Marx, 1850’lerin sonunda kapsamlı bir ekonomi politika eleştirisine giriştiğinde, devlet üzerine bir kitap yazmayı da amaçlamıştı. Marx, toplam altı kitap yazmayı planlamıştı. Bunlar; sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, dış ticaret ve dünya piyasası üzerine olacaktı. İçerik kapsamı açısından bakıldığında Kapital’in üç cildi takriben ilk üç kitabı oluşturuyor. Devlet ile ilgili planlanan kitap yazılmadı; Kapital’de devlete istinaden sadece izole referanslar vardır. Devlet teorisine ilişkin birkaç genel unsur Engels’in ‘Anti-Dühring’ ve özellikle ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ gibi geç dönem çalışmalarında bulunabilir. 20. yüzyılda Marksistler arasında devlet teorisi üzerine geniş çaplı bir tartışma yaşansa da, bu tartışmalar devlet anlayışında bir ortaklaşmaya yol açmadı.[1] Biz bu yazıda kompakt bir “Marksist devlet teorisi” sunmaya çalışmayacağız. Daha ziyade, birkaç temel noktayı baz alarak ekonomi politika eleştirisinin arkasında meselenin burjuva devlet teorilerine bir alternatif yaratmaktan ibaret olmadığını vurgulayacağız; asıl mesele politikanın kendisinin eleştirisidir. Bununla belli başlı politikaların eleştirisini değil, daha çok toplumsal biçimler olarak, yani toplumsal bağıntıya aracılık eden belirli kipler olarak devlet ve siyasetin eleştirisini kastediyoruz.
Devlet-yöneten sınıfın bir aracı mı?
Her şeyden önce, Marx ve Engels’in ele aldığı iki nokta, devletle ilgili sonraki teorik tartışmaları önemli ölçüde şekillendirdi: Bunların ilki “altyapı” ve “üstyapı” kavramları idi. ikincisi ise devletin egemen sınıfın bir aracı olarak ele alınışıydı. 1859’da Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazdığı önsözde Marx toplum hakkındaki genel görüşünü yaklaşık bir buçuk sayfada özetler. Marx, toplumun ekonomik yapısını “hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temel” olarak tanımlar ve şu vurguyu yapar: “Ne hukuki ilişkiler ne de siyasi biçimler kendi başlarına ya da insan zihninin sözde genel gelişimi temelinde kavranamazlar, aksine bunlar hayatın maddi koşullarından kaynaklanırlar.” Böylece, Marksistler tarafından sıklıkla, ancak Marx tarafından nadiren kullanılan “altyapı” ve “üstyapı” ifadeleri tartışmaya dahil edildi. Geleneksel Marksizm ve Marksizm-Leninizm’de, bu önsözün veciz ifadeleri, “tarihsel materyalizm”in temel belgelerinden biri olarak kabul edilir. Ekonomik “altyapı”nın esasen politik “üstyapı”yı (devlet, hukuk, ideoloji) belirlediği ve “üstyapı”nın her olgusunun “altyapı”da karşılık gelen bir nedeni olması gerektiği sonucuna sıklıkla varılıyordu. Olguların ekonomik nedenlere bu basit indirgenişine “ekonomizm” denir.
Marksistler arasındaki pek çok tartışma, “altyapı”nın “üstyapı”yı ne ölçüde belirlediği sorusu etrafında dönüyordu. Bu önsözden kesin bilimsel sonuçlar çıkarma girişimlerinde, Marx’ın başlangıçta yalnızca, devleti tüm ekonomik ilişkilerden bağımsız olarak gören, zamanında egemen olan devlet tartışmalarından kaçındığı genellikle gözden kaçırıldı. Aksine Marx, devletin ve hukukun kendi başlarına kavranamayacağını, her zaman ekonomik ilişkilerin arka planıyla incelenmesi gerektiğini vurgular. Bu çerçevede, devlet analizinin aslında nasıl görünmesi gerektiği bile anlaşılamaz.
“Altyapı” ve “üstyapı” terimlerinin ekonomistik yorumu, esasen Engels’in devlet tanımlamasına uyuyordu. Ailenin Kökeni metninin son kısmında Engels devlet hakkında birkaç genel gözlemde bulunur, devletin tüm insan toplumlarında var olmadığını vurgular. Uzlaşmaz çıkarları olan sosyal sınıflar ortaya çıkana kadar [bu olgu gerçekleşmez]. Bu uzlaşmaz çıkarlar toplumu parçalamakla tehdit ettiği vakit sözü geçen toplumun üzerinde duran bir güç gereklidir. Toplumdan çıkan ama giderek onu aşan ve [bağımsızlaşan] bu güç, devlettir. Bununla birlikte, devlet yalnızca görünüşte sınıfların üzerindedir; aslında “devlet aracılığıyla aynı zamanda politik olarak da egemen sınıf haline gelen, ekonomik olarak egemen, en güçlü sınıfın devleti”dir. Engels devleti öncelikli olarak topluma karşı bir güç olarak anlar. Bu, belirli bir toplumda meşru güç kullanımı üzerinde tekele sahip bir kurum olarak devletin genel, kabul görmüş tanımıyla örtüşmektedir: meşru müdafaa halleri dışında hiç kimse polis veya ordu gibi atanmış devlet organları dışında şiddet uygulayamaz. Engels, bu kurumun aynı zamanda yönetici sınıfın bir aracı olduğunu da vurgular – genel oy hakkı olan demokratik bir cumhuriyette bile. Engels’e göre, bu araç çeşitli dolaylı yönetim mekanizmalarına dayanır: “Yetkililerin doğrudan yozlaşması” ve aynı zamanda “hükümet ile borsa arasındaki ittifak” (Ulusal borcun bir sonucu olarak devletin finansal piyasalara giderek daha bağımlı hale gelmesi). Proletarya, “henüz kendini özgürleştirecek kadar olgunlaşmamış” olduğu ve kurulu toplumsal düzeni mümkün olan tek düzen olarak gördüğü sürece, genel oy hakkı bile devletin araçsallaştırılmasını engelleyemez. Proletarya nihayetinde kendisini özgürleştirip sosyalist/komünist bir toplum kurduğunda, Engels’e göre sosyal sınıflar da ortadan kalkacaktır – elbette bir anda değil, tedricen. Devlet ancak sınıfsal bölünme sonucunda toplumun üzerinde duran bir güç olarak ortaya çıktığı için, sosyal sınıflarla birlikte devlet de ortadan kalkacaktır: Devlet, Anti-Dühring’deki meşhur formulasyona göre “ölür”.
Devletin öncelikle ekonomik yönetici sınıfın elinde bir araç olduğu anlayışı, yalnızca çeşitli Marksist tartışmalarda egemen olmakla kalmadı; radikal-demokratik burjuva eleştirmenler, en azından mevcut devleti doğrudan sınıf egemenliğinin bir aracı olarak gördüler. Modern devletlerin iddialarına göre, devlet sosyal sınıflar karşısında tarafsızdır: Zorunlu olan, vatandaşların yasalar önünde eşitliği ve devletin ortak refaha hizmet etme yükümlülüğüdür. Her kim devleti öncelikle sınıf yönetiminin bir aracı olarak tasavvur ederse, genellikle hükümetin fiili faaliyetinin ve devlet organlarının işleyiş şeklinin bu tarafsızlık iddiasına ters düştüğünü kanıtlamaya çalışır. Böyle bir anlayışın belirli bir ampirik inandırıcılığı da vardır. Yasama süreci ve hükümetin siyasi faaliyeti üzerinde, yasal (hatta yasadışı) etkilerini kullanan öncelikle varlıklı veya kapitalist lobi gruplarının yararına olan hukuksal örnekleri her zaman bulunabilir. Bu açıdan sermayenin belli fraksiyonlarının devleti bir araç olarak kullanmaya çalıştığı ve bunu bazen başardığı tartışılmazdır. Asıl soru, bu duruma ilişkin farkındalığın, kişinin modern burjuva devletinin temel özelliklerini zaten kavradığı anlamına gelip gelmediğidir.
Genellikle, nüfusun daha yoksul katmanlarına fayda sağlayan devlet önlemleri vardır. Enstrümantalist bir devlet anlayışının savunucuları, bu tür önlemleri salt tavizler, ezilenleri ve sömürülenleri pasifleştirmenin bir aracı olarak yorumlarlar. Devletin eleştirisi, bu anlayışın savunucuları tarafından öncelikle teşhir olarak anlaşılır. Amaç, devletin tarafsızlığının yalnızca bir yanılsama olduğunu kanıtlamaktır. Devletin bu eleştirisi öncelikle tikel devlet uygulamaları için geçerlidir, ancak sosyal biçimler olarak devlet ve siyaset için geçerli değildir.[2]
Siyasal pratikte, enstrümantalist devlet anlayışı genellikle devletin alternatif bir kullanımı talebine yol açar: Ortak refah iddiası nihayet ciddiye alınmalı ve diğer sınıfların çıkarları daha güçlü bir şekilde dikkate alınmalıdır. Bunun nasıl sağlanabileceği sorusu, çeşitli değerlendirmelere tabidir. “Devrimci” eğilimler, çoğunluğun “gerçek” çıkarına yönelik devlet politikalarının ancak devrimden sonra mümkün olduğunu vurgular. Biraz da bu nedenle, devrimci olmayan dönemlerde devrimci siyasetin tam olarak nasıl görünmesi gerektiği belirsizdir. “Reformist” eğilimler ise kapitalist ilişkiler çerçevesinde farklı bir siyasetin, sınıflar arasında bir uzlaşmanın mümkün olduğuna inanırlar. Buna bağlı olarak, sol partilerin hükümete katılımıyla beraber “daha iyi” politikaların yürürlüğe geçmesi beklenir. Daha sonra, daha radikal reformistler söz konusu hayal kırıklığı yaratan politikaları eleştirir ve onları sol partilerin liderlerinin uzlaşmasına veya “ihanetine” bağlarken, sık sık ortaya çıkan hayal kırıklıkları bazı [daha yumuşak] reformistler tarafından ne yazık ki gerekli bir uzlaşma maliyeti olarak meşrulaştırılır. Ve çoğu zaman işleri “gerçekten” farklı şekilde yapmak için yeni bir parti kurulur. Eleştirilen uzlaşmanın daha yapısal nedenlerinin olabileceği fikri göz ardı edilir.
Burjuva devletinin form belirlenimleri: Kanun hükmü, refah devleti, demokrasi
Devletin “enstrümantalist” anlayışıyla ilgili temel bir sorun vardır: Burjuva öncesi ve burjuva toplumsal ilişkiler arasındaki niteliksel farklılıklar belirsizleşir ve yalnızca toplumun farklı sosyal sınıflara bölünmesi vurgulanır. Devletin analizi, bu sınıfların kendi aralarında ilişki kurdukları ve sınıf ilişkilerini yeniden ürettikleri spesifik biçimle ilgili olmalıdır.[3] Burjuva öncesi toplumlarda ekonomik ve politik yönetim henüz ayrı değildi: köle sahiplerinin ya da feodal beylerin tahakküm ilişkisi, “onların” köleleri ya da serfleri üzerinde kişisel bir iktidar ilişkisiydi ve bu (çağdaş bakış açımıza göre) aynı zamanda bir ekonomik sömürü ilişkisi kadar bir siyasi iktidar ilişkisi de oluşturuyordu.
Burjuva-kapitalist toplumda ekonomik sömürü ve politik yönetim birbirinden ayrılır. Toprak veya üretim araçlarının sahibinin, kendisine siyasi güç veren mülke bağlı adli, polis temelli veya askeri işlevi yoktur. Dolayısıyla ekonomik egemenliğin artık kişisel bir karakteri yoktur; ücretli emekçi, belirli bir kapitaliste bağlı değildir. Burjuva toplumunun bireyleri piyasada birbirleriyle yasal olarak “eşit” ve “özgür” özel mülkiyet sahipleri olarak karşı karşıya gelirler, bazıları yalnızca emek gücüne ve diğerleri üretim araçlarına sahip olsa bile. Marx, Kapital’de alaycı bir tavırla şunları söylüyor: “Sınırları içinde emek-gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya meta mübadelesi alanı, gerçekten de, insanın doğuştan sahip bulunduğu hakların tam bir cennetiydi. Burada tek sözü geçen, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır.[4] Özgürlük! Çünkü bir metanın, örneğin emek gücünün, alıcıları da satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Aralarındaki sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde iradelerine ortak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur. Eşitlik! Çünkü birbirleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş değerde olan şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü, her biri yalnızca kendisinin olan şey üzerinde tasarrufta bulunur. Bentham! Çünkü her ikisi de yalnızca kendi gemisini kurtarmaya çalışır. Bunları bir araya getiren ve aralarında ilişki kuran biricik güç, onların bencillikleri, özel kazançları ve kişisel çıkarlarıdır.”
Sömürü ve tahakkümün ekonomik ilişkisi, özgür ve eşit sözleşme ortakları arasındaki anlaşma ile oluşturulur ve herhangi bir zamanda feshedilebilir. Sömürülen, kendi sömürüsüne rıza gösterir, çünkü özel mülkiyet toplumunda geçimini güvence altına almak için başka bir olasılığı yoktur. Ücretli emekçi, kişisel olarak belirli bir kapitaliste bağlı değildir, ancak hayatta kalabilmek için emek-gücünü bir kapitaliste satmalıdır. Burjuva toplumundaki üretimle gelişen sınıflar arasındaki tahakküm ilişkisi, burjuva öncesi toplumlardan tamamen farklıdır. Bu nedenle, burjuva toplumunun siyasal biçimi, yani burjuva devleti, kendine has özellikler sergilemektedir.
Burjuva öncesi toplumlarda, insanlar en başta yasal olarak eşitsiz olarak birbirleriyle karşı karşıya geliyorlardı. Haklar ve yükümlülükler, ilgili devlete veya sosyal statüye göre tanımlanıyordu; ekonomik ve siyasi tahakküm ilişkileri doğrudan iç içe geçmişti. Kapitalist toplumsal ilişkilerde, ekonomik sömürünün sürdürülmesi için doğrudan siyasi güç gerekli değildir: toplumun tüm bireylerinin özel mülkiyetin sahipleri gibi davranmasını güvence altına almak için toplumun üzerinde duran bir güç olarak devlet, yeterlidir. Ancak devlet, toplumun tüm üyelerini birbirlerini özel mülk sahibi olarak tanımaya zorlaması gerektiğinden, ayrı ve bağımsız bir güç olmalıdır.
Burjuva devleti, hukukun üstünlüğü ilkesiyle, vatandaşlarına özgür ve eşit özel mülkiyet sahipleri gibi davranır. Tüm vatandaşlar aynı yasalara tabidir ve aynı hak ve yükümlülüklere sahiptir.[5] Devlet, o kişinin önemi ne olursa olsun her vatandaşın özel mülkiyetini korur. Bu savunma öncelikle, vatandaşların birbirlerini özel mülk sahipleri olarak tanımak zorunda olmaları gerçeğinden kaynaklanır: mülkün tahsis edilmesine yalnızca karşılıklı anlaşma ile izin verilir; kural olarak, kişi yalnızca bağış, miras, takas veya satın alma yoluyla mülk edinebilir.
Devlet, aslında, vatandaşları karşısında tarafsız bir örnek olarak hareket eder; bu tarafsızlık hiçbir şekilde sadece bir yanılsama değildir. Aksine, devlet tam da bu tarafsızlık aracılığıyla kapitalist tahakküm ve sömürü ilişkilerinin temellerini güvence altına alır. Mülkiyetin savunulması, kendi emek-güçlerinin ötesinde hiçbir geçerli mülkiyete sahip olmayanların, emek-güçlerini satmaları gerektiği anlamına gelir. Geçim araçlarını sağlayabilmek için sermayeye boyun eğmek zorundadırlar. Bu durum, kapitalist üretim sürecini mümkün kılar ve karşılığında onun önkoşulu olan sınıf ilişkilerini yeniden üretir. Emekçi, üretim sürecinden tam olarak girdiği gibi çıkar. Emekçinin ücreti, öncelikle onun (veya ailesinin) yeniden üretimi için yeterlidir. Kendini yeniden üretebilmek için emek-gücünü yeniden satması gerekir. Kapitalist de üretim sürecinden yine bir kapitalist olarak çıkar: onun yatırdığı sermaye ona bir kârla birlikte geri döner, böylece onu yeniden daha büyük bir çapta ilerletebilir. Dolayısıyla kapitalist üretim süreci sadece meta üretmez; aynı zamanda sermaye ilişkisinin kendisini de yeniden üretir.
Bununla birlikte, sermaye ilişkisinin büyük ölçüde yeniden üretiminin -en azından gelişmiş kapitalist ülkelerde- doğrudan devlet baskısı olmaksızın (devletin gücü her zaman bir tehdit olarak dolaylı olarak mevcuttur) gerçekleşmesi, güncel bir tarihsel gelişmedir. “İlkel birikim” ve “özgür işçi”nin hala “üretilmesi” gerektiğinde işler farklıydı. Marx’ın İngiltere örneğini kullanarak ayrıntılı olarak gösterdiği gibi devlet kapitalist üretimi teşvik etmek ve mümkün kılmak için sürekli ve doğrudan müdahale etmek zorunda kaldı. Devlet bunu önce toprak ağalarının, köylüleri uzun süredir ekip biçtiği topraklardan (koyun yetiştirmek toprak ağaları için daha karlıydı) kovmasını destekleyerek, ardından da yerinden edilmiş ve başıboş insanları kapitalist işyerlerinin katı disiplinine zorlayarak yaptı. Bu, çeşitli hükümetlerin kapitalizmi uygulamak için genel bir plan izlediği anlamına gelmez, çünkü bu tür önlemlerin tamamen farklı nedenleri vardı. Ancak modern kapitalizm, bu şiddet önlemlerinin bir sonucu olarak kendini kurabildi. İşçi sınıfının “eğitim, gelenek ve alışkanlıkla bu üretim tarzının gereklerini apaçık doğal yasalar olarak gören” hale gelmesi biraz zaman aldı.[6] “Kapitalistin işçi üzerindeki egemenliği” için “ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması” ancak o zaman yeterli olur – öyle ki, zorlayıcı devlet gücü yalnızca istisnai durumlarda gerekmelidir. Gelişmiş kapitalist ilişkilerde, sınıf ilişkisinin sürdürülmesi kesin olarak sağlanır çünkü devlet, hukuken vatandaşlarına sosyal sınıflarına bakılmaksızın özgür ve eşit mülk sahipleri olarak muamele eder, mülklerini ve alışverişi korur.[7]
Dahası burjuva devleti, sadece baştan aşağı bir formel çerçeve oluşturulduğu ve güç kullanımı tekeli aracılığıyla bu çerçeveye bağlılığın güvence altına alındığı bir kanun hükmüne indirgenemez. Aynı zamanda, sermaye birikimi için genel maddi koşulları da garanti eder çünkü bu koşullar tek tek sermayeler tarafından kapitalist bir şekilde oluşturulamaz, yeterli kâr sağlanamaz. Farklı tarihsel dönemlerde değişen veya değişen önem taşıyan bu koşullar arasında, [koşullarla] bağdaşan bir altyapının (öncelikle ulaşım ve iletişim), araştırma ve eğitimin yanı sıra merkez bankası aracılığıyla istikrarlı bir para biriminin sağlanması yer almaktadır.[8] Böylece devlet, Engels’in dediği gibi, “toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesi” (ideeller Gesamtkapitalist) olarak hareket eder. Devlet, politikaları aracılığıyla, mümkün olan en kârlı birikimin kapitalist genel çıkarını takip eder. Bu genel çıkar, sermayenin bireysel fraksiyonlarının veya bir kapitalistin özel çıkarlarıyla her zaman örtüşmez, bu nedenle devlet bazen bu özel çıkarlara karşı hareket eder – tam da bu nedenle, belirli sermayelerden bağımsız bir örnek olmalıdır. Elbette, her zaman bireysel sermayeleri kayıran hükümet örnekleri vardır, ancak bu devletin esas özelliklerinden biri değildir. İşte tam da bu nedenle, devleti ve sermayeyi hiçbir şekilde eleştirmeyen burjuva çevrelerinde de bu tür adam kayırma eylemleri bir “skandal” olarak kınanmaktadır.
Kapitalist birikimin temel önkoşulu, ücretli emekçilerin varlığıdır. Yeniden üretimleri, sermaye tarafından ödenen ücretle mümkün kılınır. Münferit bir sermaye için ücret (tıpkı iş sağlığı ve güvenliği önlemleri gibi) rekabet baskısı altında mümkün olan en yüksek karı elde etmek için en aza indirilmesi gereken bir maliyet unsurudur. Sermaye, güçlü sendikalar veya benzeri birlikler şeklinde direnişle karşılaşmazsa, emek gücünün yeniden üretimini engelleyen aşırı uzun çalışma süreleri, sağlıksız ve tehlikeli çalışma koşulları ve açlık ücretleri [cüzi, açlık sınırındaki maaşlar] uygulanacaktır: emek-gücünün yok edilmesine yönelik bu eğilim bu nedenle sermayenin (rekabet tarafından dayatılan) giderek daha fazla değer kazanma eğilimidir. Kapitalist bunu fark edebilir ve hatta pişman olabilir, ancak iflastan kaçınmak istiyorsa, fazla bir şey yapamaz. Sermayenin sömürü nesnesini yok etmemesi için bu nesne zorunlu devlet yasalarıyla korunmalıdır. Yasal işgünü, iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin düzenlemeler ve yasal bir asgari ücret (ya da asgari ücret düzeyi olarak işlev gören devlet refah önlemleri) -hepsi ilk olarak işçilerin mücadeleleriyle kazanılmıştır- sermayenin değer kazanma olanaklarını sınırlar ancak bu olanakları uzun vadede güvence altına alır.
Devlet sadece emek gücünün yok edilmesini engellemekle kalmaz; refah devleti biçiminde, yalnızca işçiler ve kapitalistler tarafından müzakere edilen ücret tazminatının bir sonucu olarak mümkün olmadığı sürece kendi yeniden üretimini de garanti eder. Devlet, kapitalist ekonomide maruz kaldığı temel risklere karşı emek-gücünü çeşitli sosyal sigorta poliçeleri aracılığıyla güvence altına alır. Bir kaza veya yaşlılık (sırasıyla kaza sigortası ve emekli maaşı) nedeniyle işgücünü kalıcı olarak satamama ve hastalık veya işsizliğin (sağlık sigortası ve işsizlik sigortasının yanı sıra sosyal yardım [refah]) bir sonucu olarak işgücünü geçici olarak satamama…
Devletin sosyal refah önlemlerinin imkanları, bu önlemlerin sosyal sigorta primleri veya vergilerle finanse edilip edilmediğine bakılmaksızın, sermaye birikimi sürecinden kaynaklanmaktadır. Toplam toplumsal değerin bir kısmı kullanılır, böylece artı değer kütlesi azalır. Kapitalist için bu kesinti, tıpkı yukarıda bahsedilen koruyucu düzenlemeler gibi bir kısıtlama teşkil eder. Bu ölçüde, refah devleti olarak devlet, her bir bireysel sermayenin azami değer kazanma konusundaki doğrudan çıkarlarını ihlal eder ve dolayısıyla karşılığında dirençle karşılaşır. Bu nedenle, devletin sosyal refah önlemlerinin, işçi hareketinin mücadelelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkması sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu sebeple refah devleti sıklıkla işçi hareketinin bir “başarısı”, işçi sınıfına (onu pasifize etmek için) verilen bir taviz olarak anlaşılır. Gerçekte, ücretli emekçilerin yaşamları, devlet sosyal yardım önlemleri ile onlarsız olduğundan çok daha kolay ve daha güvenlidir. Bununla birlikte, bu tür önlemlerin -zaman zaman iddia edildiği gibi- kapitalizmi aşmanın ilk adımını oluşturan emek güçleri için tek taraflı faydalar olması söz konusu değildir. Aksine, işçilerin varlığı kapitalizmle uyumlu bir şekilde, yani ücretli emekçiler olarak korunur. Bir yandan, -hastalık, kaza veya talep yetersizliği nedeniyle- emeği geçici bir süre için kârlı bir şekilde kullanılamayacak olan işçilerin, hala sermayeye uygun “düzenli” bir durumda tutulması sermayenin çıkarınadır. Öte yandan, devletin sosyal refah önlemleri genellikle emek-gücünün satışına (ya da kişinin emek-gücünü satma isteğine) bağlıdır. İşsizlik sigortası ya da emekli maaşı gibi yardımlar, zaten işçileri disiplinize etmenin bir aracı olarak işlev gören bir korelasyon olan önceki ücrete bağlıdır. Fiziksel ve zihinsel olarak çalışabilecek durumda olan kişiler söz konusu olduğunda, işsizlik sigortasının veya sosyal yardımın ödenmesi de onların emek güçlerini satmak için aktif çabalarına bağlıdır. Durum böyle değilse, yardımların azaltılması veya askıya alınması devlet kurumları tarafından bir disiplin aracı olarak kullanılır. Bu nedenle, refah devletinin yararları, kişiyi emek gücünü satma zorunluluğundan kurtarmaz.
Kapitalist sınıfın elinde bir araç olarak burjuva devlet anlayışının kesin bir kusuru hem birleşik hem de eylemde bulunmaya muktedir bir “yönetici” sınıfın yanı sıra, yalnızca uygulanması için bir araca ihtiyaç duyan açıkça tanımlanmış bir sınıf çıkarını varsaymasıdır. Her iki varsayım da muğlaktır. Kapitalizmdeki “ekonomik yönetici sınıf” çok çeşitli hatta karşıt çıkarları olan kapitalistlerden oluşur. Kapitalist üretim tarzının sürdürülmesinde ortak bir çıkar vardır ancak sistem devrimci bir hareket tarafından tehdit edilmezse bu çıkar “normal” devlet eylemi için bir kılavuz olarak hizmet edemeyecek kadar geneldir. Devletin etkinliğini belirleyen çıkarlar, enstrümentalist anlayışın varsaydığı gibi öylece durup uygulanmayı beklemekte değildir. Aksine bu çıkarlar ilk olarak oluşturulmalıdır.
Sorun ister yasal sistemin somut örgütlenmesi, birikimin maddi koşullarının güvence altına alınması veya refah devleti faydalarının türü ve kapsamı olsun, devletin tüm önlemleri tartışmalıdır [anlaşmazlık mevcuttur]. Kural olarak, her önlem bazı kapitalistler için dezavantajlar (hatta bazen tüm kapitalistler için) ve diğerleri için avantajlar (veya diğerlerinden daha az dezavantaj) getirir. Uzun vadede beklenen -ancak kesin olmayan- avantajlar, ani dezavantajlarla karşı karşıyadır. Genel kapitalist çıkarların neyi içerdiği, devletin hangi zorluklara tepki vermesi gerektiği ve nasıl olduğu meselesi – bunların sürekli olarak tespit edilmesi gerekir. Devlet politikaları, genel çıkarların ve bunun uygulanmasına yönelik tedbirlerin sürekli olarak saptanmasını varsaymak durumundadır.
Kapitalist genel çıkarı uygulamak için farklı olasılıkların olması oldukça sık görülür. Devlet politikalarının kapitalist ekonominin gerekliliklerinin basit bir şekilde uygulanmasına indirgenmemesi için alternatif stratejiler mümkündür. Bu noktada Marksist çevrelerde sıkça bir devlet önleminin arkasındaki ekonomik amaca yapılan atıf, bir açıklama olarak yetersizdir. Sermayenin münferit fraksiyonları arasındaki güç ilişkileri, kurnaz ittifaklar, devlet aygıtı ve kamu medyasındaki etki ve benzeri faktörler, bireysel önlemlerin ve hatta tüm stratejilerin uygulanması veya önlenmesi için belirleyici öneme sahiptir. Bazen genel kapitalist çıkar için bile zararlı sonuçlar ortaya çıkar. Lobicilik, nüfuz için rekabet vb. kuralların ihlali değil, tam olarak fikir birliği arayışının gerçekleşme şeklidir. Devlet politikaları, sermayenin en önemli fraksiyonları içinde kapitalist genel çıkar konusunda sadece bir fikir birliğini varsaymaz. Bu tür politikaların alt sınıflarla ilgili olarak meşrulaştırılması gerekir; onlardan da belirli bir düzeyde rıza gereklidir. Alt sınıfların, toplumsal pratikleri aracılığıyla kapitalist ilişkilerin yeniden üretimini rahatsız etmemesi ancak o zaman garanti edilir (ve bu tür rahatsızlıklar önce siyasi güdümlü direnişle ortaya çıkmaz). Özellikle alt sınıflar, kendilerinden talep edilen fedakarlıklara rıza göstermeli veya en azından pasif bir şekilde onları kabul etmelidir. Meşruiyetin tesis edilmesi ve işçi ve yurttaşın “disiplinli” davranış biçiminin sürdürülmesi için bu tür politikaları “iyi” olarak “satmak” yeterli değildir; alt sınıfların çıkarları en azından -kapitalizm içindeki çıkarları, yani ücretli emekçiler olarak daha iyi bir varoluşa sahip olma çıkarları- başarılı bir birikimde kapitalist genel çıkara “aşırı” müdahale etmedikleri ölçüde dikkate alınmalıdır. Bu çıkarların güçlü ve ustaca savunulma derecesi, bu nedenle, savunucularının siyasi partiler, devlet aygıtları ve medya üzerinde ne kadar etkisi olduğu konusunda bir rol oynar.
Çeşitli siyasi önlemler ve farklı stratejiler, uzlaşma ve meşruiyetin oluşturulması, çıkarların kapitalizmle tutarlı bir şekilde bütünleştirilmesi – tüm bunlar sadece “yönetici” sınıfı değil aynı zamanda “yönetilen” sınıfı da içerir. Bu süreç devlet kurumlarının içinde ve dışında gerçekleşir: Burjuva kamusal alanının medyasında (televizyon, basın) ve demokratik karar alma kurumlarında (partiler, parlamentolar, komiteler). Tabii ki, devletin politikaları nüfusun çoğunluğuna karşı diktatörce yöntemlerle de dayatılabilir, ancak demokratik kurumların uzun vadede bastırılması ve basın ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanması önemli maddi maliyetler getirir (baskı aygıtı meşruiyet zayıfsa daha da kapsamlı olmak zorundadır) ve kapitalist genel çıkarın güvencesini bozar. Askeri diktatörlükler ve benzeri rejimler bu nedenle gelişmiş kapitalist ülkelerde istisnadır.
Kapitalist normlara uygun bir uzlaşmanın yanı sıra meşruiyetin tesis edilmesinin temel prosedürleri, gizli oyla yapılan evrensel serbest seçimlerdir. Bu, nüfusun çoğunluğunun popüler olmayan politikacılara ve partilere karşı oy vermesini ve yenilerini seçmesini sağlar. Yeni hükümet, politikalarının eskisinden farklı olup olmadığına bakılmaksızın, halkın çoğunluğu tarafından “seçildiğini” ve dolayısıyla “istendiğini” bahane ederek eleştirilere karşı ayakta durabilir. Bu “prosedürle meşruiyet”, siyaset biliminin demokrasiyi ele alış biçiminde -kapitalist bağlamı büyük ölçüde ihmal ederek- öne çıkıyor. Halkın siyasetin dayatmalarıyla ilgili memnuniyetsizliğine, sadece düzenli seçimler olasılığıyla zamanlı bir çıkış sunulmasıyla kalınmaz; aynı zamanda [bu memnuniyetsizlik], politikalarının arkasındaki siyasi ve ekonomik sisteme değil, bireysel politikacılara ve partilere kanalize edilir. Buna uygun olarak, burjuva kamusal alanında, bir siyasi sistem, bir hükümetin oylarla iktidardan gidebilmesi için etkili bir olasılık sunduğunda demokratik olarak sayılır.
Solun bazı kesimlerinde karşılaşılan, var olan demokratik kurumları mümkün olan en fazla sayıda konuda oylama yoluyla karar vermesi gereken bir vatandaş idealine karşı ölçen demokrasi idealizasyonu, demokrasinin sosyal ve ekonomik bağlamını da göz ardı eder, tıpkı yukarıda bahsedilen siyaset biliminin ana akımı gibi. Demokratik sistemlerin farklı çeşitlerinin (güçlü başkanlar, güçlü parlamentolar, vb. ile) yanı sıra, nihayetinde uygulanacak “gerçek” bir demokrasi yoktur; kapitalist ilişkilerde, mevcut demokratik sistem zaten “gerçek” demokrasidir (“gerçek” demokrasiyi çoklu, kolayca başlatılan plebisitlerde gören kişi, örneğin İsviçre’ye bakmalı ve bunun büyük değişikliklere yol açıp açmadığını görmelidir). Devlet ve kamusal alan, sıklıkla vurgulandığı gibi, farklı çıkarlar için bir arena oluşturur; demokratik bir sistemde bu oldukça açık bir şekilde görülebilir. Ancak bu arena tarafsız bir oyun alanı değildir. Aksine, bu oyun alanı, tartışmaları ve bunlardan kaynaklanan siyasi pratiği yapısal olarak etkiler. Devlet politikaları hiçbir şekilde tamamen ekonomik koşullar tarafından belirlenmez ama her şeyin mümkün olduğu açık bir süreç de değildir. Bir yandan, sınıf içi ve sınıflar arası çatışmalar ve ayrıca münferit grupların çatışmayı ele almadaki göreli gücü ve yeteneği, vb., farklı gelişmelerin sürekli olarak mümkün olması için önemli bir rol oynar. Öte yandan, siyaset her zaman başarılı birikime yönelik genel kapitalist çıkara uyum sağlamalıdır.
Partiler ve politikacılar, geçmişleri ve değer sistemleri açısından oldukça farklı olabilir; politikalarında, özellikle hükümet olduklarında, genellikle bu genel çıkara yönelirler. Bunun nedeni, sermaye tarafından “rüşvet almaları” ya da başka bir şekilde bağımlı olmaları (gerçi durum böyle de olabilir) değil, daha çok tarafların kendilerini gösterme biçimleri ve hükümetin çalışma koşullarıdır – yönetmeyi hedefleyen sol partilerin bile kaçamadığı süreç ve koşullar.
Cumhurbaşkanı seçilebilmek veya parti olarak çoğunluğu elde edebilmek için çeşitli çıkar ve değer sistemlerinin ele alınması gerekmektedir. Medyada ciddiye alınmak için (tanınmak için vazgeçilmez bir ön koşul), “gerçekçi”, “gerçekleşebilir” önerilerde bulunulmalıdır. Bir parti henüz iktidara gelmeden önce bile, genellikle uzun yıllar boyunca “gerekliliklere”, yani daha büyük bir seçim başarısı elde etmek için kapitalist genel çıkar arayışına giderek daha fazla uyum sağladığı bir siyasi eğitim sürecinden geçer. Bir parti nihayet hükümete girerse, gerekli rızanın sağlanmasında özen göstermek durumundadır. Siyasal “manevra alanı”nın kesin olarak mali olanaklara bağlı olması günümüzde özel bir önem taşımaktadır. Bunlar bir yandan vergi geliri düzeyi, diğer yandan sosyal yardımların daha büyük kalemler arasında yer aldığı harcama düzeyi ile belirlenmektedir. Başarılı bir sermaye birikimi durumunda, vergi gelirleri yüksek, işsizler ve yoksullar için refah harcamaları nispeten düşüktür. Kriz dönemlerinde vergi gelirleri azalır ve sosyal harcamalar artar. Devletin maddi temeli böylece doğrudan sermaye birikimine bağlıdır; hiçbir hükümet bu bağımlılığı aşamaz. Bir hükümet, borçlanma yoluyla manevra için mali alanını artırabilir ancak bu, gelecekteki mali yükü artırır. Ek olarak, bir devlet ancak kredinin geri ödenmesi gereken gelecekteki vergi makbuzları kesin olduğu sürece sorunsuz kredi alabilir ve bu da yine başarılı bir sermaye birikimini gerektirir. Birikim teşviki sadece politikacıların apaçık amacı değildir; “bizim” bundan faydalanabilmemiz için “bizim” ekonomimizin iyi performans göstermesi gerektiği, nüfusun geniş kesimleri arasında kabul görmüş bir düşüncedir.
Başlangıçta yalnızca kapitalistlerin yararına olan “fedakarlıklar”, gelecek daha iyi zamanların beklentisiyle isteyerek karşılanır. Almanya’nın eski Sosyal Demokrat Şansölyesi Helmut Schmidt, bunu 1970’lerde akılda kalıcı bir şekilde formüle etti: “Bugünün kârları, yarının yatırımları ve yarından sonraki günün işleridir.” Eleştiri de genellikle toplumda politikaların dayatılması ve politikaların teşvik edilmesi sonucu değil, beklenen sonuçların gerçekleşmemesi nedeniyle ortaya çıkar. Burada yine kapitalist üretimdeki aktörlerin spontane algılarını yapılandıran fetişizmin önemi görülebilir. Üçlü formülde [Toprak-Emek-Sermaye], kapitalist üretim tarzı, toplumsal üretim sürecinin “doğal bir biçimi” gibi görünmektedir. Kapitalizm, sermaye ve emeğin “doğal” rollerini oynadığı, alternatifi olmayan bir çalışma gibi görünüyor. Eşitsizlik, sömürü ve baskı deneyimi bu nedenle kaçınılmaz olarak bir kapitalizm eleştirisine değil, kapitalizm içindeki koşulların bir eleştirisine yol açar: Bu dağıtımın kapitalist temeli değil ancak “abartılı” talepler veya “haksız” bir servet dağılımı eleştirilir. Emek ve sermaye, toplumsal zenginlik üretiminin eşit derecede gerekli ve dolayısıyla eşit derecede saygı gören taşıyıcıları gibi görünmektedir. Üçlü formülün arka planına karşı, devleti “bütün”le ilgilenen ve sosyal adalet çağrılarının yöneltildiği tarafsız üçüncü bir kerte olarak algılanmasının neden bu kadar makul ve yaygın olduğu anlaşılabilir.
Devletin kapsadığı bu sermaye ve emeğin “bütün”ü, tek tek ülkelerde değişen ölçülerde, ulus olarak, sözde “ortak” bir tarih ve kültür aracılığıyla inşa edilmiş bir “halkın” kaderinin hayali bir topluluğu olarak çağrılır [yardım istenir]. Bu ulusal birlik genellikle ilk olarak “iç” ve “dış” düşmanlardan ayrışmayla sağlanır. Devlet, ulusun siyasi tezahürü olarak ortaya çıkar. Ulusun “refahı” devlet tarafından yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da “ulusal çıkar”ın temsili yoluyla gerçekleştirilir. Kapitalist toplumsal ilişkilerde mümkün olan tek ortak refah bu olduğundan, devletin kapitalist genel çıkarı gözettiğinde yaptığı tam olarak budur.
[1] Bu bol katkılardan sadece birkaçını adlandırabiliriz: Lenin’in Devlet ve Devrim’i, Evgeny Pashukanis’in Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm’i, Gramsci’nin Hapishane Defterleri, Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Johannes Agnoli’nin Der Staat des Kapitals isimli eseri, Nicos Poulantzas’ın Devlet, İktidar, Sosyalizm’i ve Heide Gerstenberger’in Impersonal Power isimli eseri
[2] Genç Marx’ın 1840’ların başlarından kalma yazılarında, norm ile gerçekliği karşıtlaştıran bir devlet eleştirisi ile de karşılaşılır. Böyle bir devlet eleştirisinin yetersizliğinin bir sonucu olarak, Marx, politik ekonomi eleştirisiyle ilgilenmeye başladı. Bu ilk çalışmalar, bu nedenle, politik ekonominin eleştirisi temelinde bir devlet eleştirisi için pek verimli değildir.
[3] Marx, Kapital’de bu noktayı vurgular: “Ödenmemiş artı emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir” (Kapital, 3:692)
[4] Jeremy Bentham (1748-1832), ütiliteryen ilkelere dayalı bir etik sistemi savunan bir İngiliz filozofuydu.
[5] Marx’ın iyi bilinen formülasyonunu takiben, bu ve sonraki ifadelerin yalnızca “ideal ortalamasında” burjuva devlet için geçerli olduğu söylenebilir. Kapitalist üretim tarzının “ideal ortalamasında” (Kapital, 3:726) tasviri, kapitalist toplumun eksiksiz bir analizini sağlamadığı gibi, aynısı devlet için de geçerlidir. Vatandaşların (ve özellikle kadın vatandaşların) tam yasal ve siyasi eşitliğinin uygulanması, bazı eyaletlerde yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar süren ve bir dereceye kadar devam eden bir süreçti. Ayrıca, küresel göç süreçlerinin bir sonucu olarak, bugün devletlerin çoğunda yalnızca yasal olarak eşit vatandaşlar değil, aynı zamanda önemli ölçüde daha az yararlanan veya hiçbir hakkı olmayan yasadışı göçmenlerde olduğu gibi, diğer devletlerin artan sayıda vatandaşı yaşıyor.
[6] Marx’ın geçerken sözünü ettiği bu durum, Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu’nun ana temalarından biridir. Bu bağlamda Foucault, geleneksel iktidar anlayışını, çeşitli sosyal sınıfların basitçe sahiplenebileceği bir varlık olarak eleştirir. Buna karşı Foucault, içselleştirilmiş tutum ve davranışlarında her bireye nüfuz eden bir “iktidar mikrofiziği” geliştirir.
[7] Sermaye sürekli olarak yeni bölgeler fethetmek zorunda olduğundan, çağdaş bir örnek verilmesi gerekilirse internet gibi yeni koşullar altında özel mülkiyet ilişkileri sürekli olarak yeniden kurulmalıdır (bkz. Nuss, 2002).
[8] Paranın varlığı devlet eylemlerine dayanmaz; daha ziyade parayı gerektiren metadır. Bununla birlikte, normal kapitalist koşullar altında devlet, paranın belirli somut tezahürünün değerini devlet kurumları aracılığıyla garanti eder.