüyorum. Siyasal kimliğim ve eylemlerim nedeniyle altıncı kez tutuklanıyorum. Sayısını hatırlamadığım kadar çok da emniyet yetkililerince gözaltına alındım. Söylemek istediğim emniyet teşkilatının beni çok iyi tanıdığı ve dava konusu örgütle bir ilgimin olmadığını bildikleridir. “Bile bile lades” diyorlar; toplumu, kamuoyunu terörize etmek için sık sık benzeri operasyonlar yapıyorlar. Muhalifleri, devrimcileri sindirmek için bu oyunları oynuyorlar. Ben başından beri bu oyunda yer almayacağımı belirttim. Evime gelen polislere de“Bu hukuki bir uygulama değil, çete faaliyetidir” dedim. Bu gerçekleri karşısına çıkarıldığım savcıya da anlattım. Şimdi görüyorum ki savcılık bu hukuksuzluğu iddianame haline getirmiştir. Benim açımdan savcılık bu iddianameyi hazırlamakla tüm hukuki kimliğini yitirmiştir ve bundan dolayı iddianame de yok hükmündedir; yaşanan keyfiliğe hukukilik kazandırmaya hizmet etmektedir.

Aynı şekilde böylesi bir iddianameyi kabul etmekle mahkemeniz de her türlü hukuki hükmünü kaybetmiştir. Mahkemenizi bir hukuk kurumu olarak görmüyorum. Ama mahkemenizi de reddetmiyorum. İki sebepten… Öncelikle bir şey değişmez, zaman kaybı olur. İki; heyetiniz değişse bile gelen heyet de sizin gibi “özel” olacaktır. Ben kendi tecrübelerimden biliyorum ki bu tür başında “özel” ibaresi bulunan kurumlar, genel hukuk kuralları ve adaleti sağlamayı değil kendilerine verilen “özel” görevleri yerine getirirler. Ayrıca Anayasalara -kağıt üzerinde de olsa- eşitlik ilkesi girdiğinden beri “özel” mahkemelerin mahkeme vasfını yitirdiğini düşünüyorum.

Burada açıklayacaklarım bir savunma değildir. Kendimi suç işlemiş olarak görmediğim için savunma yapmıyorum. Heyetinize bir şey anlatmak, ikna etmek amacım da yoktur. Sadece şahsıma karşı yapılan faşizan uygulamaları kamuoyuna teşhir etmek istiyorum

Bu iddianamenin hukuk dışı olduğunu söylemiştim. Bu iddianameyi aynı zamanda kişilik haklarıma bir saldırı olarak kabul ediyorum Bundan dolayı bu düzmece iddialara karşı savunma yapmayı kendi kendime saygısızlık olarak görüyorum.

DİJİTAL DEVLET TERÖRÜNE HAYIR

Bu iddianamede benim tarafımdan gerçekleştirildiği iddia edilen hiçbir şeyi reddetmiyorum, hepsini kabul ediyorum. Dosyaya dâhil edilmem telefon görüşmelerim, birlikte yargılandığım buradaki insanlarla ilişkilerim, evimde ve bilgisayarımda gerek kendi yazdığım yazılar gerekse başkaca yazılı kaynaklar, kitap ve dergiler nedeniyledir. Doğrudur, bunların hepsi bana aittir.

Benim telefonlarım dinlenmiş ve bu dinlemelerden bazıları dosyaya geçirilmiş. Bunun hukuk denen kavramla uzak yakın ilişkisi yoktur. Burada “şu konuşmada ne demek istiyorsunuz?” sorusunu hukuk adına soramazsınız. Bu tam bir engizisyon sorusudur. Bu telefon konuşmalarının hepsi benimdir, hepsini kabul ediyorum. Burada söylediklerimden kim ne anlıyorsa anlamakta serbesttir. Bunlar konusunda ne bir soruya cevap veririm ne de tevil yoluna giderim. Tam olarak ne söylemişsem hepsinin arkasındayım, siz ceza istiyorsunuz diye ağzımdan çıkanı geri alacak değilim. Kim istiyorsa bunları tepe tepe kullanabilir. Kim istiyorsa bunlardan dolayı istediği cürümü atfedebilir. Ben telefon kullanıyorum, telefonda konuşmaktan hiç çekinmedim bundan sonra da çekinmem. Hele bugünkü Türkiye’de daha fazla konuşacağım, telefon konuşmalarımda siyasi görüşlerimi açıklamaya, tartışmaya devam edeceğim.

Üç-beş yıldır tüm Türkiye’de dijital terör estiriliyor, sık sık basında gazeteciler, hem de anlı şanlı(!) gazeteciler, “ telefonda konuşmaktan korkar hale geldik artık telefonda konuşamıyoruz” diyorlar. Benzeri şeyleri televizyonlarda da adlarının başında bir sürü unvan taşıyanlar tekrar ediyorlar. Bunları tüm toplumun tanıdığı bildiği insanlar da söylüyor. Telefon dinleyenlerin de amacı zaten budur. Ben bu dijital istihbarat terörüne meydan okuyorum. Bu, oto-sansür yaratmak içindir. Sansürden daha tehlikelidir. Herkesi kendi beynine kelepçe vurmaya zorlamaktadır. Emniyetin istihbarat birimleri, kocaman dinleme aygıtları, özel mahkemeler umurumda değil şimdiye kadar nasıl konuşuyorsam, bundan sonra da telefonda konuşmaya devam edeceğim.

Telefonda konuştuğum kişinin kim olduğunun ve ne olduğunun hiçbir önemi yok. Bunlar mevcut yasalara göre takibat altında olabilirler veya direkt kanunların suç saydığı fiil ve eylemler içinde olabilirler. Bu konulan araştırmak, güvenlik dedektifliği yapmak benim görevim değildir. Böyle bir görevim olmadığı gibi hiçbir yerden bu tür işler için maaş da almıyorum. Telefonla arandığımda veya bir tanıdığımı telefonla ararken acaba bu ‘suçlu’ mudur bunu ararsam başım belaya girer mi diye düşünmeyi zül addediyorum. Ben telefonla aradığım biri için savcılık temiz kağıdı almak zorunda değilim.

Telefonla “örgüt” kurduranlara ve telefon konuşmalarından örgüt çıkaranlara papuç bırakmam. Burada bahsedilen telefon görüşmelerini yaptım. Emral Pamuk ve Bayram Akdoğdu’yla telefonda konuştum. Bu konuşmalardan hareketle benim örgüt üyeliğimi kanıtlamak isteyen bunu yapmakta serbesttir. Ayrıca sizin için daha önemli olabilecek bir kanıtı kendim açıklıyorum. Polis dinlemeleri tespit edememiş ya da eski tarihli dinlemeleri koymamış. Ben Devrimci Karargah Örgütü’nün kurucusu ve lideri olarak tanıtılan Serdar Kaya ile de telefon görüşmeleri yaptım.

Serdar Kaya’yı 1975 yılından beri aynı siyasal ortamlarda bulunduğumuz için tanıyorum. Serdar Kaya o zamanlar Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciydi. Kendisini bu tarihten beri tanıyorum. Daha sonra siyasal görüşlerimiz farklılaştı ve ayrı kanallardan yollarımıza devam ettik. Ayrılıklar ilişkimizi bitirmedi, hep bir biçimde karşılaştık. Yıllar sonra, farklı örgüt dosyalarından tutuklandık ve uzun yıllar Bayrampaşa Cezaevi’nde birlikte kaldık. 2004 yılında çıkan Bilinç ve Eylem Dergisi’nde yazılar yazdık. Ayrıca kendisiyle ailece tanışırız. Kendisini olduğu gibi eşini, çocuğunu da yakından tanıyorum.

Devrimci Karargâh örgütü kamuoyunca tanınıp Serdar Kaya’nın da bu örgütle ilişkileri ilan edildikten sonra bir daha görüşmemiz olmadı. Olsaydı inkar etmeye tenezzül etmezdim. Şimdi bunu şunun için anlatıyorum. Buradan çıksam ve 40 yıldır tanıdığım Serdar Kaya beni arasa, olabilir eski tanışıklığımıza binaen herhangi bir saikle arayabilir, hiç tereddüt etmeden yine telefona cevap veririm. “Beni arama başım belaya girer” demeyi zül addediyorum.

İŞÇİLERLE İLİŞKİ SUÇ OLAMAZ

Telefon görüşmesi yaptığım bir kişi de burada yargılanan Emral Pamuk’tur. Ayrıca iddianamede geçmiyor ama ben söyleyeyim Erdal Pamuk’u da tanıyorum. İstiyorsanız onu da örgütsel ilişkim yapabilirsiniz. Emral ve Erdal Pamuk akrabadır ve aynı mahallede otururlar. Televizyonlar bu mahalleleri göstermez. Televizyonların gösterdikleri gökdelenlerin, bankaların, tekellerin Türkiye’sidir. 24 saat ışıl ışıldır, eğlence ve zevk alemleri sabahlara kadar sürer. Bu pırıl pırıl ve yüksek binaların hemen yanı başında da Emral’ler oturur, onların mekanları başlar. Televizyonlar göstermez ama Türkiye’nin ezici çoğunluğunu oluştururlar. Mülk ve servet dünyasının kahredici baskısını ve sömürüyü etlerinde kemiklerinde hissederek yaşarlar. Yaşadıkları bu adaletsizliğe her gün her saniye daha büyük öfkeyi büyüterek yaşarlar. Emral ve Erdal Pamuk beton kırarak hayatlarını kazanırlar. Balyoz tabir edilen 10 kg’lık kulplu demirle betonları kırar ve içlerinden çıkan demirleri satarak yaşarlar. Daha doğrusu yaşayamazlar. Erdal’ın 3, Emral’ın 2 çocuğu var. Emral eşinin hastalığından dolayı uzun süre çalışamadığı için 3 ay ev kirasını ödeyememişti. Telefon konuşmasında bahsedilen para budur, bu parayı Emral’e verdim. Ayrıca açıklıyorum aynı dönemde Erdal’a da para verdim. Okullar yeni açılmıştı, iki çocuğu da önlük, çanta ve ayakkabı alamadığı için bir haftadır okula gidemiyordu, ona da verdim.  

Emniyetteki tutanakta Emral’le yaptığım telefon görüşmesinden hareketle örgütsel ilişkim soruluyor. Benim sadece Emral ve Erdal’la  ilişkim yok binlerce, evet tekrar ediyorum binlerce işçiyi ve emekçiyi isim isim tanırım. Ömrümün büyük bir bölümü onların arasında geçti. Türkiye’nin her yöresinde, sayısız il ve ilçede, değişik iş kollarında sendikal mücadele yürüttüm. Binlerce işçinin katıldığı büyük hak direnişlerini örgütledim. İstanbul’da 1974 yılından sonraki tüm büyük direnişlerde, Ülker, Epengle, Berec, Profilo direnişlerine hem örgütleyici hem de direnişçi olarak katıldım. Büyükçekmece’de Akçimento işçilerini, Çatalca’da Boğaziçi İplik Fabrikası işçilerini örgütledim. Bilecik, Osmaneli, Söğüt, Bozöyük, Eskişehir, Denizli, Aydın, İzmir, Kars, Ankara, Adana, Mersin ve Diyarbakır dahil yıllarca bir çok ilde çimento, toprak ve sanayi işçilerinin örgütlenmesi için mücadele ettim. 1980 yılına kadar hep işçi mücadelesinin içinde oldum, onlarla dayanışma yürüttüm. Daha sonra 12 Eylül faşist darbesi yapılınca, faşizme karşı mücadele yürütürken işçiler hep yanımda oldu. Yüzlercesine misafir oldum, arandığımı bildikleri halde bir tek gün bile yüzüme kapıyı kapamadılar.

Bu düzen, bu düzenin kurumları ve zihniyeti bunları anlayamaz. Buradan örgüt çıkaranların kendisi örgüttür, başka türlü bu mantığa varılamaz. Bu öyle bir mantıktır ki bu düzende hiç kimse hiç kimseye bir tas su vermez. Veriyorsa bir çıkarı, beklentisi vardır. Bu düzenin hayır kurumları bile sadece hayır kurumu değildir. AKP’li Belediyeler yoksullara yardımı hayır, hasenat için yapmıyorlar. Cemaatler, tarikatlar de aynı biçimde, yardım yapıyorsa Cemaat’e katmak için yapıyordur. Böyle olduğu, bu mantıkla düşündükleri için bir emekçiyle dayanışmayı örgüt olarak algılıyorlar, kafaları böyle çalışıyor. Bu tür akçeli işler hep şirketlerde, cemaatlerde olur. Bizde olmasının imkânı yok. Biz ancak dayanışmada bulanabiliriz, zaten bu acımasız soygun düzenine karşı dayanışma olmadan emekçiler yaşayamaz. 

SUÇLULAR BAŞKA YERDE

Durumun tam açıklaması şudur: Bu sistem bir işçiye karşılıksız para vermeyi suç sayıyor. Emekçiyle dayanışmayı suç sayıyor. Bu kirli düzen için işçiler ve emekçilerle dayanışmak en büyük suçtur. İşçilerin, emekçilerin örgütlenmesi de suçtur. Zehir hafiye TMŞ polisleri, utanmadan sıkılmadan beton kırarak hayatını kazanan Emral Pamuk’a verdiğim 400 TL’nin peşine düşmüşler, onu soruyorlar, özel savcılar da bunu suç sayıyor,  iddianame yapıyor, ÖYM de bunu yargılıyor. Manzara bundan ibaret.

Buradan TMŞ polislerine ve özel savcılara bir çağrıda bulunuyorum. Tarih veriyorum 19 Aralık 2011 Taraf Gazetesi’ndeki köşesinde Mehmet Baransu şöyle yazıyor : “Parantezi kapatırken Ak Partili bir ismin 2004 yılında İsviçre’ye neden gittiğini, gelirken yanında bulunan valizde kaç milyon dolar olduğunu, bu paranın Türkiye’ye neden getirildiğini doğrusu merak ediyorum”diyor. Gidin Mehmet Baransu’yu sorgulayın. Kendisi derin bir şahsiyettir. Gazetelerde sık sık meşhur ÖYM savcılarıyla beraber boy gösteriyor. AKP’li diyor, özel olarak İsviçre diyor, milyon dolar diyor, açık açık yazıyor. Mehmet Baransu denilen şahsa bu AKP’li kimdir, bu çanta kimindir, bu milyon dolarlar neyin nesidir sorun! Özel Savcılar niye bu soruyu sormuyorlar? Ne eksik ne fazla bu düzen ve bu düzenin adalet kurumları budur. Şaibeli milyon dolarlar her tarafta uçuşur, herkesin dilinde dolanır. Türk polisleri, Türk savcıları hem de özel yetkilileri, Emral’ın 400 TL’lik ev kirasının örgütsel izini sürerler, sürüm sürüm süründürürler.

Benzeri bir konu, yurtdışından gelen paralarla ilgili olarak dosyada yer alanlar. 2004 yılında genel yayın yönetmenliğini yaptığım Bilinç ve Eylem Dergisi’yle ilgili. MİT raporunda yer alıyor, oradan iddianameye geçmiş. Hiç yalana dolana başvurmayın, derginin banka hesapları üzerinde yazıyor, sahibi ve yazı işleri müdürü adına gelen tüm paraları ve kimlerin gönderdiğini öğrenebilirsiniz.Dergiye para gelişleri tabi ki olmuştur. Ama bunlar bu düzenin efendilerinin para kabul edecekleri, ağızlarına alacakları meblağlar değildir. 200, 300, 500 TL’ dır. Burada Mehmet Baransu’nun sözünü ettiği milyon dolarları bulamazsınız. Yurtdışı satış paralarından örgüt çıkarmak istiyorsanız oraya da istediğiniz isimleri yazabilirsiniz. Ben bu konuda da yine size asıl adresleri bildireyim. Cesur bir savcı varsa Kanal 7’yi, Samanyolu TV’yi araştırsın, bu değirmenin suyu nereden geliyor anlaşılsın. Sürekli basında geçtiği gibi organize işler, finansal milyon dolarlık kampanyalar dönüyor mu dönmüyor mu öğreniriz böylece.

Bir diğer konu, evimde yapılan aramada bin sayfayı bulan özel not ve çalışmalarımı tek tek numaralayıp el koydular. Bu not ve yazılarda dünya ve Türkiye’ye ilişkin güncel, tarihsel, politik görüşlerim yer alıyor. Bunlarda yazılan tüm yorumları ve görüşleri kabul ediyorum, bana aittir. Ayrıca evde kaldıkları 9,5 saat boyunca tek tek paraflamaktan bıktıkları için geride kalan binlerce sayfaya hiç dokunmadılar. Onlar hala evde duruyor, meraklısına bildiriyorum. Yine evimde internet üzerinden indirilmiş “özel mahkeme”lerin hoşuna gitmeyecek bütün yazılar da bana aittir. Bunların içinde Kürt sorunu ve PKK ile ilgili birçok görüş, makale, değerlendirme ve bizzat PKK yöneticilerinin konuşmaları vardır. Mahkemeniz istiyorsa bunlardan dolayı beni PKK’den yargılayabilir, böylesi dosyalarınız da var, biliyorum. Zaten savcı özel olarak sormuştu, internetten indirilen bir yazıda Karayılan’ın resmi vardı.  “Buna ne diyorsunuz? diye.  Ben de kendisine oradaki dijital veriler içinde Fethullah Gülen’e ait yazılar da olduğunu onları neden sormadığını sordum. Bir şey diyemedi. Siz bu dijital verilerden bir değil onlarca örgüt yaratabilirsiniz. Buyurun ne yapıyorsanız yapın. Ben internetten istediğim siteden istediğim yazıları indirmeye, merak ettiğim her şeyi okumaya devam edeceğim. Engel olamazsınız.

Benim korkum yok, bütün hayatımı, ilişkilerimi didik didik edin, hiçbir çekincem yok, her şeyimi araştırın, telefonlarımı dinleyin, istediğinizi yapmakta serbestsiniz. Ama üstümüzde tepinemezsiniz. Burada üzerimizden oyun oynanmak isteniyor. Terörle Mücadele Şubesi, akıl almaz tuzaklar kuruyor, devrimcileri ve muhalifleri özel medyayla ilişki halinde bütün toplumu terörize etmek için figüran olarak kullanmaya kalkıyor. Ben devrimci mücadelem boyunca hiçbir dönemde ve hiçbir koşulda bu oyunlara müsaade etmedim. Burada da bu oyunu bozmak için mücadele edeceğim. Sesim kısılır, söyleyeceklerim bu salonda boğulur, burada kalır hiç önemli değil. Ben bu salonda bir kere daha yüksek sesle devrimci fikirlerimi ve eylemlerimi savunacağım, gerçekleri haykıracağım.

TARİH, ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELER MEZARLIĞIDIR

Özel mahkemeleri çok iyi tanıyorum. Yukarıda söyledim, defalarca yargılandım, altı kez tutuklandım.   İlk yargılandığım hariç hepsi özel mahkemelerdi. 12 Mart ve 12 Eylül’de Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yargılandım. Bunlar mahkeme değil, faşist darbecilerin halka karşı intikam kurumlarıydı. Bunu sadece burada söylemiyorum, isteyen dosyalara açıp bakabilir. Yargılandığım İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde iki şey söyledim: Bir, sizler faşist cuntanın halka karşı kurduğu intikam kurumlarısınız, sizi mahkeme olarak görmüyorum. İki, biz faşizme, Kenan Evren’in faşist askeri cuntasına karşı mücadele ediyoruz, suçlu değiliz, suçlu olan ve yargılanması gereken Kenan Evren cuntasıdır ve cuntayla işbirliği yapan tüm kurumlardır… Tabii bunları burada anlattığım kadar kolay söyleyemedim. Kenan Evren, faşist cunta lafları ağzımdan çıktığı anda askerler kafamı, gözümü parçaladılar.

1991 ve 1993 yıllarında DGM’lerde yargılandım. Bu mahkemelere karşı tavrım da aynı oldu. DGM’leri mahkeme olarak kabul etmedim, Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nin devamı olduklarım, onları aratmadıklarını, hatta onlardan daha intikamcı kurumlar olduklarını yüzlerine karşı söylemekten çekinmedim. Bu söylediklerim gerçekti.Yüzlerine karşı intikam kurumları olduklarını söylediğim İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi bile buna rağmen birkaç duruşma sonucu beni ve başka birçok tutukluyu tahliye etti. Hatta pek çok dosyada verdiği tahliyeler nedeniyle bu mahkemeyi lağvettiler. Çünkü bu mahkemelerin ya da görev yapan yargıçların bazıları önceden seçilmiş değildi ya da henüz 12 Eylülcü’leşmemişlerdi. Hukuk Fakültesinde kendilerine öğretilenlere uygun davranıyorlardı. Yasaya bakıyor, delillere bakıyor ona göre karar vermeye çalışıyorlardı. Onlar sizin bugün baktığınız örgüt davalarının çoğunda ‘örgüt’ görmez, beraat kararı verirdi ya da bu davaları hiç açmazlardı. Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin yerine kurulan DGM’ler daha özel ve seçilmişlerdi. Hukuksuzlukta askeri Mahkemeleri yaya bıraktılar. Gerçek birer 12 Eylül kurumları gibi çalıştılar, önlerine çıkan herkese ceza yağdırdılar. Bugün ÖYM’ler, Askeri Mahkemeleri de DGM’leri de aratır durumdadır.

Türkiye’de en çok lafı edilen ve lanetlenen 12 Eylül ve Anayasasıdır. Ancak bugün o yerden yere vurulan 12 Eylül Anayasası bile uygulanmıyor. Birçok maddesi değiştirilen, ancak hala yürürlükte olan “Terörle Mücadele Yasası” 12 Eylül faşist Anayasası’na rahmet okutacak düzeydedir. 12 Eylül Anayasası ve yasaları yetmedi daha da ağırlaştırıldı. Askeri Mahkemelerin devamı olan DGM’ler ve bunların en ucubeleşmiş devamı ÖYM’ler, Terörle Mücadele Şubesi’nin bir uzantısı gibi çalışmaktadır. Aslında bu mekanizma daha geniştir. Siyasi polis, özel yetkili savcı ve hâkimler, F Tipi Cezaevleri ve bu mekanizmayı tamamlayan basın. Basın bütün bu mekanizmanın öncü kuvvetidir. Basını izleyerek bu hukuksuz yargı mekanizması daha net anlaşılabilir. Basın tek kelimeyle tarihe geçecek ibretlik işlere imza atmaktadır. Buradaki gericilik ve intikamcılık 12 Eylül’ü aşmıştır. 12 Eylül’ün yanı sıra emperyalist gericilikle aşılanmış ve güçlendirilmiştir. Bu mekanizmalar Guantanamo hukukuyla aynı eğilimdedir.

Hem özel ne demektir? Bütün özellere soruyorum niçin, neden özelsiniz, nereniz özel ve niye özel? -Ben sonradan lanetlenmemiş özel mahkeme bilmiyorum, bilen varsa bir tane örnek versin. Şu tarihte şu özel mahkeme adaletli ve hukuka uygun görünüyor desin. Özel adalet olmaz, özel adalet her yerde zulmün araçları olarak kullanılmıştır. Zalimlerin, zorbaların, haksızların, korkakların, diktatörlerin arkasına saklandıkları kalkan olmuşlardır. Hepsi böyledir ve güçsüzleri ezmişlerdir. Dünyada da böyledir. 100 yıl önce bir ABD mahkemesi Sacco ve Vanzetti adlı iki işçiyi idama gönderdi. Bütün dünyada kitaplaştırılmış anıları, çocuklarına yazdıkları mektupları halen okunmaktadır. Türkçeye çevrilmiştir. Onlar anılırken cezayı veren mahkeme lanetlenmektedir.

Bizim ülkemizde de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam kararını veren mahkeme lanetleniyor. Deniz’lere idam veren hâkim ve savcılar köşe bucak saklanıyorlar. Mezarlarında bile rahat etmeyecekler! Bugün Özel Yetkili Mahkemeler, Deniz’leri, Mahir’leri, İbo’ları anmayı suç sayıyor. Ne kadar ceza verirseniz verin, her gün her yerde anılıyorlar, anılacaklar! Her gün bir yerde, beldede adlarına park ve caddeler açılıyor. Bu ülkenin her şehrinde, ve köyünde, yüreklerimizde ve yumruklarımızda, çocuklarımıza verdiğimiz adlarda, Deniz’in, Mahir’in, İbrahim’in, Ulaş’ın, Taylan’ın ve adını sayamadığım diğer devrimcilerin adları dalgalanmakta. Buna engel olamazsınız!

Özel mahkemelerin her şeyi özel veya bilenen tarih boyunca kendini yarı tanrı sanan muktedirlerin genel tavrı aynı, Gizli soruşturmalar, gizli tanıklar, itirafçılar, o da yetmedi MİT ajanları… Emperyalistlerden kopyalanmış Guantanamo’cu terör yöntemleri. Ben açıkça soruyorum; sizler kendi kendinizi hâkim ve savcı olarak kabul ediyor musunuz? Kendi adaletinize kendiniz inanıyor musunuz? Hâkimlik, savcılık yetkilerinizi kullanarak kararlar alıyorsunuz, peki aldığınız bu kararlara neden uymuyorsunuz? Nedir bu gizli dosya sahtekârlıkları? Sanıklara ve avukatlarına gizlediğiniz dosya, gazetelerde ve televizyonlarda çarşaf çarşaf, inanılmaz yalan ve karşı propagandayla teşhir edildi. Gizlilik kararlarınız alenen çiğnendi, bizlerle alay edercesine adalet, hukuk dediğiniz şeylerle çiğnendi. Ayrıca bu ilk değil, bütün ÖYM’lerde aynı pervasızlıkla bu uygulamaya devam ediliyor. Cübbeleriniz üzerinizde ve hâkimlik, savcılık yetkilerinizi kullanıyorsunuz, niye bunlardan hesap sormuyorsunuz? Önüne geleni zindana tıkmakta hiç tereddüt etmeyen mahkemeleriniz gizlilik kararları alenen delinince niye ses çıkarmıyor?

Ben bu sisteme karşı mücadele ediyorum. Bu sistemin kendisini olduğu gibi hukuk sistemini, adalet mekanizmasını da adaletsiz olarak görüyorum. Yasaların güçlülerden yana çalıştığına inanıyorum. Bundan dolayı bu düzenin yasalarına uymayabilirim, bu yasaları çiğneyebilirim. Böyle davranmakla kendi kendimle çelişkiye düşmem. Ama bu yasalardan güç alarak yargılama yetkisini kullananların aynı hakları olamaz. Sizleri bu cübbelerle o yüksek yerlere oturtan yasalara uymak zorundasınız.

Bütün ÖYM’Ier kendilerini var eden yasaları her anlamda hiçe saymaktadır. Bizzat bu dava dosyası ve bu davada yargılanan Hanefi Avcı’nm durumu her şeyi açıklamaya yeter. Hanefi Avcı bilinen kitabı yazdıktan sonra hakkında çok şey yazıldı, çizildi. İşkenceciliği biliniyor, bu konuyu kitabında zaten kendisi de anlatıyor. Başkaca bir yığın suç işlemiş olabilir, bunlardan dolayı yargılanabilir. Ayrıca Avcı tek değil, Türkiye’de güvenlik, idari, yargı, askeri bürokrasisinin tüm üst kesimlerinde binlerce Avcı’nın olduğunu biliyoruz. 12 Eylül döneminden beri bizzat işkencelerine ve işkenceyle cinayetlerine, infazlarına tanık olduğumuz İstanbul ve Ankara’nın namlı polis komiserleri emniyet basamaklarını jet hızıyla tırmanıp valiliklere oradan bakanlıklara, müsteşar ve genel müdürlüklere fırladılar. Bunlardan binlerce var. Bütün bürokrasilerde olduğu gibi sivil kurumlarda da milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı partilerin her düzey yönetim kademelerinden parlamentoya kadar sayısız işkenceci tanıyoruz. Yalnızca 12 Eylül  döneminde 650 bin kişi gözaltına alınmış ve ağır işkencelerden geçirilmişti. Bunları oralarda yaşayan herkes biliyor. Her yer işkenceye kesmişti, tüm karakollar, askeri kışlalar, okullar çığlıklarla inliyordu. 650 bin kişiye işkence yapanların kaç kişi olduğunun anlaşılması için söylüyorum, yüz binlerle ifade edilmek zorundadır ve onlar bu sistemin her yerindeler.

Hanefi Avcı burada işkence yaptığı için yargılanmıyor. Hanefi Avcı bir güç merkezine karşı kitap yazdığı için tutuklandı. Bu olay, bütün bu uygulamaların ve bu uygulamaların arkasında yer alan tüm kurumların en çürümüş, en çamur yanıdır. Şu dosyanın garabetine bakın, bir yanda yasa dışı olan ve silahlı mücadele veriyorum diyen bir örgüt, bir yanda bu örgütle ilgisi olmayan devrimci insanlar ve bir yanda da işkenceleriyle, infazlarıyla ünlü polis şefi Hanefi Avcı. Ayrıca bir de MİT ajanımız var. Bizimle beraber emniyete, cezaevine gönderilen, sonra ortadan kaybolan Murat Şahin. Sonradan öğreniyoruz ki MİT tarafından elemanları olduğu kabul edilmiş, dava açmak için izin bekliyorlarmış. Şimdi bu manzarayı kuranlar, yaratanlar eminim zaferlerinin keyfinden dört köşedirler, kendilerini güçlerinin zirvesinde zannediyor olabilirler. Yukarıda söylediğim gibi bu bir çürüme, bir çamurlaşma, bir bitiştir. Güç değil güçsüzlüktür.

Şu Türkiye’de siyasetle ilgilenen kaç kişi, kim Hanefi Avcı’nın yasadışı, silahlı bir örgütle ilişkisi olduğuna inanır? Galler Prensini, Alman Şansölyesini, ABD Senatörünü veya herhangi bir özel savcı veya hâkimini bu dosyaya katmak nasıl bir saçmalıksa, Hanefi Avcı’nın katılması da aynı derecededir. İşin kötüsü bunu herkes biliyor ve susuyor. “Bile bile lades” olmaz. Bile bile lades dönemi ahlaksızlığın zirvesidir. Bu salon ve bu davadaki manzarayı tarif etmek için bu söylediklerim bile azdır.

Son bir yılda inanılmaz ve dünyada eşine az rastlanır iki kitap olayı yaşandı. Biri Hanefi Avcı’nın diğeri Ahmet Şık’ın kitabı. Bu iki kitabı Türkiye aylarca tartıştı. Bu iki kitapla ilgili yazılanlar toplanırsa görülür ki akıllara zarar işler oldu. En kötüsü bütün memleket bu iki kişiye yapılanın bir komplo olduğunu biliyor, işin ilginç yanı bu komployu kuranlar da bunun herkes tarafından bilindiğini, bu tezgahın yenmediğini biliyor. Ama pervasızlar. Açıkça bütün Türkiye’nin gözü önünde biz komplo yaparız ve yürütürüz, hiç kimse de bir halt edemez diyorlar. Bu ne eksik ne fazla tam olarak zorbalığın hukuk düzenine yükseltilmesidir. Bu,73 milyonun da zorbalık önünde diz çökmesidir.

Şimdilerde unutulmuş olsa da on yıl bu yoksul halka ‘demokrasi’ ve ‘hukuk’ yedirildi. AB normları dediler, Kopenhag kriterleri dediler, ileri demokrasiye geçtik nutukları attılar, elimizde ne kaldı? 12 Eylül Anayasası’nı bile aratan Terörle Mücadele Yasası. Mahkeme olarak Özel Yetkili Mahkemeler. Bu mahkemelerde gözdağı davaları açılıyor, toplum terbiye edilmeye çalışılıyor. Birilerini yargılamadan önce kendi hükmünü, hukuksuzluğunu yerleştirmeyi esas alan bir işleyiş var. Yeni bir suç ve ceza anlayışını yerleştirmek niyetindeler. Kendini suçlu gören ve sistem karşısında ezilen bir toplumsal zihniyeti yerleştirmeyi amaçlamaktadırlar.

Bu mahkemelerde yaşanan yargı pratiğiyle,  basın ve televizyonlardan da faydalanılarak topluma verilen mesaj şudur: Yazarken, konuşurken, telefon görüşmesi yaparken, bir toplantıya katılırken kendi kendinin polisi ol, kendi zihnine kelepçe vur. Ahlakmış, adaletmiş, hakmış, hukukmuş, bunlar palavradır. Gerçekleri açıklamak, düşünce bildirmek, haksız bir uygulamaya karşı çıkmak senin haddin değildir.  Korkarak konuş, korkarak yaz, korkarak yaşa ! Bizim hükmümüz her yerde geçer, tersine davranırsan  ‘yasal haklarım’ diye düşünme bunlar bizim karar vereceğimiz şeyler, gelir yakana yapışırız.

Bu ve benzeri davaların amacı, bu iddianamede dile getirilenlerden çok alt mantığında yatanlardır. Bu davalarda gelecek yargılanıyor. Uysallaşma yetmez, köleleşme dayatılıyor. Benim suçlu veya suçsuzluğumdan, buralarda birilerinin ceza alıp almamasından önce, tekil olaylardan önce, ben bu davalarda yapılmak istenenleri reddediyor, onlara karşı duruyorum. Bana istediğiniz cezayı verebilirsiniz ama geleceğin yargılanmasına alet olmam.

TARİKAT-CEMAAT-CAMİA-HİZMET-DARBELERİN CEMAATİ

Uzun süredir tüm Türkiye’de sürekli ve kesintisiz bir Fethullah Gülen Cemaati tartışması sürüyor. Hemen her gün onlarca köşe yazarı ve televizyon yorumcusu tarafından, emniyetin ve ÖYM’lerin bu tarikat tarafından ele geçirildiği ileri sürüyor. Geçtiğimiz Şubat ayında ÖYM’lerin MİT müsteşarı ve yöneticilerini ifadeye çağırmasıyla başlayan sorun, bir kere daha tüm siyasal tartışma ve polemiklerin başına oturdu. Üstelik, açıkça Hükümet ve Cemaat arasında iktidar kapışması olarak. Medya üzerinden süren boyutuyla tam bir savaş yaşandı ve her iki kesim de bütün güçleriyle karşı tarafı teşhir etmek için elinden geleni yaptı. Bu teşhir Türkiye’nin devlet ve siyaset dünyasının tüm ipliklerini pazara çıkardı.

Yargılandığımız mahkemelerle ilgili bu iddialar dolayısıyla, Fethullah Gülen tarikatı üzerinde durmak zorundayız. Eşyayı adıyla çağırmak esastır. Cemaat denilen Türkiye’nin tarikatlar gerçeğinin bir parçasıdır. Bediuzaman olarak da bilinen Saidi Nursi’nin kurduğu Nur Tarikatı’nın artık onunla bir ilgisi kalmamış bir koludur. Önce Cemaat olarak biliniyordu, bundan rahatsız oldular ve biz “camiayız” dediler. En sonunda “Hizmet” te karar kıldılar. Hükümet ve devlet içindeki etkileri, iktidar üzerinde kapışmaya cesaret edecek düzeydedir.

Artık herkes biliyor, Fethullah Gülen’in ilk tanındığı yıllar 1960’lı yıllardır. Kendisi o dönemde Erzurum’da bir cami’de vaizdir ve Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Erzurum Şube Başkanıdır. Bugün belgelerle açık olan bir gerçek, bu derneğin uluslararası karşı devrim örgütü olan Nato’nun ünlü Gladyo’ suyla, bizdeki adıyla Kontrgerilla’yla bağlantısı olduğudur. F. Gülen aynı dönemlerde ateşli anti-komünist vaazlarıyla meşhur olmuştur. 

Fethullah Gülen 1980’lere doğru MHP ile yakınlaşmıştır. Aynı dönemde yazdıklarına, vaazlarına bakılabilir, ısrarla ve kararlı bir biçimde TSK’nın yönetime el koymasını istemiştir. 12 Eylül geldiğinde, Sızıntı Dergisi’nde “Son Karakol” başlıklı yazısında şunları yazmıştır: “…Milli bünyeyi kemiren yıllanmış şeytanlar bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluü saydığımız bu son dirilişi, son karakol’un varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz”

Fethullah Gülen, yalnız 12 Eylül’ün değil, 28 Şubat Post-modern darbesinin de içindedir, destekçisidir. Erbakan’ın Başbakanlığı beceremediğini ve askerlerin kanunların gereğini, Anayasa’nın kendilerine tanıdığı yetkiyi kullandığını söyler.

F. Gülen Türkiye’de geniş kitleleri etkileyen bir şahsiyettir. Sürekli konuşur, vaazlar verir. Konuşurken ağlar, kuşlara, böceklere, çiçeklere ağlar, kanadı kırık serçe için gözyaşı döken Hocaefendi ağlarken bir anda musluk kapanır, gözyaşının yerini tahrik ve saldırganlık alır. Eylem talimatı verir, saldırılacak hedefler gösterir. Yakın bir tarihte Kürtler için şunları söyledi ” Ne yaparsanız yapın köklerini kazıyın. Beş bin kişi değil elli bin kişi dahi olsa altını üstüne getirin, birliklerini bozun, evlerine ateş salın, köklerini kurutun ve işlerini bitirin”. Kimse yanlış duymuyor, 50 bin kişi de olsalar yok edin, gözünün yaşına bakmayın, klan aşiret geleneğindeki gibi geride kan davası güdecek tek bir canlı bırakmayın, ocaklarını söndürün diyor. Hocaefendi, bunları Kürtler için söylüyor, katliam emri veriyor, soykırım istiyor.

Elli bin kişi için Ölüm emri vermek dünyanın her yerinde suçtur. Soykırım istemektir, nefret suçudur. Ayrıca daha önemli olan Hocaefendi beddua etmiyor. İstek kipiyle konuşmuyor, emir kipiyle konuşuyor. “Ne yaparsanız yapın, elli bin kişi dahi olsa köklerini kazıyın” diyor. Tam olarak bunları söylüyor. Açıkça eylem talimatı veriyor. Ben buradan Emral’ın ev kirasının peşine düşen TMŞ’lere, özel savcılara, genel yetkili mahkemelere soruyorum; “ne yaptınız bu eylem talimatıyla ilgili olarak ?”

Çok daha ciddi olan bir durum var ortada. Bu çağrı büyük bir örgütsel faaliyet içinde hareket ettiklerini gösteriyor. Bir kişi hangi saikle ve niçin 50 bin kişi için ölüm talimatı verir? Elli bin kişiyi öldürmek- bunu evlerini de yıkarak yapabilmek- muazzam bir güç, bir ordu gerektirir. F. Gülen neye ve kime bu talimatı veriyor? Kendine ait, uhdesinde olan bir kuvvete emir kipiyle görev tevdi ediyor, elli bin kişiyi, evlerini yakarak öldürme emri verdiği kuvvet nedir, kimdir? Bunlar mevcut devlet birimleri içinde mi çalışıyorlar? Bu durumda hali hazırda Ergenekon olarak yargılanan devlet içi çeteden çok daha büyük bir çeteyle karşı karşıyayız demektir.

Kendi sesinden verilen bu eylem talimatı görmezden gelinemez ama geliniyor. Bu durumda kendisini eylemin hedefinde hisseden elli bin kişiye kimsenin hiçbir konuda yasalara uymayı isteme hakkı olamaz. Bu elli bin kişi hem canlarını hem evlerini korumak için her türlü tedbiri alma hakkına sahiptir. Kendileri hakkında ölüm fermanı herhangi bir kişi tarafından verilmiyor, basın ve televizyonlardan her gün propagandası yapılan, milyonlarca taraftarı, mali olanakları, şirketleri, medyası, başta emniyet ve özel kuvvetler olmak üzere yargı, idari birimler dâhil tüm devlet içine uzanan güçleri bulunan bir organizasyon, bir cemaatin başındaki F. Gülen tarafından veriliyor. Bu bir yanıyla iç savaş talimatıdır evet ne eksik ne fazla bu bir iç savaş ilanıdır.

CEMAAT MAHKEMELERİ

Yıllardır her düzeyde alenen tartışılıyor. Cemaat şu kurumu da ele geçirdi, şurada da burada da cemaat hakim, cemaatin şirketleri, cemaatin dershaneleri, cemaatin okulları, cemaatin gazete ve televizyonları, cemaatin valileri, kaymakamları, milletvekilleri,  bakanları,  cemaatin polisleri,  cemaatin savcıları, hakimleri… Bu listeye yazılmayacak kurum, alan, birim yok. Futbolculardan film yıldızlarına kadar uzatılabilir.

Bu bilgilerden sonra tekrar sormalıyız; “ bu nasıl bir örgüt, gizli bir örgüt mü, hangi yasaya göre faaliyet gösteriyor, her hangi bir tüzüğü var mı, seçim yapıyor mu, kongre yapıyor mu hedefi ve amaçları neler?” Dev bir sermayeye hükmettiği, bir holding gibi çalıştığı biliniyor, bu yanıyla kar amaçlı kapitalist bir şirketler topluluğu gibi faaliyetleri var. Siyasal faaliyetlerden de geri durmuyor. Her dönem değişik partilerle işbirliği yapıyor. Her dönemde bakanları ve milletvekilleri olduğu isim verilerek açıklanıyor. Daha önemlisi ısrarla ve inatla hemen hemen ortak kabul olarak, valilerin, kaymakamların, emniyet müdürleri özellikle de emniyet istihbarat ve TMŞ’lerin tümüyle cemaatin kontrolünde olduğu, özel yetkili savcıların ve ÖYM yargıçlarının çoğunluğunun da aynı gücün kontrolü altında olduğu ileri sürülüyor. Yani bizleri buraya getiren polisler ve tabii ki özel savcılık ve mahkemeniz de şaibe altındadır.

Cemaatin değişmez bir özelliği de anti-komünist karakteri ve rejim muhaliflerine düşmanlığıdır. Bu özelliği 1960’lı yıllardan bugüne değişmemiştir. Yukarıdaki örnekteki gibi yıllardan beri imha ve soykırım çağrılarını aksatmadan devam ettirmiştir. Özel mahkemeler de özel örgütsel tavırlar içinde ve bu cemaatin taraftarı olduklarına göre, onun rejim muhaliflerine karşı düşman ve imhacı fikirlerine de katılıyorlardır. Zaten varlık sebebi bu. Açıkça bir kesime düşmanlığını ilan edenler tarafsız olamaz. Cübbe giyebilir, bir yasayla görevlendirilebilir,  fiilen karşılarına getirilenler hakkında ceza yetkisini kullanabilirler, ama bunun adı mahkeme olmaz. Bu açıkça “kediye ciğer emanet etmektir”. Kedi ciğeri yer.

F. Gülen yılardır açıkça kan davası güder gibi Kürtler ve devrimciler için imha fetvaları veriyor. Ona biat eden savcılar ve hâkimler bizleri yargılıyor. Kan davası güdenler kan davalılarını yargılıyor. İntikam yemini edenler yargı yetkisini ele geçirip intikam alıyorlar. İsteyen açıp bu mahkemelerin yaşlı, genç, çocuk demeden yağdırdığı cezalara bakabilir. Gerçi devrimci ve sosyalistler için fazla değişen bir şey olmadı. Kuruluşundan bugüne bu düzenin mahkemeleri rejim muhaliflerine karşı düşman hukuku uygulamış, intikam organları gibi davranmıştır. Bunların hepsi son otuz yıllık özel mahkemelerin ve Yargıtay’ın kararlarıyla sabittir.

Bugün bu mahkemelere karşı sesini yükselten düzen güçleri, yıllardır DGM ve Yargıtay’ın cellatlık kararlarına tek ses çıkarmadılar. Şimdiki gürültünün adaletle, hukukla çok fazla ilgisi yok. Eski muktedirler açık açık söylüyorlar: ”Biz terörist değiliz!” Bunu derken bizi rejim muhaliflerine uygulanan düşman hukukuyla yargılayamazsınız, diyorlar. Bu sesler duyulmuş olmalı ki özel yetkili savcılar ve mahkemelerin yetkilerinin yeniden düzenleniyor. Bu düzenlemeler muktedirler arası bir uzlaşmadır, daha ötesinde bir değişiklik getirmez. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da özel mahkemelerin kılıcı rejim muhaliflerinin ensesinde sallanmaya devam edecektir.

Bu mahkemelerde görülen ibretlik durumlara bakın. Başbakanı ve AKP’yi protesto etmek “teröristlik” sayılıyor. Hopa’da bundan dolayı bir yığın insana “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla dava açıldı. Ne oluyor, bir tek iktidar siz misiniz? Bu nasıl bir körleşme? Hadi hukuk mektebinde öğretmediler diyelim, bu kadar yıl yaşayıp insan hayattan öğrenir. İktidar partileri, Başbakanlar hatta padişahlar bile protesto edilebiliyordu bu ülkede. Dünyanın her yerinde de iktidarlar, başbakanlar protesto ediliyor ve edilmeye devam ediyor. Hiçbir yerde bu tür olaylara Hopa’daki gibi davalar açılmıyor. Dünya tarihinde bir daha yumurtaya, üstelik bomba misali tehlikeliymiş gibi “üzerinde bulundurmaya”, “terör” suçlamasıyla dava açan bir hukuk anlayışı düşünülebilir mi? Bu kadar düşkünlük nasıl izah edilebilir? Yumurtadan omlet olur, yumurtadan civciv çıkar, el insaf yumurtadan örgüt çıkmaz! Bu mahkemeler de yumurtaya dava açmaktan, dünya tarihine geçecekler, hukuk fakültelerinde ibretlik vaka diye okutulacaklar.

İbret vakaları, ama bitmiyor. Puşi taktığı için terörist sayılan üniversite öğrencisine 11 yıl ağır hapis cezası veriyorlar. Pankart açanlar da terörist, onlara da 8 yıl ağır hapis. Çevre yıkımına, ekolojik cinayet kararlarına direnenler de terörist! Herhalde bu da dünyada ilk örnektir. Grev yapmak, hak ihlallerine karşı direnmek de terör suçu sayılıyor ve bu eyleme katılanlar da terörist oluyor!  Bu dosyada olduğu gibi bir işçiyle dayanışmada bulunmak “terör örgütü üyeliği”ne kanıt sayılıyor. Parasız eğitim istemek, konser bileti satmak, tekel işçileriyle dayanışma amaçlı basın açıklamasına katılmak, 1 Mayıs işçi bayramı vb. eylemlere katılmak, özel mahkemeler tarafından yargılama konusu yapılıyor ve insanlar hapse atılıyor.. Herhangi biçimde olursa olsun sokağa çıkmak veya protestoda bulunmak “teröristlik” sayılıyor. Bari biri çıksın mutedil vatandaşlara açıklama yapsın, “terör” sayılmayan tek bir protesto biçimi göstersin. En başta da demokratikleşme yalanlarını yayan liberal hükümet destekçilerine soruyorum, bu ülkede teröre girmeyen, teröristlik sayılmayan bir protesto hakkı gösterin, gösteremezsiniz.  

Evet bu davalarla korku yaymak istiyorlarBizim korkumuz yok, ne yaparsanız yapın! Ancak belirtmeliyiz ki korku yaymak isteyenler açısından bu davaların ikinci yüzünde, ters yüzünde yatan gerçeklik de korkudur. Korkutmak isteyenler korkanlardır, korkanlar ve korkaklar ne yaptığını bilmez halde saldırır. Düzen korku içindedir, ölümüne korkuyorlar. İşledikleri suçları ve bu devranın böyle gitmeyeceğini en iyi kendileri biliyor. Bütün ülkeyi ve tüm zenginliklerini daha önceki haleflerine taş çıkartırcasına yağmalıyorlar. Hükümet ve iktidar olanlarla F. Gülen cemaati bütün bu hırsızlık, soygun, talan alenileştiği için çekinmeden birbirlerini teşhir ediyorlar. Ama bir yandan da aceleleri var. Gözlerine mil çekilen, zihinlerine cıva akıtılan açlar, garipler, yoksullar, çaresizler uykudan uyanabilir ve bu reziller saltanatına dur diyebilir. Hiçbir reziller saltanatı ebedi değildir. Bu 10 yıllık muktedirlerin saltanatı da sallanmaktadır.  

“Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve yakınlarının mal varlıklarına bakın ne dediğim anlaşılır. Oğullarının işlerine, gemicilik şirketlerine, kızların altın, mücevher şirketlerine, milyon dolarlarla ifade edilen sermayelere bakın, her şeyi anlatır. Aynı şeyi tüm AKP Belediyeleri ve tüm iktidar organları olarak yukarıdan aşağı Türkiye’ye uygulayın. Her şey göz önünde olduğu için düzen çok korkuyor ve korkusu arttıkça gözü dönmüşçesine her yana saldırıyor. Yumurtadan korkuyorlar, puşiden korkuyorlar, pankarttan ödleri kopuyor, gösteriler uykularını kaçırıyor, her şeyden korkuyorlar. Korkunun ecele faydası olmadığını bildikleri için daha fazla korkuyorlar. Bundan dolayıdır ki kılıç gibi kesen keskin özel mahkemelere ihtiyaçları var. Patronlardan, holdinglerden, iktidardan, cemaatten yana, Kürdü, sosyalisti, devrimciyi, hakkını arayan emekçiyi, gençleri, kadınları, çocukları, yaşlıları önüne kim çıkarsa onları kılıç gibi kesen mahkemelere ihtiyaçları var. Bu mahkemelerin liberal hükümet ve sermaye destekçilerine bile bu kadar olmaz dedirten uygulamalarının altında bir kolektif düzen aklı yatıyor. Tam anlamıyla bir zenginler sınıfının ortak aklı. Zenginler, zenginleşiyorlar ve kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlar. Amansız ve imansız bir sınıf savaşı sürdürüyorlar. Her gün bu savaşta kendi cephelerini muazzam aygıt ve silahlarla donatıyor, en son gelişkin koruma ve kontrol teknolojisiyle her tarafı denetliyorlar.  Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük ordusu yetmiyor, polis habire büyüyor, özel güvenlik bir nevi polis gücüne dönüştürülüyor, gizli servis elemanları ve ajan ağlarıyla birlikte devasa bir güvenlik ağı oluşturuluyor. Yalnız özel mahkemeler son hızla çalışmıyor. Yüksek güvenlikli infaz kurumları olarak, özelin özeli F Tiplerine yeni ve daha yüksek güvenlikli cezaevleri ekleniyor.

Türkiye’de yargı sistemi adaletsizliğin ötesinde bir çürüme ve çöküş içindedir. Sadece ‘yargı reformu’ denilen komedi döneminde HSYK üzerinde başlayan tartışmalar ve tarafların karşılıklı birbirleri hakkında öne sürdükleri iddialar bile ne demek istediğimi anlatmaya yeter. Darbecilik, rüşvetçilik, çetecilik, Amerikancılık, mafya ile ilişkiler, uzar gider. Ben her iki tarafın birbiriyle ilgili söylediklerine aynen katılıyorum. Özel Yetkili Mahkemelerin nasıl “adaletli kararlar” verdiğini de herkes biliyor.

Şimdi bir Pakistanlı çıkıp ” Pakistan adaletine güveniyorum” diyebilir. Bu asla doğru değildir ama yine de göstermelik olarak, giydikleri cübbeye saygı duyuyor denilebilir Pakistan yargıçları için. Ama Türkiye’deki yargıçların ne kendilerine ne mesleklerine ne cübbelerine saygısı vardır, böyle bir kaygıları da görülmemiştir. Türkiye ve Pakistan’da yakın zaman arayla darbeler oldu. Pakistan ordusu General Ziya Ül-Hak faşist darbesiyle yönetime el koyduğunda Pakistan Yüksek Mahkemesi darbeye karşı çıktı ve yargıçlar toptan istifa etti. Kenan Evren faşist darbesi karşısında Türk adaleti de yargı kurumları da hâkimleri de topyekun secdeye durmuştur. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay tüm üyeleriyle, tek bir itiraz olmadan cuntaya selam durmuşlardır. Bırakın yargıçlık onurlarını, kişisel kimliklerini adı ‘Anayasa Mahkemesi’ olan mahkeme, kendi düzenini çiğneyen generalin emrinde hiçbir şey olmamış pişkinliğiyle çalışmıştır.

12 Eylül darbesinin ilk günleriydi, başında “Yüce” sıfatı bulunan bütün bu mahkemeler ve cübbeli hukukçuları, başkanları, üyeleri hepsi cübbeleriyle bir salonda toplanmışlardı, o zamanki televizyonlar canlı olarak yayınladılar, hepsi ayağa kalktılar ve dakikalarca salona giren Kenan Evren’i ayakta alkışladılar. İşte budur Türk yargısı, Türk adaleti! Bugün hiçbir şey değişmedi, yargı kurumları da zihniyeti de aynı, sadece muktedirler değişti. Dünküler haki üniformalıları ayakta alkışlıyorlardı şimdikiler lacivert takım elbiselileri ayakta alkışlıyorlar.

Sadece yükseği, özeli değil, tüm adalet sistemi çürümüştür. Adana’da hemen yakın dönemde iki yargılama örneği: Adana eski Belediye Başkanı Aytaç Durak, 12 Eylül’den beri yürüttüğü görevden soruşturmayla alındı. Bizzat yardımcısı basına demeç vererek Aytaç Durak’ m tüm Adana’yı parsellediğini ve 2 milyar dolar serveti olduğunu, bunun araştırılmasını istedi. Peşinden Aytaç Durak servetinin 2 milyar dolar değil 400 milyon dolar olduğunu açıkladı. Savcılar, polisler uzun süre bu iddiaları görmedi, duymadı. Sonra geçtiğimiz aylarda göstermelik bir soruşturma açıp tutukladılar ve 15 gün kadar sonra serbest bıraktılar.

Hemen aynı dönemde, yine Adana’da yaşı 18’den küçük olduğu için gazeteler ismini B.A diye yazıyor, bir çocuk, gece girdiği büfede karnını doyuruyor, acıktığı için sandviç yiyor ve kola içiyor. Adana Cumhuriyet Savcılığı bundan dolayı hakkında 9 yıl hapis istemiyle dava açıyor. Bu Türk adaleti, bir tarihte Gaziantep’te baklava çalan 4 çocuğa 8’er yıl hapis cezası vermiş ve hapis yatırmıştı çocukları. Yine aynı dönem trilyonlarca liralık emniyeti suistimal ve yolsuzluk davalarının hepsi beraatla sonuçlandırılmıştı.

Geçtiğimiz aylarda mahkemelerin ve birlikte çalıştıkları emniyet ve Adli Tabiplik’in icraatlarının ibretlik bir örneği İzmir’de yaşandı. Fevziye Cengiz isimli bir kadın, karakolda işkenceye uğruyor, Ne oluyor, nasıl oluyor bilinmez, Türk adaleti, savcılık devreye giriyor ve hemen işkence gören kadın hakkında polisleri darp etmekten dava açıyor. Savcı işkence suçunu gizleyip bu suça ortak oluyor, peki mahkeme ne yapıyor? Karakolda iğrenç hakaretlere, işkenceye maruz kalan kadına 6 yıl ağır hapis cezası isteyen iddianameyi kabul ediyor. Çok açık, eğer bir biçimde kamera görüntüleri basının eline geçmeseydi, “Yüce Türk Adaleti” yine adil bir karar daha vermiş olacak, suçsuz ve mağdur kadın hapishaneyi boylayacaktı. Ne eksik ne fazla, işte Türk adaleti budur, gücü kimsesiz ve güçsüzlere yeter, mülk sahiplerinden, iktidar sahiplerinden ve onlara hizmet edenlerden yana çalışır. Bu yüzden de bu ülkenin şehirlerinde, sokaklarında, karakollarında benzeri işkenceler her gün yaşanır, insanlar ya korktuklarından şikayetçi olamazlar ya da şikayette bulunanlar suçsuzken suçlu konuma düşerler.

Devleti ve mülk sahiplerini koruma üzerine kurulu Türk yargısı, Kürtlere karşı etnik bir özellik kazanıyor. Tam ifade etmek zor. Bir yığın davada görülenler ayrımcılığı aşıyor, açık ırkçı bir nitelik kazanıyor. “TMK mağduru çocuklar” olarak bilinen, 18 yaşından küçük Kürt çocuklarıyla ilgili yargılamalarda yaşananlar, bu söylediğimiz türden adalet anlayışının açık örneğidir. Aslında yeni değil, 12 Eylül döneminden bugüne binlerce çocuk “siyasi suçlu” konumunda yargılandı, işkenceler gördü, hatta gözaltında kaybedildi. Ama özel bir konseptle 2006 yılında değiştirilen yasayla ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun verdiği kararla, çocuklara açılan davalarda artış oldu ve yalnızca bir gösteriye katılmış olmaktan veya taş atmaktan ötürü küçücük çocuklar 15-20 yıla varan hapis cezalarına çarptırıldı. Halen bu intikamcı uygulamalar farklı biçimlerde devam ettirilmektedir.

Kürt çocuklarının çilesi, gördüğü zulüm aldığı ağır cezalarla bitmez, cezaevlerinde işkenceler ve insanlık dışı uygulamalarla devam eder. Günlerce basının manşetlerine taşındı. Çocukların ırzına geçilmesine göz yuman devlet olur mu? Yıllardır devlet görevlileri her yerde açıkça bu aşağılık işe ön ayak oluyor, göz yumuyor, içinde yer alıyorlar. Aileler Pozantı’yla ilgili iki yıldır suç duyurusunda bulunduklarını açıkladılar, bu suç duyurularına rağmen bu aşağılık uygulamaya göz yuman yargıya ne ad verilir?

Gösteri yapan, taş atan çocuklara 15-20 yıl ceza veren Türk adaleti, çocuklara kurşun atıp öldüren devlet görevlilerine ceza vermez.  Çocuk öldüren kolluk güçleri hakkında ya hiç dava açılmaz ya da zoraki açılan davalarda beraat ettirilirler. Uğur Kaymaz ve babasının evlerinin önünde otomatik silahlarla kurşunlanıp öldürülmesi ve bu konuda Türk yargısının verdiği karar ibretliktir ve unutulmayacaktır. 12 yaşında bir çocuk ayağında terliklerle, on üç kurşunla sırtından vurulup öldürülüyor ve bu eylemi yapan kar maskeli katiller beraat ediyor ve Yargıtay da beraat kararını onaylıyor. Üstelik babasıyla beraber kendisi de “terörist” ilan edilen 12 yaşındaki Uğur’un silahla ateş etmediği, ağır bir silah olan Kalaşnikofu kullanamayacak kadar küçük olduğu, olayın bir “çatışma” olamayacağı yönündeki bilirkişi raporuna rağmen, katiller “meşru müdafaa” hakkını kullandıkları gerekçesiyle beraat ettiriliyorlar.

Türk adaleti ve onun yüksek yargı organı konumundaki Yargıtay’ın son kararları adaletsiz olmanın ötesinde “suç ve suça teşvik” hükmündedir, ayrımcıdır, daha da ötesi ırkçıdır. Türk Yargıtay’ı artık ” Kürtleri rahatça öldürebilirsiniz” niteliğinde kararlar vermektedir. Devlet görevlilerinin silah çekip sokakta rastgele Kürtleri öldürdüğü davalarda Yargıtay, beraat kararlarının gerekçesine “bölgenin özellikleri” kaydını düşüyor. Siirt’te 2005 yılında düzenlenen bir gösteriye, görevli olmadığı halde müdahale eden ve sokaktan geçmekte olan Abdullah Aydan’ı öldüren uzman çavuşu beraat ettiren Yargıtay, açıkça kolluk güçlerine bundan sonra “Kürtleri öldürürseniz bölgenin özellikleri gereği ceza almayacaksınız” diyor, adam öldürmeye, suça teşvik ediyor. Yargıtay’a göre, sokaklarda gösteri yapan çocuklar, silahlı ve adam öldüren kolluk görevlilerinden daha tehlikelidir. Asker, polis, özel tim “bölgenin özellikleri” gereği korku ve telaş içinde adam öldürebilir, ama yıllardır süren savaşta işkenceler ve ölümler ortamında büyümüş çocuklar, üzerlerine gelen polislere korkuyla, telaşla ya da kendilerini korumak için taş atarlarsa “terörist” olurlar.

En büyük suç budur işte; “terörist olmak.”Bu yüzden artık taş atmak da molotof da “silah” kapsamına alındı. Yeryüzünde göstericilerin molotof kullandığı tek ülke burası mı? Televizyon denilen alet bu işin dünyanın hemen her tarafında ve kitlesel olarak yapıldığını gösteriyor. Oralarda molotof atma gözaltına almaya bile sebep olmuyor. “Dünyanın en güçlü devletleri arasındayız” diye övünenler sizsiniz, taş atmayı, molotof atmayı “Devletin bütünlüğü”ne yönelik tehdit olarak gören de sizsiniz. Taş atmaya,  molotofa silah statüsü vererek ağırlaştırılmış müebbet hapis isteyecek boyutlara vardırmak, bir anlamda taş değil silah, molotof değil bomba atın, bunları kullanın çağrısı yapmaktır.

Özel yetkili mahkemelerin özel uygulamalarına her gün bir yenisi ekleniyor.  Bu dava dosyasında bir rapor var. En üst başlığında büyük ve kalın harflerle “Gizli” yazıyor. Altında İstanbul Valiliği Emniyet Müdürlüğü’nce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği belirtiliyor. Belli ki oradan da ilgili savcılık eliyle bu dosyaya girmiş. Raporu gönderenin İstanbul MİT Bölge Başkanlığı olduğunu anlıyoruz. Toplam 102 sayfalık bir MİT raporu… En altında yine aynı başlıktaki “Gizli” damgası var, iç sayfalarda bu “Gizli” damgası kalkıyor yerine “Çok Gizli” ibaresi konuyor. Her sayfanın altında ayrıca büyük harflerle ve iri puntolarla “İstihbari nitelikte olan bu bilgiler hukuki bir delil olarak kullanılamaz” diyor.

Doğal olarak soruyorum. Bu “Gizli” veya “Çok Gizli” evrak hala gizlilik özelliğini koruyor mu? Adımızın geçtiği, fotoğraflarımızın yer aldığı ve üzerinde, her sayfasında “Çok Gizli” ibarelerinin bulunduğu bu evrak neyin nesi merak ediyorum. Birçok soru var. İlki gizliliği… Mahkeme bizimle dalga mı geçiyor yoksa gayri ciddi mi davranıyor? Bu dosya gizli mi değil mi? Gizliyse niye dosyada herkesin kullanımına açık, gizli değilse, her sayfasındaki “Çok Gizli” ibaresi ne anlama geliyor?

Daha absürt olan “İstihbarı nitelikte olan bu bilgiler hukuki bir delil olarak kullanılamaz” denen bu evrak dosyada yer almakla kalmıyor, savcılığın hakkımızda hazırladığı iddianamenin “deliller” bölümünde de yer alıyor. Daha da ötesi iddianamede sanıklar hakkındaki suçlamalar baştan aşağı bu rapora dayandırılıyor. Hadi diyelim ki MİT’in “Hukuki delil olarak kullanılamaz” dediği belgeleri savcı hukuka aykırı biçimde “delil” saydı, peki mahkeme nasıl değerlendiriyor? Bunları biz nasıl anlayalım? MİT’in dahi “delil” olamayacağını söylediği belgeleri yargı organları hukuki delil niteliğinde sayarsa, bu durumda biz neyi nasıl yorumlayacağız?  Soruyorum; kendi yasalarınıza göre, hiçbir hukuki niteliği olmayan, bizlere ağır suçlar itham eden bu uydurma belgeyi hangi amaçla dosyada tutuyorsunuz? Bir tehdit olarak mı dosyada duruyor? Kendi adıma öyle MİT belgelerinden filan korktuğum yok. İstedikleri suçlamaları, istedikleri iftiraları atabilirler, umurumda değil. Ben sadece mahkemenizin nelere bel bağladığını merak ediyorum. Ben yazmadım, hazırlayanlar ” hukuki değil” diye yazmış, hukuki olmayan belgelere mahkeme ne adına sahip çıkıyor, bunun açıklamasını bize yapmak zorundasınız!

Dosyadaki MİT raporu umurumda değil, ama koskoca MİT fişlemeyi iyi yapamamış, burası ilginç. Üstelik onların yanlışları, açık maddi hataları iddianame’ye de aynen geçirilmiş. Bunlara değineceğim, ancak öncelikle bir ekleme yapmak durumundayım. İlk olarak 1974 yılında Bakırköy Osmaniye’deki Derby Lastik Fabrikası önünde “işçiler, emekçi halkımız” başlıklı bildiri dağıtırken gözaltına alındığım yazıyor. MİT veya savcılık bir tanesini bulmuş ben değişik tarihlerde en az 15-20 kez benzeri faaliyetlerinden dolayı gözaltına alındım. Hatta ilk gözaltı ve tutuklanmam 1974 değil 1969’da lisedeyken oldu. İddianamede ikinci sırada, TKP adlı yasa dışı örgütün merkez komitesine yönelik operasyonda  23.9.1981 yılında gözaltına alınıp tutuklandığım yazılı. Ben hiçbir zaman TKP’li olmadım, TKP operasyonunda yakalanmadım. Emniyet ve MİT artık TKP ile TKP-B arasındaki farkı da bilmiyorsa ne diyelim. Siz de bilmiyor olabilirsiniz, TKP o dönemki yasalara göre illegal bir örgüttü, ancak silahlı eylemleri yoktu ve TCK’nın 141. Madde kapsamında değerlendirilirdi. Benim yargılandığım TKP-B ise silahlı mücadeleyi savunan bir örgüttü ve eylemleri nedeniyle 168. madde kapsamında değerlendirilirdi. Ayrıca iddianamede, 1992 ve 1996 yıllarında yapılan operasyonlarda gözaltına alınarak yargılandığım, 21.04.1994 yılında Gassan kod ismiyle TKP-B/SHB örgütü içersindeki faaliyetlerinden ötürü Yalova’da yakalanıp tutuklandığım yazılı. Bu kadar garabet nasıl bir arada olabilir? Ben 1991 yılında TKP-B operasyonunda tutuklandım ve 1992 yılı sonlarına kadar Bayrampaşa Cezaevi’ndeydim.Yine en son tutuklanmam 1993 yılındaydı ve 2000 yılına kadar Gebze Cezaevi’ndeydim. Ben cezaevindeyken nasıl oluyor da 1992, 1994 ve 1996 tarihleri arasında üç defa daha gözaltına alınıp tutuklanıyorum, bu nasıl bir arşiv kaydı. Koskoca TC Devleti, Osmanlı’dan devraldığı fişleme geleneğini epeyi savsaklamış, bozmuş. Anladık ne kadar çok gözaltına alınmış, ne kadar çok davada yargılanmış, tescilli diye hakkımızdaki davada yargı oluşturmaya çalışıyorlar, ama biraz ciddiyet gerekmiyor mu? 

İlk çıkarıldığım savcıya da söyledim, devrimci faaliyetlerimden ötürü daha önce defalarca yargılandım diye. Onun ilk merak ettiği, sabıkamın olup olmadığıydı, ne önemi varsa hemen onu sordu. Ayrıca, suçlamalarla ilgili sorulara yanıt vermeyeceğimi söylememe rağmen “ Ama bakın size ait dijital malzemelerin içinde “PKK/KONGRE-GEL Terör örgütü KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’m resimleri bulunmuş” diye sordu, bu belge iddianamede de yer alıyor. Savcıya da söylemiştim, tam engizisyonculuk sorusu. Değilse kim, hangi mantıkla, Türkiye’nin bütün gazetelerinde hemen her gün resimleri yayınlanan, demeçleri yer alan bir şahsiyetin resmini soruyor. Neyi öğrenmek istiyorsunuz? Bundan amacınız benim KCK veya PKK’li olduğumu iddia etmek mi? Zaten emniyette bunu da sordular, bana ayrı ayrı hem PKK ile hem TKP-B ile hem de Devrimci Karargah örgütüyle ilişkim soruldu. İstiyorsanız bu üç örgütten birden yargılayabilirsiniz, umurumda değil.

GEÇMİŞİM VE GELECEĞİM

Ben yukarıda bir vesile ile bildirdim. En son 1993 yılında TDP yöneticisi olmak iddiasıyla tutuklandım 1999 yılı Aralık ayında tahliye oldum. Tahliye olduktan sonra 2004 yılında tekrar gözaltına alındım ve savcılıktan serbest bırakıldım. Ne yapıp ettiğimi polis iyi biliyor. Bile bile buraya getirildim. Madem ille de beni yargılatmak istiyorlar; yapmadıklarımdan, buradaki bayağı yalanlardan değil, yaptıklarımdan yargılayın. Madem benden yapmadıklarımın hesabını soruyorsunuz ben de yaptıklarımı anlatayım. Bugüne kadar yaptıklarımı, yapmak istediklerimi, yapmak isteyip de yapamadıklarımı, cesaretimi, korkularımı, hatalarımı, yanlışlarımı en açık biçimde anlatmak istiyorum. Bunu bir övünme veya pişmanlık olarak yapmıyorum. Bu görevi, bu uğurda hiçbir karşılık beklemeden canını vermiş sayıları on bine varan devrimciler için yapıyorum. 

Benim kimliğim mücadelemdir.  Sansaryan Han, Selimiye, Gayrettepe, DAL işkencehaneleridir. Mamak, Metris, Özel Tip, F Tipi zindanlardır. Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri, DGM’ler, Özel Yetkili Mahkeme’lerdir. 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerine karşı mücadeledir. 40 yıldan fazla zamandır böyle yaşadım. Başım dik, yaptığım her şeyin arkasındayım.

Bu yaşıma kadar yalnızca inandığım şeyler için yaşadım ve onlar için dövüştüm, hileye, yalana, zorbalığa karşı savaştım. Görüşlerimi hiçbir yerde gizlemedim, yaptıklarımı savunmaktan kaçmadım. Görüşlerime katılabilir veya katılmayabilirsiniz, ben doğru bildiklerim için dövüştüm. Başımdan bir yığın olay geçti, bir tek gün bir tek saniye şüpheye düşmedim, tek bir an bile acaba demedim. Karşıma çıkan hiçbir şey beni yıldırmadı, aksine her adımda biraz daha bilendim, biraz daha inançla doldum.

Gözaltılar, işkenceler, cezaevleriyle 17 yaşımdan beri karşılaşıyorum. Lise öğrencisiyken duvarlara üzerinde sloganlar olan pullar yapıştırırken yakalandım. Pulların birinde ” Zam, zam, zam. Ucuzluk ne zaman?” yazıyordu, diğerinde ” Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!” Gözaltına alındım ve yaptıklarımı savunduğum için karakolda işkence gördüm.  Bu, devletle ve devletin kurumlarıyla ilk karşılaşmamdı. Suçüstü Mahkemesi’ne çıkardım, orada da “Yaptım, yapıştırdım, bilerek, isteyerek yapıştırdım” dediğim için tutuklanıp cezaevine konuldum.        

1971 yılında THKO operasyonu nedeniyle ünlü işkence merkezi Sansaryan Han’daydım, Oradaki herkesin yaşadığı bütün işkenceleri gördüm. Bu kavgada şehit düşen devrimcilerden Kızıldere’de katledilen Ömer Ayna, Cihan Alptekin de aynı dönem oradaydı, onların adını saygıyla, sevgiyle anıyorum.

1972’de Sivas Dev-Genç operasyonunda gözaltına alınıp tutuklandım, yine bildik uygulamalarla karşılaştım.

1981 yılında TKP-B operasyonu nedeniyle Gayrettepe ve Ankara DAL’daki işkence merkezlerindeydim. Bu zaman zarfında binlerce insana en hayâsız işkencelerin yapıldığına tanık oldum. Yine de şanslılar arasındaydım, yüzlerce devrimci benim kadar şanslı değildi, bugün toprak altındalar. Aylarca, gözlerim bağlı yaşlı, genç, çocuk, kadın, erkek her yaştan ve her sınıftan insanlara yapılanları dinledim. Gayrettepe’de kaldığım süre boyunca gözaltına alınanların tutulduğu hücrelere indirilmediğimden, 24 saat işkencenin yapıldığı katta, bir kalorifer peteğine kelepçeli olarak tutulduğum için binlerce insana yapılan işkencelere tanık oldum, çığlıkları dinledim. Hoyrat, bir hayvan sürüsü gibiydiler, tıpkı yırtıcılar misali, kan kokusu almışlar avlarının üstüne saldırıyorlardı.

Aynı dönemde benim aklımda kalan 2 devrimciyi Gayrettepe’de katlettiler. Süleyman Cihan, o zaman TKP/ML’nin genel sekreteri, ben yakalanmadan birkaç gün önce katledilmişti. Yakalandığım ilk hafta veya ikinci hafta TİKB militanı Ataman İnce’yi Kartal Soğanlık Karakolu’ndan getirdiler ve Gayrettepe’de öldürdüler. Yine aynı dönemde  daha  sonra  ABD  Başkanı  George  Bush’un Türkiye’ye geldiği tarihte 12 arkadaşıyla birlikte katledilen,  Devrimci Sol’un liderlerinden Niyazi Aydın da Gayrettepe’deydi, uzun süre aynı odada karşı karşıya gözü bağlı birlikte tutulduk. Büyük bir direniş gösteren Niyazi Aydın’ın da benim gibi kanırta kanırta tırnaklarını söktüler. Diğer yapılanları anlatmıyorum. Niyazi Aydın’la birlikte aynı dönemde TİKB yöneticisi Sezai Ekinci de oradaydı. Sezai Ekinci bildiklerim arasında 12 Eylül sürecinde en uzun süreyle, 6 ay işkence altında, gözaltında tutulan devrimciler arasındadır. Burada şimdi aramızda olmayan bu iki büyük devrimcinin hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.

Türkiye’nin 1960’lı yıllardan beri yaşadığı toplumsal mahşer, bütün bu yaşananlar, beni tepeden tırnağa isyan haline getirdi. Artık bu düzenin hiçbir şeyi beni şaşırtamaz, yıldıramaz, korkutamaz. Askeriniz, polisiniz, MİT’iniz, özel tertip ve pusularınız, sonunda mezarlıklarınız… Ötesi yok.

SOKAK İNFAZLARI

Türkiye’nin toplumsal zihniyetindeki adalet ve ahlak anlayışına bakın, sık sık basın ve televizyonlara yansıyor. Ağır hak ihlalleriyle karşılaşan topluluklar hırsla, şaşkınlıkla, öfkeyle bağırıyor ” Biz PKK miyiz?“, “biz terörist miyiz?”. Devlet zorbalığıyla, polis copuyla, işkenceyle, zulümle karşılaşan herkes aynı nakaratları tekrar ediyor. Bu nedir?  Bu zulme, zorbalığa davetiye değil midir? Bir insan açıkça toplum önünde tecavüze uğradığında ” bana tecavüz etme teröriste tecavüz et” veya “ben terörist değilim, terörist olursam, işkence yap” diyor. Bu bir alçaklıktır ve toplumsal alçalmadır; ikiyüzlülük, adaletsizlik, ahlaksızlıktır.

Bu toplumsal  linç çağrıları nasıl meşrulaştırıldı? Bunu yaratan bu devlet ve sermaye düzenidir. Aydınlar, entelektüel denilenler, akademi, basın ille de yazılı ve görsel basın bu alçak zihniyetin yaratıcısıdır. Çok değil yakın tarihlerde bu ülkede yaşanan olaylar, bu ülkenin büyük şehirlerinde devrimcilere karşı sürdürülen sürek avları bu korkak, ikiyüzlü zihniyeti yaratmıştır. Türkiye’nin büyük şehirlerinde yüzlerce insan birer, ikişer, üçer kıstırıldıkları evlerde son model otomatik silah ve bombalarla donatılmış, profesyonel özel  polis timlerince  katledildi ve bütün bunlar televizyonlardan “canlı”, “sıcak”  logosuyla  tüm topluma seyrettirildi. Türkiye’nin İstanbul, Ankara, İzmir, Adana dâhil birçok ilinde böylesi belki yüze yakın operasyonda, yüzlerce genç devrimci öldürüldü.

Türkiye’de tam tarihi bilmiyorum, 50-60 yıl olabilir kaldırılalı, idamlar gündüz, sokakta kitlenin önünde ve tezahüratlar arasında yapılırdı. Daha eskiden infaz edilenler, seyrettirilmekle kalmaz, koparılmış kelleleri veya cesetleri günlerce ibret-i âlem olsun diye teşhir edilirdi. 2000 yıl önce Roma İmparatorluğu’nda ilk Hırıstiyanlar arenalara sürülür ya aç aslan, kaplan türü vahşi hayvanlar veya mesleği gladyatörlük olan eğitimli ölüm mangalarının karşısına çıkarılırdı. Her iki durumda da kurbanların vücutları parçalanır, kan fışkırırdı. Arenayı dolduran kalabalıklar bundan duydukları hazla cinnet geçirirlerdi. Ama bu 2000 yıl kadar önceydi. 2000 yıl sonra 1990’larda aynı vahşet devlet eliyle yapıldı ve bütün olanaklarla, canlı yayınlarla, kare kare bütün bunlar topluma seyrettirildi.

Bunlar nasıl yaşandı örneklerle görelim. 1990’lı yıllar, İstanbul Esenler’de üç katlı bir binanın içinde 3 genç kıstırılmış, bir genç kız ve 2 genç erkek. Çelik yelekli, kar maskeli düzinelerce özel tim mensubu burayı kuşatmış. Çevre binaların çatıları da özel timlerce tutulmuş. Sokakta tezahürat yapan, ölüm isteyen bir kitle toplanmış. Kamera yakın plan bütün bunları gösteriyor. Binanın duvarları delik deşik. İçeridekiler görünmüyor, belli ki teslim olmuyorlar, direniyorlar. Epey bir zaman geçiyor, direnişin olduğu kat sürekli taranıyor, içeriye bombalar atılıyor, spiker evin içine operasyonun başladığını bildiriyor. Tam bir macera filmi sakinliğiyle, kamera yakın çekim balkonu gösteriyor, içeriden birkaç silah sesi geliyor. Otomatik silahlı, kar maskeli iki özel tim mensubu balkona çıkıyor. Bir elleriyle zafer işareti yapıyor, öteki ellerinde otomatik tüfeklerle havayı tarayarak  zaferlerini ilan ediyorlar. Her şey 2000 yıl sonra tekrarlanan Roma arenaları gibi, kan ve ölüm bekleyen dışarıdaki kitle ıslıklar, naralar, çığlıklar eşliğinde gladyatörleri alkışlıyor. Bunlar da yakın plan gösteriliyor, cinnet geçiren bir topluluk. Ve ertesi gün gazeteler içerideki 3 gencin kimliklerini açıklıyorlar. Biri kadın, 2’si erkek üç genç,18-22 yaşları arasındalar.

1990’lar İstanbul’unda bir başka “av partisi” avlananlar yine canlı muhalif insanlar. Yer bu defa Beşiktaş, Beşiktaş iskelesine yakın kafelerden birisi, vakitlerden güpegündüz. İçeride masalarda insanlar, bir masada iki erkek bir kadın. Erkeklerden birisini tanıyorum. 1970 sonlarında birlikte mücadele yürüttüğüm Sivaslı çocukluk arkadaşım Yüksel Erdoğan’ın oğlu İsmet Erdoğan. İsmet mühendis ve İstanbul Belediyesi çalışanı, yanında İstanbul Barosu avukatlarından Fuat Erdoğan ve sendikacı Elmas Yalçın birlikteler. Silahlı polis timi giriyor, masayı çeviriyor, silahlarını çekiyor, mermileri masada oturan 3 kişinin üzerine boşaltıyor. Üçü de olay yerinde ölüyorlar. Her şey bu kadar kolay, basit ve ucuz.

Bir başka örnek, yine yakından tanıdığım 20’li yaşlarda genç bir kadının, Serap Kolukırık’ın infazı. Serap Kolukırık üniversite öğrencisi, İstanbul Maltepe’de kaldığı eve gece sabaha karşı polis timleri operasyon yapıyor ve evde yalnız olan Serap’ı kurşunlayarak katlediyorlar.

Bir başkası, Kartal’da 5 kişinin öldürüldüğü Devrimci-Sol operasyonu. Bu dosyada sanık olarak yargılanan Hanefi Avcı’nın sorumluluğunda gerçekleştirilen bir operasyon. Ertesi gün gazetelerde fotoğraflar yayınlanır, evdeki iki kadın devrimci, Gürcan Eranıl ve Menekşe Meral dizlerinde battaniye, koltukta oturur vaziyette kurşunlanmışlardır.

Bu ve benzeri düzinelerce operasyonda yüzlerce devrimci muhalif katledildi. Bunların hepsi belgeli ve kayıtlı. Bu operasyonların hemen hiç birinde canlı veya yaralı yok, kuşatılanların hepsi öldürülüyor. Çoğu yakın mesafeden kafalarına kurşun sıkılarak, alınlarından vurularak öldürüldüler. Türk basını polislerin kahramanlığını göstermek için mi yoksa “bakın ey ahali devlete karşı çıkarsanız sonunuz alınlarınızın ortasına bir kurşun yemektir” demek için mi bu operasyonların çoğunda benzeri canilikleri birinci sayfalarından büyük resimlerle verdiler.

Eski Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin, yargılandığı mahkemede bir açıklama yaptı. Bu açıklama son 40 yılın özeti gibidir. Türkiye’nin özel polis bölüğünün başı, “Sabahat Karataş’ı ben öldürdüm” dedi. Bunu derken mahkemeye ve kamuoyuna ben kahramanım, terörist bir kadını evinde kıstırdım ve öldürdüm, beni ödüllendirmeniz gerekir, demek istiyor. Burada Türk burjuva zihniyeti, Türk hukuku, Cumhuriyet devleti zihniyeti konuşuyor. İbrahim Şahin boş yere konuşmuyor.

Bu infazlar Mehmet Ağar’ın mecliste kürsüden kendi ağzıyla açıkladığı “bin operasyon”dan bazılarıdır. Hepsiyle ilgili katledilenlerin ve ailelerinin yaptığı başvurular sonucu açılan tüm davalardan infazcı polisler beraat etmişlerdir. Tanık ifadeleri, adli tıp raporları, balistik incelemeler var, olayların oluş şekli ortada, bir çoğu yakın mesafeden ölümcül noktalara ve oturur vaziyette kurşunlanmışlar. Ama Türk yargısı bütün bu olaylarda tek bir polisine kıyamadı, kimseye dokunamadı. Daha önemlisi bütün benzeri katliam timlerinde görev alanlar hızla emniyetin üst makamlarına tırmandılar. Emniyetten kaymakamlıklara, Valiliklere ve devlet bürokrasisinin en tepelerine fırladılar. 12 Eylül meclislerine ve bugüne kadar olan parlamentolara bakın. Meslek olarak devletten gelenler içinde en büyük grup işkenceci, infazcı polis şefliğinden valiliklere ve genel müdürlüklere yükselenlerdir çoğunlukla. Milletvekili, hatta bakan olmuşlardır. Düzende yükselmenin yasası haline gelmiştir; devrimci muhalifleri imha et, yüksel.

CEZAEVİ KATLİAMLARI

Yine 1990’lar ve cezaevleri. Güvenliği devletin kontrolü altında, eli kolu bağlı insanlar. Dışarıda evlerde kuşatıp infaz etme, kurşunlarla delik deşik etme operasyonlarının sürdüğü dönemlerde cezaevlerinde de sık sık operasyonlar yapılmaya başlandı.. Güvenlik güçleri cezaevlerine baskınlar düzenleyip devrimcileri kafalarını ezerek öldürdüler. Ümraniye, Burdur, Buca, Ulucanlar ve Diyarbakır cezaevinde yaşanan vahşet biliniyor. Cezaevinde hamamlarda yapılan işkencelerde, koğuşlarda, hücrelerde, maltada ellerinde kalaslarla, demir çubuklarla kafalarını paramparça ederek, kurşunlayarak öldürdüler mahpusları. Adli Tıp’tan gelen resimler duruyor. Beyni dışarı fırlamış, kafatası parçalanmış görüntüler nasıl bir şey, merak eden basılmış kitaplara bakabilir. Devlet, modern demokratik cumhuriyetimiz neymiş ve nelere kadirmiş anlarlar.

Ve 19 Aralık operasyonu. Aynı gün sabaha karşı 20 cezaevine birden operasyon düzenleniyor. Binlerce asker, polis, bomba, mermi kullanılarak, helikopterlerle, iş makineleriyle, duvarlar çatılar delinerek giriliyor cezaevlerine. Kurşunlarla delik deşik olanları saymıyorum. Yakılan, simsiyah kömür olan bedenlerden de bahsetmiyorum. Sağ kalan ve hala ne olduğu bilinmeyen kimyasallarla bedeni yakılanların neyle yakıldığı aydınlanmış değil. Bu maddeye bomba, kimyasal her neyse, hedef olan insanlar yaşıyor. Bunlardan Hacer Arıkan’ı yakından tanıyorum. Hacer’in kafa derisi yüzülmüş, vücudu, saçları, kaşları yanmış, burnu erimiş, yok olmuştu. Yaşanan vahşetin boyutlarını anlatmaya kelimeler yetmez.

19 Aralık tarihe geçmiştir. 19 Aralık kendisine hukuk devletiyim diyen bir örgütün kanlı eylemidir. Kendi kontrolündeki, güvenliğinden ve her şeyinden kendisinin sorumlu olduğu insanlara karşı giriştiği sınır tanımaz bir caniliktir.Hala kin ve nefret kusuyorlar. Hala katliamdan daha alçakça lanetleme kampanyaları sürdürüyorlar. Bu nedir, neyin nesidir, nasıl bir düşmanlıktır? Bu bir sınıf kinidir, rakibi teslim oluncaya kadar bitmez.

AÇLIK GREVLERİ

Bu memlekete yakın bir tarihte mahpuslar, F Tiplerine karşı çıktıkları, buralarda zulüm yaşadıkları için yüzlerce gün aç kalarak öldü. Ölümlerin en zoruydu, gün gün saat saat, her saniye biraz daha eriyerek öldüler. Bu toplum niye öldüklerini bile merak etmedi. Oysa ki her şeyle oyun olur, her şeyin sahtesi vardır. Ama ölüm gerçektir. Bu memleketin yüzden fazla genç kızı ve oğlu bu gerçek ölüme meydan okudu ve gerçekten öldüler. Ayları bulan bir zamanda, yıllarca süren bir dönemde gerçekten öldüler. Bu memleketin ve bu topraklarda yaşayan insanların kılı bile kıpırdamadı. Bu toplum bu ölümleri duymadı, görmedi, ses çıkarmadı. Halbuki gözlerinin önünde oldu her şey.         

Ölüm orucu yapanlar kim olursa olsunlar, neyi istiyorsa istesinler, ister Merih’ten gelmiş, ister esir düşman askeri olsalardı hiçbir ülke, hiçbir halk böylesi bir olaya seyirci kalmazdı. İsrail’de cezaevinde birkaç Filistinli tutsak açlık grevinde ölseydi İsrail’de yer yerinden oynardı. Bu ölümleri böyle soğuk vicdanla seyredecek hiçbir Müslüman ülke yoktur. Hiçbir Hıristiyan ülkesi de olamaz. Bu ülkede Milliyetçi, Kemalist, Liberal, İslamcı hepiniz sustunuz. Aydınlar sustu. En kötüsü de bu halk sustu. Bu halk vicdanını kaybetti ondan sonra çadırda yanıyor, sele gidiyor, tersanelerde üçer beşer kırılıyor, tabi ki gene susuyor. Bir gün tarih yazacak. 2000’li yılların başında Türkiye’de açlıktan ölen devrimcileri ve onları seyreden bu toplumu yazacaklar.Bugünden geriye onuru için direnen ve ölmesini bilen insanlar kalacak.

Devrimciler buralardan geliyor. Kimseden madalya, makam, servet bekledikleri için değil inançları için dövüştüler ve yüzlercesi kuytu köşelerde, dağ başlarında, işkence odalarında, kuşatıldıkları evlerde, karanlıklarda kalleş pusularda katledildiler. Türk sermaye devleti ve Türk burjuvazisi, daha iyi bir dünya, daha adil bir ülke isteyen on bine yakın genç kadın ve erkeği toprağa gömdü. Büyük çoğunluğu gençlerden oluşan, bu toprakların vicdan ordusuydu onlar ve bu toplumdan hiçbir şey istemediler. Bu toplumun ve ülkenin zenginliklerini hortumlamadılar, emlak veya arazi vurgunu yapmadılar, bankalarda dolarları, euroları olmadı. Büyük çoğunluğunun mezar taşı bile yok. 

Gözlerini açtılar genç yaşta zulmü ve adaletsizliği gördüler. Dosdoğru üstüne yürüdüler. Hak, adalet, eşitlik, özgürlük diye haykırdılar. İşçi, köylü, yoksul, emekçi, ezilenler için dediler. Bağımsızlık demokrasi, sosyalizm dediler. Kahrolsun faşizm, kapitalizm, sömürü düzeni dediler. En çok da sosyalizm ve devrim dediler. Çok, çok kısa kaldılar, şiir gibi yaşadılar. 

Devrimciler, Türk burjuvalarının haram servetlerine ve zorba iktidarlarına karşı çıktılar, çok büyük bir suç İşlediler. Suçların en büyüğü, bu sömürü düzenine isyan etmektir ki isyanlar hakkında hiçbir mahkeme karar veremez. Daha doğrusu bu konu mahkemelerin alanına girmez. İsyan her yerde var olan düzene ve kanunlara karşıdır. Birbirinin zıttı olan şeyler birbirini yargılayamaz. Devrimcileri ve isyanları şimdiye kadar hiçbir mahkeme yargılayamamıştır. Mahkemeler isyancılara ceza verebilir ama isyanları yargılayamaz, isyanları tarih yargılar ve onun adaleti şaşmazdır.

Zulme karşı direniş ve isyan her zaman haklıdır, meşrudur. İsyanlar ve ihtilaller, insanlığın arınma gençleşme ve iyileşme hamleleridir. Devrimciler ve devrimler, tarihin ve toplumun vicdan hareketleridir. Tarihin kendisi isyanların tarihidir. Dînlerin tarihi hatta var oluşları bizzat isyandır. Modern tarih de isyanların tarihidir ve hiçbir mahkeme isyanları mahkum edememiştir. Büyük Fransız ihtilalini yargılamak hiçbir mahkemenin harcı değildir ve akıldan dahi geçirmezler. Başarısız, yenilmiş isyan ve ihtilalleri bile mahkemeler mahkum edemez, hüküm veremez, sadece ceza keserler. 1871 Paris işçi isyanı yenilmiştir ve galipler şehirdeki bütün eli nasırlıları ellerini kontrol edip duvarın dibinde kurşuna dizmişlerdir. Ama 1871 Paris Komünü’nü mahkum eden bir mahkeme kararı yoktur. Tarihe haklı ve meşru bir isyan olarak geçmiştir. Aydınlanmacılara göre başkaldırı ve ihtilal, insanın doğuştan gelen en yüksek hakkıdır. Buyursun, herhangi bir mahkeme bu hakkı men ve söylenenleri mahkum etsin.

DARBELER

Bugün herkesin lanetlemek için yarış ettiği 12 Eylül gökten zembille inmedi. Burası çok önemlidir. 12 Eylül sonrası ve bugünkü tavırlarıyla Türk devlet ve sermaye düzeni ve siyasetleri ibretlik bir ikiyüzlülük içindedir. En alçakça 12 Eylül suçlarına bulaşanlar bugün en küçük bir hicap duymadan darbe karşıtı, demokrasi kahramanı pozunda ortalıkta dolanmaktadır. Bizzat 12 Eylül işbirlikçilerinin ve bugünkü güçlerini 12 Eylül’e borçlu olanların 12 Eylül’ü yargılamaya kalkmaları sahtekarlıktır.Toplumu hafızasız sanabilirler ama bugün siyasal alanı tümüyle kontrol eden AKP ve onun öncülü MSP, MHP ve Gülen Tarikatı’nın 12 Eylül işbirlikçiliğini daha önemlisi toplumun 12 Eylül’e hazırlanmasına hizmet eden saldırganlıkların, kontrgerillanın aleti olarak provokasyonlardaki izlerini hiçbir biçimde yok edemezler. 12 Eylül, ABD ve NATO darbesidir. 12 Eylül, TÜSİAD darbesidir. TÜSİAD ve kontrol ettiği tüm siyasetler, tarikatlar, basın dahil Türk Sağı denilen tüm kesimlerdir. 12 Eylül MHP, Ülkü Ocakları, Türkçü Müslümanlar, Tarikatlar ve MTTB üzerinden yürütülen kontrgerilla darbesidir. Bütün bu güçlerin desteğinde TSK’nın yaptığı bir darbedir.

Her ne yaparsanız yapın gerçek neyse odur, gerçeği ilelebet gizleyemezsiniz. Bugün gizlediğinizi daha ne kadar gizleyebileceğinizi sanıyorsunuz? İstediğiniz kadar 90 yaşındaki Kenan Evren’in bedeni üzerinde tepinin, AKP, Cemaat, MHP, bugünkü basın, bugünkü bürokrasi, yargı, akademik camia hepiniz Kenan Evren’in dizinin dibinde büyüdünüz. Kenan Evren’in kanlı bahçelerinin mahsullerisiniz. Kenan Evren emrindeki 500 bin kişilik ordu, polis gücü, gizli veya açık ajan ağları, kontrgerilla, sivil faşistler, bütün düzen kuvvetleri ekmeği için greve çıkan işçileri, sermaye ve devlet zorbalığına başkaldıran devrimcileri, hakları ve özgürlükleri için ayağa kalkan kim varsa tüm muhalifleri kırdılar. Tam bir kanlı kırım yaşandı. Bu kanlı bahçelerde bugünkü yapı oluştu. Ekmek ve iş için, özgürlükler için, baskı ve sömürüye karşı çıkanlar ezildikçe bugünkü muktedirler semirdi ve beslendi. Başı dik durmaya çalışan Türkiye kırıldıkça meydan sinsi iktidar avcılarına kaldı. Ve onlar şimdi Türkiye’nin tüm tepelerindeler.

Bugün darbelerle hesaplaşma, askeri vesayetin tasfiyesi, demokratikleşme iddialarıyla başlatılan Ergenekon operasyonlarıyla yapılanlar artık netleşmiştir. NATO ve TÜSİAD’ın desteklediği ekip, ordu içinde tabanda güçlü ve etkin olan ekibi tasfiye etmiştir. Bu tam bir kontrgerilla operasyonudur. Bu sürecin hukuk ve mahkemeler eliyle yapılmadığını en iyi bilenler liberallerdir. AB, ABD ve NATO’daki efendileriniz, TÜSİAD ve bizzat TSK, Genelkurmay’ daki hakim bir klik yapıyor diyemedikleri için yalancı pehlivan AKP’yi öne sürüyorlar. AKP, Ergenekon operasyonlarıyla gerçek kontrgerillanın üstünü örterek kendisi kontrgerillanın hizmetine girmiştir. Bütün bu süreç demokrasi masalıyla örtülerek, kontrgerillanın meşrulaşarak sistemleşmesi, 12 Eylül’ün kalıcılaşarak kurumlaşması yönünde evriliyor. Kontrgerilla anlaşılmadan Ergenekon anlaşılamaz.

Koca koca generalleri titreten ne AKP’dir ne hukuk, guguk denilenlerdir. TSK generallerini kurban eden başkalarıdır. AKP burada kurban sahibi değil kasap rolündedir. Kurbanı keseni uluslararası destekle Türk sermayesidir. Türk sermayesi kendisine şimdiye kadar hizmet eden Kemalist bürokrasiyi, Ergenekon koçu olarak kurban ediyor. AKP bıçak elde Ergenekon doğruyor. Ergenekon’da kontrgerillanın yargılandığı ise, kontrgerillanın bu basit hileye inanları gördükçe kıs kıs güldüğü bir gösteridir. Ergenekon’da sınırlı sayıda kontralar vardır, bunlar artık teşhir olmuş ve bundan dolayı feda edilen uzun tırnaklardır. Ne Veli Küçük, ne Kürt savaşının kirli subay eskilerine tek bir somut suç atfedilmiyor.

ÇÜRÜMÜŞ SİSTEM ER GEÇ YIKILACAKTIR

Bugün, mevcut sistemin tümü kurumsal olarak 12 Eylül’ün devamıdır. Ancak doğrudan devamı değil gelişmiş, sistemleşmiş ve çürümüş haliyle devamıdır. Hemen herkesin ve iktidar yalakası liberallerin söylediği gibi Türkiye önemli bir değişime uğruyor. Türkiye’deki bütün önemli değişimler gibi emperyalizmin bastırması ve Türk sermayesinin çıkarları bunu belirliyor, bunlara uygun olarak devlet dönüştürülüyor. Bunun demokrasiyi geliştirmekle de özgürlüklerle de ilgisi yok. Eski devlet yapısı işlevsel olmadığı ve eskisi gibi devam etmesi imkansız hale geldiği için devletteki dönüşüm zorunlu hale gelmiştir. Değişim denilenler bu içeriktedir. Yoksa eski devlet ne ise ve kime hizmet ediyorsa yeni devlet de yine aynı kesimlerin hizmetinde olacaktır.

Ama sistemin toplumsal tabanı genişletilmektedir. Türk devlet ve sermaye düzeni cumhuriyetin kuruluşundan beri zaman zaman kullanmakla birlikte daha çokça dışladığı İslamcı kesimleri içine alıyor. Yaşlanmış ve eskimiş bu halk düşmanı yapı, yeni bir kitle dinamiğiyle gençleştiriliyor, kirli düzene taze kan aşılanıyor. Aynı zamanda İslam tüm geleneksel eşitlikçi ve halkçı söylemlerinden arındırılıp kapitalizme, sömürüye, sermaye zorbalığına itirazı olmayan, gücü ve iktidarı kutsayan bir operasyona uğratılıyor. AKP bu süreci tamamlayıncaya kadar Türk sermayesi ve devletinin yıldızıdır. Bu görevler hızla tamamlanmaya doğru gidiyor ama yapacak bazı işler daha var.

10 yıldır Müslüman ve dindar olduğunu her konuda ifade eden bir hükümetle yönetiliyoruz. Dindar ve Müslüman bu hükümet zamanında ne tür değişiklikler oldu? Ekonomik, siyasi, ahlaki olarak ne yönde bir gelişme yaşandı? Holdinglerin karları dışında olumlu yönde gelişen ne var? Ekonomide daha adil bir bölüşüm mü oldu? Daha eşitlikçi mi oldu? Siyasi olarak özgürlüklerimiz mi arttı? Fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık suçları mı azaldı? Ne oldu? 10 yılda Türkiye’de bütün suçlarda artma oldu. Cinayet, hırsızlık, seks ve porno sitelerine giriş ve malzeme satışları patlama yaptı. Daha iğrenç bir gerçek, Türkiye çocuk pornosunda dünyada ilk sıralarda geliyor. Cinayetler artıyor, hırsızlık artıyor, servetler artıyor. Memur, işçi, emekçilerin ücretleri azalıyor. Türkiye büyüme hızında rekor kırıyor, Türk sermayedarlarının servetleri ve karları anormal boyutta, füze hızında yükseliyor.

Geçtiğimiz günlerde Başbakan dindar bir gençlik yetiştirmek istediklerini söyledi. Dindar gençlik derken karşısına tinerci çocukları koydu. Tinerci mi olsunlar dedi, bunu diyebildi. Bu bir zihniyettir ama asla İslamla veya Allah’la ilgili bir zihniyet değildir. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Kemal Unakıtan vb. İslamcı, dindar geçinip bu ülkeyi yönetenlerin çocukları, çocuk yaşta milyon dolarlık şirketler kurabildikleri, milyon dolarlık gemilere sahip olabildikleri için, bu tamamen adaletsiz, ahlaksız ve gaddar dünya düzeni sebebiyle o çocuklar sokaklardadır. Hangi ölçüyü alırsanız alın, aşiret hukukuyla, medeni kanunla, İslam hukukuyla, hiçbir anlayış bu çocukları suçlu görmez, aşağılamaz.

Büyük şehirlerin köprü altlarında, yıkık bina kalıntılarında, İstanbul surlarının yıkıntılarında kalan 8-10 yaşındaki küçük çocuklara bakın. İzbeleri dolduran binlerce çocuk. Sadece çocuklar mı? İstanbul’un hemen her merkezinde buz gibi ayazda kıvranan kimsesizler, evsizler, köşe başlarında bekleyen yaşlı fahişeler var. Bu toplum öyle bir hale gelmiştir ki, yanlarından tiksinerek bakıp geçiyorlar. On binlerce, yüz binlerce insan bu manzaralara bakıyor, görüyor ama tek bir kişi orada kendi gibi bir insan görmüyor, bir pislik, bir artık görüyor.Sömürü düzeninin yarattığı açlık, yoksulluk, çürüme ve bütün bunlar  karşısında toplumun duyarsızlığı ürkütücüdür.

Başka hiçbir sebep olmasa, sadece bu yüzden evet sadece bu yüzden bu adaletsiz sistemi lime lime etmek, parçalamak ve yıkmak istiyorum. Bu güne kadar elimden geldiği ve gücümün yettiği müddetçe, bütün yolları kullanarak bu ahlaksız düzeni yıkmak için mücadele ettim ve mücadeleye devam edeceğim. Bu konuda yaptıklarımdan değil yapamadıklarımdan dolayı suçluyum. 

SİSTEMİN İÇ YÜZÜ

Deniz Feneri davası ve bu davada yaşananlar her bakımdan sözün bittiği yerdir. Bu dava HSYK’dan başlayarak tüm yargının ayaklar altında sürünmesidir. Bir davayı yürüten savcılar dava bitmeden görevden alınıyor, yetmiyor haklarında soruşturma başlatılıyor. Savcılar hakkında soruşturma açılırken savcıların tutukladığı sanıklar serbest bırakılıyor. Deliller karartılıyor, yeni savcılar örgüt ve nitelikli dolandırıcılık yok diyerek davayı kapatmaya hazırlanıyor. Allah adına, hayır için toplanan paraları çalanlar serbest bırakılıyor, onları soruşturan savcılar soruşturmalık oluyor. Bırakılanlar kimler? İktidar partisiyle, Başbakan ve bakanlarla yakın ilişkide olanlar.

Hayır kurumları resmi ayrıcalıklı, serbest, vergisiz vb. yasal para toplama hakları var. Bu hayır kurumu derileri kemiklerine yapışmış, aç ve ölmek üzere olan Somalili, Sudanlı çocukların fotoğraflarının olduğu afişleri bastırarak para topluyor, sonra da bu paraları iç ediyorlar. Bırakın İslamı, hiç bir kavim ve inanç böyle bir soysuzluğu kabul edemez. Bu insan soyuna hakarettir. Bunlar Kur’andaki Semüt Kavmi’nden beterdir. Bütün bu sistemin tepelerindeki, toplumun tüm kesimlerindeki Müslümanlar, Müslüman aydınlar, din büyükleri, ulema bu sahtekarlığı bilmiyor musunuz, bilmiyor gibi mi yapıyorsunuz? Ortada az buz iddia yok. Ben parasal rakamların büyüklüğünden bahsetmiyorum, ben imansızlığın ve hayasızlığın büyüklüğünden bahsediyorum. Bütün bunlar yaşanırken arsızca dindar nesil yetiştireceğiz diye ortaya çıkıyorlar.

Televizyon ve gazetelere göre Türkiye hem hızla kalkınıyor, hem çağ atlıyor, zenginlik, lüks ve ihtişam içinde yüzüyor. Kimse Türkiye’nin iş kazalarındaki ölümlerde “dünya birincisi” olduğundan bahsetmiyor. Baraj kapağı çatlıyor 10 ölü. Maden ocağı çöküyor 14 ölü. Çadır yanıyor 11 ölü. TEDAŞ işçileri buzun üzerinde saatlerce kurtarılmayı beklerken donuyor 5 ölü. Tuzla Tersanesi’nde patlama 2 ölü. Hepsi geçtiğimiz birkaç ayın cinayet bilançosu. Güya Çin vahşi kapitalizmin ve çalışanların köleleştirilmesinde en önde gösteriliyor. Türkiye işçi ölümlerinde oran olarak Çin’in önünde. Bu nasıl bir ülke? Niye bu ülkede ekmek parası için ölenler kimsenin umurunda olmuyor? Bu soruyu patronlara değil, kendimize soralım. Bu iktidarın peşinden giden Müslümanlara soralım. Zulüm sizi ilgilendirmiyorsa, hayâsız patron zorbalığı ve sömürüsü sizi ilgilendirmiyorsa, yoksul ve biçareler, yetim kalanlar sizi ilgilendirmiyorsa siz hangi Müslümanlardansınız?

Dünyada herkesi geride bıraktık, süper ülke olduk deyip coşuyorlar.
Coştukça acımasızca, kudurganca saldırıyorlar. 12 Eylül’ün bile cesaret edemediği kazanılmış hakları yok ediyorlar. İşçi haklarına, sosyal güvenliğe, kıdem tazminatına saldırıyorlar. Siyasal hakları demokratikleştireceğiz deyip faşistleştirdikleri gibi emekçi haklarını da yükseltiyoruz deyip yok ediyorlar.  2011 yılını kar patlaması yaparak geçirdikleri açıklandı. 2012’de yoksulların kıdemlerine konarak, son lokmalarını da aşırarak çatlayacak boyutlarda kar edecekler. Bunların kalkınma dedikleri budur.

Alın başınıza çalın çağ atlayan süper güç Türkiye’nizi. Son bir ayda kaç anne açlıktan, çaresizlikten çocuklarını öldürüp intihara kalkıştı. Ben üç anne biliyorum. Adana’da Emine Akçay, 26 yaşında, Antalya’da Fatma Derik o da 26 yaşında, Aydın’da Yasemin Özdemir 36 yaşında. Annelerin çığlığını duymayan, anneleri çocuklarını öldürmeye ve intihara sürükleyen bir topluma her şey denilebilir ama imanlı bir toplum denmez. Anneler çaresizlikten peş peşe çocuklarını öldürüp intihar ederken, Türkiye’nin yöneticileri bunun farkında bile değil. Müslüman burjuvalar zenginliklerine zenginlik katmakla meşgul. Gazetelerde annelerden birinin ölüm haberi çıktığında, dindar Başbakanımız dünya çapında bir sermayedar ile yerli bir büyük zenginin ortak olduğu ortak olduğu AVM’nin açılışını yapıyordu. Müslüman sempatik Cumhurbaşkanımız ise Kayseri patronlarıyla birlikte başka açılışlardaydı.

Aynı günlerde kendilerine İslamcı aydın, münevver diyenlerin başında olduğu bir gazetenin Pazar ekindeki haberler ve ilanlar her şeyi anlatıyor. Önce özel devekuşu derisinden imal edilen 20 bin liralık Hermes çantaların kapışıldığı alışveriş merkezleri anlatılıyor. Ardından içinde 7 bin çeşit ürün bulunan gıda, alışveriş yerleri tanıtılıyor, sonra gitmenizi önerdiği bir restoran ve yemekleri; “Deniz manzaralı bir teras kattayız. Önden Sicilya usulü zeytinyağlı sardalye geldi, içinde arpacık soğan ve zelişüzümü. Derken sarı kız mantarlı risotto, üstü kuzu küşneme, adaçayı ve pestolu olarak. Ana yemek olarak ise levrek filetosu ardından Japon baklası, sote karnabahar, yeşil soğan ve limonlu patates ezmesi..”böylece devam ediyor.

Aynı gazetenin alt kısmında başka küçük bir haber. Başlık “Yasemin’in neler çektiği öldükten sonra anlaşıldı” “Aydın Nazilli’de yaşayan üç çocuk annesi 36 yaşındaki Yasemin Özdemir, evinde ölü bulundu. 4 yıl Önce eşinden boşanan ve yalnız yaşamaya çalışan kadının kirayı ödeyemediği için ev sahibi tarafından eşyalarına el konulduğu ortaya çıktı. Evde sadece yatağı olduğu, cüzdanında hiç para olmadığı ve evde yiyecek bir dilim ekmek bile olmadığı anlaşıldı. Komşular cenazenin ortada kaldığını söylüyor.” Gazete, ölüm sebebi için bir şey söylemiyor. İktidar yanlısı gazetemiz belki de yukarıdaki ekinde anlattığı yiyecek bolluğundan sonra bir annenin açlıktan öldüğünü yazmak istemiyor.

SAVAŞ VE EMPERYALİZM

Bu dünyanın geleceği yok. Ekolojik yıkımın, talan ve sömürünün akıl almaz boyutlara vardığını görüyoruz. Yüz binlerce, milyonlarca insan emperyalist devletlerin kararlarıyla bombalar altında can veriyor.

Gene de kapitalizmden medet umanlara hatırlatalım. Kapitalizm kendi kalelerinde çöküyor. Sefalet ve çöküşün alanı artık kenar ve çevre değil, Londra, Paris, Washington merkezlidir. Bu kapitalizmin kaçınılmaz kaderidir. Üç yüz yıldır kainatı talan edip tüketmiştir. Hem tabiatı hem beşeriyeti tüketmiştir. Yaşaması tüketmek üzerine kurulu olduğu için tüketeceği bir şey kalmadığı için kendisini tüketmiş, can çekişen ve en tehlikeli dönemini yaşayan bir canavara dönüşmüştür. Türkiye dâhil bütün sermaye devletleri bu canavarın hizmetinde ve kölesi durumundadır. Bizim mücadelemiz kişiler, kavimler devletler üstüdür ve bu canavara karşıdır.

Bu canavar bütün insanlığı yutmak üzeredir. İnsanlığın en büyük savaşı bu canavara karşı bugün süren savaştır. Kim hangi inancı besliyor, savunuyorsa kendi yolundan bu büyük savaşa katılmalıdır. Musa peygamber firavuna karşı kavmini kurtarmak için savaştı. Hazreti İsa Roma’ya karşı bütün insanlığa seslendi. Hazreti Muhammed Mekke tüccarları şahsında bütün yeryüzü firavunlarına savaş açtı. Firavun güçlüydü, Roma İmparatorluktu, dünyanın bütün Firavunları da güçlerinin zirvesindeydi. Ama bunların hepsi bugün çöken ve can çekişen kapitalizm canavarının yanında çocuk oyuncağı kalırlar. Tehdit bütün insanlığadır. Tehdit beşeriyete olduğu kadar tabiatadır. İnançlar, kültürler, halklar, bitkiler, hayvanlar tehdit altındadır. Bir bütün varoluş ve gelecek tehdit altındadır. Bundan dolayıdır ki bu savaş en büyük savaştır. İnsanlığın bir bütün olarak ya yok olacağı veya tümden sermaye canavarlığından kurtulup salaha ereceği büyük savaşıdır.

Türkiye’nin veya boyunduruğu altında olduğu herhangi bir devletin güçlenmesini isteyen, bu ölüm yarışını güçlendirmiş, büyütmüş olur. Bu ölüm yarışının kazananı yoktur ve tarih boyunca da olmamıştır. Doğu-batı diye çatışmıştır. Dinler olarak çatışmıştır.  Hristiyanlar Hristiyanlarla, mezhepler birbirleriyle, mezhepler kendi içinde çatışmıştır. Kavimlere, mezheplere bölünerek çatışmıştır. Herkes kendini haklı görmüştür. Tarihte en çok Müslüman kanı Müslümanlar arası savaşlarda akıtılmıştır. Türkiye’de, bölgede bugün tarihte görülen bütün canavarlıkları, kırımları gölgede bırakacak büyük devletler, Müslüman devletler halinde bölünmüş korkunç bir İslam mezhepleri çatışması mayalandırılmaktadır. Ve maalesef, hiçbir şans yok, son hızla bu kanlı bataklığa doğru içimizden ve dışımızdan itiliyoruz. 

Emperyalizm dediğimizde müstehzi alaylarla, üçüncü dünyacılık, soğuk savaş dili diyen liberaller başta olmak üzere dönem aydınları tam bir ikiyüzlülük ve ihanet içindedir. Emperyalizm yalansa bu dünyada her şey yalandır. ABD’nin saldırganlığı yoksa, Fransa ve İngiltere  ülkeler işgal edip kan dökmüyorsa, bunlar yalansa doğru nedir? Günümüz aydınının en büyük ihaneti buradadır, koskoca taş gibi, kanlı canlı emperyalizmi yok sayıyorlar.

Bu yüzyılın başında Rus çarlığını yıkıp Sovyetler Birliğini kuran Lenin “Emperyalizm; asalak, çürüyen ve can çekişen kapitalizmdir.” demiş ve “devletlerin çıkarları” denilen ölüm yarışını reddetmiştir. Kendi devletine açıkça karşı çıkarken bunu tüm dünyada kendisi gibi düşünen komünistlerle beraber yapmak istemiş, ancak başarılı olmamıştır. Emperyalist savaş başladığında onlar devletlerinin yanında yer almışlar ve kendi burjuvalarıyla birlikte hareket etmişlerdir. Lenin bu ihanet kervanından ayrılır, onları ihanetleriyle birlikte tarihe gömer. Emperyalist savaşa karşı mücadeleye devam eder. Partisiyle birlikte Rusya halkına “savaşa karşı iç savaş” çağrısı yapar. 

Anlatmak istediğim Lenin ve Sovyetler Birliği değil, bu tarihi olaydır. 

Türkiye’nin egemenleri dün Cezayir’de, Filistin’de ne yaptılarsa bugün daha ağırını yapıyorlar. Dün Cezayir Müslümanlarının Fransız emperyalizmine karşı verdiği mücadelede Fransızları desteklemiş, Filistin halkını yurtlarından söküp atarak kurulan İsrail işgalcilerini tanımak gibi uğursuz ve utanç duyulacak işlere imza atmışlardı.

Libya gibi Suriye’deki müdahalenin de içindedir Türkiye. “Müslümanlara zulüm ve katliam yapılıyor bunun için Suriye’ye karşıyız” yalanlarına kim inanır? Irak’ta, Lübnan’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da Müslümanlara zulüm yapılmıyor mu? Türkiye bütün bu Müslüman kıyımlarına lojistik destek vermiyor mu? Herkes istediğine inanmakta serbesttir ama kimse emperyalist ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın Suriye halkının acılarını dindirmek istediğine çocukları bile inandıramaz! Kuşkusuz Libya ve Suriye’deki rejimler bizim hedeflediğimiz-model aldığımız bir yönetim ve yaşam biçimi değildir. Ama bütün bunlara rağmen Suriye’de savunacağımız bir çok değer vardır ve emperyalist müdahale hiçbir biçimde savunulamaz. Bugün Suriye içinden çıkılmaz bir girdaba sokulmuştur.

Bu koşullarda herhangi bir Müslüman ülkeye savaş ilan edenler direkt kendi halkına savaş ilan etmiş demektir. Suriye’ye, İran’a savaş emperyalizmin maşalığıdır ve Türkiye halklarına ihanettir. Türkiye halkları, Türkler, Kürtler, Müslümanlar böylesi bir savaşı kendilerine karşı bir savaş olarak görecektir. Bugün Suriye üzerinde uluslararası kanlı bir tezgah kuruluyor. Türkiye de büyük patronlar, onların temsilcisi iktidar, medya leş kokusu, kan kokusu almış akbabalar gibi gagalarını keskinleştiriyorlar. Suriye’ye açılacak savaş halka karşı açılmış savaştır. Bize karşı açılmış bir iç savaştır. 

Suriye’de olan budur, olacak olanlar ise daha dehşet ve acımasız planlardır. Türkiye içeride nasıl kokuşmuş, arsız bir zengin takımının çete düzeniyse, eşitsiz ve adaletsiz ise dış dünyada da aynıdır.  

GELECEĞİNİ KURMAKTA OLAN KÜRTLER

Türkiye halkları esirdir. Holdinglerin, bankaların, kumarhaneci turizmcilerin, borsa kumarcılarının, dev emlak ve müteahhit şirketlerinin esareti altındadır. Adına TC Devleti denilen bu dev mekanizma bu kumarhane -borsa düzenini korumak için vardır. Türkiye’de emekçilerin ve halkların kurtuluşu bu çelik mengeneyi kırmak sorunudur.

Türk sermayedarları bin bir politika hileleriyle bu esareti meşrulaştırıyor, daha önemlisi topluma benimsetiyorlar. Sünni Türkler Aleviler üzerindeki esareti, laikler dindarlara dönük baskıları, Türkler; Kürtler ve tüm diğer azınlıklar üzerindeki, toplumun orta kesimleri tüm yoksullar üzerindeki esareti destekliyor. Hep beraber bu toplumun değişik kesimleri, diğer kesimlerinin üzerindeki baskı ve hak gasplarını meşrulaştırıyor. Gerisini sermayedarlar adına devlet denilen dev mekanizma hallediyor. Bu mahşerde her türlü hak ve adalet ayaklar altında çiğneniyor.

Türk egemenlik sistemi bu kurt kapanını laiklik ve dindarlar üzerinden kuruyor. Her iki kesimde kendi cellatlarını sırtında taşıyorlar. Bütün muhalif hareketler de ya bu mekanizmalar içinde eritiliyor, olmazsa imha ediliyor. Bu kurt kapanını ilk kıran Kürt özgürlük mücadelesi olmuştur. Kürtler bu mekanizmayı kırıp dışına çıkmıştır. Kürtler Türk sermayedarlarının çeperinden çıkmış; fakat başka bir sermayenin kontrolüne girmemiştir. Türk burjuvalarına karşı Kürt burjuva sınıf için değil Türk ve Kürt emekçilerinin ortak geleceği için mücadele ediyorlar. Bu sistemde hatta tüm dünyada lanetlenmelerinin sebebi budur.

Türkiye’de Kürtlerin haklı davasını görmeyen hiçbir hak talebi kendini gerçekleştiremez. Türkiye’de tüm hak ve özgürlüklerin baş düşmanı olan Türk egemenlik sisteminin tam cepheden karşısında Kürt mücadelesi durmaktadır. Haklı ve onurlu bir mücadeleyi 30 yıldır sürdürmektedirler. Bu gerçeklerden dolayı bu topraklardaki en temel hak ve özgürlük davası Kürt özgürlük davasıdır. Hiçbir ezilen kesim bu haklı davayı yok sayarak kendi davası olarak görmekten kaçınarak hiçbir hakkını savunamaz, koruyamaz. Bu hayatın bütün alanları için geçerlidir. Hak ve özgürlük güçlerinin Kürt haklı davasına uzak durmaları en başta kendi mücadelesini zayıflatacaktır.

Bu haksız savaş son aşamasına gelmiştir. Bütün göstergeleriyle Türk devleti bu savaşı kaybetmiştir. Bir mağarada 15 Kürt kadın gerillayı öldürmek, bunu son teknolojik silah üstünlüğüyle donatılmış binlerce asker ve özel timlerle gerçekleştirmek kimseye onur kazandırmaz, başarı getiremez. Haksızlık böyle bir durumdur, kazandım dediğinde 15 kadın gerillayı öldürdüğünde kaybedersin.  Bu artık kadınlara karşı bir savaşa dönüşüyor. 15 yaşından 80 yaşına kadar cezaevlerinde binlere varan Kürt kadını var. TC devleti Kürt çocuklarıyla savaşıyor. Çocuklarla savaşmak, çocuklara hapis eziyet ve ölüm uygulayan her kim olursa olsun baştan kaybetmiştir. Savaştan önce ahlakını ve vicdanını kaybetmiştir.

Bugün bu savaş hem içeride hem dışarıda çok daha kanlı ve geniş bir boyuta doğru tırmanmaktadır. 30 yılın deneyleri göstermiştir ki Türk sermayedarları bu kanlı savaşı durdurmayacaklardır. Burası kesindir. Bu noktadan sonra Türk egemen güçleri bu savaşı sonuna kadar sürdüreceklerdir bu onların iktidarları için varlık yokluk sorunudur. Ya Türk halkı ve emekçileri bu savaşı bitirecektir ya da bu savaş bu toplumu bitirecektir.

Kürt özgürlük davasını kanla ve zulümle ezmeye çalışan egemenler, yoksul Türkiye halkları üzerindeki baskı ve sömürüyü iki katına çıkartmıştır. Türkiye’de en çok horlanan ve ayaklar altında sürünen yoksullar ve çaresizlerdir. Türkiye toplumunun onurlu ve adaletli bir toplum olabilmesi için ezilenlerin, sömürülenlerin ayağa kalkması zorunludur. Birarada yürüyen adalet ve özgürlük davalarını hiçbir güç yenemez. İşçiler ve tüm ezilenler, Kürtler mücadelelerini birleştirdiğinde haksız ve zorba Türk egemenlik sisteminin ömrü çok uzun olmayacaktır.

SONUÇ YERİNE

Sermayenin adaletsiz ve zorba Türkiye’sinin yanında bir başka Türkiye hep oldu. Hak ve adalet arayan Devrimci Türkiye’den bahsediyorum. O Türkiye hep vardı. Sürekli ezildi ama hiç yok olmadı, bir saatin tiktakları gibi düzenli ve biteviye hep işliyor. Yeryüzünde zulüm, adaletsizlik ve eşitsizlik doğduğundan beri eşitlik ve adalet isteği de hep vardır. Zorbalığın büyüklüğünden, eşitsizliğinden dolayı, Türkiye’de adalet ve eşitlik arayışı hiç eksilmemiştir.

Devrimci Türkiye kapitalist Türkiye kadar gerçektir. Türkiye’de soygun, sömürü, sokaklara taşan zorbalık büyüdükçe ne kadar kırarsanız kırın devrimci güçler sürekli mayalanmakta ve gelişmektedir. Tarihe bakan bakmayı bilen herkes bu gerçekliği görür. Er veya geç Türkiye’de zulmün saltanatı yıkılacak, paraya kölelik dönemi bitecektir. Türkiye adil, eşit ve özgür insanların memleketi olacaktır. Tarih göstermiştir ki, insanlar gibi kurumlar ve düzenler de fanidir. Koca koca imparatorluklar bir daha gelmemek üzere çökmüştür. Kapitalizm de doğduğu gün ölümlüdür. Her gün insanlık onunla hesaplaşıyor. Sosyalizm kapitalizm kadar gerçektir. Hatta geleceğin sistemi olarak kapitalizmden daha gerçektir.

Silahların, paranın, doymak bilmez kar hırsının kan ve ateş denizine çevirdiği bu vahşet dünyasına isyan ettik. Hiç bir şey yapamasak da bu rezil aleme “hayır” dedik? Bu uğurda yanlış ve hatalarımız bile paranın ve zorbalığın yörüngesinde çırpınanlardan bin defa kutsaldır. Beşeriyet ve kainat kan ve ateş içindeydi, hala öyledir. Bizler kaplumbağa ve serçe misali bu ateşi söndürmek için çırpınıp durduk. En büyük hatamız, en ağır suçumuz etkisizliğimizdir. Bundan dolayı yaptıklarımızdan değil ancak yapamadıklarımızdan sorumlu tutulabiliriz. Etkisizliğimiz, kahredici düzeydedir. Bu nedenle her türlü eleştiriye de cezaya da razıyız. Bunun dışında her şey nasıl olması gerekiyorsa öyle olmuştur. Bugünün egemenleri tarihe zorbalar olarak geçer, 12 Eylül ekmeğe, özgürlüklere karşı alçakça bir savaş olarak geçer. Orada direnenler kalır. 18 yaşını doldurmadan dimdik sehpaya giden Erdal Eren kalır.

“Bütün Türkiye ayaklarımızın altında, en büyük biziz” diyebilirsiniz. Şirketleriniz biraz daha büyüyebilir, banka hesaplarınız biraz daha şişebilir, zenginliklerinize zenginlik katabilirsiniz. Bu düzendeki her şey sizin olabilir, hepsine sahip olabilirsiniz. Medya starlarınız, birbirinden meşhur yıldızlarınız, polis şefleriniz, omzu kalabalık generalleriniz, hepsi sizin olsun. Ama asla bir Deniz Gezmiş’iniz olmayacak. Davası olmayanın Deniz’i olmaz!

Devrimciler sizin düzeninizin bütün kutsallarını çoktan çöpe attılar. 6 Mayıs 1972 şafak vakti idam sehpası hazırdı, TSK subayları hazırdı, savcı hazırdı, cellat hazırdı, sehpaya çıkarıp ipi boğazına geçirdiler. Deniz celladı beklemeden sehpayı tekmeledi. Biz bu düzenin her şeyine çoktan tekme attık. O tarihten bu güne bu topraklarda bizim başımızı eğecek hiçbir olay yoktur ve olamaz.

                                                                                                           Mehmet Güneş

Saraylar saltanatlar çöker
kan susar bir gün
zulüm biter.
menekşeler de açılır üstümüzde
leylaklar da güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler…

(Adnan Yücel)

Savunma metninin tamamı buradan izlenebilir.