Modern edebiyatın başlangıç noktaları
Yazarlar Birliği Başkanı Dang Thai Mai ile bir konuşma
Dang Thai Mai, oldum olası sömürgeci yönetime karşı savaşta yerini almış bir aileden gelmektedir. 66 yılının 40 yılından fazlasını devrimin hizmetinde geçirmiştir. Büyük babası 1919 yılında, 74 yaşında hapishanede öldü. Babası ise, ömürlük hapis cezasını çekmeye yollandığı Poulo Condore adasında, 1923’te öldü. Dang Thai Mai, ilk kez 1928 yılında tutuklandığında mesleğini terk etmek zorunda kaldı.
Dang Thai Mai:
Fransızlara karşı savaştığımız halde Fransız kültüründen devşirilmiş bir yaşama biçimi içinde büyüdük. Kendimizi Fransız edebiyatı ve sanatıyla eğittik. Avrupa felsefesine göre şekillendik. Platon, Kant, Schopenhauer, Bergson okuduk. Birinci Dünya Savaşından sonra, Aurore’da ve kendi yayını olan Paria’da Ho Şi Minh’in yazılarıyla karşılaştık. Bu yazılardan Marx, Engels ve Lenin’i öğrenmeye başladık.
Kendimizi diyalektik materyalizmin öğretileriyle eğitirken ve teorinin kılavuz ışığı altında kendi koşullarımızı incelerken, bir yandan da kafalarımız edebiyatın işlevi sorunlarıyla yoruluyordu. Yazılı sözcükle düşüncede ve eylemde bir değişimi nasıl sağlayabileceğimizi saptamaya çalıştık.
Geçmiş edebiyatımızı, ezilmiş, köleleştirilmiş ve cahil insanın; özgür, güvenli, kendi bilincinde bir insana doğru evriminin yansısı olarak sunabilirdik. Basın sansürü ve yazıya konulan yasaklar ortasında kendimizi anlaşılabilir kılabilirdik. Halka ulaşabilirdik. Lu Sin (Lu Sin 1881-1936) Çin çağdaş ulusal edebiyatının kurucusu. 1911-1913 yıllarında Sinhan devriminin hazırlanmasına katıldı. Hikayeleri ve nesir şiirlerinin yanısıra birçok makalesi ve çevirileri vardır. Devrimci ayaklanmalar dönemindeki Çin halkından tanımları benim için örnek nitelikteydi. İçtendi, etkiliydi, keskindi, acılar ve alayla doluydu. Siyasal alanda ilkelere bağlıydı fakat kendi öz çalışmasındaki insan çelişkilerinin tanımı her zaman çok boyutlu, çoğunlukla şaşırtıcıydı. Bana hiçbir sorunun mekanik bir yaklaşımla çözülemeyeceğini gösterdi.
Hindi Çin Komünist Partisi’nin kurulmasından sonra, özel bir lisede öğretmen olarak çalışmaya başladım. Ya böylesi ya da yasadışı yaşamak söz konusuydu. Bildirilerimiz yeraltından dağıtılıyordu.
Fransız edebiyatı -moderni olduğu kadar klasiği de- gönlüme yakındı. Bu edebiyatta olaylar üstüne düşünmek ve insanın durumunu incelemek istemi buluyordum. Yüksek ahlaksal değerler buluyordum. Yinede, bu sanat bizim koşullarımıza yeni hiçbir şey katamazdı. Gerek gizlenerek, gerekse sürgünde yaşadığımız İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda, şiirlerin ve bildirilerin hapishanelerde yazılıp bize yurtdışına yollandığı yıllarda, varoluşun hemen hemen hiçbir dayanağı kalmamıştır. Topraktaki halkın, şehirdeki işçilerin ve hamalların yoksulluğu anlatılır gibi değildi. Hanoi bir pislik ve çöküntü kentiydi. İnsanlar sokaklarda açlıktan ölüyorlardı. Çocuklar dileniyorlardı. Kapı aralıklarında duran kadınlar vücutlarını satıyorlardı. Ölüme hükümlü bir dünyanın son demleriydi bu.
Sömürge döneminde pek çok Vietnamlı yazar toplumun ya kıyısında ya da tümüyle dışında yaşıyorlardı. Okullara gitmiş oldukları halde, okumuş topluluktan çok proletaryaya yakındılar. Çok yoksul olduklarından entelektüel sayılmıyorlardı. Bazıları yük katarlarında çalışıyordu. Ötekiler göçmen, öğretmen ya da çiftlik işçileriydi. Çok azı kitaplarını bir masanın başında yazmıştır. Nguyen Hong -sömürgeci düzene ilk saldıracaklardan biri- 17 yaşında hapiste yazmaya başladı.
Klasik okuldan olan ve Nom yazısıyla yazan Nguyen Dinh Chien, konularından ötürü modern edebiyatın habercilerinden biri sayılıyordu. 6-8’lik hece ölçüsüyle, yüzyılın ortalarında yazılmış olan Luc Van Thien adlı romantik şiiri, aşk ve bağlılık imgeleri ardına gizlenmiş olarak sömürgecilere karşı nefreti yansıtıyordu. Fransızlar onu saflarına çekmek istediler. Fakat ters yüz edildiler. Yoksulluk içinde ve kör olarak öldü.
Latin harfleri 17. Yüzyılda, Hıristiyanlık propagandası ve iş anlaşmaları yapmak için gelen İspanyol denizciler ve tüccarlar tarafından getirildi. Vietnam yazısında hala bulunan bazı imla işaretleri bu yazıdan gelir. Birinci Dünya Savaşı’ndan az önce Avrupa yazısı yürürlüğe girdi. O zamana dek sivil görevler için yazılı sınavlar Nom yazısıyla yapılırdı. Daha yeni edebiyat, Avrupa yazısıyla yayınlanmaktaydı; fakat Vietnamlıların Fransız üniversitelerinde akademik sınavlara girmeleri yasaktı. 1930’a kadar bir Vietnamlının doktora yaptığı görülmemişti.
Modern düzyazı 1920’lerde başlar. Yayınlanmasına izin verilen kitaplar ilerici burjuva yazarların kitapları oluyordu. Bunların tutumları anti-feodaldi. Fakat sömürgeciliğe yönelttikleri eleştiriye ya gizli bir dil bulmak zorundalardı ya da kitaplarının toplatılmasını göze almak. Edebiyatın devrimci kanadı yasa dışıydı.
Ho Chi Minh eski bir deyişi yaygınlaştırdı: “Yoksullukta bile temiz olun, paçavralar içindeyken bile itibarınızı koruyun.” Siyasal hapishaneler ve toplama kampları döneminde bu sözler insanlara kılavuz oldu. Ho Chi Minh’in edebi etkinliği, folklorik düşüncelerinin yalınlığını, görülür saflığını taşımasında yatar. Öğretilerini köy masalcılarının tarzıyla yaymıştır. Bildirileri köylülerce hemen kolaylıkla anlaşılıyordu. Bu yazılarda, klasik edebiyatın adalete ve insanca yaşama koşullarına özlemiyle belirlenen insancıl gelenek, bilinçli bir siyasal hedefin potasına dökülmekteydi.
Sabah erkenden dereye iniyorum
Akşam olunca dönüyorum mağaraya
Darı çorbası bambu gövdeleri bekliyor beni
Tabak yerine geçiyor bir taş
Taşın üstünde tarihini çeviriyorum
Sovyet Komünist Partisi’nin
Ne harikulade hayatı
Devrimcinin
Dağlarla çevrili dört bir yanı
Yanıbaşında bir dere
İyi yaşamak için
Gerek yok fazla şeye!
Şurada Marksist bir dağ
Burada Leninist bir ırmak
Çıplak eller
Kuracak ülkeyi
Yıllar sonra, devrimi birlikte tasarladığı birkaç arkadaşıyla birlikte mağarayı yeniden görmeye gitti. Onlara “Siz evime çıkın ben dereye ineceğim” dedi. Şöyle yazdı bir kağıda:
Bu mağarada yaşadım yirmi yıl önce
Attığım her adımdan sonra karıştırırdım otları
İzlerimi gizlemek için
Kavga buradan başladı
Fransızlara-Japonlara karşı
Kazandı devrim
Ne kadar güzel bugün
Dağlar ve akarsular
İşte birkaç parça daha Ho Chi Minh’ten:
Düşün konuşmadan
Kararlı ol eylemde
Yazdığında dikkatli
Sakin ve tedbirli önemli anlarda.
Unut melankolini
Koy bir kenara kişisel derdini
Büyük amaç yolunda.
Ngo Tat To -yeni düzyazının kurucularından biri- kendini maliye memuru olarak gizledi. Edebiyat Tapınağı devlet sınavını verdiği halde, köylülerin hayatlarını yazdı. Vergi sistemi ve ezilen küçük çiftçiyi konu edinen “Işık Sönüyor” adındaki romanı, Halk Cephesi rejimi altında 1938 yılında yayınlandı. Bu romanın baş kişisi, ölmüş kocası için vergi ödemek zorunda olan bir köylü kadındır. Yetkililere yalvarmaları boşa çıkar. Kendi çocuğunu satıp kendini süt nine olarak kiralamaya zorlanır. Çocuğunu uyuttuktan sonra vergi memurunun tecavüzüne uğrar. Işık Sönüyor romanı, bir kadının küçük düşürülmesinin simgesi, içine daldığı karanlık, geleceğinin karanlığıdır.
1942’de Japon işgaline karşı Ngo Tat To, “Kulübe ve Bambu Yatak” romanını yazdı. Kitabın adı, devlet vergi sınavına giren her adayın içinde bambu bir yatak olan bir kulübe çizmesi gerekliliğine ilişkindir. Aday, bilgisini, bu kulübe içinde fırçasıyla yazacaktır. Feodal Vietnam’daki düşünsel tutsaklığı, sınıfsal çelişkileri konu edinmesiyle açıkça tarihsel bir roman olan bu yapıt aynı zamanda yeni yabancı efendiye ve faşist baskıya da karşıydı.
Vichy hükümetinin sömürge valisi Japonlarla işbirliği yaparken, Fransız basını ve propaganda bürosu da sansür işini yürütüyordu. Büronun şefi -Causseau adlı biri- Vietnam “çiçek dili”nin inceliklerini anladığından kitabı hemen toplattırdı. Ngo Tat To, birkaç yıl sonra direniş mücadelesinde öldürüldü.
Sansürün bir başka kurbana Nam Cao, 1940 yılında “Chi Phso” adlı romanıyla tanındı. Düz yazısının keskin gerçekliği modernizme geçişin habercisiydi. Nam Cao, hikayesinde, yoksulluk nedeniyle sarhoşluğa düşen fakat düşkünlüğü içinde bile temel bir gücün sezilebildiği topraksız bir köylüyü konu edinir. Adam sonunda sarhoşken nefret içinde vergi memurunu öldürdüğünde, suçlunun vergi memurunu öldüren kişi değil, onu normal bir yaşayışın bütün koşullarından yoksun kılmış toplum olduğunu anlatır.
Nam Cao, öğretmen, tarım işçisi ve hamal olarak çalıştı. Hastalık güçsüzleştirdi onu; çocuğu aç kaldı; sonunda bir aylak oldu ve bu yıllarda devrim öncesinin işgal altındaki Honoi’sinde yaşayan insanların ruhsal ve fiziksel çöküntüsünü, bitkisel yaşayışını anlatan 200 sayfalık “Anlamsız Yaşam” romanını yazdı. 1944’te tamamlanan metni yalnızca birkaç kişi okudu, fakat roman onu Vietnam’ın öncü yazarı yaptı. Kitap ölümünden sonrasına kadar yayınlanmadı. Kötüleşmiş sağlığına karşın -kalp yetersizliğinden ve “beriberi” hastalığından çekmekteydi. Silahlı direnişte ve siyasal aydınlatma mücadelesinde yerini aldı. Vahşi ormandaki Nam azınlığıyla yaşadı ve burada küçük hikayeler yazdı. Kurtarılmış bölgelerde kullanılmak üzere coğrafya kitabı ve kuzeydeki savaşlar süresince “Sınır Ülkesinden Hikayeler” kitabını yazdı. 1951 Kasımında Kırmızı Irmak deltasında, Parti işçisi olarak çalışırken Fransızlar tarafından ele geçirildi ve öldürüldü.
Nguyen Tuan, alaylı bir dille Vietnamlı portreler çizerek işe başladı. “Yankı ve Gölge” adlı yapıtı burjuvazinin feodal yaşamdan kurtulup sömürgeciliğe karşı savaştığı dönemleri anlatır. Vietnamlı Proust gibi, bilgelik dolu bir dil ve ustalıklı insan gözlemleriyle, sömürgeci kapitalizme geçişi yüksek sınıflar içindeki geçmiş özlemini ve sanat “güzelliğini” ve “arılığını” yitirdi diyerek iç çekişlerini anlatmaktaydı.
İkinci kitabı “Nguyen”de (Kendine Adanmıştır), kendi yaşamını anlatır. Fakat burada, şimdiki zamanda yazmaktadır. Alaydan, acı özeleştiriye yönelmiştir. Bir anahtar bölümde intihar için hazırlıklarından söz eder. Elinde silahıyla gece bir parka girer. Japonlar yürüyüştedir; direniş çekirdek halindedir. Gölün kıyısında durur, uzaktan silah sesleri gelir. Orada durur öylece, yitik ve göle işer. Gölde yankısını görür. Kendisinden usanmış bir entelektüelin yüzü. Silahını doğrultur kendine, fakat sokaktan silah sesi gelir yine. Hayatı anlamsız geçmiştir ve ona son verecek olan kurşun da anlamsızdır. Şehirde çınlayan patlayışlar arasında intihar bile saygınlık sağlayamayacaktır ona.
Bireyci ve biçimci Nguyen Tuan devrimci olmuştur. Ürünleri canlılık kazanmış bütün yazarlar gibi o da olaylar tarafından değiştirildi. Vaktini bir dönem kendi duygularının çıkmazlarını işlemekle harcamış olan o, şimdi kurtuluş ordusunun içinde yerini alıyordu. Birdenbire yıllar boyu harcanmış çabaların hasadını toplama anı gelip çattı. Hazırlıklar, halk kitlelerinin özverileri, hedefine ulaşan tasarımlar, silahlı direnişin örgütlendiği somut olgularla ürün veriyordu.
Nguyen Hy Tuong, yeni dramatistler grubundandır; bunlar şarkıyı ve uyaklı diyalogu bırakmış olanlardır. Nguyen Hy’nin, Japon işgali altında yazılmış ilk oyunu “Vu Nhu To”nun konusu şudur: Eski Vietnam’da tiran yönetimi altında ünlü bir mimar yaşamaktadır. İmparator, bütün konakları ve şatoları gölgede bırakacak bir saray yapmakla görevlendirir onu. Mimar işi alıp almamakta ikirciklidir; çünkü bu işin halka emek ve vergiden yana neye mal olacağını bilmektedir. Tiran arzusunu yerine getirmezse boynunu vurduracağını söyler. Mimar yine boyun eğmez. O zaman İmparator sarayı kendi değil tüm ulusun iyiliği için yaptırdığını söyler. Mimar artık sarayı yapmak için can atmaktadır. Ülkenin dört bir yanından işçiler ve ustalar toplatır. Yapının bitimi yılları bulur; halkta büyük bir huzursuzluk patlar. Halk sarayı basar ateşe verir ve imparatoru devirir. Fakat mimar en büyük suçlu sayılır. Ölüme mahkum edilir ve cezasına istekle boyun eğer.
Yöneticilere satılan ve halkın çıkarlarına ihanet eden aydınlara -ürünleri halkın hizmetinde olmayan bir sanatçıya- değinen bu oyundan sonra Nguyen Hy Tuong, “Bascon” adlı oyunu yazdı. Bascon, ilk Vietnam kültürlerinin doğduğu Kuzeyde dağlık bir bölgedir ve her toplumsal kattan insanın akıp bir araya geldiği ve partizan oldukları yerlerden biridir. Japon-Fransız sömürgecilere karşı ilk Vietminh birlikleri burada oluşmuştur. Bir başka çalışması “Evde Oturmuş Olanlar”ın baş kişisi bir türlü karar veremeyen ve kurtuluş boyunca devrimle karşı-devrim arasında yalpalayan bir doktordur.
Karar vermek, safı seçmek gerekliliği herkesi etkiledi. Bütün Vietnam yazarlarının odağı bu oldu. Devrim zaferi elde edildikten sonra doğan genç kuşak için saf tutmak kendiliğinden bir işti zaten. Çocukluktan başlayarak öğreniyorlardı yeni toplumu korumayı. Gençler için toplumsal kurtuluş yıllarının başarıları olağandı. Yaşlılar biliyorlardı ki kazanılmış olanın elde kalması durmaksızın çalışmaya bağlıdır. Fakat devrimciler tarafından kurulan her şey düşman tarafından harcandı. Şimdi yeni strateji; toplumsal ve ekonomik yaşayışın yeniden düzenlenmesi gerekliliğiydi. Yaşlı insanlar biliyorlardı ki, endüstrinin ve okul ağının yurt çapında yayılması; yeni dükkanların, fabrikaların, bilim merkezlerinin, hastanelerin ve giyim evlerinin ormanda, mağaralarda ve yer altında saklanması yetmez; edebiyatın, sanatın, müziğin ve tiyatronun birbirine bağlı bir ilişki içinde, her yerde düşünsel çalışmayla kaynaştırılarak canlı tutulması gerekir. Çünkü biliyorlar ki, direnme gücü, kültürel değerler oluşturma mücadelesi askeri bir çalışmayla bir arada yürütüldüğü zaman var olabilir.
Dang Thai Mai diyor ki: “Devrimden sonraki birkaç ayda halkın içinden geçtiği dönüşümleri düşünürsek; halkın (daha önce en derin yıkımı yaşamakta olan halkın) elde ettiği ilerlemeleri düşünürsek, daha güçlü bir düşmanın, çürümüşlük ve manevi terörü zulmünün silahları olarak kullandığı Saygon’la aramızdaki fark müthiştir.”
Türkçesi: Defne Behramoğlu
Yazarlarla konuşmalar
Honoi’deki Yazarlar Birliği binası çoğu kez boş oluyor bu günlerde. Yazarlar ya yaşamak üzere uzak köylere gitmişler ya da cephede göreve. Fabrikalarda ve kooperatiflerde işçilere, mevzilerde askerlere ve savunma birliklerine, bombardımana uğramış bölgelerdeki sığınaklarda, halka okuyorlar şiirlerini. Bombalanmış yollarda ve barajlarda çalışan gençlik tugayları, silah taşıyan kadınlar ve askeri sıhhiye birlikleri nasıl kendilerine düşen görevleri yerine getiriyor, levazım kamyonları nasıl sürekli mal taşıyorlarsa, yazarlar da bu ortak savunma çabasına aynı şekilde katkıda bulunuyorlar. Bazıları bugünkü konuşmaya katılabilmek için çok uzak mesafelerden gelmişler; ve bu gece konuşmalarımız bittikten sonra şehri yine hemen terk edecekler.
Deneylerinden, özellikle kendi gelişmelerini etkilemiş deneylerden söz ederlerken, her zaman çoğul konuşuyorlar. Kendi çalışmalarını bireysel başarıları açısından değil, kolektif katkıları açısından ele alıyorlar. Başlarından geçenleri anlatırken kendi özelliklerini ya da üstün yeteneklerini ön plana çıkarıp, kendilerini diğer yoldaşlarından soyutlayacak yerde, herkesin paylaştığı ortak tavırları ve tutumları ortaya koymaya çalışıyorlar.
Xuan Dieu:
Ben şimdi burada bulunmayan en yakın arkadaşım Huy Can’ın adına da konuşuyorum. Biz, otuz yılı aşkın bir süredir birbirimizi tanıyor ve birlikte çalışıyoruz. Arkadaşımın edebiyatçı olarak gelişmesiyle kendi gelişmem, birbirine çok benziyor. Devrimden önce, ikimiz de şiir yazıyorduk. Alışılagelmiş konuları işleyen şiirlerdi bunlar; hayat, ölüm, aşk ve umut üzerine. Halkta meydana gelen büyük değişmeler ancak ayaklanmalardan sonra belirginleşmeye başladı. Bütün gücümüzle atıldık devrime. Mayakovski nasıl kendi devriminden söz ediyorsa, biz de kendi devrimimizi anlatıyorduk. Köylüler ve işçiler gibi, yazarlar da tutsaklıktan kurtulup, özgürlüğe kavuştular, ölü değil, canlı insanlar haline geldiler. Devrim ve kurulmakta olan yeni toplumdu artık şiirimizin konuları. Kızıl bayrak üzerine bir övgü, Ulusal Meclisin seçimiyle ilgili bir şiir yazdım. Oysa daha önceleri siyasal sorunları konu alan şiirler yazılmayacağına inanıyorduk.
1945 yılında direniş savaşının ilk aşamasına girdik. Bir yıl sonra yeniden, bu kez de Fransızlara karşı savaşıyorduk. Bu dönemde, devrimi izleyen yeniden doğuşu ve özgürlük savaşımızın amaçlarını anlatan şiirler yazmaya zaman ve olanak bulabiliyordum. Böyle olmasına rağmen, birkaç yıl sonra yazı yazmakta gittikçe daha fazla zorluk çekmeye başladım. Savaş ilerledikçe, yazmam da güçleşiyordu. Ulusal kurtuluş mücadelesiyle dayanışma içinde olduğumuzu söylememiz ve yurtseverlik duygularımızın anlatılması yeterli olmuyordu artık. Geniş halk yığınlarını görüyorduk. Askerlere yiyecek ve silah taşıyorlardı. Bir yandan hasadı kaldırıyorlar, bir yandan da düşmanın sürekli saldırılarına uğruyorlardı. Düşman, halkın devrimle elde ettiklerini geri almak istiyordu. Köylüleri özgür insanlar olmaktan çıkarıp, tutsak yapmayı amaçlıyordu. Bir kara bulut gibi üzerlerinde dolaşan ve onları tehdit eden bu tehlikeyi nasıl anlatabilirdik halkımıza? Onların her gün her gece yarattıklarını nasıl dile getirecektik?
O güne değin bütün yazdıklarım çok iddialı görünmeye başladı bana. Köylülerle yanyana omuz omuza çarpışıyordum, ama onları gerçekten tanıyıp tanımadığımı, küçük burjuva kökenimin beni onlardan ayırıp ayırmadığını soruyordum kendime. Yazı yazma çabalarım bir yere geldi durdu ve yıllarca da öyle kaldı.
1953 yılında, askerlerle ve işçilerle vahşi ormanlarda uzun süre birlikte kaldıktan sonra, yeni bir şeyler yazabilmenin umudu belirmişti içimde. Arkadaşım şöyle diyordu bana: “Bireyin sınırlarından kurtulup, çoğulun ufuklarına doğru yürüyelim.”
1953-60 yılları arasında çok sabırlı davrandım. Yazı yazma sanatını yeniden öğreniyordum. Eskiden iyi döşenmiş odalarda yaşayan güzel kızlara aşık olmak üzerine şiirler yazıyorduk. 1953 yılında ilk kez yaşlı bir kadını anlatan bir şiir yazdım. Onu bir köyde tanımıştım. Kördü. Yaptığı işin tekdüzeliğini ve yoruculuğunu anlıyor, yıllardır acısını çektiği sömürüyü duyuyordum içimde. Ülkemde yaşayan insanları tanıdıkça dil’i kullanmaktaki ustalığım gelişiyor, canlılık kazanıyordu. 1960’da gelişmelerimin ilk ürünlerini verebildim. “Bireysel olan ve Toplumsal Olan” adlı bir şiir kitabıydı bu. O zamandan bu yana beş şiir kitabı daha yazdım.
Her gün öğreniyoruz şu gerçeği
Yaşlanacağımız gün gittikçe yaklaşmaktadır
Sabırla mücadele ediyorum yaşlılıkla
Ruhun yaşlanmasına karşı savaşıyorum.
Şiir sanatının
Ona yaşlı yüreklerle gelenlere
İhtiyacı yok.
Daha pek çok şey
Bulunabilir, aydınlatılmayı bekleyen.
Bizim içimizde bu gelişmeler olurken, şiirlerimizi okuyan ve dinleyenlerde de değişmeler oluyordu. Daha önce kim için yazıyorduk? Köylerde oturan ve okuma yazma bilmeyenler için mi? Hayır. Oysa şimdi onlar için yazıyorduk; onlarda okuma yazma öğrenmişlerdi.
Ülkemizde yepyeni bir okuyucu kitlesi doğmuştu. Müzikli tiyatronun klasik şiirleri ve şarkıları hiçbir zaman okulu olmamış köylerde bile biliniyordu artık. Yaşlı köylüler uyaklı destanları ezbere okuyorlardı. Şimdi bizim şiirlerimizi ve hikayelerimizi de öğreniyorlar. Her ay köylere gidiyoruz; yaptığımız toplantılarda en azından 200-300 dinleyicimiz bulunur her zaman.
Edebiyatımızın amaçları ve özellikleri nelerdir? Partiye bağlılık her şeyden önemlidir. Edebiyatımız, çoğunluğun günlük mücadelelerini, istek ve çabalarını yansıtmayı başarabilmelidir.
Bu yeni okuyucu kitlesi bizden yeni şeyler istemektedir. Özellikle gençler; doyumsuz bir öğrenme isteği var onlarda. Halk kendi deneylerini tez elden değerlendirmemizi diliyor. Bütün yanlışları ayıklayarak okumayı bilen okurlarımız var. Kahramanlık gündelik bir olaydır onlar için. Çoğu bunun bilincinde olmasa bile; her biri bir kahramandır. Herkes kavganın içinde olduğu için gerek yoktur büyük sözlere.
Mutluyuz diyebiliriz
Eski bireyciliğimizi yıkma çabalarından sonra
Yeni baştan yarattık kendimizi
Yalnız iyi olanı tuttuk
Ve kullanmayacağımız her şeyi attık
Mutluyuz diyebiliriz.
Işığı görüyoruz
Karanlığı da
Geçmişte olanları görüyoruz
Ve de geleceği
Te Hanh:
Klasik şiir 18’inci yüzyılın sonlarında doruğuna erişmişti. Yasalar ve yöntemlerle (!) sınırlandırılmış bir şiirdi bu. Yönetici adayları (mandarin) sınavlarını başarabilmek için değişik şiir biçimlerini bilmek zorundaydılar. Şiirimiz Fransız edebiyatının etkisiyle bilgelikten ve biçimsellikten kurtuldu. 20. Yüzyılın ilk yarısına kadar şiirimiz Lamartine, Alfred de Musset, Baudelaire ve Mallarme etkisi altındaydı. 2. Dünya Savaşından önceki yıllarda biz kendi şiir okulumuza “Yeni Şiir” adını vermiştik. Bütün geleneklerden kopmayı amaçlıyorduk; bizim için şiir, yaşama karşı yeni bir tavrı ortaya koyabilmek için bir araçtı. O günlerde ben bu okulun en genç olanlarından biriydim. Kendimizi öncü olarak görüyorduk. Ama kısa bir süre sonra yaşadığımız sürecin gerisine düştüğümüzü gördük. Bizim yeni dediğimiz, çoktan eskimiş, devrini doldurmuştu. Edebiyatımızın kendi ayakları üzerinde durabilmesi için uzun bir zamana gerek vardı; tıpkı sömürgeciliğin pençesi altında olan toplumumuzun feodalizmin kalıtımından kopabilmesi gibi. Büyük değişimler oldu. Ama şimdi geriye dönüp baktığımızda Eluard’dan öteye geçemediğimizi görüyoruz.
Biçim sorunun bir yana bırakıp, yeni bir öz aramaya giriştik. Şimdiye dek şiirlerimiz çoğunlukla lirik olmuştu, duygusal yaşantıyla uğraşmıştık. Şimdi düşünce süreci ile ilgileniyorduk ve düşünsellik duygusallığı aşıyordu. Brecht’ten öğrendik. Ayakta durmamızı sağlayacak bir temel olmadan, sadece öykünmeciliğin yeterli olmayacağını kabul etmek zorundaydık.
Klasik şiirlerimiz aşırı sürekliliği içeren bir biçim yaratmıştı. Şiirsel ses uyumu bir sözcükten diğerine, bir satırdan ötekine geçiyordu. Benzetmeler ve zıtlaşmalar her zaman belli bir ölçü ve uyak içinde, dil’in müzikselliğinden yararlanılarak birbirine karşı kullanılıyordu. Bu şiirler yapılarına uygun olarak ezbere okunurdu. Biz bunlarla, “köpek geldi-kedi gitti” şiirleri diye alay ediyorduk. Söylevler yazmıyorduk: olağan konuşmalar ve günlük yaşamdı konumuz. Oysa yaşlı kişiler hala uyaklı ve müziksel şiirleri yeğliyor, genç kuşak ise serbest ve esnek bir biçim arıyordu.
Bui Hien:
Yazı yazmaya fazla zamanımız olmuyor. Devrimden önce birkaç hikayem yayınlanmıştı. Fransa’ya karşı savaşırken romana yer yoktu yaşamımızda. O zaman da şimdi olduğu gibi çoğunlukla cephedeydim. Ancak not tutabiliyordum. Bu notlar 100 sayfayı bulabilirse ne ala.
Ben şair değilim. Kısa düz yazılar yazıyorum. Her zaman gerçekçi bir şekilde yazarım. Arkadaşlarım eleştirici gerçekçilik diyorlar buna. Ülkemizi ve kendimizi yönetmiyorken, yazarlar sürgün ediliyor, işkencelere uğruyor ve yazı yazdıkları için ipe gidiyorlardı. Biz nefret ve sevgiyle yazdık. Ezilen insanları anlatıyorduk. Başlangıçta sınıfsal tavrımız çok belirginleşmemişti. Biz yazarların büyük çoğunluğu küçük-burjuvaziden geliyorduk. Eğitimimiz azdı. Sömürge ülkelerde küçük-burjuvazi yoksullara yakındır; hem yoksulluklarına hem de dirençlerine. Böyle olmasına rağmen yoksulluğun temel nedenlerini anlayabilmiş değildik. Ülkemizde uygulanan vahşetin gerçek boyutlarını ancak devrimden sonra anlayabildik. Haklarını elde etme mücadelesini sürdüren kitlelerin içinde yaşıyorduk. Hepimiz için ortak olan bir yan vardı: konularımızı köylülerin, işçilerin, balıkçıların ve askerlerin günlük yaşantılarından alıyorduk. Önceleri olayları yalın ve sistemsiz bir şekilde anlatıyorduk. Her şey yüzeyseldi. Birlikte yaşadığımız insanların düşüncelerini bilmiyorduk henüz. Bizim çocukluk hastalığımızdı bu; devrimin alevleri köreltmişti gözlerimizi. Bir gece yanımdaki insanların gerçek yüzlerini gördüm.
Düşman işgali altında olan bir bölgedeydik. Düşmanın sürekli top ateşi altındaydık. Yollar ve bombardımandan delik deşik olmuş tarlalar topların ateşinden çıkan beyaz bir ışıkla aydınlanmıştı. O zaman gördüm yüzlerini. Asker, kadın, kız çocuk yüzleri… Sırtlarında ağır yükler, iki büklüm, silah ve cephane ve yiyecek taşıyorlardı. Başları dimdikti. Onların yüzleri bir daha hiç çıkmamacasına girmişti belleğime. Önceleri izlenimlerimizi küçük kısa yazılarla anlatırdık. Şimdi olayların ötesine geçebiliyoruz. Ana hatlarıyla mücadeleyi anlatıyoruz. Dik ve mağrur yüzlerin ardında yatanı, savaşın amacını görüyoruz.
Cam Than:
Biz kadın yazarlar için savaş iki yönlü bir kurtuluşu ifade ediyordu. Bizim için devrim sadece genel toplumsal koşulların bir değişimi değildi: eski ataerkil düzenin yıkılışı ile birlikte kendi kurtuluşumuzu da görüyorduk. Kadına ana olarak saygı duyulsa bile, yine de erkeğin boyunduruğu altındaydı; erkekler bir araya gelip konuştuklarında kadınlar kapının ucundan bile bakamazlardı. Ben bir kadın yazar olarak iki yönlü ezildim; bir kadın yazar, yani yıkıcı bir unsur olduğum gerekçesiyle polisin baskısı altındaydım; kendi köyümde ise, köylüler benim okumuş kişilerle ilişkili olduğumu sandıkları için kuşku ve nefretle bakıyorlardı bana. Bir kadın olarak ikinci sınıf insan işlemi görüyordum. Bütün önyargılarla mücadele ederek gizli çalışmak zorundaydım. Yazdıklarımızı saklıyorduk; yayınlamak ise söz konusu bile değildi. Eski toplumda kadınlara verilen ikincil rol’le edebiyat eserlerinde yaratılan kadınlar arasında bir çelişki vardı. Edebiyatta kadın her zaman ana konuydu. Sevilen kişi olarak yüceltiliyordu kadın, sempati ve acıma duygularının karışımıydı bu duygu. Klasik yapıtların en önemlilerinden biri olan ve Nguyen Du tarafından yazılan Kien’de kadın akla gelebilecek her türlü küçük düşürücü davranışla karşılaşıyordu. Kadınların kuşaklar boyunca çektikleri bütün acılar dile getiriliyordu bu kitapta. Edebiyat, kadınların kaderine yas tutmaya hazırdı; ama bizim tutsaklıktan kurtulmamız için devrim gerekliydi.
Eski Vietnam edebiyatında önemli şiirler ve destanlar yazmış olan kadın yazarların yapıtlarında yarattıkları kadın tiplerinin bile temel özellikleri kocaya karşı sonsuz bağlılık ve o olmadığı anda çaresizlik olarak tanımlanabilir. Prenses Ngoc Han’ın kocasının ölümü üzerine yazdığı ağıt ve Doan Thi Diem’in bir askerin karısının yasını anlatan şiiri hep bu anlayışın birer ifadesidir. Kadınların şiirlerinde ele alınan konular, beklemek, umut, umutsuzluk, özveriydi. Hikayelerde kadınlar vardı, çektikleri acılardan taşlaşmışlardı. Ezik ve yılgındılar. Eski düzenin 1000 yıllık alışkanlıkları 20 yıl gibi bir zaman süreci içinde sökülüp atıldı. Kolay olmadı bu. Direnmeler oldu, biz de ödünler verdik. Erkeklerin birden fazla kadın almasını yasaklayan yasa ancak 1960’larda yürürlüğe girdi. Savaş kadınların mücadelesini hızlandırıyordu. Erkeklerle omuz omuza çarpışıyorduk.
Eski toplumda emeğin bölünüşü kadınları ev işlerinin tutsağı yapmıştı. Amerika’ya karşı savaş ve sosyalizmin kuruluş yıllarında bu iş bölümü ortadan kalktı.
Çocuk yuvalarının kuruluşu büyük bir yükü atmıştı omuzlarımızdan. Biz de erkeklerle birlikte doktor, öğretmen ya da teknisyen olmak için eğitim görüyorduk. Bugün erkeklerin çoğu cephede savaşırken, fabrikalarda ve atölyelerde üretimi kadınlar yürütüyor. Bilim ve siyaset de sadece erkeklere özgü bir şey değildir artık. Kadınlar bakan olabilmekte, Ulusal Mecliste görev almaktadırlar. Eğitim ve halk sağlığı ile ilgili görevlerde, şehir ve köylerin yönetiminde önde gelen yerleri kadınlar tutuyor. Yaşlı kadınlar bir ordu kurmuşlar. “Asker Anneler” diyorlar kendilerine ve sayıları da 400 bini buluyor bugün. Bu kadınlar, doktorlar ve hemşirelerle birlikte yaralıları tedavi ediyorlar. Şehit ailelerine, bombardımana uğramış ailelere yardım ediyorlar; ölülerimizi yıkayıp gömüyorlar. Kadınlarımızın hiçbiri; tutsaklıktan kurtulup bağımsız meslekler seçmiş olanlar, okullarda kadınların bağımsızlığı üzerinden tartışanlar, devrimle kazanmış oldukları hakları elden çıkarmaya niyetli değiller. Hiç kuşkusuz, bugün de eski aile düzeninin geri gelmesini isteyen birçok erkek vardır, ama o günler artık çoktan geride kaldı. Biz nasıl kendimizi yeniden eğitiyorsak, onlarda kendilerini yeni baştan eğitmelidirler. Yeni düzen geliştikçe kadınların sanatsal çabalarını ailesel nedenlerden ötürü geri bırakmaları gibi bir durum da ortadan kalkacaktır.
Pham Ho:
Biz hepimiz çocuklar için yazarız. Ta eski günlerden bu yana, Vietnam’da çocuklar, mutluluğun ve zenginliğin kaynağı olmuşlardır. Ekonomik nedenleri de vardır bu olgunun; her çocuk çalışabilecek bir çift el daha demektir. Çocuklar çok küçük yaşta çalışmaya başlarlar. Köy halkının gücünü ve dayanışmayı sağlayan her zaman büyük aileler olmuştur. Bugün köylüler her türlü eğitim olanağından yararlanabilmektedir. Bundan sonraki araştırıcı mühendis, teknisyen ve sanatkarlarımız köylü çocukları arasından çıkacaktır.
En iyi okurlarımız çocuklardır. Önyargıları yoktur onların. Büyük bir iştahla okurlar. Gençler için bir edebiyat doğabilir. Herhangi bir konu üstüne konuşabiliriz onlarla. Bütün sorunlarla ilgilidirler. Niye mücadele ettiğimizi çok iyi bilirler. 7-8 yaşlarında olanlar şimdiden öncü müfrezelerine yardım ediyorlar. İki kolunu yitirmiş, ayaklarıyla yazı yazan çocuklar var. Ayaklarından aldıkları yaralarından dolayı kötürüm kalmış arkadaşlarını yıllardır sırtlarında taşımış çocuklar bilirim ben. Yürekli çocuklar. Korku nedir bilmezler. Küçük oğlum soruyordu bana: “Bu Amerikalılar çok mu kalabalık?” “Yarım milyondan fazla burada var” dedim. O zaman niye burada olduklarını öğrenmek istedi ve sordu “Nerede gizleniyorlar” Anlattım ona. “Onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar biz daha çoğuz. Ve nerede gizlenirlerse gizlensinler bulacağız onları” dedi.
Küçüklerin bir kısmı şimdiden şiir, hikaye ve tiyatro yapıtları yazıyorlar. On yaşındaki Tran Dong Khoa, köyünü, okulunu, pirincin ayıklandığı sahanlığı, nilüferlerin açtığı havuzu, bambu tarlalarını, ilk yardım çantasını anlatıyor şiirlerinde.
Bizim çok zengin bir çocuk şiirleri geleneğimiz var. Ninniler, uyaklı şiirler, halk masalları. Bu geleneksel yapıtlar çoğunlukla lirik, büyük bir hayal gücünü yansıtan, toplumsal ve felsefi içerikli olan yapıtlardır.
Kahkaha Ormanı’ndan birkaç dize:
Önce gri bir gövde gelir
Sonra iki kalın ön ayak
Sonra iki kalın arka ayak
En sonda da kuyruk gelir
“Bu nedir” sorusunu yanıtlamak için şiir terse çevrilir ve devam eder;
Önce kuyruk gelir
Sonra iki kalın arka bacak
Sonra iki kalın ön ayak
Peki gövde nerede?
Devrimden sonra böyle söyleniyordu bu şarkı. Büyük fil paramparça olmuştu. Eski toplum yıkılmış, her şey yeniden kuruluyordu.
Nguyen Dinh Thi:
Okuma yazmayı yetişkin insanlar olduktan sonra öğrenen ve yabancı sözcüklere tanıdık olmayan pek çok kimse “bireyci” sözcüğünü duyduklarında bunun “yamyam” anlamına geldiğini sanıyorlardı. İçinden çıkamadıkları “bireycilik” kavramını tehlikeli bir şeyle, yamyamlıkla özdeşleştiriyorlardı. Yalnızlığı ve tek başınalığı yaşamamıştı onlar. İşlerini paylaşıyorlardı, birlikte oturuyor ve kendilerini bildiklerinden bu yana doğa’ya ve düşmana karşı ortak bir mücadeleyi sürdürüyorlardı. Mutluluğun, acının ya da zorlukların tek başına yaşanması alışılagelmiş bir olay değildi onlar için. Herkes paylaşırdı yaşamı; paylaşmayı herkes çok iyi bilirdi ve fazla söz konusu edilmezdi bu aralarında. Bitmek tükenmek bilmeyen çalışma, bir sevilenin ölümü, özveri, her biri yaşamıştı bütün bunları. Ayrılıklar ve beklemek; yaşayabilmek için birbirimizi beklemeye alışmalıyız.
Yalnızlık, çıkmazlar içinde oluş, yitmişlik, kişisel düş kırıklıkları, bütün bunların bir anlamı yoktur. Sorun, “güç bir durumda olan şu insana nasıl yardımcı olabiliriz?” ya da insan sorabilir. “Tehlikeler karşısında dayanabildi mi?” bir kişinin durumu ele alınırken sorulacak soru, “Örnek olabildi mi” ya da “kendisinden beklenileni yerine getirebildi mi” olabilir. Başarısızlık olmuşsa, “Bu başarısızlığın nedenleri neydi ve ileride aynı hatanın tekrarını nasıl önleyebiliriz” diyebiliriz. Tehlike üstümüzde dolaşıyor hala. Düşmanın korkunç bir teknik üstünlüğü var.
Atılan bombaların tonu her ay yükseliyor. Son kalan iki şehrin, Honoi ve Haiphong’un da yıkılması her an beklenebilir. Bu yıkıcı ve mahvedici araçlara karşı onlardan daha güçlü değerler var elimizde. Askeri mücadelenin yanı sıra -ki düşmanın tek anladığı yol budur ve bunda yenilgiye uğratılmalıdır- diğer bir mücadele yürütülmektedir; gerçekler uğrana, eğitim ve toplumsal reformlar için mücadele. Eğer biz hiç yorgunluk duymuyorsak ve morallerimiz bozulmuyorsa bu, aynı yükü taşıyan bunca insan oluşumuzdandır. Düşmanın inançsızlığına karşı yanıtımız; kendimize güvenmektir. Onlar yıkıyorlar, biz ise kuruyoruz.
Kendi çalışmalarıma gelince, bir süre önce bir köyde karşılaştığım bir kadının yaptıklarıyla boy ölçüşemez hiçbir zaman. Japon işgali sırasındaki büyük kıtlıkta iki çocuğunu yitirmişti. Devrim başladığında sadece hafifçe içini geçirdi. Geriye kalan çocukları Fransızlara karşı savaştılar. Bir oğlu daha öldü. Güney’de ve Kuzey’de çocukları var. Şimdi en büyük torunu cephede savaşıyor. Çocuklar ve torunlar yetiştirmiş. Artık pirinç tarlalarında çalışamayacak kadar yaşlı. Yine de evinde çalışıyor; torunlarına bakıyor, yemek yapıyor. Çalışmadığı bir tek gün olmamış yaşamında. İşte bizim okuyucularımız. Biz ne verebiliriz ki onlara? Bize güç verenler onlardır. Bu yaşlı kadınlara “Ana” ya da “Nine” deriz biz, onlarda bize “oğul” ya da “kardeş”. Bölge başkanı, hatta Hanoi’den gelen bir bakan da köyleri gezerken “Ana” ya da “nine” derler onlara. Bizde yaşlılara saygılı olmayan herkes nefretle karşılanır. Güney’de düşmanın en korkunç silahlarından biri aileleri parçalamaktır; çocukları analarından, kadınları kocalarından zorla koparıp almak. Bu yollarla kültürümüzü yok etmeye çabalıyorlar.
Mesleklerimiz üzerine konuşuruz birbirimizle. Aylarca yıllarca vahşi ormanlarda yaşadık; her patatesi, her meyveyi paylaşarak. Edebiyatı da aynı şekilde paylaşıyoruz. Kişisel anlatım yolları, yeni biçimler aramak vs. bütün bunlar en yalın ve kısa yoldan anlatmanın gerekliliğine bağılı kılınmalıdır. Kuvvet kitlelerdedir. Köylüler ve endüstri işçileri yazdıklarımızı yargılıyorlar. Yapıtlarımız gerçekse, olayları doğru anlatıyorsa, köydeki yaşama koşullarını dile getiriyorsa, ortak çabamızı iyi örnekliyorsa, direnmeyi ifade etmenin yollarını buluyorsa, gelecek için herkesin içinde yatan umutları, kaygıları ve tasarımları ortaya koyuyorsa; o zaman halk hiçbir okurun yapmadığı gibi bizi okuyacak ve dinleyecektir. Ve eğer biz böyle bir dil bulamıyorsak; dilsiz olmamız çok daha yeğdir.
1954 antlaşmasından sonra askerlere savaşla ilgili anılarını yazmaları için çağrıda bulunduk. Anlatım yeteneklerinin gelişmesini istiyorduk. 10.000 den fazla yanıt aldık. Yazanların bir çoğu o kadar yetenekliydi ki bu çalışmalarını sürdürebilmeleri için yardımcı olduk onlara. O zaman yazmaya başlayanların bir kısmı bugün tanınmış yazarlardır.
Bugün, her zamankinden fazla kısa hikayeler yazılıyor. Devrim sürecini çok yönlü bir bakış açısıyla yansıtacak büyük roman henüz sahneye çıkmadı. Dünya edebiyatıyla kıyaslayabileceğimiz cesaretli eserlerimiz yok henüz. Kendi kendilerini eğiten halkımız, köylüler ve askerler dil üzerinde yeni denemelere girişerek edebiyatı değiştirme çabası içinde değiller. Onlar kendi dünyalarını ve okurlarını değiştirmeyi amaçlıyorlar.
Bizim için kitap bir silahtır. Okurlarımız bıçak kullanmayı bilirler, el bombasını da. Silahlarına karşı duydukları güveni, bir kitabın yazdıklarına karşı da duymak isterler. Yazılanlar onları desteklemeli ve güçlendirmelidir; onlara bir bakış açısı önermeli ve açıklamalar yapabilmelidir. Biz bir edebiyat okulu kurmadık. Biçimsel deneylere girecek bir ortamda yaşamıyoruz. Edebiyatı kolay anlaşılır yapma çabamız ve çalışmalarımızı gündelik sorunlar ve alışılagelenle sınırlandırmamız yaratıcılığı ortadan kaldırıyor mu diye sorduk kendi kendimize? Yaratıcılığı sınırlandırmanın bilinçlenmeyi geriletebileceğini göz önünde tutuyorduk.
Bugün için elimizde sadece savaş alanları var. Bizim için her şey gerçeklerden doğar. Şu anda her şeyden önce, durumu olduğu gibi anlatacak insanlara gerek var. Olayları incelemeye çalışıyoruz. İnsanların içinde olanları açıklığa kavuşturup, onların dirençlerini ve başarılarını anlatabilirsek, halkın direnme gücüne hizmet etmiş olacağız.
Sürekli çaba, yıkıntının doğurduğu baskı, bir sevilenin ölümü bazı anlarda umuttan daha ağır basabilir. Yıllarca süren yokluğun insanlar üzerinde hiç iz bırakmaması düşünülemez. Şu anda halk savaşının amaçlarını anlatmak yetiyor bize. Sömürgeciliğin aşağılayıcı davranışlarını, devrimi başlatmak için gösterilen çabaları, sosyalizmin kuruluş yıllarında elde ettiğimiz başarıları anımsatıyoruz halka. Sağlam ve açıklayıcıdır edebiyatımız. Bombardımanlar başladıktan sonra elde ettiğimiz deneyleri özümlüyoruz. Halkın düşünce gücüyle ve kendi kendini denetleyerek elde ettiklerini.
Halkımız çağdaş sanatın değişik sorunlarını öğrenmek olanağından yoksun olduğu için, biz herkesin anlayabileceği bir anlatım tarzı kullanıyoruz. Özenli bir yapının önemini ya da sanatsal yaratıcılığı bir kıyıya itmiş değiliz. Çünkü bunlar her zaman beğenilebilir. Yine de biçimi salt biçim olarak ele almıyoruz. Estetik, konulara açıklık getirmeye hizmet ettiği sürece yararlıdır bizim için. Edebiyatımız siyasaldır, pratiğe uygulanabilmelidir.
Nerede olursak olalım, cephenin neresindeysek orada yazarız. Küçük kağıt parçaları halinde olan metinlerimiz üniformalarımızın ceplerinde durur. Karıncalar, köstebekler gibiyiz.
Kitaplarımız çok çabuk satılıyor. Okurlarımızın gereksinmelerini karşılayamıyoruz. Kitaplarımızın 10.000-20.000 kopyası bir haftada satılıyor. Kağıt darlığı yüzünden daha fazla sayıda basmamız olanaksız. Ancak bazı kitapları, örneğin Nguyen Van Troi’nin hayat hikayesini veya To Hui’nin şiirlerini 50.000 adet basabildik.
Biz yazarlar, çeşitli sanatsal yapıtların ulusalcı içeriğinin ne olması üzerine çok düşündük. Ulusal Kurtuluş Savaşına egemen olan Ulusalcılığın proleter enternasyonalizmini ortadan kaldırıp kaldırmayacağını tartışıyorduk.
Ben bu soruyu şöyle yanıtlamak istiyorum. Vietnam büyük kuvvetlerin arasında küçük bir ülkedir. Bizim ulusal kurtuluş hareketimiz binlerce yıllık geçmişiyle tanıtlamıştır kendini. Yurtseverlik olmadan tutsaklıktan kurtaramazdık kendimizi. Ülkemizin yarısı halen düşmanın elindedir. Sosyalist ülkelerin saygısına ve yardımlarına sahibiz. Bugün sosyalist blok içinde ideolojik ayrılıklar var. Dünya devriminin nasıl sürdürüleceği konusunda değişik düşünceler ileri sürülüyor. Avrupa, Latin Amerika, Afrika, Asya ve ABD’de sınıf mücadelesinin nasıl yapılacağı konusunda değişik teoriler ve pratikler geliştiriliyor. Tarihin bu döneminde ortak bir stratejiden söz edilemez. Biz kendi ülkemizdeki deneyimleri özümleyerek buluyoruz yolumuzu. Devrim hareketimizi dışarıdan hiçbir yardım olmadan kendimiz başlattık. Yirmi beş yıllık devrimci mücadelenin zaferlerinden sonra, sosyalist devletimizin temellerini yıkmaya çalışanlara karşı halk koruyor devrimi.
Türkçesi: Melek Ulugay
Kaynak: Militan Dergisi, Sayı 2, 1975