Demokratik ve özgür bir komünal gelecek için faşizme karşı birleşik mücadeleyi yükseltelim, ama nasıl? – Şiar Atakan

Beş zayıftan, bir şişman çıkarmak değildir gayemiz. Aynı zamanda beş benzemezi de, bir araya getirmek değildir meramımız. Geçmişten bugüne devrimci komünist teori ve pratikleri, ne toptan reddediyoruz, ne de toptan kabul ediyoruz. Tarihin ve yaşanan somut nesnel gerçekliklerin ve de savunulup da pratiğe dökülen tezlerin ve uygulanan politikaların, öyle kabala bir alıcısı olmadığımız gibi, mekanik tekrarcıları da değiliz. Aynı şekilde, hep barış hiç savaş yok ya da hep savaş hiç barış yok anlayışı ve çizgisini de benimsemediğimizi özellikle vurgulamak isteriz.

Neyin ve nelerin eski, yanlış ve doğru, neyin ve nelerin yeni, doğru ve yanlış oldukları sorunu, klasik felsefenin de önemli bir sorunu olmuştur. Her şeyin eski ve yanlış yada doğru ve devrimci olduğu argümanı ve tasavvuru, bizlere ait değildir. Yepyeni diye bir şey yoktur ve bu sübjektivizmdir. Geçmişin her şeyi yanlıştı şeklinde bir mantığın, sakat olduğunu da baştan söylemek durumundayız. Geçmişine genellikle lanet okuyanların, bunalıma düşenlerin özelliği olduğunu belirtirsek yerinde olur. Şimdiki her şeyin doğru olduğunu savunmak da, aynı şekilde sakat ve bizlere ait değildir. Özellikle kendilerine gıcır süsü verenlerin de, çok fazla geçmeden köhneme vaziyetlerini de vurgulamadan geçemeyiz.

Hemen her şeyi kendi tekelinde gören, inisiyatifi gerçek sahipleri ve öznelerine bırakmak yerine, onlar adına teori ve pratik politikalar gerçekleştirmek, yüzlerce yıllık yaşanmış tecrübeler karşısında, hala öncülük adına böyle bir anlayıştan kopmamak, ideolojik bir hastalıktır. Bu hastalığa karşı, kökleriyle birlikte bütünlüklü ideolojik mücadele vermeden, düzlüğe çıkamayacağımız kesindir. Zira geçmişten bugüne habire mutasyona uğrayarak ideolojik zehirlemelerine devam etmektedir.     

Geçmişte ortaya çıkan kurumlar ve örgütlenmeler, siyaset yapma biçimleri, öngörülen ve uygulanan politikalar, araçlar ve yöntemler, o dönemlerin objektif verili koşullar gerçeklikleri ve gelişmeleri üzerinden yükselen yaşamın ortaya çıkardığı ve o süreçlerdeki hakikati değiştiren bileşenlerdi. Bütün bunları toptancı bir mantık ile adına ne dersek diyelim tıpkı Post- Marksist(gelinen aşamaya kadar oldukça çeşitlenmiş olarak Post- Marksist/ Leninist, Post- Marksist/ Leninist/ Maoist)’ lerin yaptığı gibi inkar etmek yada lanetlemek de dahil, yaşanmış onca işlevsizlik ve geçersizliklerine rağmen, hala Ortadoksça savunmak ve üzerinde titremek de, bizim işimiz olamaz. Zaman ve gelişen süreçler karşısında, diğer şeyler gibi, geleneksel siyasi bileşenler ve tarzları da, değişen zamanın ruhuna- özüne ve içeriğine uygunlukta gerekli değişim hamlelerini gerçekleştiremedikleri için, işte o andan başlayarak bugüne, ciddi kırılmalar eşliğinde zevahiri kurtarmak şöyle dursun, sürekli geriye doğru çark etmişlerdir. Tabi ki burada sorun, onların hepsini topluca bir kenara bırakmak- atmak değildir. Aksine daha eski süreçlerden beri zincirleme bir şekilde devam eden ve her geçen an- saat- gün ve yılları alan süreçte kendi anlayış ve kavrayışları, teori ve pratik çizgilerinden başlamak üzere onları, radikal olarak değişime uğratmaktır. Bir kısım yanları, bir neşter gibi kestirip atarken ve tarihe havale ederken, diğer kalan yanları ise yeni dönem ve süreçlere uygun biçim ve tarzlara dönüştürerek geliştirmek ve ilerletmektir. Esas mevzumuz, özel mülkiyet üzerinden şekillenen egemenlik odaklarının kurulu düzeninin mutlaka ötesine geçerek, gerçek hareketin kendisi olmaktır. Haklar ve görevlerden, olası herhangi bir bürokrasiden ve imtiyazlardan, temsili burjuva parlamentarizm ve burjuva demokrasisinden arınmak, böyle bir düzen ötesine doğru konum almak, zulüm ve sömürünün olmadığı gerçek yaşam ve özgürlüğün, şimdiden uygun alt yapı temellerini de atacak bir tünel kazma eyleyişini layıkıyla gerçekleştirmektir. Zira gerçek, hareketin bizzat kendisidir.

Zorunlulukları fethedemezseniz, aşınır ve aşılırsınız              

Burjuva medeniyetçi paradigma ve onun her bir alana yönelik çizgisine karşı mücadele, bizlere ertelenemez görevler yüklemektedir. Burjuva hiyerarşisi ve bürokrasinin de kökleriyle reddedilirken, bugünden alacağı biçim ve içeriklere yönelik de çözümsüz olamayız. Halkı yönetime muhtaç bırakmak asla değil, bizzat odağında halk kitlelerinin olduğu ve doğrudan kendi kendini yönetim mekanizmaları üzerinden yükselmek zorundayız. Burjuva hiyerarşik örgütlenme ve içeriklerini, zorunluluk ve biçarelikten kaynaklı savunup üzerinde titremek yerine, bugünden ve şimdiden reddetmeliyiz. Hâlihazırda nasıl savunuluyor, geçmişte nasıl oldu ve gelecekte nasıl olacağına ilişkin, gayet somut ve açıklıkla ayakları yere basan düşünce ve politikalarımız, asgari ve azami toplum projelerimizi şimdiden netleştirmek durumundayız.

Bu eksende Komünal Parti, Komünal Devlet ve Komünal Toplum için Birleşik Parti, Birleşik Devrimci Savaş ve Birleşik Devrim temelinde bir anlayış ve çizgi üzerinde derinleşmeyi öneririz.

1871’de Paris Komünü’ nün önemli ilk kararnamelerinden biri de, Komün’de seçilmişlerin, işçiler tarafından, her an görevlerinden alınabilmesiydi. Yani göreve getiren işçilere, denetleme ve görevden geri alma yetkisi de verilmekteydi. Göreve çakılıp kalma değil, belirli şartlarda görevlendirme, duruma ve gelişmelere göre ise Komünal temelde görevden el çektirme bağlamında bir işlevsellik için bu gerekliydi. Ancak gelin görün ki, Komün’ün başka ciddi hata ve eksikliklerinden kaynaklı kısa ömrü sonrası, başta Avrupa olmak üzere Rusya ve dünyanın başka yerlerinde, burjuva hiyerarşisini aratmayan bir içerik ve nitelik halleri baş gösterdi. Temsili parlamenter burjuva cumhuriyeti ve en altlara kadar bu çerçevedeki yönetim anlayışı, daha fazla idealize edilmek şöyle dursun, zorunluluk ve olağanüstü haller gerekçesiyle, gittikçe daha fazla kalıcılaştırılmak istendi. Sürekli olağanüstü şartların arkasına sığınılarak, bunlara çakılıp kalma eğilimi gelişme gösterdi. Hatta temel tezler haline getirilip, kıskançlıkla üzerinde titrenir olundu. Proletarya diktatörlükleri, parti diktatörlükleri ve onun da içerisinde belirli birey ve grupların diktatörlükleri halinde hakikaten ciddi savunu ve tasavvurlara gidildi. Tabi böyle tasavvur ederseniz, limitiniz de bir yere kadardır ve çok fazla sürmez. ‘’Proletarya diktatörlüğünü, tabi ki parti önderliği sürdürecek ve en tepede tabi ki parti olacak, tabi ki yegane parti, başka parti ve örgütlenmelere izin verecek ya da vermeyecek’’, argümanlarıyla parti diktatörlükleri ve parti tekelleriyle, adeta yumuşak ve hassas dokudan, daha fazla kaşarlanma ve kemikleşmeye doğru gidildi. Stratejik araç olarak parti ve önderlikler, stratejik amaç olarak tasavvur edildi ve çok geçmeden daimi komite ve başkanlık anlayışları ve kültürü de iyice yerleşmeye başladı. Parti ve kişilere adeta secde edilecek bir tarza doğru pupa yelken yol alındı. Başkanlık sistemi ve Daimi Komite tasavvurlarıyla yukarıdan aşağıya söz, yetki ve karar temelinde yönetim anlayışı ve biçimleri geliştirildi. Hatta bu durum her şey parti için şeklinde bir argümana bile dönüştürüldü. Oysa Sovyetlerin daha ilk süreçlerinde Lenin, Tüm İktidar Sovyetlere dememiş miydi? Yine 1918’de ‘’Bir aşçı, pekala devleti yönetebilir’’ dememiş miydi? Bizim sosyalist yönetimimizde sürekli ordu, bürokrasi ve memurlar ordusuna gerek olmayacak dememiş miydi? Çok geçmeden verili objektif nesnel gerçeklikler karşısında, zorunluluklar sonucu 1921’de ‘’Bir işçi devleti yönetebilir mi? Pratik adamlar bilir ki, bu bir masaldır’’ diyen de yine Lenin yoldaştı. Ortaya çıkan bu problemleri, belli ki çelişki olarak görebiliriz. Doğrudur ve elbette çelişkili bir durumdur. Zira daha birkaç yıl önce, aksi yönde bir yaklaşım, nasıl oldu da farklılık göstermiştir? Burada önemli ve üzerinden kesinlikle atlanılmaması gereken bir noktayı da vurgulamadan geçemeyiz. O da görevlerin ve devrimci savaşın, bir takım ilkeler sıralayarak kendiliğinden gelişeceğini düşünmenin, tam bir safsata olduğu gerçekliğidir. Çünkü kendiliğinden olan biten bir şey yoktur. Teorik ve politik perspektif olarak ortaya konan, bir yan iken, esas yanın devrimci bilinçle bizzat onun değiştirilip dönüştürülmesidir. Bu yönüyle kendiliğinden tarihsel olarak gelişme olacağını ve hedeflere varılacağını ummak, ahmaklık değilse, ciddi bir iradesizliktir. Yine Lenin, Devlet ve Devrim’de he türlü bürokrasiyi, otoriteyi ve devleti yerden yere  vurmaktadır. Proletarya diktatörlüğü anlamında devlet dediği hemen her yerde, ‘’devlet olmayan devlet’’, ‘’gittikçe kendi kendini sönümlendiren devlet’’, ‘’özgürlükten söz ettiğimiz yerde devlet olmayacaktır, devlet olduğu müddetçe her türlü özgürlük palavradır’’ diyen Lenin’dir. Bütün bunları söylerken, sınırlılıklar ve zorunluluklardan kaynaklı, karşı devrime direnmek için, ilkeler adına gerekli tedbirleri almaktan da kaçınmamıştır. Nesnel gerçeklikler ve gelişmeler karşısında, doğru araç ve yöntemler, özellikle doğru pratik politikaları kullanmak zorundayız. Bir şartla ki, bunları idealize etmeden ve mutlaka gelip geçici olduklarını, özellikle altını çizerek ve kalın vurgular ile sürekli dikkat edilmesi gerektiği ortaya konarak yapılmalıdır. Ortaya çıkan yada karşı karşıya kalınan zorunluluk ve sınırlılıklardan kaynaklı uygulanmak zorunda olunan araç ve yöntemlere, örgütlenme ve pratik politikalara çakılıp kalarak değil, onları mutlaka ama kesinlikle aşma plan ve perspektifiyle ele almak zorundasınız. Zira karşı devrime direnmek için, ilkeler adına gerekli tedbirleri almaktan da, bizler ne kadar kaçsak da onlardan kaçınamayız. İnsanlık tarihi boyunca olduğu gibi önümüzdeki uzunca süre de, zorunluluk ve sınırlılıklar ile örülü, verili objektif somut ve nesnel gerçekler ve gelişmelerden de kaçamayacağız. Nesnel gerçeklikler ve gelişmeler karşısında, olağanüstü koşullar ve zorunluluklar ileri sürülerek, şekere bulanmış mermileri kullanmak, abesle iştigal bir durumdur. Elbette zorunlulukları anlamak ama kesinlikle aşma perspektifi ve gerçekliğinden de kopmamaktır aslolan. Pudra şekeri kullanarak cilalamak değil, somut ve nesnel gerçeklikler üzerinden daha fazla derinleşerek zorunlulukları aşmalıyız.       

İşte bütün bu idealize edilenler, bizlerin geçmişten bugüne ideolojik kırılmalarımız olarak savunula geldi. Amaçlardan kopmayan, ama her türden zorunluluklar ile çerçeveli sınırlı objektif verili koşullar gerçekliğini ve gelişmeleri anlamak durumundaydık. Çaresiz ve çözümsüz olarak, zorunluluklar ve olağanüstü haller tespitiyle verili koşulların esiri olmamalıydık. Zorunluluk ve sınırlılıkları elbette anlarken, amaç ve ilkelerimizden asla kopmamalıydık. Öte yandan amaç ve ilkelerimize hizmet ettiği savlarıyla, stratejik araç ve taktik politikaları, bir teori haline getirmemeli ve idealize etmemeliydik. Keza kulede görünen ve yaşanan bütün bu rüzgarlar, yaklaşan büyük fırtınaların ciddi habercisi niteliğindeydi. Yel kayadan sadece toz almakla kalmadı, adeta ortalığı hallaç pamuğuna dönüştürdü. Nitekim, yozlaşma ve çürüme, revizyonizm ve tasfiye, aşağıdan yukarıya değil, bizzat yukarıdan aşağıya doğru yayılma trendi gösteriyordu. Hiç kuşkusuz bunun en tepe noktası ve merkezinde yer alan, yegane parti içerisinde bütün bunlar baş gösteriyordu. Aynı zamanda parti tekelindeki devletin merkezi ve temel çekirdek yapısından başlayarak çürüme gerçekleşiyordu. Revizyonizm ve her türden burjuva ideolojisinin baş gösterdiği esas tehlike, yukarıdan aşağıya doğru bizzat parti ve tek partili devlet içerisinde boy verip filizlenme yaşanmaktaydı. Tabi ki dışardan karşı devrimci sızma vs olsa da esas tehlike, tam da parti merkezinden itibaren yozlaşma ve çürüme söz konusuydu. Gerçekten, kuyruktan yada gövdeden değil, balık baştan yani kafadan kokmaya başlamıştı. Nihayetinde ise dıştan yani herhangi emperyalist- kapitalist bir dış düşmandan değil, parti ve parti tekeli devlet içerisinde tam da beyinden vurulma durumları yaşanıyordu. Burjuvazi ve kapitalizm, farklı bir yerde, dışarıda yada herhangi başka bir tarafta değil, tam da yegane partinin içerisindeydi. Dışarıdan bir şırınga yada virüs bulaştırmasıyla da değil, bizzat anlayış ve çizgi temelindeki hatalı ve yanlış teori ve pratik politikaların her geçen gün mutasyona uğrayarak gelişme göstermesinde sorunlar vardı. Özel mülk anlayışı ve çizgisinden beslenen ben merkezcilik ve tekçi-monolitik politikalar sürgit devam ediyordu. Burjuva ideolojisi ve politikasından beslenen küçük burjuva gururu ve kariyer sevdası da cabası olmuştu. Kıymeti kendinden menkullerin, pek kıymeti harbiyesi olmama hallerinin, mevcut- menkul ve müşterek halk demokrasisi, sosyalizm ve komünizm tezlerinden ise fersah fersah uzaklaşma serüveni etkisini bugünlere kadar sürdürmüştür. Beyan düzeyinde hala oldukça şatafatlı söylemler edilmesine karşın, bu sözlerin aksi yöndeki pratik politikalar gerçekliği, idealizme doğru giden yolculuklarda adeta deparlar attırtmıştır. Başta proletarya olmak üzere işçi ve köylülere, küçük burjuva ve emekçilere, memurlar ve nihayetinde genel kitlelere diyalektik materyalizm değil, metafizik dünya görüşü kazandırılmıştır. Şaşalı proletarya diktatörlüğü argümanları eşliğinde, hiç de idealize edilmemesi gereken araçlar ve taktikler, amaç ve stratejileri günden güne fare gibi kemirmiştir. Güzel amaçlar için doğru araç ve doğru politikaları kullanmak yerine, hiç de doğru olmayan yanlış araç ve politikalar uygulanagelmiştir. Parti ve örgütler, ordu ve bürokrasi, memurlar ve antidemokratik daha birçok uygulanan araç ve politikalar, hedeflere, amaç ve ilkelere hiç de hizmet etmediği gibi, hiç de birbirleriyle uyumlu bir seyir de izlememiştir. İşçi ve emekçiler basit oy deposu haline getirilmiş ve nesneleştirilmiştir. Her geçen gün, partili ile partili olmayanlar, yönetenler ile yönetilenler, işçiler ile köylüler, kafa emekçileri ile kol emekçileri, tarım ile sanayi, merkez ile yereller arasındaki makas, kapanmaya doğru gitmek şöyle dursun, gitgide ciddi güvensizlikler ve yanlış politikalar sonucu daha da açılmıştır. Ve tabi ki yeni türden burjuvazi ve kapitalizmin tohumları da, temelleri de daha fazla döşenmiştir. Üst yapı ile alt yapının hemen bütün kurum ve kuruluşlardaki söz- yetki ve karar mercileri gittikçe, halk kitlelerinden uzaklaştığı gibi daraldıkça daralmıştır. Sözde proletarya diktatörlüğü, daha baştan parti tekelinde diktatörlük kavrayışı ve tasavvuruyla, her geçen süreç azınlık diktatörlüğü ve iktidarına doğru değişim göstermiştir. Çoğunluk yada halk iktidarı da değil, odağında bir grup birey diyebileceğimiz ve merkezinde ise bizzat parti tekelinin olduğu devlet aygıtıyla azınlık iktidarı ve diktatörlükleri, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm adına savunula gelir olmuştur. Öyle böyle değil, kör kuşkuculuk ve pragmatizm üzerinden, doğru yanlış temelinde ideolojik mücadeleler ile ilerleme yerine, birbirlerini hasım görerek siyasi hayatları bitiren anlayış ve çizgiler, sahte dorukları fethedip durmuştur. Burjuva uygarlıkçı- medeniyetçi ve Avrupa merkezli paradigmanın düşünce, felsefe, tarih, toplum ve projeleri içerisinde yer alıp bizlere de sirayet eden ne varsa, demokratik ve sosyalist etiketleriyle piyasalaşma durumunda olmuştur. Evet, zorunluluk ve sınırlılıklardan kaynaklı, zorunlu olarak savunmak ve uygulamak zorunda kaldığımız araç ve yöntemler, anlayış ve pratik politikaları aşamadığınız oranında, bizzat o zorunlu argümanlar, sizleri de kapsayarak bir bütün olarak bünyeyi teslim alır. Bu defa aşınmaktan kurtulamadığınız gibi, aşılarak farklı niteliklere doğru yolculuğunuz da sürgit devam eder. Sizler ne kadar kendinize devrimci ve komünist derseniz deyin, aslında süslü laflardan başka geriye bir şeyiniz kalmaz. Bir zamanlar Rusların, Çinli sosyalistlere haksızlık edip söylediği gibi, dışı kırmızı içi beyaz turp gibi olmaktan da kendinizi kurtaramazsınız. Çünkü, söz ile eylem, teori ile pratik, alt yapı ile üst yapı, kuram ile genel pratik hat, amaç ile araç, ilke ile yöntem, biçim ile içerik, öz ile nitelik, strateji ile taktikleriniz arasında her geçen gün uçurum mecranız daha da tehlikeli türevlere doğru sürüklenmektedir de ondan.  

Bilimsel sosyalizm ve komünizm, asla bir din değil, eylem kılavuzudur

Devrimci komünistler, Kuran tapıcılar gibi, devrimci ve komünist kurama iman etmezler. Zira komünizm, bizlerin dini olmadığı gibi, onu bir din gibi değişmez olarak da anlamıyor ve kavramıyoruz. Onu din haline getiren ve putlaştıran, böyle tasavvur edenler, bizden olmadıkları gibi, bizden öte  durmalıdırlar. Çünkü, katı, mutlak ve kutsal hiçbir şey, hiçbir değer yoktur. Öncesi ve sonrasıyla Marks’ı ve diğerlerinden hangilerini usta görürseniz görün, kişileri putlaştırma ve mitoslaştırma zihniyeti ve zikriyeti yanlıştır. Bilimsel olmadıkları gibi, gerçeğe de aykırıdır. Putlaştırma, klişeleştirme ve mitleştirme üzerinden böyle bir durum karşısında, Engels’in deyimiyle Marks ‘’Ben Marksist değilim’’ derdi söylemi, anlayana kafidir.

Buna ilaveten, devrimci ve komünist kuramın, felsefe, bilimsel sosyalizm ve ekonomi politik alanlarına ilişkin teorik ve pratik tezleri, Kuran ayetleri ve onun yeryüzündeki yegane silueti peygamberin hadisleri misali olarak da ele alınmamalı ve kavranmamalıdır. Onun için, ustalardan alıntılar yaparken, nesnel gerçekliklerden kesinlikle kopmamaya özel önem göstermeliyiz. Eğer ayetler ve hadisler silsilesi şeklinde onları ezberler ve sıralayıp durursak, basma kalıpçılığa düşersek, sürekli bir cetvel gibi onları ölçü halinde mekanik materyalizme esrik bırakırsak, gericileşmekten kendimizi kurtaramayız. Asla unutmamalıyız ki ilk hareket noktamız, sübjektif niyetlerimiz değil, bizzat nesnel gerçeklikler olmalıdır. Daha baştan sübjektif niyetlerimizle hareket ettiğimizde statükocu, dogmatik ve tutuculuğa düşmekten başka bir yola çıkamayız. Zamanın özü ve ruhunu yakalayamayanlar, zamanın dışına atılırlar. Yanlış öğrenilenleri doğru diye hayata yamamakta ısrar edenlerin, eğretileri de çok aleni olarak sırıtır.

Hiç kuşkusuz ki doğru fikirler, ilk ortaya çıkarıldıklarında esas olarak azınlıktadır. Bu durum, o andaki verili koşulları sarıp sarmalayarak hakim hale gelen ve gerici egemenlik unsuru ve sistemine dönüşen teori ve pratikler karşısında böyledir. Yoksa, yanlış oldukları için değil, ilk ortaya çıkmalarından itibaren, mevcuttaki eski ve yanlış egemenlik odağının dört bir yandan kuşatmasına maruz kalır. Bunun için çıkışı ve gelişmesi de oldukça sancılı ve kimi zaman da kanlı süreçlerden geçerek genel kabule ve maddi güce dönüşürler. Tek dayandığı ve güç aldığı ilk hareket noktası, asla sübjektif niyetler değil, somut ve nesnel gerçekliklerdir. Zira doğru fikirler, bizzat üretim mücadelesi, bilimsel deney ve sınıf mücadeleleri içerisinden çıkmaktadır. Yazık ki hala geçmişe özlemle bakmak bir yana, günü geçmişe uydurmakta ısrar durumları, hiç de az değildir. Dar tepkisellik ve düz çizgisellikte inatçılık, açık ki, gerçeklere toslayarak şoklanma ve buhranlara yol açmaktadır.    

Buradaki baba mesele, kendini rahatlatma ve deşarj olma asla değil, tam da amaç ve araç, strateji ve taktik, merkezi ve yerel, zorunluluklar ve aşamalar, teori ve pratik, materyalizm ve idealizm, evrensel ve özgüllükleri yeterince anlama ve kavrama sorunudur. Bir masumiyet karinesi de değil, beynimizin içinden başlayarak yayılan ve vurulan, başarısızlıklar ve yenilgilerimizin, yeni devrimci tarzlarımızın ön şartları haline getirme ihtiyacındandır. Her yanlış, başarısızlık ve yenilgi, yeni tarzın geliştirilmesinin de daha çok temel gerekçesi haline gelmektedir.

Temel mesele, parti ve örgütlerin biçimsel olarak yan yana gelmesi ve getirilmesi değildir. Aynı şekilde dar bir örgüt bakış açıcısından bakmayalım derken, hemen bütün teorik ve özellikle de kılcal damarlarına kadar içerlenen gerçek yaşamın, esas olarak aksi yönde gelişme göstermesidir. Kendini katmama ve süreci kendiliğindenciliğe bırakmaktır. Salt devrimci kaygılar söylemine sarılıp, devrimci pratiğe ve militan temelde eyleyişe geçmeyenlerin sahteciliklerini daha fazla deşifre etmek durumundayız. Devrimci kaygılar, onun lafzına sarılarak değil, bizzat pratiğe geçilerek ancak giderilebilir. Anlaşılıyor ki, burjuva evcilleşmeler eşliğinde kurulu düzenden esaslı kopuş gerçekleştirememek bir yana, irade beyanları ve kabullerin salt lafzına sarılma durumu söz konusudur. Problem, hem nicelik hem de nitelik sorunudur. Çok az bir güce ve bileşene de sahip olsak, devrimci komünistlik, bilimin karşısına çıplak gerçeklikle çıkmayı zorunlu kılar. Kendimizi nasıl kattığımız ve nasıl konumlandığımızın yanı sıra, enerjimizi esasta nerelere yoğunlaştırdığımızla da doğrudan alakalı sorunlu yaklaşım ve pratik politikalarımız vardır.

Her parti ve örgütlenme kendisini, bir tarihsel aşama yada dönemin örneklerinden yola çıkarak oluşturur. Ve bu daha önceki devrimci ve kalkışma deneylerinin dersleriyle doludur. Paris Komünü, 17 Ekim Devrimi ve Sovyetler, Çin Demokratik Halk Devrimi ve Sosyalizm, Büyük Proleter Kültür Devrimi, Küba, Vietnam  ve Arnavutluk devrimleri de, yerel ve enternasyonal deneylerin sonucudur. Günümüzün devrimcileri ve komünistleri, bütün bu süreçlerin doğru yanlış temelinde tecrübeleri ve birikimleri üzerinden yükselirken, mutlaka birebir tekrarı mahiyetinde ele almak ve tıpkısının aynısını uygulamaktan da, özel olarak kaçınmalıdırlar. Özellikle Paris Komünü, Sovyetler, Arnavutluk, Çin ve Küba devrim pratikleri menşeli anlayış ve çizgi konseptleriyle örgütlenen ve mücadele eden hareketlerde bu durum, daha açık ve net görülmüştür. Bütün bu deneyimlere tabi ki kayıtsız kalınmamalıdır. Ancak onlara yüzümüzü dönmek yerine, sırtımızı oralara vererek, yüzümüzü şimdiki sürecin somut koşulların somut tahlili ve gerçek parametrelerine dönerek hareket etmek zorunda olduğumuzu da bilmeliyiz. Kimse kendini kandırmasın. Mevcut süreçte, hiç ama hiç kimse geçmişteki kişilerde dahil bizzat o geçmiş süreçlerin verili objektif şartlarında ortaya çıkan insan tipi ve niteliğinin de, birebir aynısı olmak şöyle dursun, kendini paralasa da olamayacağı gerçekliğini kabul etmelidir. 2021’li yıllarda yaşamaktayız ve günümüzün yeni devrimci komünisti olmak zorundayız. Günün ihtiyaçlarına yeterli düzeyde cevap olabilecek, teorik ve pratik yeni devrimci insanını, şimdiki hakikat kıskançlıkla talep etmektedir.           

Diğer yandan, kolektivizm, demokratik merkeziyetçilik, tüzük, örgütsel işleyiş ve disiplinden dem vurup, buna karşı sürekli kendi bencil çıkarlarına kırpan bir zihniyet, açık ki pespayeliktir. Dar pratikler, sürecin ihtiyaçlarını hiç de karşılamayacak oldukça küçük ve basit çalışmalar ile yetinme ve idarecilikler, kendini abarttıkça abartmalar ve daha neler neler. Bütün bunlar, siyasi ve ideolojik bilincin ve seviyenin zayıflıkları yanında, niteliğin de aynı oranda yerlerde sürüklenmesinin göstergeleridir. Önceki tarihsel kodları üzerinden faşist TC’nin 1933’ten 2013’e kadar ilkokullarda her gün zorla okutulan ırkçı Andımız projesi ve politikasıyla, kitleleri sürekli hizaya getirme konseptini aratmayacak şekilde, Marks ve devrimci komünist ustaların sözlerini papağan gibi tekrar ederek şablon haline getirmekte, aynı şekilde tekçiliktir. Monolitik anlayış ve çizgilerin, farklı versiyonlarıdır. Sürekli totoloji yaparak, ele avuca sığan yada elle tutulur bir ilerleme ve gelişme sağlanamayacağını, artık anlamalı ve kavramalıyız. Bununla birlikte esasta izlenilen yol, kendini hep yüceltirken, başkaları yada rakip olarak gördüğü hasımlarını ise hep yermek olmaktadır. Öyle ki, evet ben şu bu hata ve yanlışları yaptıysam, sen de bunu şunu yaptın denilerek hemen misilleme saplantısına bile başvurulabilmektedir. Devrimci mütevazilik şöyle dursun, temel ve stratejik işler ve görevler ile karşı karşıya kalınca, hemen ortadan toz olmak da neyin necisidir? O halde kendi bireysel yada grupçu ve sübjektif kaygıları bir kenara bırakıp, gerçek devrimci kaygılarda odaklanmalıyız.

Faşizmin stratejik olarak topyekûn saldırıları karşısında, yaşanan bütün bu teorik ve pratik tecrübeler ışığında, demokratik ve özgür bir komünal gelecek için, devrimci birleşik mücadeleyi her alanda yükseltelim.