Depremin görünür kıldığı devlet ve halk gerçekliği ile olası sosyolojik sonuçlar – Muhammed Akyol

Deprem felaketinin görünür kıldığı devlet gerçekliği

Adına ‘Türkiye’ denilen tarihsel ve siyasal coğrafyada zulmün, sömürgeci ve asimilasyoncu politikaların en katmerlisine maruz kalan Kürtler, Aleviler ve Antakyalı halklar Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında bir de “Cumhuriyet tarihinin en büyük deprem felaketi” ile sınanıyorlar.

Sınıflı toplumsal formasyonlarda egemen sınıfın diktatörlük aygıtı olan devletin gücünün ve meşruluğunun koşullarından biri de egemenlik sınırları dahilindeki toplum nüfusunun, başta beslenme ve barınma olmak üzere bir takım yaşamsal ihtiyaçlarının asgari düzeyde de olsa karşılanabiliyor olmasıdır. Yaklaşık 13 milyon nüfusun yaşadığı Kürt illeri ile Antakya’da 6 Şubat 2023 tarihinde 9 saat arayla gerçekleşen Maraş merkezli iki büyük deprem, tahrip edici yıkıma, tarifi imkansız kayıplara ve acılara neden olmasının yanı sıra, devletin “kudretini” ve sınırlarını da görünür kıldı.

20 yıldır iktidarda olan R. Tayyip Erdoğan’ın meziyetlerinden biri de olgusal gerçekliğe aykırı ‘algısal gerçeklik’  yaratabilmesi ve toplumun büyük bir bölümünü inandırarak siyasi güce dönüştürebilmesidir. “Güçlü millet, güçlü devlet” şiarıyla uzaya yerli ve milli uydu göndermek, yerli ve milli savaş uçağı üretmek, dünyaya kafa tutmak, ABD’ye meydan okumak, dünyanın her köşesine yardım eli uzatmak, mazlumların umudu ve sesi olmak… Bütün bunlar ve daha fazlası Erdoğan’ın toplumun büyük bir kesimini inandırıp siyasal iktidarının dayanağı kılmayı başarabildiği “algısal gerçeklikler”di. Öyle ki Erdoğan, olgusal gerçeklik ile neredeyse hiçbir teması bulunmayan bu “algısal gerçeklikler” üzerine inşa ettiği güçle ve meydan okumayla cumhuriyetin kurucu diktatörü M. Kemal’in tahtına göz dikti, dahası “ulu reis” olarak kendini “dünya lideri” ilan etti.

Ne var ki 6 Şubat depremleri sadece binaları, okulları, hastaneleri, yolları, köprüleri, limanları yıkmakla ve yüz binin üzerinde insanın ölümüne yol açmakla kalmadı; Erdoğan’ın gücünün, geleceğe dönük siyasi hesaplarının üzerine yükseldiği “temel” olan “algısal gerçekliği” de tarumar etti. Uzaya çıkıp dünyaya meydan okuyan, mazlumların sesi “ulu reis”in “güçlü devleti”, Ankara’nın birkaç yüz kilometre uzağındaki deprem bölgelerinde “NEREDE BU DEVLET?” diye feryat figan eden “milleti”ne arama kurtarma ekibi dahi gönderemedi.

Bu bakımdan, deprem felaketinin hemen akabinde popülerleşen “devlet enkazın altında kaldı” ifadesi, Erdoğan’ın olgusal gerçekliğin yerine ikame etmeyi başarabildiği algısal gerçekliği yerle yeksan etmekle birlikte, olgusal bir geçeklik olan devletin gücünün ve kudretinin sınırlarını da tanımlamış oldu. Yanı sıra bu ifade, Erdoğan-Bahçeli liderliğindeki faşist iktidar bloğuna karşı net bir ideolojik-politik tutum beyanına da büründü. Savcıların derhal harekete geçip soruşturma başlatmaları, bazı kişilerin gözaltına alınması, RTÜK’ün kimi kanallara cezalar yağdırması, sosyal medyaya ulaşımın engellenmesi; hepsinden önemlisi de başta Erdoğan ve Bahçeli olmak üzere, önde gelen iktidar mensuplarının hakaretler eşliğinde tehditler savurması gibi refleksif tutum ve pratikler de “devlet enkazın altında kaldı” ifadesinin iktidar bloğuna karşı güçlü bir ideolojik politik tutum beyanına büründüğünün verileridir.

Ancak “devlet enkazın altında kaldı” ifadesinin deprem felaketine bağlı olarak oluşan konjonktürde iktidar bloğuna karşı ideolojik-politik tutum beyanına bürünüp kendi çağrışımından öte anlam kazanmasının “büyü”süne kapılarak; devletin şiddet aygıtının zinde olduğu, kurumsal varlığını hedefleyen politik söylem ve eylemlere karşı derhal teyakkuza geçerek “gereğini yapma” kapasitesiyle iradesinde kayda değer bir zafiyet yaşanmadığı gerçeğini de göz ardı edip akıldan çıkartmamak gerekmektedir. Erdoğan’ın ürettiği ve kendisini destekleyen geniş yığınlar nezdinde bir hayli alıcısının olduğu “algısal gerçeklikler”i tarumar eden deprem felaketinin beri tarafta olgusal gerçeklik ile hiçbir teması olmayan başka türden “algısal gerçekler”in yaratılmasına vesile olmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Tam da bu nedenle, Maraş depremleri nedeniyle enkaz altında kalanın devletin bizzat kendisi değil, Erdoğan’ın yaratmış olduğu “güçlü devlet” algısı ile birlikte ideolojik politik hegemonyasının olduğu asla göz ardı edilmemelidir.

Elbette Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminin akamete uğratılmasına mütakiben “Türkiye’nin en kudretli şahsiyeti” olmuş, bir dizi nesnel-öznel faktörün bileşkesine bağlı olarak da, Erdoğan’ın biyolojik varlığı ve ideolojik politik hegemonyası ile devletin kurumsal varlığı ve ideolojik hegemonyası iç içe geçmiştir. Bu iç içe geçme nedeniyle, Erdoğan’ın yaratmış olduğu “algısal gerçeklik” ile ideolojik politik hegemonyasının enkazın altında kalmış olması, devletin de enkazın altında kalmış olmasını kaçınılmaz kılmıştır. Ve elbette devlet açısından bunun sarsıcı ve ağır sosyo-politik sonuçları da olacaktır. Ancak Erdoğan ile devlet ne kadar iç içe geçmiş olurlarsa olsunlar; 100 yıllık geçmişiyle kendi fiziksel sınırları dışında da kudret sahası oluşturabilmiş olmasıyla devletin, çapı ve kapasitesi ayan beyan ortada olan Erdoğan’ın biyolojik varlığına, ideolojik politik hegemonyasına mecbur ve mahkum olduğunu düşünmek ve bu “düşünce”nin parametresiyle devletin kurumsal varlığının akıbetine dair kestirimlerde bulunmak en hafif tabiriyle ahmaklık olacaktır. Çünkü kurumsal varlığı ve ideolojik hegemonyası için devlet Erdoğan’a değil, Erdoğan devlete mecbur ve mahkumdur. Tam da bu mahkumiyet ya da mecburiyet ilişkisinin öznesinin devlet olması nedeniyledir ki; 20 yıllık iktidarı süresince Erdoğan, kendi siyasi amaç ve hedefleri doğrultusunda devleti değil, devlet kendi kurumsal varlığının gerekliliklerine tabi kılma temelinde Erdoğan’ı değiştirip dönüştürmüştür.

Bu bakımdan deprem bölgesinde destek ve yardımların karşılanmayışı dahil felaketin boyutlarının daha da ağırlaşmasını koşullayan yığınla skandaldan hareketle devletin kurumsal varlığını değil de Erdoğan’ı hedefleyip eleştirmek adına “devlet enkazın altında kaldı” ifadesini benimseyen bilumum liberaller ile devrimciler arasındaki ideolojik-politik ayrımların da silikleştirilmemesi gerekmektedir.

6 Şubat depremleri, sadece Erdoğan iktidarının değil, bütün kurumlarıyla devletin, Türk egemen sınıfının çıkarlarını önceleyip güvenceleyen baskı ve diktatörlük aygıtı olduğunu bir kez daha görünür kılmıştır. Bu yalın gerçekliğin bilincinde olan Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimciler de devletin kurumsal varlığını hedefleyerek ezilenlerin kurtuluşu davasının gelişip güçlenmesini öncelemişlerdir. Ve elbette devlet de devrimcileri ve “çağrı”larına kulak veren ezilenleri, “teröristler” olarak nitelendirmiştir. Öyle ki kurumsal varlığını hedefleyen ezilen tarafın ideolojik politik akımlarını ve pratiklerini “terörizm” kavramıyla nitelendirip şeytanlaştıran devlet, teröristleri etkisizleştirmek için hiçbir siyasi, hukuki ve ahlaki sınır da tanımamıştır. Konvansiyonel silahlar ve ileri teknolojisi ile sofistike cihaz ve ekipmanlarla donatılmış bir milyon civarında insan gücü “terörle mücadele”nin asli unsuru olarak organize edilmiştir. Tonlarca beton ve çelik kullanılarak devasa büyüklükte “kalekollar”, “yüksek güvenlikli hapishaneler”, “adalet sarayları” inşa edilmiş, jandarma, polis, savcı, hakim, gardiyan ünvanlı yüzbinlerce erkek ve kadın “terörle mücadele”nin adli personeli olarak istihdam edilmiştir. Yetmemiş akademisyeninden aydın-yazarına, topçusundan popçusuna, ilahiyatçısından türkücüsüne, televizyoncusuna, sosyoloğundan psikoloğuna, sendikacısından öğretmenine, simitçisinden çiftçisine, esnaf-zanaatkarından derneğine, barosundan odasına, mafyasından çetelerine varana dek toplumun her kesiminden kişi, kurum ve kuruluş “terörle mücadele”nin cephe gerisi unsurları-milisleri olarak seferber edilmiştir.

Özetle; Türkiye’nin ekonomik potansiyelini, maddi varlıklarını, insan kaynaklarını, moral değerlerini “terörle mücadele”ye seferber eden devlet, Maraş depremleriyle ev barkları başlarına çöken, enkazlarda feryat figan eden milyonlarca yurttaşı için neredeyse kılını kıpırdatmamıştır. “Güvenlik” adına insanların cep telefonlarını dinleyen, kameralarla yatak odalarını dahi dikizleyen, yedi ceddine kadar soyunu sopunu araştırıp fişleyen devletin, imara uygun olmayan arazilerin “yerleşim alanı” olarak yapılaşmaya açılmasına, depreme dayanıklı olmayan binaların inşasına göz yumarak ya da gerekli denetimleri yapmayarak depremin en az hasarla atlatılması için hiçbir “güvenlik önlemi” almamış olması da cabasıdır! 

Tam da bu yalın gerçeklik nedeniyledir ki devletin kurumsal varlığını hedeflemeyenlerin, dahası “terörle mücadele” de kraldan çok kralcı kesilenlerin, deprem bölgesine arama kurtarma ekiplerinin gönderilmemesi dahil, bir dizi skandal nedeniyle Erdoğan’a çemkirmelerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü “terörle mücadele” politikalarına kategorik olarak karşı çıkıp tutum almamak, niyetlerden bağımsız olarak devletin arkasında hizalanmak ve başta Kürtler ile Kızılbaş Aleviler olmak üzere, zulme, sömürüye, inkarcılığa karşı kan-can bedeli mücadele yürüten ezilenlere düşman olmak demektir. Kaldı ki Türkiye’de “terörle mücadele” diye bir politika pratiği de yoktur. Aksine ezilenlerin kurtuluşu uğruna kan-can bedeli mücadele yürüten Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimcilerin ne pahasına olursa olsun “etkisiz hale getirilmesi” pratiği söz konusudur. Baştan sona ezilen düşmanı ve karşı devrimci olan bu politika pratiğine de devlet literatüründe “terörle mücadele” denilmektedir! O sebeptendir ki; “Etkisiz hale getirilmeyen tek bir terörist kalmayana dek” sürekli teyakkuz halinde olan devletin, en az yüz bin insanın ölümüne, çok daha fazlasının yaralanmasına, milyonlarca insanın zemheri ayında aç ve açıkta kalmasına yol açan cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal felaketi karşısında adeta kılını dahi kıpırdatmamış olması ve her gün “bu kadar da olmaz” dedirten türden skandalın patlaması, “tek adam rejimi”nden, “Ucube başkanlık sistemi”nden, liyakatsizlikten, devletin içinin boşaltılıp dinci cemaatlere teslim edilmesinden vb.den de öte ve önce devletin ezilenlere kesif bir düşmanlık besleyen Türk egemen sınıflarının çıkarlarını önceleyip güvenceleyen baskı ve diktatörlük aygıtı olmasındandır.

Devletin niteliğine dair bu yalın gerçeklik nedeniyle de, devletin arkasında hizalanan siyasetçilerin, aydınların, sanatçıların, patronların, sporcuların kulüplerin vakıfların, derneklerin, sendikaların, ünvanlı-ünvansız, vasıflı-vasıfsız resmi-sivil kişi ve kurumların Erdoğan’ın karşısından konumlanarak dahi olsa, depremzedelere yardım kampanyalarının organizatörleri ya da katılımcısı olup gözyaşı dökmelerinin ideolojik politik olarak halkçı ve ilerici niteliğinin olması mümkün değildir, olamaz. Devletin arkasında hizalanan sağlı sollu parti, örgüt vb. kurumlar öncülüğünde organize edilen depremzedelere yardım kampanyalarının asıl işlevi ve misyonları da felakette bir başına bırakılan depremzedelerin ve depremzedelerle duygudaşlık kuran ezilenlerin kabarıp taşan duygularının patlayıp kitlesel eylemselliklere dönüşmesinin engellemesidir. Bu bakımdan devletin kurumsal varlığına, ideolojik politik hegemonyasına karşı, devrimci amaç ve perspektiflerden yoksun “depremzedelerle yardımlaşma” pratiklerinin, insani duyarlılığın pekiştirilerek tatmin edilmesinden başka, ezilenlerin kurulu düzene bağlılıklarını tazelemekten ya da geliştirip güçlendirmekten ve de devletin güç ve kudret sahasının genişlemesine hizmet etmekten öte bir ideolojik politik sonuç doğurması mümkün değildir.

Deprem felaketinin görünür kıldığı halk gerçekliği

Devrimci perspektifle politikleştirilemeyen ölümlerin ve sosyal felaketlerin istatistiki veri olması ve ezilenlerin aleyhine olan devletli düzenlerin restore ya da reforme edilmesine hizmet etmesi kaçınılmazdır. Öyle anlaşılmaktadır ki cumhuriyet tarihinin en büyük felaketi olarak tanımlanan en az 100 bin insanın ölümüne yol açan 6 Şubat depremleri de devletin restorasyonuna ya da reformasyonuna katkı malzemesi olmaktan öte bir sosyolojik sonuç doğurmayacak ve yitip giden yüz binler de istatistiki veri olacaktır.

Bunun öncelikli nedeni, deprem felaketinin ezilen devrimciliği bakımından kahredici bir siyasi vasatta ve boğucu bir ideolojik-politik atmosferde gerçekleşmiş olmasıdır. Ne hazindir ki devletin kurumsal varlığına yönelik yegâne fiziki tehdit olan Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin şiddet pratiği sergileme kapasitesi de bir hayli geriletilmiş, T.C. sınırlarının dışında Başur ve Rojava sınırlarına hapsedilmiştir. Elbette bu durumun kalıcı olacağının garantisi yoktur. Dahası bu haliyle bile, Kürdistan devrimciliğinin gücü ve kudreti ile ideolojik-politik hegemonyasının düzeyi, devletin kurumsal varlığı için soyut değil, somut ve öncelikli bir tehdit olmaya devam etmektedir. Ancak bu durum deprem felaketine bağlı olarak gelişen konjonktürün Kürdistan devrimciliğinin lehine, devletin aleyhine sosyolojik sonuçların oluşması için yeterli değildir. Böylesi bir sosyolojik gelişme aylar ve yıllar içinde olasıdır. Deprem nedeniyle Kürdistan Devrimcileri tarafından -kuşkusuz konjonktürü lehine çevirme hedefiyle de- ilan edilen “geçici ateşkes”in devlet tarafından tanınmaması ve başta askeri operasyonlar olmak üzere, saldırıların deprem öncesinden daha düşük seviyeye çekilmeksizin sürdürülüyor olması, tam da bu anlama gelmektedir.

Devletin kurumsal varlığını hedefledikleri halde somut ve öncelikli tehdit arz etmeyen Türkiyeli devrimciler ise uzunca bir süreden beri pratik politik güç olma vasfından düşürülmüş vaziyettedir. Yanı sıra ezilenler de öz örgütlülüklerden mahrum kılınıp sağlı sollu düzen partilerinin ideolojik hegemonyalarına mahkum edilmiş durumdadırlar. Halkçı-ilerici, legalist sol parti ve örgütlerin politik güçleri ve etki düzeyleri de ülkesel ölçekte olmaktan çok çok daha geri düzeydedir. Özgürlükçülük, radikallik, düzen dışılık, anti-otoriterlik, vaaz eden envai türden pespaye fikir ve yönelimlerin özellikle genç kuşaklar nezdinde rağbet gördüğü boğucu bir ideolojik politik atmosfer de cabasıdır.

Bu kahredici gerçeklik nedeniyle 6 Şubat depremlerinin Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal felaketine yol açmış olmasına; özellikle deprem bölgesinde tarifi imkansız acılar yaşanmasına ve bu durumun devrimci ajitasyona duyarlılığı artırmış olmasına rağmen, ezilenlerin düzen partilerinden koparak devrimci arayışlara yönelmesine denk düşecek pratikler sergilemelerini; yanı sıra ezilen devrimciliğini mümkün kılacak sosyal-politik koşulların olgunlaşacağını beklemek, devrimci iyimserlik olsa da büyük bir yanılgı olacaktır.

6 Şubat depremleri elbette egemen sınıflar cephesindeki vaziyetin de iç açıcı olmadığı bir zamansallıkta vukua gelmiştir. Her şeyden önce devletin kurumsal varlığının bekası için olmazsa olmazlardan biri olan “Resmi ideoloji” sorunu daha kalıcı olarak çözüme kavuşturulamamıştır. Öncelikli ve yakıcı gündemlerinden birisi de bu olan egemen sınıflar, irili ufaklı kliklere ayrışmış, Erdoğan gücünün ve kudretinin zirvesinde olmasına rağmen kuruculuk misyonunu üstlenememiş, bilakis deprem felaketiyle daha bir görünür olduğu üzere, bizzat kendisi devletin kurumsal varlığının devamlılığı için aşılması gereken büyük bir engel haline gelmiştir.

Devletin kurumsal varlığının korunup kollanması dışında neredeyse hiçbir temel konu ve başlıkta uzlaşamayan Türk egemen sınıfları arasındaki çelişkilerin düzeyi, dört dörtlük bir “yapısal kriz” durumu arz etmektedir. Her bir klik kendisine kuruculuk misyonu atfedip rol talep etmekte, ancak hiçbiri patronajlığını kabul ettirememektedir. Uzunca bir süreden beridir zemin kaybeden Erdoğan ve haliyle sürekli “savunma”da olan Erdoğan-Bahçeli liderliğindeki faşist iktidar bloğu, muhalefet bloğuna karşı konumunu, devletçiliğin en muhafazakar ideolojik politik argümanlarıyla ve devletin şiddet aygıtlarıyla korumaya çalışmaktadır. Hatta kimi durumlarda provokasyonlara başvurmaktadır.

Ancak egemen sınıflar açısından “iç savaş”ın bir önceki evresi olan mevcut yapısal kriz olgusunda Kürtler dışında ezilenlerin politik öznelikleri söz konusu değildir. Aksine devrimci öncülerinden ve öz örgütlülüklerinden devlet tarafından yoksunlaştırılıp mahrum kılınan Kürtler dışındaki ezilenler, büyük gövdesi AKP-MHP faşist bloğunda olmak üzere, devlet aygıtına hükmetme mücadelesi yürüten sağlı sollu düzen partilerinin arkalarında hizalanmış ve istikballerini de bunlara bağlamış vaziyettedirler.

Ezilenlerin hali hazırdaki örgütsüzlük ve sefillik vaziyeti döneme özgü de değildir; Türkiye’nin tarihsel gerçekliğinin bir boyutudur. Bir başka ifadeyle, ezilenlerin hali hazırdaki vaziyeti Türkiye’deki “halk gerçekliği”dir. Servet ve sermaye sahibi zengin kodamanların, güçlü ve nüfuzlu muktedirlerin vicdanlarına seslenip merhamet dilenmek, Türkiye’deki ezilen yoksul halk yığınlarının karakteristik özelliğidir. AKP’nin iktidarda olduğu son 20 yılda ise ezilen halk yığınlarındaki bu karakteristik özelliğin yayılımı daha da genişlemiş; devlet nimetlerinin artıklarından nasiplenmeyi başarabilmiş halk kesimlerinde düşkünleşme ve yozlaşma düzeyine ulaşmıştır. Bu bakımdan Kürtler haricindeki halk yığınlarını, ezenlerine öykünmekte düşkünlüğün ve sefilliğin dibini arayan kuru kalabalıklar olarak nitelendirmek abartı olmayacaktır. Verili halk gerçekliğine dair yapılan bu tanımlamalarda “Kürtler hariç” ifadesinin kullanılması, Kürt sosyolojisinde bu düzeyde bir düşkünleşme ve yozlaşmanın yaşanmadığı anlamına gelmemelidir. Aksine, Kürdistan devrimciliğine karşı devletin arkasına hizalanan ve ideolojik-politik olarak değil, sosyolojik olarak Kürt olan toplum kesimlerinin düşkünleşme düzeyi çok derindir. Ancak unutulmamalıdır ki Kürt coğrafyası son 40 yıldan beridir bir “savaş bölgesi”dir. Bu bakımdan, ideolojik politik değil, sosyolojik olarak Kürt olan kesimlerdeki düşkünleşme ve yozlaşmanın çok daha derin olmasının asıl nedeni, “barış bölgesi” Türk coğrafyasından “savaş bölgesi” Kürt coğrafyasına dönük ilgi ve alakanın devlet tarafından tayin ediliyor olmasıdır.

Türkiye’nin son yüzyıllık siyasal tarihinde devlet karşıtı ve ezilen tarafındaki ideolojik-politik akımlar ile halk isyanlarına ilgi, yönelim ve katılım ağırlıklı olarak Kürt ve Kızılbaş Alevi kimliğine mensup toplum kesimlerinin içerisinden gerçekleşmiştir. Türkiye’de nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslüman halk yığınlarının devlet karşıtı, ezilen taraflısı ideolojik-politik akımlara ve halk isyanlarına yönelik tutumları ise ya ilgisiz ve duyarsız kalma ya da özellikle son 20 yılda olduğu gibi devletin arkasında hizalanıp düşmanlık besleme tarzında olmuştur. AKP iktidarı dönemine kadar devletin hem resmi ideolojisi Kemalizm hem de kurumsal varlığı nezdinde dışlanıp horlanan -popüler tabirle ötekileştirilen- Sünni Müslüman halk yığınlarının, devlet karşıtı ideolojik politik akımlara ve halk isyanlarına karşı ilgisiz kalmaları, kimi dönemlerde ise devletin arkasında hizalanıp düşmanlık beslemeleri, ilginç olmanın ötesinde ibretlik bir sosyo-politik hadisedir.

Devletin resmi ideolojisi ve kurumsal varlığı nezdinde on yıllar boyu dışlanıp horlanan Sünni Müslüman halk yığınlarının, devlet karşıtı, ezilen taraflısı ideolojik akımlara ve halk isyanlarına ilgisiz ve duyarsızlıklarının nedeni, taşıyıcısı oldukları İslam ideolojisinin yapısından kaynaklı bir durum olmadığı gibi, başta AKP olmak üzere sağlı sollu düzen partilerinin ideolojik politik aldatmacaları da değildir. Hele hele son yıllarda eğilim olmaya başlayan Müslüman halk yığınlarına hitap edecek ideolojik politik bir dil ve söylem geliştirilememiş olması hiç değildir.

Türkiye’de Marksist olanlar dahil devrimcilerin ve sol akımların ağırlıklı kesiminin genelde din, özelde İslam hakkında düşünüş ve eyleyişlerinin Aydınlanmacı olduğu, ideolojik-politik dil ve söylemlerinin de bu bakımdan Sünni Müslüman halk yığınlarına hitap etmediği, elbette tarihsel ve olgusal bir gerçekliktir. Ancak Tarihsel Materyalizmin temel tezi; “insanların toplumsal varlıklarını belirleyen bilinçleri” değil, aksine “insanların bilinçlerini belirleyenin toplumsal varlıkları” olduğudur.

Bu temel tez gereği; Sünni Müslüman halk yığınlarının devletin resmi ideolojisi ve kurumsal varlığı nezdinde dışlanıp horlanmalarına rağmen, devlet karşıtı ideolojik politik akımlarda örgütlenmemesinin nedeni İslam olamayacağı gibi sağlı sollu düzen partilerinin ideolojik politik aldatmacaları da olamaz. Bu durum Sünni Müslüman halk yığınlarının sosyo-kültürel şekillenişlerinin bir sonucudur. Toplum kesimlerinin sosyo-kültürel şekillenişleri, dışarıdan “doğru” ya da “yanlış” çıkarımlarıyla oluşturulamayacağı gibi, bu şekilde değiştirilip dönüştürülemez de. Türkiye’de toplam nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslüman halk yığınların sosyal-kültürel şekillenişleri, kuşaktan kuşağa aktarılan toplumsal üretim ilişkileri içerisinde yaşanıp içselleştirilen düşünüş ve hayat tarzıdır.

Bu bakımdan, devlet zinde olduğu ve kurumsal varlığını hedefleyen ideolojik-politik akımlar ile halk isyanlarını bertaraf edebilecek gücünü, kudretini ve kabiliyetini koruyup sürdürülebilir kıldığı müddetçe, Sünni Müslüman halk yığınlarının sosyo-kültürel şekillenişlerinde kategorik bir değişikliğin gerçekleşmesi; devletin kurumsal varlığını hedefleyen siyasi yapılara yönelimi ve katılımı mümkün gözükmemektedir. Böylelikle bugün de toplam nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslüman yığınlar, devletin kurumsal varlığının en güçlü toplumsal dayanağı olarak varlık göstermektedirler.

Asıl olarak Kürtleri, Alevileri ve Antakya halklarını vuran ve telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açan 6 Şubat depremlerinin kimi etkilerini Sünni Müslüman halk yığınları da elbette iliklerine kadar duyumsamışlardır. Ancak deprem felaketinin Sünni Müslüman halk yığınlarındaki etkisi korku, endişe ve kaygı duygularının derinleşmesidir. Çünkü 6 Şubat depremleri, aynı zamanda Erdoğan’ın siyasi gücünün temel dayanağı kıldığı “güçlü millet, güçlü devlet” algısal gerçekliğini de yerle yeksan etmiştir. Devletin gücünün ve kudretinin sınırlarına dair olgusal gerçekliği tüm yalınlığı ile görünür kılmıştır ki korku, endişe ve kaygı duygusunun asıl büyüme sebebi de budur. Çünkü “ulus çağı”nda Türk ulus devletinin kuruluşuyla “varoluşsallık hakkı”nı kazanabilen Türk ulusuna mensup Sünni Müslüman halk yığınları, devletin gücü ve kudreti olmaksızın varoluşsallıklarını yitireceklerini ve bir “hiç” olacaklarını çok iyi bilmektedirler. Bu yüzdendir ki deprem karşısında dehşete kapılan Müslüman halk yığınları, “tek yürek Türkiye” çağrısı yapan devletin arkasında hizalanıp, enkazın bir an önce kaldırılarak, felaketin tüm sonuçlarıyla hafızalarının derinliklerine itilip unutulmasını arzulamaktadırlar. Velhasıl Sünni Müslüman halk yığınları, tarihte de deneyimledikleri türlü türlü toplumsal felaketler karşısında hangi türden tepkiler vermişlerse, Cumhuriyet tarihinin en büyük felaketi karşısında da benzer tepkilerini yinelemektedirler.

Son iki yüzyılda, aynı zamanda Türk uluslaşmasının da önemli kilometre taşlarından olan l. ve ll. Balkan savaşlarının, l. Dünya Savaşı’nın, Çanakkale Savaşı’nın, Ermeni soykırımının, Şeyh Said ile Dersim isyanlarının, 6-7 Eylül olaylarının ve son 40 yıldır Kürt coğrafyasında sürmekte olan “iç savaş”ın yol açtığı büyük küçük felaketler karşısında, kopuşmak bir yana daha fazla özdeşleştikleri devletin arkasında hizalanan bu yığınların, yaşadıkları büyük deprem felaketi karşısında devletten uzaklaşacakları, dahası devletin kurumsal varlığını hedefleyen pratikler sergileyebileceklerini ummak ve bu temelde teorik-politik analizler yapmak, Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik gerçekliğinden hiçbir şey öğrenememektir.

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar Kürt ve Alevi halk yığınlarının, devlet zulmüne ve sömürgeci, asimilasyoncu politika pratiklerine en fazla maruz kalmış olmalarının nedeni; red ve inkar politikalarına karşı sinik bir pratik sergilemeyişleri, dahası varoluşsallıklarını şiddet dahil çeşitli politika pratikleriyle devlete kabul ettirme iradesi sergilemeleridir. Devletin kurumsal varlığını hedefleyen ideolojik politik akımlara yönelim ve katılımı yaratan bu sosyo-kültürel şekilleniş, geçmiş on yıllardaki düzeyde olmasa da Kürt sosyolojisinde diriliğini korumaya devam etmektedir. Dahası Kürtlerin maddi gücünün ve ideolojik politik hegemonyasının ulaşmış olduğu ölçek ve boyut nedeniyle bu dirilik, üretkenlik de arz etmektedir. Dolayısıyla toplumsal üretim ilişkilerindeki değişim, dönüşüm tarafından tayin edilecek olan tarihsel sınırlarına ulaşıncaya kadar da bu üretkenliğin süreceğini söylemek mümkündür.

Alevilik sosyolojisi açısından baktığımızda; Türkiye Devrimci Hareketi’nin maddi gücünün ve ideolojik politik hegemonyasının, son yirmi yıldır sürekli zayıflayıp cılızlaşmasının, gelinen aşamada ise “varoluşsallık krizi”ne evrilmesinin nedenlerinden birisi de Kızılbaş Alevilik sosyolojisinin devrimcilik üretebilme dinamiğinin hayli cılızlaşmış olmasıdır. 1950’lerde yoğunlaşan, 1980’lerden itibaren ivmelenen kapitalist modernleşme ve kentleşme sürecine bağlı olarak, Aleviliğin sosyolojisindeki devlet karşıtı, ezilen tarafındaki ideolojik politik akımlara yönelim ve katılım düzeyi bir hayli gerilemiştir. Hali hazırdaki Alevilik sosyolojisi, modernist ve kentli olan, liberal özgürlükçü ideolojik politik akımlara, demokratik haklar ve reformlar talep eden protestocu toplumsal muhalefet hareketlerine ilgi, yönelim ve katılım üreten bir yapıya evrimleşmiştir. Bu sosyolojik evrimleşmenin yanı sıra, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan ve devletin kurumsal varlığının en güçlü toplumsal dayanağı olan Sünni Müslüman nüfusa oranla “azınlık” olduğunu tarihsel hafızasına kazıyan Alevi kimliğine mensup halklar, daha rasyonel düşünüş ve eyleyişlerle CHP’nin konsolide ettiği, demokratik haklar ve reformlar talep eden protestocu toplumsal muhalefetin bileşeni olmaktadır. Elbette Demokratik Kürt Hareketi’nin yanı sıra, TDH’nin nüfuzunda olan Kızılbaş Aleviler de vardır. Ancak CHP’nin konsolide ettiği toplumsal muhalefetin bileşeni olan Alevi nüfusla kıyaslandığında hayli az oldukları da ortadadır. Antakyalı halklarla beraber, Kürtlerden sonra depremden en çok etkilenen nüfusun Aleviler olduğu dikkate alındığında, Gezi isyanı günlerinden beridir aktüel olan AKP karşıtı toplumsal muhalefetin, deprem felaketi sonrasında daha fazla dinamizm kazanacağı ve bu dinamizm enerjisinin de bir kez daha Kızılbaş Alevilik sosyolojisince üretileceği söylenebilir.

Sonuç

Bütün bu veriler ışığında, Cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal felaketine yol açan 6 Şubat depremlerine bağlı olarak oluşan konjonktürün, devletin kurumsal varlığını hedefleyen, ezilen taraflı ideolojik politik akımlara, yanı sıra ezilen devrimciliğine ilgi, yönelim ve katılımların gelişip güçlenmesini koşullamaktan ziyade, egemen sınıflar arasındaki “yapısal siyasi kriz”in bir tür “tarihsel uzlaşıyla” aşılmasını; yanı sıra CHP’nin konsolide ettiği toplumsal muhalefetin de devletin yeniden yapılandırılmasına kanalize edilmesini koşullayacak sosyolojik sonuçlar üretmesi, daha güçlü bir olasılık olarak ele alınıp değerlendirilmelidir.

Bu kahredici gerçeklik koşullarında, ezilen devrimciliğini üstlenme iddiasını koruyan Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilerin, ideolojik-politik yönelimlerini ve hamlelerini gözeterek ve her zamankinden daha fazla önemseyerek, alabildiğine yıpratıcı ve tüketici olan süreci en az hasarla atlatmaya dönük bir konumlanış içerisinde olmaktan başka seçenekleri bulunmamaktadır.

Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Hapishanesi