Teorik ve siyasal ön kabullerden radikal bir kopuş – Deniz Köroğlu

“Esas olan mümkün olanın eski yapılandırılmasından koparak yeni kabiliyetler tanımlamasına gitme arayışıdır”

Giriş niyetine

Yaklaşımlarımızda isteyerek ya da istemeyerek belirleyici olan şeyler kuşkusuz ön kabullerimizdir. Farkında olmasak da ön kabuller zamanla bir ağ oluşturur. Oluşan bu ağ en genel anlamıyla düşünüş şeklimizin bir yansımasıdır. Bu, insan etkinliğinin, hayatın döngüsünün ortasında durur. İnsanlar arasındaki iletişim, etkileşim, duygular, istekler, eylemler sürekli bunun üzerinden inşa edilir. Yani insan zihninin temel yapı taşlarından bir tanesidir. Aynı zamanda beynin son derece bilimsel bir işleyiş biçimine tekabül eder. Ön kabulleri belirleyen şeyler, niyetler değildir. Bunlar doğrudan algı olarak ortaya çıkarlar. Algı, zaman zaman nesnellik ve niyet gibi şeylerden, kendisini oluşturan belirleyenler anlamında farklılık gösterebilir. Özellikle son dönemdeki bazı araştırmalar, bize algılarımızı oluşturan şeylerin çoğunlukla farkında olmadığımız şeyler olduğunu söylüyor. Tabi işin bu kısmı tartışma konusu, fakat bir şey kesin ki, insanların algılar ve ön kabuller dünyası kişilerin dünyasında belirleyici rol oynuyor.

Bir diğer konu olarak, algı oluşumunun birçok farklı şekilde de gelişebileceğini eklemek gerekir. Tam da bu minvalde konumuz, mevcut devrimcilik ve örgütlenme anlayışının belirleyici faktörüne, bu konuyla bağlantılı bir bakış açısıyla değinmek, yani örgüt anlayışına girmek. Bahsettiğimiz örgüt meselesine değinmekten kasıt ise hasta ve yatalak halde duran, vakti artık sayılı, ölüm vakti yakın olmasına rağmen çoğunluğun hala savunduğu bir takım sınırları yerle bir etmek. Hedefimiz ön kabuller, bunun sebebi ise neden, sonuç, amaç, gibi meselelere kavramın yazılı harfleri ve okuma alışkanlığı açısından aşinalık dışında söz konusu kelimelerin anlamına ilişkin hiçbir yakınlığı olmayan belli anlayışları yıkma isteğidir. Bu anlayışların, açık ki temelini aldığı şeyler, geçerliliğini uzun zaman önce yitirmiş bir takım ön kabuller, sıkışmışlıktan kaynaklanan bazı algılar ya da gölgelerin esir aldığı bakışın hastalığından başka bir şey değil. Burada özellikle kavramsallaştırılmış “gölgelerin esir aldığı bakış” cümlesi aslında meselenin özünü gayet net bir biçimde ortaya koyuyor.

Biz bu esareti yıkmanın ve özgürleştirici bakışın gücünü inşa etmenin iddiasını ortaya koymayı amaçlıyoruz. Unutmamalı ki örgüt meselesi, en başta bir algı ve bakış meselesi olmakla birlikte, en önemlisi özgürlük meselesidir. Özgürleştirici bakışın enerjisiyle Örgüt; yaşamıyla, eylemiyle, ilişkileriyle ve bakışıyla sisteme karşı duran devrimci alternatif olamazsa, esaretin karşısındaki özgürleşme yönelimi olmazsa, devrimci misyonunu karşılayamaz. Hareket edemeyen, anlamın önemiyle düşünmeyen bir örgüt saplanmaya ya da yok olmaya mahkûmdur. Mahkûmiyetin tek çıkışı, özgürlüktür. Bu aynı zamanda sisteme karşı bir başkaldırıdır. Bu demek değil ki örgüt, koşulsuz şartsız her şeyin çözümüdür. Fakat örgüt bunun yönelimi, hareket halindeki icrası, asabiyeti, cüreti ve arayışıdır. Yönelim atılan kurşun değil, doğrultulan namludur. Unutulmamalıdır ki, namlu doğru yere tutulmadıkça atılan hiçbir mermi hedefe ulaşmayacaktır.

Fakat ortadan kaldırılması gereken yanılsama ve edilgenlik sahnesine, bilginin kılavuzluk ettiği eylem ile saldırmaktansa, kör psikoloji ile mutlak düzeyde tanımsız yıkma eylemi arasında duran,  edilgen başkaldırı mantığıyla hareket etmek sakıncalıdır. Bu edilgenlik, kişinin sistem içinde kendini bulduğu edilgenlik durumunu “bilince çıkarmasıyla” onu yıkmak için, bu edilgenlik durumundan çıkmak için, içinde bulunduğu enerjiyle, yine bu sefer de, bu yıkıcı isteğin verdiği duygu durumuna karşı savunmasız bir edilgenlik durumunu ifade eder. Arayışın verdiği enerjiyi araştırıp yoklayan bir cürete dönüştürmeyen her başkaldırı hareketi, sistem ve uzantılarından gelecek soyut ya da somut her türlü saptırmanın karşısında edilgenliğe mahkûm kalır. Evet, gölgelerin esir aldığı bakış hastalıklıdır. Pek tabi seyreden kişi, kendisine sunulan gösteriyi, sükûnet içinde izleyen gözlemci konumundan çıkarılmalıdır. Kişi bu aldatıcı efendilikten yoksun bırakılmalı, eylemin sihirli dairesi içerisine sürüklenmelidir. O daire içerisinde akılcı bir gözlemci olmak yerine, “kendi yekpare yaşam enerjisinin efendisi olma imtiyazını bulacaktır.”

Ancak, edilgen bir topluluğu ortadan kaldırmanın yolu, kendi yaşam ilkesini eyleme geçiren topluluğun etkin bedenidir. Bu da bir örgütselliği ifade eder. Örgüt, ilk bakışta aslında bir yer ve zamanı işgal eden bir imge ya da merkezi olarak hareket edebilen bir topluluğu ifade eder. Bizim için basit bir yasalar ve kurallar aygıtı olmanın ötesinde; bilfiil eyleyen bedeni, bir takım teori ve pratiği önceleyen ve onları önceden biçimlendiren bir algılar, tutumlar, hareketler bütününü kast etmeliyiz; devlet ya da yasaların ölü mekaniğini değil. İnsan tecrübelerinin duyusal biçimlerini değiştiren canlı bir organizma, yaşayan kolektifliğin cisimleşmiş formudur. Topluluğun örgüt olma hali, edilgenliği yok eden senkronize bir hareket inisiyatifinden doğar. Fakat zaman zaman sanki günümüzde örgütün canlı ve toplulukçu özü muhafaza ediliyormuş gibi, şu sorudan sanki kaçabilirmişiz gibi yapıyoruz: Bizim örgütümüzde yaşanıp da başka yerde yaşanamayacak şey nedir? Bizim örgütümüzde ulaşılıp da başka hiçbir yerde ulaşılmayacak şey nedir? Bu soruların cevabı ne niteliğe dayanan ne de niceliğe dayanan bir cevap olabilir. Ne ‘biz çok yetenekliyiz; herkesi örgütleriz’ mantığının ne de ‘biz çok kalabalığız, çok güçlüyüz’ mantığının çözebileceği bir sorudur bu. Şekilci gözlerin, basmakalıp kuşbakışı mantıkla hareket eden müteahhit zihniyetli insanlar için, bu tip cevaplar yeterli olabilir; belki heyecanlandırabilir de. Biliyoruz ki bu zihniyetin ciddiye alma anlayışı, ya ilkel ve yapmacık göğüs kabartmalarla ya da parmak hesabıyla ölçülen miktarlarla eş değerdedir. Maalesef devrimci savaş ne müteahhitlerin ne de hastalıklı derecede şekilci insanların işidir. Devrimci savaş, özgür devrimci bireylerin işidir. Bu soruların cevapları, ancak bir yönelimi tarifleyerek cevaplanabilir. Yönelim, temel ve stratejik meselelerde, girilen yolu tarifliyorsa, o zaman örgütsel yönelimin doğruluğunun ispatı, bu soruların cevabı olacaktır. Yazının devamında bu soruların cevabını verebilmiş olduğumuza inanarak devam ettiğimizi belirtelim.

Neye karşı neden dolayı

Biz, “olması gereken” örgütü anlattıkça, birileri bize usanmadan şu soruyu soruyor: Sizin anlatımınızla, komün gücü anlayışıyla, Leninist parti modelinin arasında çelişki yok mu? Eleştirileriniz ile savunduklarınız, yaptıklarınız çelişmiyor mu? Mevcut hali hazırda bulunan birçok örgüt anlayışının eleştirilmesi, genel anlamıyla örgüt anlayışına bir ret oluşturmaz. Ancak örgütlenme meselelerinin tam merkezine oturan örgüt sorunu çözüme kavuşturmak için “doğru” örgüt anlayışının arayışı bizi doğru yönelime ulaştırabilir. Örgüt eleştirisiyle; özüne, gerçekliğine, uyuma kavuşmuş örgüt arasında çelişki yoktur. Örgüt eleştirisinin ki burada kastedilen örgütün kaldırılmasıyla değil zamana ve gerekliliklere uygun bir şekilde inşa edilmesiyle ilgilidir. En basit şekliyle, ilk elden anlaşılan statüko ve bürokrasiyle flört eden örgüt anlayışıyla çelişir, burada bahsettiğimiz örgüt eleştirisi.

Gerçeklik, bize devrimci dinamizmin öncüsü olma iddiasındaki örgütlerin, saplanmanın ve çıkışsızlığın öncüsü olduğunu söylüyorsa, o zaman “doğru” örgüt, varoluşunu tam da bu gerçekliği ortadan kaldırmak için kullanır. Bu ilk bakışta “tuhaf” gibi görünebilecek düzenek, aslında tuhaflık görüntüsünü ancak kaba, kuş bakışı açıdan bakanlara gösterir. Temelinde onu ayakta tutan şeyler, ilkelerdir. Daha doğrusu, bu ilkeleri mümkün kılan ön kabuller ağı, yani eşdeğerlikler ve karşıtlıkları işleyiş biçimidir. Karşıtlıklar derken akla ilk gelen şey “çelişki” kavramı olarak genel olarak anladığımız biçimde bir karşıtlıklar silsilesinden bahsetmiyoruz. Daha çok bahsettiğimiz şey, edilgenlik, dışsallık ile ayrılık; dolayım ile bütünlük, birliktelik arasındaki eşdeğerlikler: Kolektif mücadele ile bireyin kendi iç dünyasındaki mücadele; yaşayan gerçeklik, etkinlik ile edilgenlik, benliğine sahip olma ile yabancılaşma arasındaki karşıtlıklardır. Bu eşdeğerlikler ve karşıtlıkların işleyişi, hata ve telafisi şeklinde, gayet dolambaçlı bir yol oluşturur aslında. Ancak burada sonucun belirleyiciliği, yani bu dolambaç içerisinden uçuruma yuvarlanmakla tepeye çıkmak sonuçlarının hangisinin yaşanacağı meselesinde belirleyici olan şey, başlı başına bir olgusallıktır diyebileceğimiz örgüt meselesidir.

Tam da buraya giriş yapma noktasında, şunu açıkça belirtmek gerekir ki bu konuda, birçok fikir ve pratik mevcuttur ve bunların her birinin ortak noktası; devrimci, örgütlü bireyler yaratıp bunları kolektif pratiğin faillerine dönüştürme yollarını öğretmeyi amaçlamaktır. Biraz daha kafamızın açılması için bunların bazılarını açalım. Bunlardan birinde kadrolar örgüt dolayımını hazırlayan zemin hakkında bilinçlendirilir ve onu güçlendirmek için isteklendirilir. Bir diğer anlayış da, pratikle kuşatmadır. Burada kişiler, kolektif enerjilerini kendilerine iade eden eylem dairesine sürüklenmişlerdir. Az önce açtığımız bu iki yaklaşım da göze ilk batan şeyler bütünlükten yoksun olmalarıdır. Bütünlüklü, özgürleştirici bir bakış ile kuşanmamış bir örgüt anlayışının zafere ulaşamayacağı gibi bunlarla bütünleşmemiş yöntemlerde “sıkıştırmacı” bir yaklaşımdan başka bir şeye tekabül etmez. Burada, sıkıştırmacılıktan kasıt; doğru zamanda, doğru yerde ve doğru şekilde kullanıldığında meselenin çözüm noktası olabilecek olanın; bütünlükten yoksun bir biçimde yeri ve zamanı olgunlaşmadan kullanılan yöntemlerin, bir takım eşyaların yeri orası olmamasına rağmen sırf oraya yerleşsin diye sıkıştırarak konulan parçalara benzetilmesiyle ilgili. İşte bu yüzden hem teorimizi hem de pratiğimizi yönlendiren mantık ve bakış üzerine yoğunlaşmak gerekiyor.

Kendini yok eden dolayım ve düz tek taraflı iletimin mantığı

Diyelim ki, bir tarafta herhangi bir şey, bir bilgi, bir yetenek, bir beden ve zihinde belli bir enerji var ve bunun diğer tarafa geçmesi gerekiyor. Yani bir taraftan diğer tarafa bir iletim gerçekleşiyor veya bir şey anlatılmak isteniyor. Mesela bir öğrenciyi ele alalım; bu durumda öğrencinin öğrenmesi gereken şey, hocasının ona öğrettiğidir. Seyircilerin görmesi gereken şey, yönetmenin onlara gösterdiğidir; hissetmeleri gereken şeyse, yönetmenin ilettiği enerjidir. Nedensellik ilişkisi düz doğrusal bir çizgidedir ve yer yer nedenle sonuçlar birbiriyle özdeş görülür. Örgüt ne söylüyorsa, örgütlü onu söyler, onu düşünür ve onu hisseder. Aptallaştırma, işte böyle bir şeydir. Bu mantık ayarlanacak, hissedilecek ve anlaşılacak olanın kendi tahayyülünde veya pratiğinde koyduğu şey olduğunu varsayar. Neden ve sonucun bu varsayılan özdeşliğinin kendisi, esasen eşitlikçi olmayan bir ilkeye dayanır. Örgütün doğru mesafe bilgisi ile bu mesafeyi ortadan kaldırma yönteminin bilgisini elinde bulundurma ayrıcalığına. Buna göre, örgüt bir nevi hem bir piramit hem de bir çemberdir. Üstü ve altı olan, kademeli ve kademeleri ile belli imtiyazları olan bir çember.

Örgütlenen kişi, bu çembere girdiğinde ona ilk olarak aptal olduğu öğretilir. Birçok avanak örgüt yöneticisi, bunun gerçekten o kişinin sistem içinden geldiği için aptal olduğunu doğrudan ve dolaylı biçimlerle açıklayarak bu tezi sürekli teyit eder. Aptalımız, aptal olduğunu kabul edene kadar teyit sürer. Aptalımız, aptal olduğunu kabul ettikten sonra, aptalımıza aslında aptallıktan çıkabileceğini dolaylı olarak söyleyerek örgüt onu üst kademeye doğru yavaş yavaş alır. Artık aptalımız, eski konumunu terk ederek bir altındakilere aptalmışlar gibi davranmak için hazır olan bir üst kademedir. Bu anlayışta aslında aptal olmayan aptalımız, üst kademelere çıktıkça gerçekten aptal olur. Şimdi bu yaklaşımı eleştirmeye nereden başlasak bilmiyorum… Maalesef hani şu kısmı yanlış değil, denilebilecek tek bir yer bile yok. Neresinden tutsan elinde kalır. Sistem dediğimiz olguyu, salt devlet denetimi olarak anlayan bu mantığın sistem eleştirisini, birkaç propaganda amaçlı kullanılan slogandan ibaret sandığı çok açık. Zira sistemin ne olduğundan ve nasıl işlediğinden bihaber olduğu kesin. Ayrıca sistem özellikleri, kişiye “sen, geri zekalısın, sistemden geldin” diyerek aşılamaz.

Konumlar hiyerarşisi, yaşamsal bir konumsallık değildir. Fakat bu dar zihniyetliler, her şeyi “konum” sandıkları için, örgütün de konumlardan ibaret olduğunu sanıyorlar. Bununla da yetinmiyorlar, üstüne cila atıyorlar, biz devrimciliği böyle inşa ediyoruz, diyorlar. İnşa ettikleri şey devrimcilikle uzaktan yakından ilişkili bir şey olmadığı gibi devrimciliğe zarar veriyor. Örgütü salt yönetim ilişkilerinden ibaret görme üzerinden oluşan algı, düz tek taraflı iletim teknikleriyle bütün sorunları çözebileceğini sanıyor. Tek yaptıkları daha çok saplanmak. Devrimciliğin icra alanı olan örgüt, yaşam dinamiğinin en güçlü unsuru, değiştirme gücünün odak noktası ve kendini örgütleme noktası olan örgüt meselesi, nasıl oldu da sabitleşmenin ve tıkanmanın merkez noktası haline geldi?

Özgürleşme mantığına genel bir giriş

Şimdi yavaş yavaş özgürleşmenin betimleme ve önermelerine gelip problemi, yeniden formüle edelim. Genel anlamda, pratiğin faillerine dönüştürme yollarını öğretmeyi amaçlamaktan bahsettik. Tam da bu noktada, örgüte düşen rol, kendi bilgisi ile örgütlediğinin “cehaleti” arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaktır, denir. Örgütün pratiği, örgütle örgütlediğini birbirinden ayıran uçurumu kapatmaktır, bunu gitgide daraltma amacını taşır. Fakat ne yazık ki, örgüt de bu mesafeyi yeniden yarattığı takdirde daraltabilir. Bu mantığa göre, artık durum öyle bir hal alabilir ki örgütün “alt kademesi” bir yerden sonra bu mesafenin “üst kademe”ye geçince kapanacağını dahi sanır. Hatta “üst”e geçince egonun sihirli dairesi, onu bu fikre uzun bir süre inandırabilir de. Ancak bu mesafe böyle bir şey değildir. Hatta mesele konumlar hiyerarşisine o denli uzak bir konudur ki, konumlar hiyerarşisiyle meseleyi çözebileceğini sanan kişi, uçurumu daha da çok açar, durur. Kendisi çoğu zaman bunun farkında dahi olmaz. Bu anlayışta örgüt cehalet yerine bilgiyi geçirebilmek için her daim bir adım önde olmak zorundadır. Örgütlenen ile kendisi arasına sürekli yeni bir mesafe koymak zorundadır. Bunun nedeni de oldukça basittir. Pedagoji mantığında cahil, ustanın bildiğini henüz bilmeyen anlamına gelmez yalnızca, o neyi bilmediğini ve nasıl bileceğini bilmeyendir. Usta, sadece cahilin bildiği bilgiyi elinde bulunduran değildir. O, bilgiyi nasıl, ne zaman ve hangi protokole göre bilgi nesnesi yapacağını bilen kişidir. Sanki zaten hakikatte bir yığın şeyi bilen; çevresine bakıp dinleyerek, gözlemleyip tekrar ederek, kendi kendine öğrenmiş “cahillerden” değildir o. Böyle bir bilgi, örgüt için sadece “cahilin” bilgisi olabilir. Çünkü basitten karmaşığa doğru giden ilerleme ilkesine göre, kendini düzenlemeye muktedir olmayan bir bilgidir bu. Cahil, keşfettiği şeyi daha önce bildiğiyle karşılaştırarak ilerler; karşılaşmaların rastgeleliğine göre, fakat bazen de, aritmetik düzene göre. Cahil, yalnızca daha fazla bilmek için uğraşır durur. Henüz bilmediği şeyi bilmek için. Cahilde olan şey, kendisi hoca olmadıkça öğrencide her zaman olacak olan şeydir. Cehaletin bilgisidir, bilgiyi cehaletten ayıran gerçek mesafenin bilgisidir. Kişinin hesabında gözden kaçan şey ise işte bu ölçüttür.

Ustanın bildiği şey, bilgi nakliyle ilgili adabın öğrenciye ilk olarak öğrettiği şey, cehaletin bilgi kıtlığı değil, bilginin zıddı olduğudur. Bilgi, bilgi kırıntılarının toplamı değil, başlı başına bir konumdur. Tam mesafeyi, hiçbir kıstas ölçemez. Tam mesafe, yalnızca alınan konumların oyunuyla açığa çıkar. Oyun da örgütün kendisini, güya kendisine yetişmesi için eğittiği kişiden ayıran bitimsiz “bir adım önde olma” uygulamasıyla biçimlenir. Bu mesafe; “hoca”nın tavrını, “cahil”in tavrından ayıran o büyük uçurumun metaforudur. Çünkü söz konusu uçurum, iki zekâyı, cehaletin ne olduğunu bilenle bilmeyen zekâyı birbirinden ayırır. Düzenli olarak ilerleyen eğitimin, öğrenciye ilk olarak öğrettiği şey, işte bu radikal ayrımdır. Ona ilkin aciz olduğunu öğretir. Böylece öğretme etkinliği boyunca kendi ön kabullerini, yani zekâların eşit olmadığını hiç durmaksızın teyit eder. İşte bu bitimsiz teyit, iletişimin merkezinde durur.

Bu aptallaştırma mantığının karşısında duran şeyse özgürleşme pratiğidir. Özgürleşme zekâların eşitliğinin teyit edilmesidir. Bu eşitlik, zekânın bütün tezahürlerinin eşit değerde olduğuna değil, zekânın tüm tezahürlerinde, kendine eşit olduğuna işaret eder. Bir uçurumla ayrılmış, iki tür zekâ yoktur. İnsan denen hayvan, ilk önce ana dilini, insanlar arasındaki yerini alabilmek için kendisini kuşatan şeyler ve göstergelerin arasında öğrenmeyi nasıl öğrenmişse, her şeyi işte öyle öğrenir; gözlemleyerek ve bir şeyi bir diğeriyle, bir göstergeyi bir başka göstergeyle, göstergeyi olguyla karşılaştırarak. Okuryazar olmayan biri sadece bir duayı ezbere biliyorsa bile, bu bilgiyi henüz bilmediği şey ile karşılaştırabilir. Yani duanın kâğıda yazılı kelimeleriyle, işaretler sayesinde bilmediği ile bildiği şeylerin ilişkisini öğrenebilir. Bunu ancak her adımda, karşısında olanı gözlemleyerek gördüğünü söyleyip, söylediğini teyit ederek yapabilir. İşaretleri heceleyen bu cahilden, hipotezler kuran bilgine varıncaya kadar işbaşında olan zekâ hep aynı zekâdır. Anladıklarını aktarmak ve bir başka zekânın kendi anladıklarını ona aktarmak için neyle uğraştığını anlayabilmek üzere, bir göstergeyi başka bir göstergeye tercüme ederek karşılaştırmalar ve tahminlerle işleyen, ilerleyen bir zekâ; her öğrenme çabasının merkezinde oturan işte bu şiirsel tercüme çalışmasıdır. Özgürleştirici uygulamanın merkezi de burasıdır. Ancak özgürleştirici örgüt yapısının bilmediği şey, aptallaştırıcı mesafedir. Yani ancak bir uzmanın “doldurabileceği” kadar büyük bir uçuruma dönüşmüş olan o mesafe. Normalde mesafe dediğimiz şey bir biçimiyle ortadan kaldırılması gereken bir kötülük değil, tüm iletişimin olağan koşuludur. İnsan denen hayvanlar, kocaman göstergeler üzerinden, birbirleriyle iletişim kuran, birbirinden uzak, mesafeli hayvanlardır. Örgütlenen’in aşması gereken mesafe, kendi cehaleti ile “örgüt”ün bilgisi arasındaki uçurum değildir. Mesafe, bir yönüyle bildiğinden bilmediğine doğru giden, fakat geri kalanını nasıl öğrenmişse işte, öyle öğrenebileceği bir yoldan başka bir şey değildir. Kişi üstün konuma geçmek için değil, tercüme sanatını daha iyi uygulayabilmek yani tecrübelerini kelimelere dökebilmek ve kelimelerini sınayabilmek, anladıklarını başkalarının da faydalanması için tercüme edebilmek ve onların anlamlandırmalarının sundukları tercümeleri kendi diline tercüme edebilmek için öğrenir. Özgürleştirici mantığın kabul etmediği şey, zekâların eşitsizliğidir. Ve her edim, özgürlük ile esaret, kendi yaşam enerjisinin efendisi olma ile yabancılaşma arasında kat edilen yol’dur. Bütün o sınırlarıyla birlikte her türden sabitliği ve hiyerarşiyi hiç durmaksızın ortadan kaldıran bir yol.

Diğer bir taraftan ise özgürleştirici örgüt anlayışında da konumlar hiyerarşisi vardır. Fakat bu, doğrudan icrayla ilgili bir meseledir. Bir işleyiş biçimidir. Yani aslında, kendini yok eden dolayımdır. “İcra”nın işleyişi içerisinde, kendini gereksizleştirmeye çalışır. Tabi kasıt ne yöneticilerin gereksiz görülmesi ne de mutlak düzeyde komünal ilişkilerin, örgüt içerisinde egemen olduğu varsayımından doğan bir saflıktır. Mesele, bunun yöneliminde ilerlemeyi esas alma anlayışıdır. Teorisinin ve pratiğinin, bu tarafa yüzünü dönmesi meselesidir. Burada, önemli bir şeye değinmek zorundayız. Şunu çok iyi anlamak gerekir ki, icra bilginin ya da ruh halinin aktarılması değildir. Bir kopyalama faaliyeti ya da kast sistemi içinde dönebilecek bir faaliyetten hiç ama hiç bahsetmiyoruz. İcra derken, bahsettiğimiz şeyin tekdüze iletimi ve neden sonucun özdeşliğini bertaraf eden, hiç kimsenin tapusunu cebine koyamayacağı, özel mülki yaklaşımlar içerisine giremeyeceği,  kimsenin anlamı üzerinde tekel kuramayacağı, üçüncü bir şeydir icra. İnsanlar, yalnızca bir bilinç biçimi, bir duygu yoğunluğu veya eylem için enerji üretir. Enerjinin gerçeklikle buluşma noktası icradır. İcra anlayışı örgütün işleyişi ve bel kemiğidir.

Özgürleştirici mantıkta, bireylerin karşılarına çıkan şeylerin içinde, edimler ve göstergelerin arasında kendi yollarını çizebilen bireylerden başkası bulunmaz. Örgütlülerin ortak kudreti, kolektif bir bedenin öğeleri olmaktan veya etkileşimin özel bir biçiminden falan ileri geliyor değildir. Ortak kudreti, her birinin algıladığı şeyi kendi diline tercüme edebilme ve onu kendi eşsiz anlamlandırma faaliyetiyle ilişkilendirebilme kudretindendir. Bu eşsiz hikâye başka hiçbir hikâyeye benzemediği için hepsini birbirine benzer kılar. Zekâların eşitliğinin bu ortak kudreti, bireyleri birleştirir. Onları karşılaştırarak bir yarış pistine sokmak yerine, her birinin kendi yolunu çizmek için sahip olduğu kuvveti kullanmaya da kabiliyetli kılarken, kendi edim ve tecrübelerini birbirleriyle paylaşmalarını sağlar. Örgüt içerisinde yaptığımız icralarımızın teyit ettikleri şey, toplulukta vücut bulan bir iktidara dâhil oluşumuz değildir. Teyit edilen şey, herkesi birbiriyle eşit kılma yeterliliğidir. Aptallaştıran mantık nasıl sürekli olarak konumlar hiyerarşisini ve ona uyum sağlamak zorunda olan “aptal”ları teyit ediyorsa, özgürleştirici mantıksa, sürekli ve durmaksızın, kendi ölçülerindeki eşitlik anlayışını durmaksızın teyit eder. Yeterliliğini, uygulanabilirliğini ve bu teyitlerle kişileri, bunları uygulamaya yönlendirmeyi amaçlar. Tabi bahsettiğimiz yeterlilik, indirgenemez mesafeler aracılığıyla, ilişkilendirme ve ayrıştırmaların öngörülemez işleyişiyle hayata geçirilir. Bir yere ya da bir şeye seyirci olan kişi için, özgürleşme, ilişkilendirme ve ayrıştırma kudretinde yatar. Fakat bir şeye seyirci olmak, her koşulda etkinliğe geçirmek zorunda olduğumuz bir edilgenlik değildir.  Normal bir şeydir seyircilik. Gördüğü şeyi görmüş ve söylemiş olduğu şeyle sürekli ilişkilendiren seyirciler olarak biz, sürekli öğrenir ve öğretiriz. Eylemde bulunur ve tanırız. Hayatta ve örgütte radikal mesafeyi, rol dağılımlarını, bireyler arası bireyci sınırları reddettiğimizde, yeni bir şey öğrenmemize imkân veren, politik özgürleşmenin önünü açan, başlangıç noktaları, dört yol ağızları ve kavşaklarla dolar her yer. Çünkü her seyirci, zaten kendi hikâyesinin oyuncusudur. Her oyuncu, her eylem insanı da aynı hikâyenin seyircisidir. İcra bu şekliyle dışsallığı ortadan kaldırmayı hedefler.

Tiyatroda şöyle denir; sahne ile salonun ayrılığı aşılması gereken bir durumdur. İcra ise tam da bu durumu ortadan kaldırmayı hedefler. Yani örgütün özelliği, kolektif hareket etme gereksiniminden kaynaklı bir topluluk olması değildir. Devrimci örgütün özelliği, somut ve soyut konumların dağılımını ya teyit eden ya da dönüştüren bir eylem olmasıyla ilgilidir. Kişi karşısında duran şiirin öğeleriyle kendi şiirini oluşturur. Kişi, icrayı kendi usulünce yeniden oluşturarak katılır icraya. Herkes, aslında bir şey öğrenirken ya da anlarken o şeye kendinden bir şey ekleyerek yapar bunu. Bildiği anladığı, daha önceden gördüğü herhangi bir şeyden yeni gördüğü şeye dair kurduğu bağ ve anlamlar dünyasındaki karşılığıdır, belirleyici olan. İnsanlar, zaten her şeyi bu yolla öğrenir. Buna göre örgüt kişiye kurulu olanı sunup, kişiye bunu dayatıp, kendisini ona göre şekillendirmesini istemez; onu buna zorlamaz. Araya farklı mesafeler koymaz. Mesafenin kendisi suni, yapay bir şeydir. Örgüt, bu noktada bütünleşmenin yollarını arar; yani karşılıklı etkileşimi esas alan bir diyalektikle ilerler. Bu, omurgasız bir etkilenme değil, farkındalığın eminliğiyle hareket eden, ancak fikir temelinde tartışabilme olanağının oluştuğu politik özneleşme ortamını yaratabilmektir. Buysa farklının dışlandığı ya da zararlı görüldüğü bir anlayışla olmaz.

Yapı, ortak ilkeler eşliğinde ortak arayışa sahip olanların yapısıysa eğer; o zaman bunun yarattığı toplumsallaşma kudreti olan asabiyetin oluşmasının önünde bir engel yoktur. Bahsettiğimiz farklıların ortak hareketi ya da farklı olanların aynılaşması değil. Farklı olanların bütünleşmesidir. Sistemin ve burjuvazinin tam karşısında, özgürleşmenin betimleme ve önermelerine yönelmeleri, oradan devrimci icralar örgütlemeleridir. Özgürleşmenin inşası, bu şekilde gerçekleşebilir. Bu durumda, özgürleştirici mantığın istediği şey biat değil, samimi açıklık ya da bu yönde eğilim göstermekten başka bir şey değildir. Mesele, bir asabiyet inşa etme meselesidir. Örgütün kendisi dinamik bir olgudur. Kadro, dinamizmin belirleyici faktörüdür. Bir yandansa kimilerine göre kolektif bir yapının mensuplarının bireysellik alametleri ve biçimlerine ayıracak vakitleri olmamalıydı. Bu konuda ise ilk fırsatta, liberalliğin ve bireyciliğin çeşitli biçimlerini benimseyen anlayışlarla aramıza, çizgi çekmek esastır. Diğer yandan ise toplum-birey diyalektiğini doğru kurabilmek esastır. Burada bahsettiğimiz, liberalizm ve bireycilikle doğrudan savaşan komün gücü anlayışıyla birlikte, özgürleşmenin esaslarını inşa eden özgür devrimci birey inşasını yaratma meselesidir. Burada, özgürlükten anladığımız örgütlülüktür, özgürlük gücüdür.

Örgüt; temsil’i mevcudiyete, edilgenliği etkinliğe dönüştürme

Örgütlenme anlamında, birilerine göre toplumsal sistemi anlayanların, bu sistem yüzünden acı çekenlere anladıklarını öğretmeleri lazımdı ki onlarda mücadele için donanımlı hale gelebilsinler. Birilerine göreyse bilgili olduğu farz edilenler, aslında sömürü ve başkaldırmanın ne demek olduğunu anlamayan cahil insanlardı ve cahil olarak gördükleri işçilerin yanında asıl kendilerini eğitmeliydiler. Ancak bu iki görüşün anlamadığı şey, daha doğrusu bizim örgütten anladığımız şey şudur: Eylemde bulunanlar ile toplum arasındaki sınırın belirsizleşmesi. Asabiyet aynı zamanda bu yönelimi tarif eder. Aşırı şişmiş örgütsel egonun hükümranlığında, asabiyetin gelişmeyeceğini anlamak, hayati öneme sahip bir yerde duruyor. Roller ile kimliklerin; gerçekle yapayın; organik, mekanik ve bilişimsel yama’ların durmaksızın değiş tokuşu denen post modern gerçekliğe özgü örgüt tarzları melezleşmesinden bahsetmiyoruz. Böyle bir şey ilkelerini sorgulamadan icranın etkisini arttırmak için sınırların belirsizleşmesini ve rollerin karışmasını kullanan başka bir aptallaştırma biçimine götürür.

Örgüt; “temsil”i mevcudiyete, edilgenliği etkinliğe dönüştürerek, örgüte atfedilen toplulukçu güç ve yaşamsallık imtiyazını geri almayı hedefler. Bütün icralarda söz konusu olan, bildiğimiz şeyle bilmediğimiz şeyi birbirine bağlamak meselesinde kişiler “icra”yı oluşturmak üzere tezahür ve etkilerin sergilendiği bir örgüt inşa ederler. Ve bu, kendinden bir parça yapmak üzere kendi tercümesini geliştiren, etkin yorumcu rolünü oynayan örgütlüler ister. Örgüt, insanları edilgen tutumlarından çıkarıp ortak bir dünyanın etkin katılımcılarına dönüştürürse, belki örgüt içindeki o insanlar da ne yapılması gerektiğini öğrenir diye düşünen bir yaklaşımla, etkin yorumcular oluşturulamaz. Patolojik örgütçüler ile aptallaştıran pedagogların paylaştıkları temel inanç şudur: Örgütün “asıl” mensupları, örgütün mensuplarına ne yaptırmak istediklerini tam olarak bilmeseler bile (genelde bilmezler),  en azından bir şeyi bilirler; bir şey yapmak gerektiğini, etkinliği edilgenlikten ayıran uçurumu aşmak gerektiğini… Yani temel inanç şudur; iki konum arasında uçurum bulunduğu inancı. Sizce de mesafeyi yaratanın, bizzat mesafeyi ortadan kaldırma arzusu olup olmadığını sorarak problemi tersine çeviremez miyiz?  Dolaysızlığa ve rutine gömülmüş kol işçileri ile fiziksel eylem içinde olanların körleşmesi karşısında, idealar üstüne düşüncelere dalıp geleceği görenlerin veya dünyamız hakkında genel bir görüşe sahip olanların “geniş” perspektifini çıkardığımız anda, görmek ile yapmanın karşıtlığı, tam tersine döner. Eskiden, bazı yerlerde, seçme ve seçilme hakkına sahip toprak gelirleriyle hayatlarını sürdüren mülk sahiplerine, etkin vatandaş; bu çerçeveye layık olmayan, hayatlarını kazanmak için çalışmak zorunda olanlara ise edilgen vatandaş denirdi. Terimler anlam değiştirebilir, kavramlar değişebilir. Mesele iki kategoridir. Birbiri arasında uçurum olan, o iki kategoridir. Belirli yetkinliğe sahip olanlar ile sahip olmayanların karşılaştırıldığı yapının yerinde kalmasıdır. Bakma ile eylemde bulunma arasındaki karşıtlığı, sorguladığımız zaman, yani söyleme, bakma ve yapma arasındaki ilişkileri kuran olguların tahakküm ve boyun eğdirme yapısına ait olduğunu anladığımız zaman, işte o zaman başlar özgürleşme.

Yine de boyun eğdirme yapısına ait olan, gölgesinin esir aldığı bakış maalesef hala genel olarak örgütlerin işleyişinde hakim olmaya devam ediyor. Bu bakış, doğal olarak, en iyi olduğu dönemde bile sürekli yapmacık başkaldırı hareketleri, salt görüntü amacıyla yapılan hareketlerden daha ileri gidemiyor. Yapmacık başkaldırı hareketlerinin, meta teşhirinin hükmettiği ayırt edici göstergelerin sorgulanma sürecine katkıda bulunmaktan başka, işe yaramadığını anlamaları ne kadar sürer bilinmez. Sürekli aynı yöntemler, aynı sloganlar, aynı hareketlerle farklı sonuç beklemek ne kadar akla yatkın olur; bu da bilinmez. Bilinen şey şu ki, başkaldırı hareketi görüntülerin teşhir edilmesiyle saklanan sırrın ifşa olmasını sağlayan kısa devreler ve çarpışmalar üretmeyi amaçlar hep. Ancak onların, böyle bir derdi yönelimi bile yok. Aslında bunlardan bazıları sözde yeteneksizleri, görmeyi bilmeyenleri, gördüklerinin anlamını kavramayanları, elde edilmiş bilgiyi militan enerjiye nasıl dönüştüreceklerini bilmeyenleri tedavi etmek amacındaydı. Doktorların da iyileşmesi gereken bu hastalara ihtiyacı vardı sonuçta. Yeteneksizleri tedavi etmek için, tam da bu yeteneksizlikleri sonsuz biçimde yeniden üretmek zorundalar. Bu yeniden üretimi tesis etmek için, düzenli biçimde sağlığı hastalığa, hastalığı sağlığa dönüştürme döngüsü yeterli olacaktır. Ahmakların acizliğini ifşa eden, eleştirinin aczinden beslenen bu makine, kıyamete kadar çalışabilir böyle. Bu nedenle, durmaksızın aynı makineleri kullanan, geri dönüşlere bir tur daha eklemenin anlamı yok. Bunun yerine, yaklaşım değişikliğinin zorunluluğunu ve benimsenmesi gereken yönü işaret etmek gerekir.

Neden otonom değiliz

Öncelikle bilmemiz gereken şey şu ki; elbette otonom dediğimiz zaman kafamızda canlanan şeyler bir yana, bu kavramın birçok farklı türevi ve anlayış şeklinin de oluşmuş olması diğer yana, kavramın asıl karşılığı bağımsız bireylerin ortak hareketi olarak en genel anlamıyla özetlenebilecek bir anlayışa tekabül eder. Söz konusu bağımsız bireyler, birer kişi, birey olarak tümden bağımsızdırlar. Yaşamlarında bağımsız, kararlarında bağımsız, kişi olarak tümden bağımsız bireylerdir. Fakat bu bireyler belirli ortak amaç doğrultusunda, ortak hareketler geliştirir; ortak eylemler yapar ve bu doğrultuda örgütlenirler. Bu fikir, aslında en başta, komün gücü anlayışına ters düşer. Komün gücü; insanların, bireylerin, topluluk, kolektif olmasıyla ilgilidir. Yaşamda, bağımsız ya da bağımlı olmakla ilgili değil. Yaşam da komün gücü anlayışına bağlı olmakla ilgilidir. Bu anlayışa göre, komün anlayışı, sadece gökyüzünde olan ve ancak el ile işaret edilebilen bit ütopya değil, aynı zamanda mevcut gerçekliğin alanına girebilen, komünal bir yönelim olarak, şimdinin ve yarının olgusudur. Yani kendisini, şu anda dahi gerçekleştirebilme, yöneltebilme kabiliyetine sahip, yaşayan icradır. Elbette komün gücü içerisine ayrıntılı olarak girilmesi gereken, detaylı olarak incelenmesi gereken bir anlayış. Biz, burada sadece yüzeysel olarak bahsetmek ile yetindik. İkinci olarak, bireyden bahsettiğimizde özellikle cüret, asabiyet ve örgüt gibi kavramlarda göreceğimiz şey açıkça şudur; devrimci bireyden devrimci örgüte, devrimci örgütten (devrimcileşen geniş ve yaygın bir toplumsal ilişkiler ağıyla) devrime yürümenin iddiası ve yönelimi.

Bununla da birlikte, özgürleştirici anlayışın odak noktasında, özgür devrimci birey vardır. Bu özgürlük, özgürleştirici anlayışa bağlılık noktasında gelişen özgürlük ve bu bağlamda aptallaştıran ya da aşağılanan ya da bağımlılaştırılan değildir. Tersine, kendisi olabilmesi; fikir oluşturma, fikrini paylaşma, planlama gibi edimleri bağımsız bir şekilde oluşturması; emek harcaması; tartışması; fikrini ve eylemini kolektifleştirmesi diyalektiğinde vücut bulabilen bir özgür birey tutumudur. Burada, iki noktanın altını çizelim: Birinci nokta, çoğunlukla batıda gördüğümüz otonom örgütlenmelerin içeriğinde gelişen ve oradaki çoğu örgütlenmede vücut bulan bir gerçekliği açıkça görüyoruz. Toplanınca çeşitli eylemler yapabilen, ama dağılınca alabildiğince liberal ve en önemlisi birbirinden kopuk ve bağımsız bireyler. Biz özgürlükten bunu anlamıyoruz. Söz konusu olan, sözde “bağımsız”, ama gerçekte sisteme böylesine göbekten bağımlı olan bu bireyler, bizi, ‘neden otonom değiliz’ sorusunun cevabına götürüyor aynı zamanda. İkinci mesele de şu; örgüt-birey çelişkisi diye bir kavram karşımıza çıkıyor. Burada aslında ifade edilmek istenen, kişinin fikriyle, örgütte genel anlamda kabul gören fikir arasında farklılık oluştuğunda, ne olacağıdır. Bu noktada geleneksel anlayış şöyle diyor: Ya gider ya da ikna olur! Ancak bu yol, herkes için tıpatıp aynı olması gereken bir yol değil. Özgürleşme, ancak farklılıkların, icra temelinde ortak olduğu bir düzlemde gerçekleşebilir. Buna göre icra, belli politikalarla belirlenmiş, bu anlamda ortaklaşılmış teori ile arasındaki bağdan gücünü alır. Farklı düşünmek, kesip atılması gereken değil, anlaşılması ve icranın içine dâhil edilmesi gereken bir meseledir. İcranın içine dâhil etmek demek, mutlak düzeyde ikna etmek demek değil, bütünleşmenin yollarını aramak ve ortaklaşmaktır. Kişiler, farklı renkler olarak da uyumlu bir ahenk oluşturabilirler ve bu ahenkten oluşan bir komünist parti de pek tabi mümkündür.

Burada bir parantez açalım, özellikle son dönemde, dost bir parti otonom kadro diye bir teoriden bahsediyor. Bunu özellikle kadro eğitimlerinde çokça tekrarlıyorlar. Şimdi denilebilir ki, otonom örgüt tamam da otonom kadro nasıl oluyor? Bu kavramın bahsettiği, örgüt merkezi ile iletişime geçemediği zamanlarda, kadronun kendi başına ideolojik perspektif doğrultusunda bir merkez gibi hareket edebilmesidir. Bu taktiksel bir önermedir. Taktiksel anlamda elbette uygulanabilir, ancak burada stratejik olarak ele aldığımızın altını çizelim ve bu parantezi kapatalım.

Bu alt başlığı bitirmeden hemen önce, bir açıklama yapmak gerekiyor. Bu alt başlığın açılma sebebi şu; özellikle son dönemlerde örgüt anlayışıyla, komün gücü anlayışımız ile otonom anlayışı özdeşleştirme eğilimleri var. Bu, bazen örgütün dışına düşmüşlerde sözde kara propaganda yapmak için, bazen de örgüt içinde iyi niyetli biçimde kullanılmaktadır. Doğrultma çabamız elbette ki örgüt içindeki kullanımla ilgilidir. Otonomiyle aramıza çizgi çekmemiz, bu anlamda bir ihtiyaçtır.

Holografik yaşam algısı ve şekilselliğin uçurumundan yuvarlanmak

Holografik yaşam algısına göre, parça bütünün bir kopyasıdır. Yaşamın bütünlüğü parçaya yansımıştır. Somut örnek vermek gerekirse, bu fikre göre yaşamdaki küçük şeyler büyük şeylerden ayrılamaz. İkisi de aynıdır; aynı şeye tekabül eder. Tabi bu fikrin, çeşitli dozajları var. En yüksek dozuna sahip kişiler için, masayı silerken eğer dikkatsiz davranıyorsan, o zaman yarın, büyük bir şey yaptığında da dikkatsiz olacaksın, demektir. Bu yüksek promilde yaşanan holografik bakışın neden kaynaklandığı henüz bilinmiyor. Bunlara, diyalektik olarak parça ve bütünün aynı olmadığını, hatta parçadan bütünün anlaşılamayacağını, parçadan parçanın bile anlaşılamayacağını, parçanın ancak bütüne bakarak anlaşılabileceğini anlatmak gerekir. Dar pratikçilik ile patolojik örgütçülüğün buluştuğu yerde, işte böyle bir anlayış ortaya çıkıyor. Hatta bu anlayış, daha da ileri gidiyor; karar ve izlenimlerini bu mantıkla oluşturuyor. Bu da aptallaştırmanın başka bir biçimine tekabül eder. Holografik yaşam algısından uzak durmak gerekir. Küçük meseleler ile sorunu olan varsa onu küçük meselelerin düzleminde de çözebilir. Kalkıp memleket meselesi haline getirmelerine gerek yok.

Örgüt, insanları ortak bir otorite altında toplayan özel bir oluşum değildir. Devrimcilik de bu tanımın, siyasal rejimi hiç değildir. Örgüt, siyaset kurumunun ta kendisidir; siyasetin öznesinin ve siyasetin ilişki biçiminin kurulduğu yerdir. Öyleyse mesafeleri ortadan kaldıran özgürlüğün gücünü, siyasal aklın asabiyetiyle bütünleştirmek gerekir. Biz, örgüt var sayılanlar ile örgütün dışında varsayılan halkın arasındaki sınırın belirsizleştirilmesinden bahsettiğimizde ya da bunu, ‘bizim örgütümüzün sayısı, seksen milyondur” gibi ifade biçimleriyle anlattığımızda; bizzat örgütlü arkadaşlarımızdan şöyle tepkiler geliyor: Ya tamam, slogan o sonuçta, öyle değil bu işler. Öncelikle örgüt meselesi, siyasal bir olgusallıktır, bir iş değildir. Aradığınız şey, bir iş ise yanlış yerdesiniz. Aradığınız şey, özgürlüğün arayışı ise doğru yerdesiniz. Birçok devrimci, küçük dünyasında yaşamaya alışmış görünüyor. Öyle ki, bu insanların söylemlerinden düşünce dünyalarına kadar zuhur etmiş. Başka türlü devrimcilik yapılamıyor, sanıyorlar. Oysa ki yaptıklarının, devrimcilik olmadığını er ya da geç fark ettiklerinde, melankolik bir kâhine dönüşüp, devrim saflarını terk ediyorlar. Birçok farklı kesim ise hala örgütlenme sorunlarını ve stratejik gereksinimleri biçimsel örgüt tartışmalarıyla aşabileceğini sanıyor. Biri diyor ki; yok yasal parti olmaz, platform olur. Yok, hareket olmaz, dergi olmaz, yasal parti olur. Yok, şöyleydi, aman böyleydi derken birbirlerini yiyip bitiriyorlar. Örgüt sorununun köklerine inmeye gelince, korkudan içleri titriyor. Bazıları da bu gibi şekilsel, taktiksel meselelerden ayrılıklar çıkarıyor. Girilen bu durum, dışardan bakınca, oldukça komik görünse de maalesef devrimci hareketin gerçekliği olarak karşımıza çıkıyor.

“Melankolik kehanetler, doğrulanabilir olgular etrafında dönmez”

Etrafımıza baktığımızda, açıkça bir takım şeyler görüyoruz. Bazen kişilerde somutlaşmış bilinç biçimleri, ama çoğunlukla kişilerde somutlaşmadan bile henüz uzak yönelimler şeklinde belli başlı eğilimler var. Bütün bunların icazetini aldığı merkez olan gölgelerin esir aldığı bakış, hala birçok örgütte ve zihinde etkisini kesin olarak sürdürmekte. Aslında bunların bazıları, geçmişte bir takım bilinç biçimlerini ve özgürleşme sürecine yönelmiş enerjileri harekete geçirmeyi amaçlıyordu. Şimdiyse bu özgürleşme anlayışına ya tamamen ilgisizler ya da bu hayale açıkça sırt çevirmiş durumdalar. Kendini devrimci gören hiç kimsenin amacın, niyetini sorgulamadan değerlendirmek gerekirse; bir takım kehanetler ile kendini inşa eden, toz tutmuş sağcı hiddet, aslında kendi yöntemsizliğinin yarattığı duygu durumunu öfkeye dönüştürüp her fırsatta kusuyor. Bir diğer biçimiyle de ironi ve melankoli, bizi canavarın karşısında sıkışıp kalmış gibi gösteriyor. Diyorlar ki, bu canavar, güya en beğenilen metaları en iyi fiyata sunarak, kişiye hayatını sonsuz imkânlarla dolu, bereketli bir toprakmış gibi tecrübe etme olanağını vererek potansiyel düşmanlarının arzu ve yeteneklerine el koyuyormuş. Böylece kim ne isterse onu veriyormuş; ahmaklara realite şovlar, kurnazlara sayısız kendini değerlendirme olanağı. Diyorlar ki, bu canavar herkesin aklına, medyayı, eğitim kurumlarını ve sayısız devlet imkânlarını kullanarak hastalıklı şovenist düşünceleri işliyormuş; bu yüzden de bu kuşatmayı yarmak olanaksızmış. O yüzden, biz de ancak minik adımlar atarak kendi yağımızda kavrulabilirmişiz, gerçek bir isyan hareketi için doğru zamanı beklemeliymişiz, tabi gelirse… Canavarla savaştığını sanıp, aslında canavarın ürettiği güçten beslenenlerin yanılgısı işte böyle bir şey.

Melankoli, kendi güçsüzlüğünden beslenir. Bu güçsüzlüğü, genel bir güçsüzlüğe çevirip sistemin eleştirel yorumunun, bizzat sistemin bir parçasına dönüştüğü bu dünyaya “küskün gözlerle bakan berrak zihin” konumunu kendine ayırmak yeter ona. Solun melankolisi ile sağcı eleştiri hiddeti arasındaki karşıtlık, aslında aynı zamanda, aynı madalyonun iki yüzü olma durumundadır. Sol melankoli, solun çıkmazına bir alternatif olunamayacağını; aslında bunun doğal bir sonuç olduğunu; “Bizim diğer örgütlerden ne farkımız var? Biz, süpermen değiliz. Sonuçta onlar da insan ve bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Hatta bazıları daha kalabalık; biz ne yapacağız ki onların yapamadıklarını yapacağız? Hatta onların içinde, birçok yetenekli insan dahi var. Biz en iyisi fazla iddialı olmaktan kaçınalım. Zaten bir şeyler başarırsak o zaman iddia ederiz.” tarzı birçok söylemle teyit ederken, bizi, kendi yağımızda kavrulmaya razı olmaya ve küçük dünyamızda mutlu olmaya davet ediyor. Ya da kurtuluşu dışarıda arar; yani dışardan gelecek yardımlarla ya da bir tür birleşmeyle olacağını düşünüyor. Sağ öfke ise kendisini boşa çıkaran söylemlerin rahatsızlığının karın ağrılarını, derinden hissetmenin verdiği saldırganlıkla birlikte, hem moral olarak düşürmenin hem de insanların gözünde itibarsızlaştırmanın yollarını arıyor. Komplocular, işleri güçleri yokmuş gibi, acaba bugün insanlara ne yalan söylesek de onları kötülesek, diye düşünmekten bir an bile kendilerini alamıyorlar. Ancak siyasi bakışlarının aksine, ilginç biçimde, bu konuda oldukça yaratıcı olduklarını eklemek gerekir (bu övgüyü hak ediyorlar). Ancak maalesef eleştiri yöntemleri ile bu yöntemlerin amaçları arasındaki bağlantısızlık, onları her türlü umut ve etkileyici olma imkânından mahrum bırakıyor. Melankolikler ve kâhinler, her fırsatta kendilerini aydınlanmış akıl gibi gösteriyorlar. Aslında bu durum, toplumsal özgürlük hareketine başlangıcından beri musallat olmuş bir gerilimin aldığı en son biçimdir. Özgürleşme; yani görünür, yapılır ve düşünülür olanın, eski düzenin bozulması; nesnelliği bir sıçrama tahtası olarak gördüğü gibi, buradan melankoli ve karamsarlık yerine cüret üretir.

Politika, mutabakat ve eleştiri

Öncelikle, devrimci politika, iktidarın uygulanması veya iktidar mücadelesi değildir. Çerçevesi de önce yasalar ve kurumlarla belirlenmez. Politik açıdan önemli olan ilk mesele, bu kurum ve yasaların hangi nesne ve özneleri kapsadığı, tam olarak politik topluluğu hangi tür ilişki biçimlerinin tanımladığı, bu ilişkilerin hangi nesneleri kapsadığı, hangi öznelerin bu nesneleri tayin etmeye ve tartışmaya ehil olduğudur. Devrimci politika, ortak nesnelerin tanımlanmasına imkân tanıyan, duyumsanabilir çerçeveleri yeniden yapılandırma etkinliğidir. Devrimci politika, ilkin bireylere ve gruplara belli tipte bir mekân ve zaman, belli var olma, görme ve söyleme biçimi tahsis ederek; bireyleri ve grupları emre ve itaate, kamusal hayata veya özel hayata hazırlayan, “doğal düzenin” duyumsanabilir apaçıklığını bozar. Devrimci politika, duyumsanabilir verilerin apaçıklığında bile, iktidar ilişkilerini öngören düzeni bozan pratiktir. Devrimci politika, ortak şeylerin mekânını baştan oluşturan, kolektif bir ifade merci icat ederek yapar bunu. Çalışmanın görünmez mekânında kalmaya yazgılı varlıklar, dünyada görülmeyeni gördürmek amacıyla, ortak bir dünyayı bölüşen kişiler olduklarını ilan etmeye vakit ayırabildiklerinde başlar devrimci politika. Bir başka deyişle de, tahakküme maruz kalan insanlar için mesele, hiçbir zaman tahakküm mekanizmalarının farkına varmak olmamıştır. Mesele, tahakkümden başka bir şeye adanacak bir beden edinebilmektedir. Bu, onlara anlatmayalım demek değil. Bu, asıl olarak, onları kazanmanın yolu buradan geçer demek.

Örgüt bu bedenlerin ortak kolektifliğinden doğan, yaşayan icra ise, o halde, örgüt politikası kendi dışındaki “gerçek dünya”ya müdahale ederek çözemez paradokslarını. Bu, zaten çıkışı itibariyle sakıncalı bir yönelimdir. Örgütün dışında kalacak bir “gerçek” dünya yoktur. Mekân ve zaman bir yana, zaten dışarıda olan her şey, toplum içerisinde olan her şey, bir başka biçimiyle örgüt içinde de yaşanır. Burada, görünürde oluşan dışsallık, kendisini iki biçimde sonuçlandırmak zorundadır: Örgüt ya çözülür ve geldiği yere geri döner ya da toplumsallaşır geldiği yeri dönüştürür! Tam bu ara formda, bunun bilinciyle toplumsallaşmanın yollarını oluşturmak ve tahakküm bedenini aşmak gerekir. Böylece gerçeğin alanına girmek diye bahsedilen şeye yönelinir. Ancak herhangi bir topluluğu burada ve şimdi, doğrudan mevcut hale getiren şey, doğrudan kolektif eylemdir. Bunu oluşturmanın yolu ise, kolektif aklın iktidarıdır. Bu anlayışta, sorunları sorunsallaştırmak değil; çözümü oluşturmak, kendisini özne görüp çevresini nesne görmek değil; politik özneleşmenin yollarını açmak ve kendisi için de sürekli oluşturmanın yollarına yönelmek, icrayı tekelleştirmek değil; politik irade kolektifleri oluşturmak esas olmalıdır.

Ancak bu şekilde, aslında çokça bildiğimiz, ama uygulamakta zorlandığımız, eleştiri-özeleştiri mekanizmasına da yönelmek mümkün olur. Köken olarak “eleştiri” ayrılık, ayırt etme ve ayrımcılığa ilişkin demektir. Eleştiri, ayrılık çizgilerini yerinden oynatarak, gerçeğin uzlaşımsal kumaşına bir ayrım getirme ve bu açıdan, verili olanla ilgili mutabakat alanını yapılandıran, ayrım çizgilerini genişletme sanatıdır. Yani bizim için, bütünleştirici bir unsur olma özelliğini taşımalıdır. Burada karşımıza çıkan diğer bir kavram olaraksa, mutabakat (consensus) kelimesi; önceliği uzmanlığa, hakemliğe, “toplumsal taraflar” veya farklı tipte topluluklar arasındaki müzakereye veren “modern” yönetim biçiminden çok daha fazlasını ifade eder aslında. Mutabakat; duyumla anlam arasında, yani verileni yorumlamayla onu anlatma arasındaki uyumu ifade eder. Düşünce ve beklenti farklarımız ne olursa olsun, aynı şeyleri algılamanın ve onlara aynı anlamlar vermenin zeminidir.

Sonuç niyetine

Son olaraksa; bu yazıda bahsedilen, özgürlük, eşitlik gibi kavramlar, genel geçerlilik kapsamında alışılagelmiş biçimleriyle kullanılmamaktadır. Ne mutlak özgürlük mümkündür ne de mutlak eşitlik. Mutlaklığın, her şeyin sürekli bir değişim ve sınırsız etkileşim ile şekillendiği bir yaşam gerçekliğinde, ne anlama geldiği farklı bir konudur. Burada asıl bahsetmek istediğimiz, özgürlük ve eşitlik anlayışı, sistemin karşısında sunulan alternatif önermelerdir. Sistemin karşısında, komünal bağlamda ele aldığımız; özgürlük, eşitlik, birey kavramlarıyla bir devrimci örgüt inşa etmek istiyoruz. Bunun yönelimi ve arayışıyla, cüretimizi ve asabiyetimizi inşa etme derdindeyiz. Özgür ve örgütlü, eşit ve en ileri seviyede pratik anlamda işlerliğe kavuşmuş, birey anlayışıyla toplumsallık anlayışını birleştiren bir yerden devrimci örgütü oluşturmak, sanıldığının aksine imkân dışı falan değildir. Sadece alışılmışın dışındadır. Bunun sebebi, sistem içi düşünüşün verdiği sis perdesidir. Birey olmak, kendini dayatmak olmadığı gibi; eşit olmak da konumların belirsizliği değildir. Kendi bakışıyla, konumlar hiyerarşisini, icra anlayışı temelinde hayata geçirirken; yaşamda, kişide, fikirde ve zihinde eşitliğin ve özgürlüğün düzlemini inşa edebiliriz. Örgütlü, özgür bireyi yaratıp, tutsaklığı yerle bir eden kolektif özgürlüğü yaşatabiliriz.

Dağın asi çocuklarının, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bilge insanlarından biri, Kürt özgürlük mücadelesini ve hareketini şöyle tarifliyor: “Daha yaşamadan yazmak, ne yaşanacağını tespit etmek, belki denilebilir ki, bir iddiadır, belki denilebilir ki bir hayaldir. Bu anlamda bizim hayalciliğimiz güçlüdür. ‘Kuru kuruya çok iddia ediyorsunuz’ diyorlar. Ama hayal de olsa, başta kuru da denilse, fakat yaşamda doğrulama, pratiğe geçirme amacındayız; bu anlamda, daha yaşamadan ne olacağını belirleme özelliğine sahibiz. Yaşam tarzında, insan yaşamında, yaşam tarafından, toplum yaşamı tarafından doğrulanan, gerçek görülen, gerçekleştirilen partimizin bugünü bilinçli yaşama, anlama ve yarını çok güçlü hazırlama özelliği bu düzeyde. Şimdi biz ne kadar geri olursak olalım, partimizin gerçeği bu. Böyle olduğu için çekici hale geldi. Zaten toplumda da bu kadar çekici ve birleştirici bir özellik taşıdı. Biz böyle olduğumuz için bu kadar zorluk içerisinde yenilmez, gelişen bir hareket olarak kalabildik.” Evet, bir iddiası, bir hayali olanlar ancak geleceği inşa edebilir! Komünarlar’ın mücadele hattını belirleyecek olan da budur.