Son birkaç gündür yaşananlar devlet zorbalığında yeni bir boyutu işaret ederken, rejimin niteliğini de apaçık gözler önüne serdi. Halka zulmederek, zor gücüyle ayakta kalmaya çalışan iktidarın faşizmi nasıl sıradanlaştırdığını gördük.
Eskiden de bu ülkenin polisi muhalifler başta olmak üzere halka şiddet uygular, işkence yapar, taciz ve tecavüzde bulunur ama bütün bunlar genellikle gizli saklı olur, açığa çıkınca da usulen üstüne gidiliyormuş gibi yapılırdı. Halkın gözünde kutsallaştırılan, dokunulmazlığı olan “devlet baba” her zamanki gibi “münferit” olarak “yanlış” işler yapan görevlileriyle ilgili “gereği neyse” yapacağını bildirir, ortamı yatıştırırdı.
Son yıllarda, özellikle de 15 Temmuz sonrası ise her şey göstere göstere yapılıyor; devlete karşı çıkan herkesin başına gelebileceği mesajını vermek için şiddeti özellikle görünür kılarak korku salmak istiyorlar. İşkencenin sokağa taşınarak aleni biçimde yapılması da darbe girişimi sonrası üst düzey generallere yapılan işkenceleri sergilemeleri de, HDP’li milletvekillerine ulu orta saldırıda bulunmaları da bu yüzden.
Yaşadıklarından ötürü şikâyette bulunup hakkını arayanlara ise, size düşen susup oturmaktır, başınıza gelene razı olacaksınız yoksa daha beterini yaşatırız diyorlar.
Merve Demirel’e yapılanlar
Ankara’da üniversite öğrencisi genç bir kadın, Merve Demirel, TAYAD’ın açlık grevindeki tutuklu avukatların serbest bırakılması talebiyle yaptığı basın açıklamasına katıldı. Ancak göstericilere saldırarak müdahalede bulunan polislerden biri Merve’ye, bu memlekette yaşayan milyonlarca insanın kamera görüntüleri ve fotoğraflardan açık ve net biçimde gördüğü üzere, cinsel saldırıda bulundu.
Sonra ne oldu, Ankara Emniyet Müdürlüğü açıklama yaparak, önce açıklamaya katıldığı ve “direndiği” için Merve’yi, ardından da ailesini suçladı: babasının Çorum’da öğretmenlik yaparken”Aktif Eğitim Sen üyesi olduğu gerekçesiyle, FETÖ/PDY örgüt üyeliği suçlamasıyla meslekten ihraç edildiğini” bildirdi. Bu özrü kabahatinden büyük açıklamayla, yalnızca bir sendikaya üye olduğu için işinden atılan bir babanın işlediği bu büyük “suç” tan ötürü kızına yapılanlar reva görülüyordu. Suç işleyen polis memuruyla ilgili idari soruşturma başlatıldığı, müfettiş görevlendirileceği, kısa süreliğine de olsa açığa alındığı gibi usulen de olsa bazı girişimlerde bulunulacağı beklentisinde olanlar şaşkınlığa düştü.
Ardından bu ülkedeki genel asayişten ve halkın güvenliğinden sorumlu konumdaki İçişleri Bakanı Soylu’nun ilk açıklamasını duyduk. Tacizci polisine toz kondurmayan Soylu, Emniyet açıklamasına yeni eklemelerle, Merve’nin “babasının FETÖ’cü, kardeşinin ise DHKP-C’li” olduğunu iddia ederek, kendisinin de -ne demekse artık- “proje kadın” olduğunu söyledi. Ayrıca “Hayatı kendi gibi düşünmeyenleri tacizle geçenlerin, polisi ezmesine müsaade etmeyiz” diyerek de, aslında kendilerini tarif ederek tehditler savurdu.
Bu suçlamayı o kadar çok dillendirdiler ki Merve’ye sahip çıkan milletvekilleri bile açıklama yaparak, babasının yalnızca meslekten ihraç edildiğini, gözaltına alınmadığını, tutuklanmadığını söylemek zorunda kaldılar. Sanki babası, kardeşi veya Merve’nin kendisi gözaltına alınıp tutuklanmış, hatta devlet nezdinde “suçlu” görülüp cezalandırılmış olsaydı, bu aşağılık saldırıyı yapabilme hakları olacakmış gibi.
Hedef göstererek yapılan açık tehditler öylesine tehlikeli bir aşamaya vardı ki başlangıçtan beri son derece bilinçli ve duyarlı biçimde, kendisine yapılan saldırının, eylemlerinin önüne geçmesinden endişe ettiğini belirten Merve, kendisinin ve ailesinin can güvenliğinden endişe ettiğini söylemek zorunda kaldı.
Haydut devletin kabadayısı edasıyla racon keserek konuşmaya devam eden Soylu, daha sonraki günlerde yeni bir açıklama daha yaparak “Mahkemede görüşeceğiz. Elimizde öyle bir belge var ki evladımıza tacizci diyen alçaklar gereğini görecek” dedi.
Soylu’nun kime ve hangi hakla “Alçaklar” dediği belli değil. Her hâlükârda, herkese söylemeye cüret edecek pozisyonda görüyor kendisini ve bu kadar açık biçimde gözler önüne serilen bir ahlaksızlığın açık savunuculuğuna soyunuyor. Kamu gücünü kullanarak genç bir kadına aşağılık biçimde saldıran polisini “evladımız” diye savunarak adeta onu mağdur konumda gösteriyor.
Üstelik suç işleyen polis değil de, saldırıya uğrayan ve ona sahip çıkanlarmış gibi “Mahkemede görüşeceğiz” diyor. Elimizde öyle bir “belge” var ki gereğini göreceksiniz derken de “Başınıza ne çoraplar öreceğiz, göreceksiniz” diyor aslında. Nasılsa yargıyı ellerindeki sopaya dönüştürmüşler, kimden rahatsızlarsa onun tepesine indiriyorlar. Kimi düşmanlaştırıyorlarsa, onu suçlamak için istedikleri kadar tutanak uydurabilir, sahte belge düzenleyebilir, “bağımsız yargı”ya sunabilirler.
İyi de Soylu hangi belgeyi çıkaracaksa ortaya, bir kâğıt parçasıyla hepimizin apaçık gördüğü gerçeği nasıl yok sayacak? Hangi belge tacizi aklayabilir, hangi belge bu iğrenç saldırıyı meşrulaştırabilir?
Faşizmin resmi
Bugün gördüğümüz tabloda aslında faşizmin resmi var; suçluluğun telaşıyla karşısındakini suçlayarak suçunu örtbas etmeye çalışan polis memurları yok artık, hatta onlar hiç ortada yok. Devletin kurumsal gücünü kullanarak, en üst düzeydeki yetkilileri aracılığıyla tacizi, işkenceyi onaylayan, karşı çıkanları da iftira ve karalamayla, hakaret ve tehditlerle susturmaya çalışan bir anlayış var.
Arsızlığın, utanmazlığın zirvesi bir sistem anlayışıyla karşı karşıyayız. Üstelik bu yalnızca bir devlet anlayışı ve işleyişiyle sınırlı değil. Toplumu öyle bir hale getirdiler ki kendilerinden olmayan herkese her türlü kötülük mubahtır anlayışı egemen. Yıllardır yalanla, talanla, hırsızlıkla yolsuzlukla, türlü çirkeflikle yürüttükleri iktidarlarını, bir yandan zorbalıkla bir yandan da rıza üreterek sürdürüyorlar.
Her yanıyla ve her şeyiyle çürümüş, gayrimeşru bir iktidar var karşımızda ve maalesef ki çürümüşlük her yanı sarmış; sistem, toplumu da çürüterek varlığını sürdürüyor. Dini inançları sömürüp istismar etmekle kalmıyor, ahlaki değerleri, insani değerleri de yok ediyor. Yıllardır “başörtülü bacı hassasiyeti”nin sahteliğiyle uyutulan dindar kesimler başörtülü genç bir kadına yapılan saldırıyı onaylıyor, hatta kendileri gibi düşünmediği için onu lanetliyorlar.
Bu arada değinmeden geçmek olmaz; AKP cenahından tek açıklama, AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’den geldi ve o da devletin profesyonel elemanı basit bir gösteride neden telaşlanacaksa artık, olayı “Telaşın getirdiği yanlış hareket” olarak yorumladı ve görüntülerin yayınlanmasının emniyet teşkilatını tahkir etmeye, yıpratmaya yönelik olduğunu söyledi. Tıpkı Ensar Vakfı’nda çocuklara cinsel istismar iddiaları gündeme geldiğinde utanmazca “bir kerelikse bir şey olmaz” diyerek tacizci öğretmeni ve vakfı savunarak konuşan Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu gibi. Her ikisi de başörtülü, dindar görünümlü “hanımlar”, yaşanan bütün iğrençliklerin, pisliklerin üstünü örterek, çürümeye yüz tutan iktidarlarını kurtarmaya çalışıyorlar ki gerçekte 16 yıldır halkı kandıranların hiç bir söylemlerinde samimi olmadıklarının, ikiyüzlülüklerinin resmidir de bu yaşananlar.
Devlete biat eden ve etmeyen yurttaşlar ayrımı; insanları etnik, dini, siyasi kimliklerinden ötürü kategorize etme ve düşmanlaştırma anlayışı sistematik olarak topluma da sirayet ettirildi. Devlet nasıl yurttaş olarak bazı kesimleri yok sayma hali içindeyse ve siyasi görüşlerinden ötürü yargılamak yetmiyormuş gibi işten atmak, mal varlıklarına el koymak, aile fertlerinin tamamını işten çıkararak açlığa mahkûm etmek gayretindeyse, toplum da aynı acımasızlıkla yaklaşıyor.Devlete sadakatin esas olduğu bir dünyada, devlete karşı çıkanların, milletin rahat ve huzurunu bozanların yerinin ancak cehennem olabileceğini düşünüyor.
Korkutarak hegemonya kurmak
Devlet, Merve Demirel olayında o kadar ileri gitti ki onunla röportaj yapan gazeteciyi de evine yaptıkları baskınla gözaltına alıp Terörle Mücadele Şubesi’ne götürdüler. Gazeteci Derya Okutan’a yapılan baskıyla aslında bu tür haberleri yapacak diğer gazetecilere de gözdağı vermiş oldular. Biz taciz de ederiz tecavüz de, ses çıkarmayın, haber yapmayın, yoksa size de gösteririz gününüzü dediler.
Nihayetinde, bugün bu satırların yazıldığı saatlerde, tıpkı Merve gibi, cezaevinde açlık grevi yapan ÇHD üyesi avukatlara destek olmaya çalışan 7 avukat gözaltına alındı. Onların da “suç”u büyüktü! İstanbul’da Beşiktaş meydanında, tutuklu meslektaşları için dilek feneri uçurmak isterken “yakalandılar”, henüz uçuramadan, teşebbüs aşamasındayken…
Çoluk çocuk beraberce gidip ‘dilek feneri’ uçurmaya çalışan ÇHD üyesi avukatların önü kesildi; TOMA’lar, Çevik kuvvet ve sivil polis yığınağıyla dolu alandan çıkamadılar. Dilek fenerleri uçurulamadı.
Gözaltı süresince değişik yerlerde saatlerce ters kelepçeyle tutulan avukatlar, işkence ve kötü muamele uygulamalarıyla karşılaştılar, adli kontrolle serbest bırakıldıklarında suç duyurusunda bulunacaklarını bildirdiler.
Yaşananlar artık haksızlık, hukuksuzlukla açıklanamayacak boyutta keyfiyet ve vahamet arz ediyor. Devlet dilek feneri uçurulmasını dahi engelliyor, bununla yetinmeyip gözaltı işlemi yapıyor, o da yetmiyor, işkence yapıyor.
Yarın “dilek feneri uçurmak suretiyle terör örgütü üyelerine destek olmak” veya “dilek feneri uçurarak terör örgütünün propagandasını yapmak” biçiminde yeni bir suç üreterek dava açabilirler. Ayrıca dilek feneri uçurmak bu zamana kadar izne tabi değildi ama bundan sonra onu da izne tabi tutabilirler.
Aslında bu yanıyla bakıldığında, Merve’nin katıldığı açıklama açısından da T.C. Devletinin Anayasası ve Toplantı Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na göre önceden izin almayı gerektiren bir durum yoktu. Basın açıklaması “suç” sayılan bir eylem değildi ve müdahale edilmemesi gerekiyordu. Buna rağmen her hafta yapılan açıklamaya şiddet uygulayarak müdahalede bulunan polis, sırf yıldırma ve eziyet olsun diye eylemcileri gözaltına alıp bırakmak zorunda kalıyordu ve bu bir rutin halini almıştı. Güya demokratik bir hakkın güvenli biçimde kullanılabilmesini sağlamakla yükümlü olan polis, her defasında “suç” işleyerek bu hakkın kullanımını engelliyor ve yetmiyormuş gibi işkence yapıyordu.
Ayrıca bu ülkede binlerce kadın polis varken neden oraya gelen kadın eylemcilere kadın polisin müdahale etmediği de soru işaretiydi.
Yine son günlerde Van’da yaşanan olaya da değinmeden geçmek olmaz.
Van Barosu, Avukatlık Kanunu hükümlerine göre, görevi gereği yaşanan hak ihlallerini duyurmak amacıyla bir basın açıklaması yapıyor. Açıklamada 18 yaşından küçük çocukların Çocuk Büro Amirliği yerine Van Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldükleri, burada kendilerine işkence yapıldığı, çocukların darp ve cebir izlerini belgeleyen raporlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını açıklıyorlar. Sonuçta sorumluların cezalandırılması amacıyla hukuki süreci başlatmak kadar, olayı duyurmak ve kamuoyu oluşturmak da görevleri dâhilinde.
Ancak bu açıklamanın hemen ardından Emniyet Genel Müdürlüğü Van Barosu hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Suç, “terör örgütüne destek” sunmak!
Yıllardır süren savaş gerçeğiyle bağlantılı olarak olağanüstü hal rejimi ve sömürge hukukunun uygulandığı Kürdistan’da, bugüne kadar yüzlerce çocuk devlet kurşunuyla, işkenceyle, mayınlara basarak, panzerlerin altında ezilerek katledildi. Binlercesi gözaltına alındı, tutuklandı, cezalandırıldı.
Ancak konumuz bu değil, herkesin bildiği gibi oralarda yaşanan ihlaller buralardakiyle kıyaslanacak gibi değil.
Burayla benzeşen hali, iktidarın bugünlerde ağzını açanı, sokağa çıkanı, gösteri yapanı hakkını arayanı ya “terörist” ya da “terör destekçisi” ilan ederek şeytanlaştırması.
Onlar halkın gözünde düşmanlaştırılırken, Merve’ye cinsel saldırıda bulunan polis de Van’da çocuklara işkence yapanlar da görevlerinin başında ve kendilerine sahip çıkan devletin teşvikleriyle, eskisinden daha büyük bir rahatlıkla suç işleyecekler. Ayrıca sessiz kalmayıp şikâyette bulundukları için de kendilerine karşı davalar açılacak ve o küçük çocuklar da Merve de “suç ” işledikleri iddiasıyla yargılanacaklar.
Devleti yönetenlerin sürekli vurguladığı gibi iktidar olarak artık duramayacakları bir noktadalar, sürekli biçimde muhalefetin üstüne gitmeleri lazım. Zorbalıktan, keyfilikten güç alanların bu kaos ortamında yapamayacağı şey yoktur, her türlü akıl almaz yönteme başvurabilir, normalitesini yitirebilir ki bir süre sonra bu yaptıkları da normalleşir.
Faşizmin gerçek yüzünü gösterdiği hukuksuzluk, kuralsızlık, keyfilik içindeki bu belirsizlik ve derin öngörülemezlik ortamı maalesef ki muhalefeti de sersemletmiş durumda.
Evet, kötülük sıradanlaştı, faşizm sıradanlaştı; ama bu ülkenin muhalifleri de tepkileri de sıradanlaştı. Eskiden yalnızca iktidarın hukuk dışı, keyfi uygulamalarına karşı çıkılmakla kalınmaz, iktidarın değişmesini de öngören bir stratejiyle hareket edilirdi. Şimdiyse bir iki açıklamayla, suç duyurusu ile yetinilir hale gelindi ki; bu halimizle bırakalım halkı, kendi siyasal varlığımıza körleşmenin, etkisizleşmenin sınırlarında yitip gideceğiz.