Öncelikle işçi sınıfından başlayalım. Üretim araçlarının özel mülkiyetinden yoksun olan ve iş gücünü satarak yaşayan bütün emekçileri, işçi sınıfı içerisinde değerlendirdiğimizi belirtelim. Mavi ya da beyaz yakalı, özel sektörde işçi veya devlette memur statüsünde; sanayide, madenlerde, hizmet sektöründe ya da tarımda, kol ya da kafa emekçisi; öğretmen, tabip, mühendis vb. hiç fark etmez. Üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun olduğu için, devlete ya da bir devlete iş gücünü satarak yaşamak zorunda olan, maddi mal üreten veya üretmeyen çalışanlar işçi sınıfının birer ferdidir. Elbette bunlardan; şirket yönetim kurulu üyeleri veya başka yönetici kadrolarda çalışan yüksek maaşlı sermayedar uzantısı olanları, işçi sınıfına dâhil edemeyiz. Onlar, hem üretimdeki yerleri (üretimin dışındadırlar) hem de bağlandıkları sınıf itibariyle, kapitalist sınıfın parçasıdır. Bu özel durumda onlar haricinde, aldığı ücrete bakılmaksızın, yaşaması sadece kendi emeğine bağlı olan herkes proletaryanın bir parçasıdır. Kırda ya da kentte öyle çalışan kesimler ve ya küçük üreticiler vardır ki, gelir düzeyi düşük olabilir ama sahip oldukları üretim aracıyla; aile işletmesi, bir çiftlik, atölye, tezgâh, dükkân veya bir nakliye aracıyla geçinip giderler. Emeklerini işe koşmakla birlikte, kendi işlerinde çalışan bu kesimleri kır veya kent küçük burjuvazisi olarak değerlendiriyor ve proletaryaya dâhil etmiyoruz.
Kapitalizm toplumu burjuvazi proletarya olmak üzere iki temel sınıfa ayrıştıran, giderek ara tabakaları yok eden karakterinin Türkiye’de son yirmi yılda bütün hızıyla işlediğini kimse görmezden gelemez. Tarımda ve imalat sektöründe küçük üreticiler hızla yok oluyor. Küçük çiftçi, esnaf, zanaatkâr, bakkal-çakkal, KOBİ (Büyük ve Orta Boy İşletme) kategorisine girebilecek olan, daha iri kıyım işletmeler bile ya iflas ediyor ya da kimi tekellerin ‘vasili’ olmayı başaranlar, onların tedarikçiliğini yaparak ve ancak onlar tarafından yaşatıldıkları mühletçe ayakta kalabiliyorlar.
Böylesine ikiye bölünmüş bir toplumda TÜİK’in verilerine göre kayıtlı işçi-kamu emekçisi sayısı 25,5 milyondur. İş bulup çalışan bu kitle dışında bir de 4 milyon iş arayan, 2 milyon da uzun süredir iş bulamadığı için iş aramaktan vazgeçmiş proleter vardır. Aktif işçi veya işsiz yaklaşık toplam 31-32 milyon kadın ve erkek proleterden bahsediyoruz. Ailelerini de o sınıfın bir parçası sayabiliriz. Bu işçilerin bir kısmının evli ve çocuk sahibi olduğunu hesaba katarsak, eşleri ve çocuklarıyla birlikte yaklaşık 50-60 milyonluk büyük bir zinde güçten bahsediyoruz. 10 küsur milyonluk emeklileri de eklediğimizde genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek, çalışan, işsiz ve emekli muazzam büyüklükte bir kitle çıkar ortaya. İşte Türkiye proletaryasının sosyal varlığı böylesine azametlidir. Nüfusun geriye kalan küçük azınlığı ise kentte, kırda; patron, rantiye mülk sahibi ya da kendi işinde kendi hesabına çalışan küçük üreticiler ve onların aileleridir.
Proletaryanın bu nesnel büyüklüğüne karşılık memleketin gidişatındaki rolü/etkisi akıl almayacak kadar küçüktür. Çünkü örgütsüzdür. İşçi sınıfı kendi çıkarları için örgütlüyken ‘her şey’, örgütsüzken de bir ‘hiç’tir. Hatta köle sınıftır, kölesi olduğu egemen sınıfa hizmet ettiği için varlığıyla ona güç verir.
1960-80 döneminde Türkiye İşçi Sınıfı siyasal örgütlülük bakımından zayıf da olsa, sendikal bakımdan bugüne kıyasla hayli örgütlü ve mücadele içinde olduğu için ekonomik mücadelesi doğal olarak, kapitalizm içerisinde kalsa bile, siyasal bakımdan ülkede güçlü bir reformist etki yarattı. Bu etki kentlerde anti-faşizme büyük bir güç katıyordu. İşçi sınıfı içerisinde devrimci/komünist siyasal örgütlülüklerimiz zayıf olduğu oranda bu anti-faşizm daha ziyade CHP’ye yaradı. (İstanbul, Kocaeli, Ankara, Adana, Bursa gibi sanayi kentlerinin belediyeleri bu yüzden CHP’deydi.)
12 Eylül’den sonra devrimci harekete yönelik imha saldırıları ve eş zamanlı olarak sendikaların kapatılması, işçi sınıfının aldığı ilk darbe oldu. 5-6 yıl sonra 12 Eylül’ün getirdiği yeni sendikal mevzuatla sendikalar tekrar açıldığında artık eski güçlerinden çok şey kaybetmişlerdi. Öncü devrimci işçilerin kimisi cezaevinden çıkmıştı ama hepsi işlerinden atılmıştı. Çoğu tekrar üretime dönmedi. Türkiye İşçi Sınıfı, cumhuriyet tarihi boyunca yetiştirdiği, en ilerici kuşağı böylece kaybetti. Peşinden Özal neoliberalizmi ve özelleştirmeleri geldi. Siyasal olarak en önemli yıkım ise 1989-91’de reel sosyalizmin çöküşü oldu. O zamana kadar, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, sosyalizmin aynı zamanda ‘işçi sınıfı’ demek olduğunu bilirdi bu topraklar. Bu tarihten sonra sosyalizmin itibar kaybı işçi sınıfı içinde de itibar kaybını beraberinde getirdi. Bununla kalmadı ‘işçi’, ‘proleter’, ‘emek’ kelimeleri toplumda hızla itibarsızlaştı. İşçi sözcüğünün yaptığı çağrışım değişmişti. 1980 öncesinde grevle, direnişle, işgalle hakkını söke söke alan, ailelerin kızını vermeye can attığı, yüksek ücretli işçi figürü gitti; yerine zavallı, söylenileni yapan gariban tip geldi. 2001 krizi ve peşi sıra neoliberalizmin dizginsiz saldırısı anlamına gelen Kemal Derviş’le başlayıp 18 yıllık Erdoğan iktidarı ile devam eden dönem ise işçi hareketini olabilecek en geri noktaya itti. Bugün bir sınıf hareketinden bile söz edemiyoruz. Objektif olarak işçiler yine var ama topluca bir sınıf tavrı gösteren bir kitle değiller artık. Ekonomik mücadele planında bile bir ortak davranış yok ya da çok zayıf.
Elbette en örgütsüz haliyle bile işçiler tekil iş yerlerinde ekonomik hakları için direnişe geçmiyor değiller. Ne var ki bu çoğu atılan işçinin, işe dönmek için yaptığı iş yeri önündeki direnişidir. İşte kalanlar ise üretime devem etmektedirler. Grev artık nadir olandır. İşçilerin çoğu sendikal anlamda örgütsüzken (istatistiklere göre göre %90’ı sendikasızdır.) işten atılma, açlık korkusu grevi kolay kolay başvurulmayan bir mücadele biçimi haline getirdi.
Bu şartlarda doğal olarak yeni mücadele biçimi ve araçları geliştirmek mecburiyetiyle karşı karşıyayız. Devrimci işçiler mevcut sendikaları hiçbir şekilde ihmal etmeden, iş yerlerinde taban örgütlenmesini esas almak zorunda. Elbette bu yeni bir fikir değil. İster yasal sendikal mücadeleyi sağlam ve kalıcı temele oturtmak için olsun, isterse sendikasız işyerlerinde işçi mücadelesinin kesintisiz devamını sağlamak için olsun, taban örgütlülüğü esastır. İşyeri özelinde ‘işçi komiteleri’, o işçi havzasında komiteleşmiş işyerlerinin üzerinde veya aynı iş kolundaki işyerlerinin üzerinde ‘bölge işçi komiteleri’… Adının ne olduğu önemli değil, dayanışmadan başlayıp ortak mücadele geliştirmeye kadar, işçiler kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılamak ve bunun için gerekli ortak davranış şekillerini yaratmak zorundadırlar. Öncü işçilerin görevi bunu teşvik etmek ve başını çekmektir. Dünyanın her yerinde en demokratik burjuva ülkelerinde bile sendikal mücadelenin başarısı için işyeri örgütlülüğü vazgeçilmezdir. Oralarda bu yasaldır, faşizm koşullarında ise sendikalar ortadan kaldırıldığı veya işlevsiz kılındığı için; işçi mücadelesi bütünüyle bu işyeri örgütlülükleri zemininde yürümek zorundadır. Bulgaristan’da, on yıllar süren faşizm altında, işyeri komitelerinin yürüttüğü mücadele unutulmazdır. Bizde de sendikaların kapandığı 12 Eylül yıllarında darbenin durdurduğu on binlerce tekstil ve metal işçisinin grevlerini yürüten işçilerin seçmiş olduğu grev komiteleri ‘İşyeri Komiteleri’ne dönüşüp yasal olmayan varlıklarını yıllarca; kahvehanelerde, işçi evlerinde toplanıp, işyeri sorunlarını tartışıp karara bağlayarak sürdürdüler.
Türkiye’de işçi sınıfının mücadelesinin ürünü olan DİSK, KESK ve keza TÜRK-İŞ’deki emeğimizi sahipsiz bırakacak değiliz. Ama hem bu yasal sendikal mücadele hem de sendikasız işyerlerindeki mücadele tabanın iradesini ve birliğini temsil eden işyerleri temelindeki yapılara oturtulmalıdır. Sadece sanayide, inşaatta ve madende değil; banka, büro, ticaret, hizmet sektöründe ve plazalarda da çalışanların işyerleri temelinde taban örgütlenmesi esastır.
İşçi sınıfı içinde devrimci çalışmanın işyeri çalışması kadar hatta daha önemli bir boyutu mahalle çalışmasıdır. Mahalle işçiye dar üretim yaşamının ve ekonomik hak bilincinin dışında, toplumun başka sınıflarını, bunlar arasındaki ilişkilerin boyutlarını, Kürtleri, alevileri, devleti ve politik yaşamı sunar. Bu bakımdan insanların politikleşmesi için uygun ortamlardır. Üstelik kısa mola sürelerinde, patron gözetimi altında işyerinde kolay kurulup sürdürülemeyecek ilişkilere karşın mahalle çok daha özgür bir ortamdır. Mahalle çalışmasında ısrar bizi giremediğimiz pek çok işyerine sokacaktır.
Emperyalist merkezlerdeki teknolojik dönüşümün aynısını, Türkiye kapitalizmi de belli bir faz farkıyla da olsa yaşıyor. Mikro elektronik bilgisayar ve otomasyonun üretim dünyasına girişiyle sanayide kol işçisi sayısı Türkiye’de de azaldı. Eski mesleklere dayalı vasıflı kol işçilerinin oranı düştü. Kaldı ki on yıllardır izlenen finansallaşma ve sanayisizleşme politikası genelde Türkiye’deki sanayi işçilerinin genel işçi sınıfı içindeki oranını azaltmıştı. Vasıfsız kol işçileri artık daha çok inşaat, maden, hizmet sektöründe yoğunlaşmaya başladı. Hizmet sektöründe çalışanların çok büyük oranı asgari ücret alıyor. Finans, ticaret ve plazalarda sayısı giderek artan beyaz yakalı bir çalışan kitlesi de var ki ( bunların arasında da düşük ücretle çalışanlar olmakla birlikte) genelde yeni teknolojilerle daha çok haşır neşir, iş eğitimini bu temelde almış, nispeten biraz daha yüksek ücretli bir işçi kitlesini oluşturuyorlar. Kimileri kendini işçi sınıfı içinde görmeye gönül indiremese de emek gücünü sömürtmek bakımından sınıfın diğer kesiminden farksızdırlar. Buna karşılık düzenin tüketim kültürünün, yeni modalarının davranış kalıplarının da en çok hitap ettiği ve bunların taşıyıcısı olan kesimlerdir. Benzetecek olursak; proletarya içerisinde yeni bir küçük burjuva gibidirler. Ama patronların işyerlerindeki adamı olan ustabaşı, posta başı gibi yüksek ücretli işçiler de değildir bunlar. Aksine daha eğitimli, dünyaya daha açık, muhalif hatta ‘’solcu’’ ama muhalifliği liberal karakterde ve kolektif davranmaya yatkın olmayan bir yapıdadır. İşçi sınıfının bu yeni sektörü Gezi’de kendisini gayet net gösterdi. Geleneksel işçi kesimlerinde AKP, MHP daha çok taraf bulabilmekteyken, bu yeni sektörde durum tersinedir.
Bizim bütün ısrarımız işçi sınıfının içindeki bu farklılaşmaları bilerek bütün işçi kesimlerini tek bir sınıf olma bilincinde ve davranışında birleştirmektir. Hayatı ev-işyeri-kahvehane kısır döngüsünde geçen muhafazakâr işçilerle; daha eğitimli, yabancı dil bilen, yeni teknolojileri kullanan ve fikri yeniliklere daha açık işçileri tek bir devrimci sınıf tavrında birleştirmek zorunluluktur. Bundan vazgeçmek, sistemin her zaman geçerli olan, emekçileri bölme gayretine teslim olmaktır.
İşçi sınıfımızın dışında, kimisi yanında işçi çalıştırsa da, işe kendini katarak çalışan yani emekçi karakterde ama aynı zamanda kendi toprağına ve iş araçlarına sahip olduğu için, küçük burjuvazi kategorisine dâhil ettiğimiz kesimler, nüfusun geneli içinde oran olarak giderek küçülmektedir.
Tarımdaki küçük üreticileri ele aldığımızda durum çok nettir. Bir zamanların köylü ülkesi olan Türkiye, yarım yüzyıldan beri artık şehir toplumudur. Köylerdeki nüfus 1980’lerde genel nüfusun yarısından azına düşmüştür. Bugün 2019’da ise tarımda çalışanlar toplam çalışanların ancak %17’sidir. Bunların ciddi bir kısmının da ücretli tarım proleterleri olduğunu kabul edersek, köy küçük burjuvazisi yani kendi aile işletmesine çalışan küçük üretici köylüler artık nüfusun çok küçük bir kısmıdır ve çoğunlukla da köy yaşlılarıdır. Tarıma da hayvancılığa da makineleşmiş büyük işletmeler hâkimdir. Köylülüğün kente göçünde ve işçileşmesinde 1970’ler ilk büyük dönüşüm yıllarıydı. Sonraki ve ilkinden daha fazla olan dönüşümler 1990’lar ve 2000’lerde yaşandı. Dünya çapında bir dönüşümdü bu. Reel sosyalizmin çöküşünden sonra ‘Washington Konsensüsü’ çerçevesinde neoliberal kapitalizmi hayatın her alanına hakim kılmaya dönük pek çok uluslararası anlaşma yapıldı. Bunların hemen hemen hepsine Türkiye de imza attı. Anlaşmaların tarımla ilgili olanları, Türkiye gibi ülkelere, kendi tarımını acımasız uluslararası piyasa ilişkilerine açmayı dayatıyordu. Önce tarım ürünlerindeki ithalat yasakları kaldırıldı, tarıma devlet desteği çekilerek, köylü yabancı tarım tekellerinin ürünleriyle iç piyasada rekabet etmek zorunda bırakıldı. Buna göre taban fiyat uygulaması ve toplu alımlar biçiminde yürüyen devlet desteği tamamen çekilecek ve üreticiyi koruyan Pankobirlik, Çukobirlik, TARİŞ, Fiskobirlik vb ticari tarım birliktelikleri kaldırılacaktı. Yerli tohum yerine, çoğunu ABD tarım tekellerinin ürettiği, verimli genetik yabancı tohum kullanılmaya başlanacaktı. (Ama bu verimli tohumlar, genellikle kısır olduğu için üretici her ekim döneminde yeniden ithal yabancı tohum satın almak zorunda kalacaktı.) Bazı ürünleri ise Türkiye gibi ülkeler hiç üretmemeliydi. Örneğin şeker sahibi olmak için pancar üretmemeli, şekeri şeker olarak Mosanto, Cargill gibi emperyalist şeker şirketlerinden satın almalıydı. Keza sigara için hiç tütün üretmemeliydi: Şeker fabrikalarının tasfiye edilmesi gibi, Tekel fabrikalarının da tasfiye edilmesi gerekliydi, sigarayı da dışarıdan almalıydı. Tütün, buğday, pancar vb. hepsinde önce üreticiyi, üretimden fiilen uzaklaştırmak için DGD (Doğuştan Gelir Desteği) politikası icat edildi. Köylü ya iç piyasayı işgal etmiş yabancı tarım ürünlerinin düşük fiyatlarıyla rekabet edebilmek uğruna zararına çalışmayı göze alacak ya da hiç üretim yapmaksızın arazisinin büyüklüğüne göre devletten DGD denilen bir miktar parayı alıp kahvehanede yan gelip oturacaktır. Böylece pancar, tütün tarları yıllarca boş kaldı; yozlaştı, havadan gelen parayla tarımdan eli giderek soğuyan tütüncü ve pancarcı ya madende ya da inşaatta işçi oldu. (Örneğin Soma’da ölen madencilerin hemen hepsi Manisa ve Balıkesir’in eski tütüncü köylüleriydi.) Yerli tarım böyle bitirildi. İşlevini tamamlayan DGD de peşi sıra kalktı. Artık şehirli olan dünkü üretici köylüler, yeniden toprağa da dönemezdi. Emperyalist tarım tekellerinin gıda ürünleri artık rahatlıkla iç pazarda pahalıya satılabilirdi. 1990-2000’lerdeki bu keskin dönüşümle, yerli tarım çökertilip kırsal nüfus kente göç ettirilirken, kente gelenlerin çoğu ne yazık ki işçileşemedi. Yaşlılar kenara çekilip ölümü beklerken, gençlerin çoğu yedek işçi ordusunun yani işsizlerin saflarını doldurdu. Kentlere akan ve şehrin etrafında kurulmuş yeni gecekondu mahallelerine yığılan bu büyük nüfus, 1960-70’lerdeki kente göç gibi şehirlerde sınıf mücadelesini güçlendiren yeni bir toplumsal dinamizmi yaratmadı ne yazık ki. AKP iktidarının politikaları ve şehir yaşamına henüz yabancı kitlenin, modern kent yaşamına uyumsuzluğunu kullanan tarikatların; onların yalnızlığına ve çaresizliğine derman gibi ortaya çıkışı bu büyük toplumsal dinamiği söndürdü ve başka yönlere çevirmeyi başardı.
Şehir küçük burjuvazisinin en geleneksel kesimi olan esnaf ve zanaatkârlar da kırdaki küçük üreticiler gibi eski sosyal konumlarını büyük oranda kaybetmişlerdir. Eskiden kent yaşamının en aktif günlük politika ve haberleşme merkezi olan küçük dükkâncık bitmiştir. Ne mahalle bakkalı ne terzi ne ayakkabı tamircisi ne saatçi kalmıştır ortada. Kendi hesabına çalışan küçük esnaf olarak, az sayıda berber, kuaför, kahvehaneci veya kendi arabasında şoförlük yapan taksiciden başka kimse kalmamıştır. KOBİ sınıfına girecek derecede olan metal aksam üreticisi, mobilyacı, plastik sanayicileri gibilerin en iri kıyımları, işletmelerini tekellere katıp kendisi onun yanında usta işçisi olmuş veya büyük tekellerin tedarikçisi küçük patronlar durumuna gelmişlerdir.
Kendi emeğini üretime katarak çalışan kırdaki veya şehirdeki küçük üreticilere devrimci hareketin önereceği en uygun birleşme ve örgütlenme biçimi kooperatiftir. Üretim, ticaret veya salt satış kooperatifleri… Ancak tekelci kapitalizm karşısında emekçi küçük burjuvazinin kendi arasındaki hiçbir dayanışma biçiminin kar etmeyeceğini onlara kavratmalıyız. Eninde sonunda ellerindeki o küçük ellerindeki o küçük tezgâhı ve atölyeyi de kaybedip proleterleşeceklerdir. Bu nedenle öyle ya da böyle bu kesimleri, işçi sınıfının devrimci mücadelesi içinde yer almaya çağırmalıyız.
Toplumun güncel durumunu analiz ederken gençlik üzerinde ne kadar durursak yeridir. Çünkü bugünün koşullarında en çok sıkışan ve nasıl ne zaman kime patlayacağı belli olmayan asıl potansiyel kitle halk sınıflarının genç kuşaklarıdır.
1970’te Dev-Genç genel başkanı Ertuğrul Kürkçü TRT TV’nin tartışma programında öğrenci gençliği ‘toplumsal dinamitin fitili’ ne benzetmiş ve bu söz düzen cenahında yankılara neden olmuştu. O zamanlar öğrenci gençlik, ailelerinin memleketin geleceğini teslim etmek üzere bin bir fedakârlıkla büyütüp el üstünde tuttuğu toplumun küçük elit bir kesimi durumundaydı. Toplum onların siyasal mesajlarına kulak kabartırdı. Bugün ise bu kitle o kadar büyümüş ve eski elit konumunu o kadar yitirmiştir ki, bugün ‘toplumsal dinamitin fitili’ de kendisi de gençlik olmuştur. Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğudur gençlik. İşçi, çiftçi, memur, esnaf olan ana babalarının acılarını ve çıkışsızlıklarını ne kadar duyarsız görünürlerse görünsünler, onlardan daha çok hissederler. Ama onların ataletini paylaşmaya da niyetleri yoktur. Ailelerinin istikballerini kurtaramayacaklarının da farkındadırlar. Çünkü okulu bitirdiklerinde iş bulup ailelerinim dertlerine derman olma ihtimalleri yoktur, aileleri için bir yüktürler. Yük olduklarının hem kendileri hem de anne-babaları farkındadır. Aldıkları eğitim yetersizdir. Eski gençlik gibi mesajlarına kulak kabartılan toplumun ‘gözbebeği’ değil, aileleri için yük, devlet içinse varlıkları bile problem olan devasa bir kitledir. Ümitsiz, tepkili ve çıkışsız bir kitledir bu. Bu haliyle düzen için de bir tehdittir.
Gerçekte bu kadar büyük bir üniversiteli kitle herhangi bir kapitalist ülke için normal değildir. Bu kadar çok üniversiteli dünyanın hiçbir kapitalist ülkesinde yoktur. Türkiye’de durumun bu hale gelmesi basitçe iktidardaki partilerin ‘her ile bir üniversite’ yapıp oy toplamaya gayretinden de kaynaklanmadı. Kuşkusuz bu da bir faktördü. Ama asıl neden Türkiye kapitalizminin gelen yeni kuşakları istihdam edecek üretim kapasitesinden yoksun oluşuydu. Ekonominin finansallaştığı son otuz yılda ortada üretim namına, büyümeyen aksine küçülen bir sanayi ve biten bir tarım kalmıştı. Büyüyen tek sektör inşaattı. Finans dediğin ise kitlesel istihdamı yaratacak bir alan değildi zaten. Bu dönemde üretime yönelik olarak kurulmuş olan teknik eleman ve eğitimli usta işçi yetiştiren okullara, teknik liselere ve meslek okullarına yenileri eklenmediği gibi eskiler tek tek kapatıldılar. Buna karşılık çalışma çağına gelmiş olan orta öğretim mezunlarını işsizlik rakamlarını büyüten devlet için sorun ve yük olmaktan çıkartıp dört-beş yıl daha ailelerinin sırtına bırakmak üzere memleketin her yerinde sözüm ona üniversiteler açtılar. Milyonlarca genç istatistiklerde artık işsiz değil öğrenci görünüyordu. Herhangi bir sosyal rahatsızlığa sebep olmaları halinde sorumlusu devlet değil ana-babalarıydı. İsterse başarısız olup okuldan atılsınlar, af çıkarıp onları tekrar öğrenci yapmaktan kaçınmadılar. Böylece normal koşullarda istatistiklerde ‘işgücü piyasasına yeni katılan işsizler’ olarak görünmesi gereken milyonlar ana-baba harçlığıyla sözüm ona talebelik yapan geniş bir kitle olarak göründüler. Devlet böylece çalışma yaşı gelmiş milyonlarca genci öğrenci statüsüne sokup hem aklınca onları etraflarına karşı mahcubiyetten, iş bulamamanın ezikliğinden kurtarıyor hem de yaşı başı gelmiş genç kadın ve erkeklerin toplumsal yaşamdaki sorumluluklarını hala ailelerinin sırtına bırakarak aynı zamanda bir ‘asayiş vakası’ olmalarını önlüyordu. Bu uğurda üniversitelerde ‘takı tasarım’, ‘nalbantlık’, ‘sürü yöneticiliği’ bölümleri mi açılmadı…
Sözünü ettiğimiz her yerde üniversite açma politikası bir devlet politikası olarak uygulandı, AKP döneminde hızlanmıştı ancak şimdi tıkandı. Çünkü yıllar içinde çok sayıda genç bu okullardan mezun oldu, gecikmeli olarak gelip dayandıkları yer yine işsizlik kapısı oldu. Bu sayede dünyanın hiçbir yerinde olmayan ‘atanamayan öğretmenler’, ‘atanamayan sağlık memurları ve hemşireler’ kavramları literatüre girdi. İşsiz arkeolog, biyolog, zoolog, matematikçi, kimyagerlerle birlikte düşündüğümüzde milyonlarca, hayatının baharında, genç bugün ya işsizdir kahvede oturmaktadır ya pazarcılık ya inşaat işçiliği yapmakta ya da evde yaptığı örgülerini satarak hala ayrılamadığı aile evinde, aile bütçesine katkıda bulunmaktadır.
Kısaca her yerde üniversite, yüksekokul açılmasının eğitim politikası ile bir ilişkisi yoktur. Bu tamamıyla dinamik genç nüfusu ebeveynlerinin bakmaya devam ettiği tehlikesiz bir kitle olarak tutmaya yönelik; hiçbir soruna kalıcı çözüm getirmeyen, palyatif bir yönetim tekniğidir.
Cumhuriyet tarihi boyunca böyle bir durumla karşılaşılmadı. İyi kötü bir eğitim almış, sonuçta üniversite yaşamıyla tanışıp, ev baskısından uzaklaşıp, özgürleşmeye başlamış ancak hayallerine ulaşma umutları suya düşmüş milyonlar… Devletin güvenlik aygıtına asker, polis, gardiyan olarak aldıklarını bir kenarda tutarsak, geriye kalan üniversite ve yüksekokul mezunlarını bekleyen şey işsizlik, depresyon, anne babayla kavga, mafyalaşma ya da kendisi gibi işsiz veya işten atılmaya aday bir eş bulup evlenme arkasından geçim kavgasıyla boşanma, mutsuzluk, umutsuzluktur. İstatistikler 18-28 yaş kuşağında intiharların hiç olmadığı kadar yükseldiğini gösteriyor.
Şu an yüksekokulda okuyan gençlerin hepsi kendilerini böyle bir geleceğin beklediğinin farkında. Basındaki haberlere göre bırakalım üniversitelileri, henüz lisedeki öğrenciler bile, ortaöğretimi bitirip Türkiye’de bir yüksekokula girmeyi başarsalar dahi peşinden işsiz kalacaklarını bildikleri için daha şimdiden yurtdışında okumanın ve orada yaşamanın hayallerini kurmaktadırlar. ‘Ya sev, ya terk et.’ Milliyetçiliğinin liselilere bile söyleyeceği sözü kalmamıştır.
İşte Türkiye’nin geleceğini belirleyecek son yirmi yılda gelişmiş bu genç okumuş işsiz nüfustur. Serseriliğin, mafyacılığın, modacılığın aralarında cirit attığı gençliğimiz de budur. Ama aynı zamanda seçimlerde diğer yaş gruplarına kıyasla HDP’ye daha çok, AKP’ye daha az oy veren gençliğimiz de budur. Yani umursamaz bir apolitikliğin yanı sıra gençliğimiz diğer yaş gruplarına kıyasla devrimciliğe, anti-faşizme daha çok eğilimlidir.
Toplumların tarihinde gençler her zaman bir rol sahibidir, ama kimi özel tarihsel şartlarda bu rol olağanüstü büyük olabilir. Rus çarlığı 2. Alaxender ve Nicola zamanında batılı modern bir eğitime büyük bir önem verdi. Amaç hem ülkede gelişen kapitalizmin gereklerine uygun yetişmiş bir insan gücü yaratmak hem de devlet mekanizmasında memur olarak kullanacağı genç aydınlar yetiştirmekti. Okullaşma oranı çok yükseldi, üniversitelere giden öğrenci sayısı hızla arttı. Sonuçta az çok dünyayı öğrenmiş, bilimle tanışmış hayli büyük bir lise ve üniversite mezunu aydın gençlik kitlesi doğdu. Ne var ki köhne Çarlık Rejimi bu eğitimli kitlenin çalışacağı iş olanakları yaratamamış, devlette de hepsini istihdam edememiştir. Sonuçta bu yaygın ve modern eğitim reformu düzene karşı tepkili üstelik okumuş büyük bir kitle yaratmakla kaldı. Çarlık kendi kuyusunu kazmıştı. 1905 ve 1907 devrimlerinin Bolşevik, Narodnik ve Menşevik liderlerinin hemen hemen tümü bu eğitim reformu döneminin liselileri veya üniversitelileridir.
Osmanlı’nın 17. yüzyılında, hayli büyümüş ama aslında tam da çöküş sürecinin başına gelmiş imparatorluğun yayıldığı üç kıtadaki, büyüyen bürokrasi ihtiyacına kâtip olarak yazı yazmasını bilen, Arapça ve Farsça’yı sökmüş, temel matematik, din ve devletin teşvikiyle eğitim kurumu olarak medreseler kuruldu. Ailesinden ayrılan çocuk burada bedava karnını doyuruyor, yatılı okuyordu. Medrese öğrencilerine ‘’suhte’’ (veya softa) denirdi. Ne var ki miadını dolduran ve hızla toprak kaybetmeye başlayan İmparatorluk ümit beslediği medrese gençliğine iş veremediği gibi zamanında okulda onların karnını bile doyuramaz oldu. Zamanın bu okullarında gözü açılan medrese öğrencileri medreseyi bırakıp Anadolu’nun her tarafında ayaklandılar. Tarihe ‘Suhte (Öğrenci) Ayaklanmaları’ olarak geçen bu süreç aynı dönemin Celali Köylü Ayaklanmalarıyla iç içe geçti ve ona güç verdi. Egemenler okumuşun, işsiz ve aç kalmışından korkmayı o zaman öğrendiler. Tanzimat’tan sonra ve bilhassa Abdülaziz ve Abdülhamit döneminde çok sayıda Batı tipi askeri ve sivil yüksekokul açıldı. Harbiye, Mülkiye, Askeri Mühendislik Mektebi ve ortaöğretim düzeyinde çok sayıda idadi… Bu okulların genç mezun ve öğrencileri de Rusya’dakine benzer bir şekilde 2. Meşrutiyet’in ve daha sonra monarşiyi deviren Cumhuriyet’in kurucusu oldular. Eski toplumun krizler içinde kıvrandığı, yeninin doğum sancılarının çekildiği her dönemde gençlik belirleyici rol oynar.
Türkiye, hiç sakinleşip durulmayan bir ‘geçiş’ toplumudur. Geçmişte de Türkiye’de gençliğin siyasal süreçlerde önemli bir rolü oldu. Ama şimdi toplumun ezici çoğunluğunu yarım yamalak da olsa eğitimli ama işsiz ve geleceksiz genç milyonların hiçbir istikbali olmadığını gören liseli, üniversiteli, yeni mezun işsiz veya çalışan bu gençlik bizim her şeyimizi üzerine inşa edeceğimiz temeldir. Bu memlekette ne olacaksa bu halk gençliği zeminden fışkıracaktır. Bu verimli toprağın ürünü olacak onların elinde yeşerecektir.
Burada her tarih kesitinde geçerli olan ‘Gençlik, gelecektir.’ genel doğrusunu tekrarlamıyoruz. Eli öyle böyle ekmek tutan, bir işte çalışıp aile kurabilmiş halk sınıflarının, işçilerin, emekçilerin kendilerinden çok; onların çoğu talebe, okul mezunu, işiz veya güvencesiz bir geçici işe kapılanmış genç evlatları Türkiye’yi devrime taşıyacaktır. Açık ki Türkiye devriminin önder kadrosu da kitlesi de bu kuşaklar olacaktır.
Öyleyse varımızı-yoğumuzu gençliğe taşımak, gençliği devrimcileştirmek zorundayız. Siyasal kitle faaliyetinde birinci sırada gençlik yer almalıdır. Enerjimizin, aklımızın, vaktimizin ve mali kaynaklarımızın çoğunu gençliğe yönlendirmeliyiz. İşçi çalışmasının da ana ekseni işçi gençlik işçi gençlik olmalıdır. Semt çalışmasının da, okul çalışmasının da…
Öğrenci gençlik okulda ve okul dışında gençlik çalışmasının yaratıcı yol, yordam ve biçimlerine kafa yormalıdır. Burada fikir vermesi açısından kimi değinilerde bulunacağız. Rejim üniversite gençliğini terbiye etmenin yolunu öğrencileri, en ufak bir bahaneyle okuldan atmakta bulmuş görünüyor. Okuldan atılma korkusuyla gençliği eylemsizleştirmeye çalışıyor. Bu konuda etkili olduğu da görünüyor. Konuyu ciddiye almamazlık edemeyiz, ancak buna rağmen okul eylemleri; yemekhane boykotu, kitlesel ders boykotu gibi geniş katılımlı biçimler aldığında okul idareleri bir şey yapamamaktadır. Öyleyse küçük grup eylemleri yerine idareyi çaresiz bırakan bu tip kitlesel eylem biçimleri başa alınmalıdır. Faşistlerle fiziki kavgalar mümkün olduğunca okul dışı alana çekilmelidir. Aynı nedenlerle okulda gerçekleştirilebilecek ya da gerçekleştirilemeyecek ajitasyon/propaganda biçimleri birbirinden ayırt edilmelidir.
Öğrenci kitlesiyle sadece okulda değil okul dışı mekânlarda da bir arada olmanın yolları bulunmalıdır. Öğrenci evleri bunların başta gelenleridir. Keza sinema, tiyatro gibi sanat etkinlikleri, çay bahçeleri, cafeler öğrencilerin kolaylıkla bir araya gelebilecekleri mekânlardır.
Evi başka ilde olan öğrenciler için en temel sorun barınma ve yurt sorunudur. KYK’dan gerici hemşeri derneklerinin veya tarikatların kurduğu yurtlara kadar, mevcut yurtların hepsi kurumsal faşizmin kurumsal parçası durumundadır. Ne yazık ki bu kadar temel bir konuda devrimci hareketimizin on yıllardır üretebildiği bir çözüm yoktur. Esasında bu konu her davranışı nefes alışı bile kriminalize edilen devrimci hareketi aşan bir sorundur. Bu mesele emekçi örgütleri üzerinden doğrudan doğruya halkın kendisinin çözebileceği bir meseledir. Devrimci hareketimiz sorunu KESK, DİSK ve kitlesel DKÖ’lerin gündemine sokmalıdır. Sendikalar kendi üyelerinin çocukları için büyük kentlerde öğrenci yurtları kurabildikleri gibi pekâlâ kendi üyelerinin çocukları için büyük kentlerde öğrenci yurtları kurabilirler. Bunun için kongre kararı alıp mali kaynak ayırmaları yeter.
Devletin ve kurulu düzenin icat ettiği bütün giyim kuşam modaları, davranış modelleri, profesyonel futbol takım taraftarlığı vs. bu büyük kitleyi meşgul etmek, sisteme bağlamak ve depolitize etmek ve kolay yönetmek içindir. Gençlikte ortak semboller, kendini bir grup içinde tanımlama, akım haline gelen davranışlar, müzik ve giyim-kuşam tarzları kendi doğallığı içinde önemli şeylerdir. Devrimciler pekâlâ oturup kalkmadan, giyim kuşama kadar alternatif ve karşı modalar yaratabilirler ya da var olan bir şeyi bilinçli bir şekilde genelleştirip onu farklı bir anlama büründürebilirler. Bu akıp giden hayata yapay zorlamalarla olmaz ama biraz kitlenin ruh halini, ortak ilgilerini ve zevklerini kavrayan bir devrimci, genelleştirip akım haline getirebileceği şeyleri kitlenin içinde zaten hazır bulur. Gençliğinde vurdulu-kırdılı, en apolitik filmleriyle 15-20 yaş arası kuşağın sevgilisi haline gelen Yılmaz Güney’in farklı filmler yapmaya başlayıp siyasal tutumunu öne çıkardığında gayet doğal bir biçimde, zaten hayranı olan gençlerin duygularıyla buluşması, onlarda bilinç sıçramaları yaratması böyle bir örnektir. İçişleri bakanının tepkisini çeken bir dizi film bile pekâlâ gençlikte bir taraftarlık nesnesi kılınabilir. Velhasıl mesele yaratıcılıktır. Genç zihin en yaratıcı esprilerin, en yaratıcı kolektif sembollerin kaynağıdır. Sporda giyimde, selamlaşmada her şeyde alternatifler yaratabiliriz. Örneğin, hip-hop ya da en geleneksel türkü ve deyişler yeni devrimci kültürel filizlenmenin zemini olabilir.
Yetersiz eğitim ve kültürel birikim eksikliğine rağmen gençlik aynı zamanda en temel önemdeki ve en karmaşık fikir tartışmalarının en karmaşık felsefi, ekonomik, devrim stratejisine dair tartışmalarının AKP’de hitap ettiği kitle gençlikti. Ülkenin ve dünyanın geleceğine dair her şey gençlerin tartışma ve görüş oluşturma konusudur. Buna uygun açık kurumlar oluşturulabilir var olanlar desteklenebilir. Özgür Üniversite’nin örneği pek çok özgür üniversite daha büyük şehirlerde kurulabilir. Bunun için yine sendikaların, DKÖ’lerin yardımları istenebilir.
Lise ve ortaöğretim gençliği ise belki kendine özgü yaş kuşağıdır. Çocukluktan ergenliğe geçiş ve dünyaya gözünü açma dönemi. Aynı zamanda birey kişiliğinin oluşturduğu, dış etkilere en açık, en zayıf ve en kırılgan dönemdir. Gencin en anlamlı kişilik atılımları ile en boş, en aptalca çılgınlıkları bir arada yaptığı kişiliğin en bunalımlı oluşma ve aynı zamanda yavaş yavaş olgunlaşma dönemi. Hem duyarlılığın hem yaratıcılığın hem duygulara dayalı düşüncesiz tepkiselliğin zirvesi bir uçtan diğer uca savrulma dönemi. Ergenliğin bütün başka özelliklerini ekleyebiliriz. Bu yaşların, kişiliğin oluşumunda ve oturmasında ne kadar önemli ve hassas bir dönem olduğunu hatırdan çıkarmadan götürebileceğimiz ne kadar olumlu değer varsa, hazmedebileceği ne kadar bilgi varsa bu kuşağa taşımalıyız. Bireycilik değil toplumcu bir ahlak. Bireyi özgürleştiren bir kolektivizm ruhu…
Bir grubun mensubu olma eğilimi bu yıllarda doğallığında güçlüdür, keza sosyalleşirken aynı zamanda bireyselleşme, farklı ve özgün bir birey olarak kendini kabul ettirme eğilimi mevcut. Bizim siyasal çalışmamız bunların tümünü dikkate almalıdır. Halk sevgisi, emekçi sınıflara bağlılık, bilime güven, taassuptan uzak özgür düşünce, aykırı her fikri anlama ve tartışma çabası, sözüne sadakat, dayanışma, tutkun arkadaşlıklar kurabilmek, toplumsal çıkarı bireysel çıkarın önüne alma vb. bizden alabileceği kadar bunları almalıdır. Lisedeki yoldaşımız bunları öğreten adam edasıyla empoze etme çabasında olmamalı, ortaöğretim gencinin öz saygısını ve özgüvenini her zaman başa almalı, bütün yaklaşımlarımız bunları zayıflatan değil bunları güçlendiren yönde olmalıdır.
Öğrenci veya işte çalışan genç ilişkilerimizin enerjilerini bireysel olarak da kendilerini geliştirebilecekleri toplumsal çabalara yöneltmeliyiz. Spor karşılaşmaları örgütlemek, topluca konser, tiyatro, sinemaya gidişler, müzik grupları saz ve folklor ekipleri örgütlemek, okuma alışkanlığını geliştirmek üzerine edebiyat veya edebiyat dışı kitap değiş-tokuş örgütlemek ve giderek okul dışında daha genel daha toplumsal faaliyetlere seminer, toplantı, miting ve yürüyüşlere katılmak.
Liseli gençliğimiz okudukları okulda alt sınıfları ihmal etmeden sürdürecekleri bir çalışma o okulda kolaylıkla gelenek yaratır. Orada kökleşen bir devrimcilik o lise mezunlarının gideceği muhtelif illerdeki her yükseköğretim kurumunda daha ilk sınıftan başlayacak bir devrimci çalışma demektir. Liseli arkadaşlarımızı eski ‘Liseli Arkadaş’ dergisi gibi kendi okuluna özgü veya bütün ortaöğretim gençlerine hitap eden fanzin türü veya daha profesyonelce hazırlanmış yayınlar çıkarmaya teşvik etmeliyiz.
Burada ‘aydınlar’ başlığı altında sözünü ettiğimiz kesim genel olarak okumuş tahsilli herkes değil; bilim insanı, sanatçı, yazar, çizer, gazeteci, fikir insanı, yayıncı yani özetle entelektüel faaliyet gösterenlerdir. Üretimleriyle toplumu şu veya bu şekilde etkileyen hayli önemli bir kesimdir aydınlar. 12 Eylül karşısında aydınlarımızın çoğunun aydın olmanın onurunu koruyabildiğini söyleyemeyiz. Ama Kürdistan’daki savaşın boyutlandırılmasıyla birlikte azgınlaşan şovenizm karşısında çoğunun aydın olmanın onurunu koruyabildiğini söyleyemeyiz. Kendini solcu sayan önemli bir kısmı Kürt halkına karşı ulusal kibir ve şovenist duygularla düpedüz faşizan konumlara savrulmuşlardır. Kürt meselesinde, Kürt halkının haklarını tanıyan onurlu bir barış yönünde tavır alan aydınların çoğunun ise eski solcu-yeni serbest piyasacı liberaller olduklarını hesaba katarsak devrimci sosyalist çizgiyi tutturmayı göze alan aydınların sayısının oldukça az olduğunu söyleyebiliriz. Cezaevlerine girip çıkmalarından, akademi dünyasından atılıp işsiz-aç bırakılmalarından onları tanıyoruz zaten. Sınıfının, halkının organik aydını olmayı başaranlar, isimlerini sayabileceğimiz kadar azdırlar.
Ne Batı’nın demokrasi, insan hakları fonlarıyla finanse edilen liberallerin ne de devlet yanlısı sözüm ona solcu ‘nasyonal sosyalist’ aydınların halklarımıza vereceği bir şey yoktur. Bu olumsuz şartlara rağmen çok az sayıdaki organik aydınlarımıza yeni bir genç aydın kuşağı da katılmayı başlamıştır. Onları bilimsel çalışmalarıyla yarattıkları ürünlerle tanıyoruz. Devrimci aydınlarımızı sahiplenmeli onların değerini bilmeliyiz. Onların düşünsel veya sanatsal ürünlerini pratik mücadelede somut bir savaş gücüne dönüştürme çabası içinde olacağız. Ama sırt sıvazlama, pohpohlama da bizim tutumumuz olamaz. Faşizm her işçiye her gence neyi dayatıyorsa aydınlara da aynısını dayatıyor: Ya devrimci mücadele yoldaşımız olacaklar ya da bu onurlu kavganın dışında kalacaklar.
Aydınlarımızın halkın mücadelesine yararlı olabilmelerinin kanallarını açmak büyük ölçüde devrimci harekete ve halk örgütlerine düşer. İşsiz kalmış bir devrimci akademisyen birikimlerini ancak devrimci yayınevlerinin basacağı kitaplarda veya sendikaların, DKÖ’lerin organize edeceği toplu eğitimlerde eğitmen olarak görev olarak sunabilirler. Keza devrimci medya kanallarını sürükleyebilecek en önemli unsurlar onlar olabilirler.
‘Kadınsız devrim olmaz’ denilir. Oysa eğer toplum denilince sadece erkekler akla geliyorsa yani ‘kadının adı bile yoksa’ -ki 19./20. yy devrimlerinin çoğu kadının oy hakkının bile olmadığı bu türden toplumlarda gerçekleşti- pekâlâ, kadınsız devrim olur. Olmuştur da. Nüfusun kadın yarısının erkeklere tabi olduğu toplumlarda devrimler, erkeklerin gerçekleştirdiği, kadınların ise onların peşinden sessizce gittikleri veya çok az bir katılım gösterdikleri devrimler olmuştur. Yaşanmış sosyalist devrim örneklerinin birçoğu böyledir. Toplum erkek egemen yapısını koruyarak da kapitalist üretim tarzından bir çeşit sosyalizme geçebilir. Mülkiyetin kadını dışlayarak bile olsa toplumsallaşması elbette kadını biraz olsun özgürleştirir. Ama benzetecek olursak, bu özgürlük, ataerkil göçebe komünlerdeki kadının ‘özgürlüğünden’ bir adım öteye gitmez. Asla daha önce avcı-toplayıcı komünlerdeki kadının tarihsel özgürlüğüne yaklaşamaz. O halde sorunu şöyle ortaya koymak doğru olur; Kadınsız devrim gerçek ve tam bir insan eşitliği ve özgürlüğü sağlayamaz.
Ancak bizim şu anda yapacağımız asıl vurgu bu da değil. Yukarıdaki teorik doğrudan bağımsız olarak biz diyoruz ki; tıpkı gençlik gibi kadınlar da şu an bu toplumun en fazla patlayıcı potansiyeli barındıran kitlesi haline gelmiştir. Dün böyle değillerdi, ama bugün bu noktadadırlar. Bu yepyeni bir politik gerçekliktir.
Bırakalım bizim gibi toplumun altını üstüne getirmek isteyen devrimcileri, egemen sınıfların siyasi temsilcileri partiler, politikacılar bile bu yeni gerçekliğe gözünü kapayamaz durumdadırlar. Onların bile, adım başı kadın sorunlarından söz etmesi boşuna değildir. Çünkü kadın sosyal sınıfımız artık kabına sığmamaktadır. Rekor kıran kadın cinayetlerinin de medeni kadınlarımızın binlerce binlerce yıldır sıkıştırıldıkları bu kaba artık sığmayışlarıdır. İtirazlarını, direnişlerini erkeğe her şekilde göstermektedirler. Bu duruma gözünü açmış, bu gerçeğin barındırdığı devrimci imkânları gösteren ve bu halkaya asılan bir devrimciliğin başarısı ise garantidir.
Bütün kapitalist dünyada kadın uyanışının erkekler dünyası üzerindeki sarsıcı etkisini günbegün görüyoruz. Bu uyanış henüz kapitalist ve özel mülkiyetçi ideolojik hegemonyayı kıracak nitelikte değildir. Ancak şimdiden çevre ve iklim hareketleri ve aşırı tüketim karşıtlığı gibi (sosyalist olmasa bile) genel antikapitalist hareketlerde Türkiye’de ise hem bu saydığımız türden muhalefet kollarında hem de insan hakları hareketinden devrimci silahlı mücadeleye kadar egemenlerle cepheden savaşan bütün mücadele kollarında kadınlar gitgide daha etkin yer almaktadırlar.
Türkiye toplumunda kadınların kendi itirazlarıyla giderek daha çok sahnede görünür olmalarında Kürt Özgürlük Hareketi’ndeki kadınların olumlu anlamda bir etkisi olduğu açıktır. Başka şeyler bir yana HDP’li kadınların mecliste erkeklerle çatır çatır tartıştığını gören Türkiyeli kadınları sırf bu basit örneklerden bile derinlemesine etkileniyor, özeniyor ve cesaret kazanıyor.
O halde gençliğin yanı sıra parti çatısında başaracağımız alanlardan biri de kadınlardır. İşçi sınıfının, kent emekçilerinin, küçük üreticilerin, aydınların kısacası halkımızın gençliği ve halkımızın kadın olan yarısı! Bugün sınıf ve halk çalışmasının devrimci somutlaşmış hali budur. Sınıfın ve halkın ezilen cinsini ve gençliği devrimciliğin temeli yapmak! Onlar kendi sınıflarının erkeklerini, eşler kocalarını, evlatlar babalarını sürükleme kabiliyetindedirler. Halk sınıflarının gençlerinin ve kadınlarının başını çektiği bir toplumsal başkaldırının zaferi garantidir.
Kadın çalışmasının kapsamına işçi, memur, çalışan kadınlar doğalında girer ama kadınların ana gövdesi ücretli bir işte çalışmayan ev kadınlarıdır. Yani ücretsiz ev işçileri… Ekonomik yaşamda yeri olmayan, toplumsal yaşamda esamesi bile okunmayan milyonlar… Kadın çalışmamız barut fıçısı haline gelmiş asıl bu milyonları hedeflemelidir. Çoğunluğu korkak, hımbıl ya da gerici eşlerinin esareti altındadır. Kocası bir şekilde sınıf mücadelesinde yer alan az sayıdaki işçi-memur eşi de kocalarının mücadelesini şu veya bu şekilde destekleseler bile asla özgürleşmiş, bağımsız bir politik kişilik sahibi olabilmiş değildir.
Mümkün olan her kanalı kullanarak ev kadınlarına ulaşmalıyız. Bu kitlenin bütün ezilmişliğine ve zapt edilmiş isyankârlığına rağmen aynı zamanda hayli apolitik bir durumda olduğunu, günlük ev işleriyle dünyasının köreldiğini biliyoruz. Tek doğru yaklaşım onunla hayatı paylaşan yüz yüze ilişkilerdir. Onun yaşamına dokunmayan üst perdeden nutukların ya da feminist aydın ajitasyonlarının onun nezdinde hükmü yoktur. Çocuk, çamaşır, bulaşık, temizlik, kocasının bıraktığı yarım buçuk parayla pazar ihtiyacını görüp; ev halkının karnını doyurma, arada fırsat kalırsa ekrana bakmaktan ibaret bu saçma sapan yaşamda onun yakıcı sorunlarını bilip anlamak, onun ilgi duyduğu konulara ortak olmak ve giderek körelmiş politik ilgilerini canlandırmak, ‘tarihi ilk sömürülen sınıfı, ezilen cins olma’ bilincine ve davranışına ulaşmasına yardımcı olmak hiç kolay değildir. Ama bir kere semeresini vermeye başlarsa bire bin veren en verimli topraktır burası.
Onlara ilk ulaşabilecek olan devrimci evlatlarıdır ya da kardeşleri ve akrabaları. En yakınınızdaki kadınlardan başlamalıyız. Kadın yoldaşlarımız artık çevrelerindeki bütün tanıdık ev kadınlarına bu sorumluluk duygusuyla bakmalı ve öyle ilişki kurmaya başlamalıdır. Ev işlerinin onu körelttiğini unutmadan, küçümsemeden, hor görmeden gerekirse en geri noktadan başlayarak, onlarla zamanı, hayatı paylaşarak… Örneğin üniversite okumuş bir genç kadın arkadaşımız, köyüyle mahallesinden başka dünyayı tanımayan bir kadınla ilişkide zorlanabilir. Ama bunu aşmalı ve yaptığının zaman kaybı olmadığını bilmelidir. Yüz yüze ilişkide samimiyet, içtenlik her şeydir. Birisinin sizle gönülsüzce, samimiyetsiz ilişki kurduğunu fark ederseniz ona asla güvenmezsiniz. Öyleyse yaptığınız işe önce kendiniz inanmalısınız. Hiç tohum ekilip sürülmemiş ama çok verimli bir topraktasınız, nüfusun yarısını, uyuyan bir devi, uyandırabilirsiniz.
Kadınların evde çalışarak üç beş kuruş kazanabilecekleri işler bulmak, bu tür basit el işlerini mahallece bir araya gelip evlerde yapmak, kazanılan parayı bölüşmek… Çok az para da kazandırsa bu tür envai çeşit iş var piyasada. Kadınların ‘gün’ adını verdikleri sohbetlerini dayanışma günlerine çevirmek, birinin ihtiyacını topluca görmek gibi yaşanan bin türlü ilişki-dayanışma-birlik biçimine açık olmalıyız.
Topluma hakim olan özel mülkiyetçi-dinci-milliyetçi ideolojik hegemonyayı nasıl kıracağız?
Kapitalizm kültürü daha önce de hâkimdi ama mevcut iktidar döneminde sosyal ilişkilere ve toplumsal kültüre yeni unsurlar eklendi. Çıkarcılığın, bireyciliğin derinleştiğine tanık olduk, dayanışmacılık bitti. Bu iktidar kendi oy tabanına kendisi dışındaki herkesi önce dışlamayı, giderek hain, düşman ve kâfir olarak kabul ettirmeyi başardı. Kendisini batıcı ‘kâfirlerin’ Osmanlıyı zayıflatıp ülke yönetimine geçtiklerinden beri memlekette hüküm süren bütün mağduriyetin tarihi intikam alıcısı olarak sundu. Böylece yüz elli yıldır emperyalist kapitalizmden çeken, ezilen, sömürülen kitlelerin sınıfsal tepkilerini onların bilincine ideolojik olarak İslam’la özdeşleşmelerini sağlamayı başardı. Böylece kendi yozlaşmış İslamcılığını ezilen sınıfların ideolojik temsiliyetine dönüştürdü. Bu büyük yalan üzerine her şeyi söyleyebilirsiniz, ancak sonuç değişmez. Tayyip Erdoğan’ın büyük siyasi başarısı işte budur. Böylece tabanındaki garibanların gözünde kutsallık mertebesine çıktı, onları peygambercesine kendine bağladı. İşçi, memur, kent halkı üzerinde eskisinden beter bir kapitalist soygunu azgınca sürdürürken kentin yeni yoksulları olan çöken esnaf kesimlerini ve tarımın bitişiyle şehirlere göçen eski kırsal nüfusu geldiği kentte kolladı. Hem tarikat dayanışmasını hem de devletin sosyal yardımlarını bu kesimlere yöneltti. Kentlerin az çok örgütlü eski işçi-memur nüfusu giderek yoksullaştırıp siyasi iktidara karşı nüfusu büyütürken iktidarın el uzattığı bu biçare yeni şehir nüfusu Tayyipçi kesildi. İktidar bir yandan da geleneksel tekelci sermayedarların bir kesimini düşman ilan ederken diğerlerini ve çoğu İslamcı orta boy kapitalisti devlet desteğine koydu ve onları ülkenin yeni oligarşisi haline getirdi. Sonuçta ‘O olmasa halimiz nice olur?’ diye düşünen bir yeni sosyete ile bir yeni gariban nüfus adanmışçasına kendi varlıklarını O’na borçlu saydılar. Böylece iktidar sınıfsal bakımdan katmanlaşmış bir toplumu dikine ikiye böldü. Her iki ‘toplumu’ da kendi içindeki sınıf ayrımlarını unutup diğerine karşı birleşmeye sevk eden bu yönetim tekniği din-kültür-yaşam tarzı meseleleriyle sınıfsal ayrımların üstünü örtecek, kapitalist sömürünün devamlılığını garantiye alacaktı. Oysa devletten nemalanma konusunda bu iki patron zümresi birbirinin rakibi de olsalar sonuçta hepsi yan yana aynı TÜSİAD’ın, TOBB’un koltuklarını dolduruyor, aynı sermaye düzenini sürdürüyorlardı. Bu yönetim tekniği bir dönem boyunca tuttu. Çünkü dindar yaşam tarzı bakımından muhafazakâr seçmen modern seçmenden sayıca çoktu Türkiye’de. Ama artık tutmuyor. Çünkü hem yaşamın doğal seyri içinde muhafazakârlık azalıyor, hem de bunların pratikteki riyakârlığı seçmen tabanının bir kısmını iktidar karşıtı konumuna getiriyor.
Sahte bir dindarlıkla aynı süreçte aynı toplumsal zeminde yükselişe geçen kültürel dejenerasyon toplumu tanımaz hale getirdi. Bunların ‘Bakara makara’ Müslümanlığıyla her hafta Cuma namazına giden bir kişi rahatlıkla aynı zamanda hem uyuşturucu mafyasının mensubu aynı zamanda da bir linçci olarak HDP binasına saldıran bir kişi olabilir. Eskisine göre çok daha çatışmacı, uyumsuz ve giderek çözülen bir toplum çıktı ortaya. En yakın aile fertlerinin bile birbirine güvenmediği; bireysel menfaat uğruna her değerin hiçe sayılabildiği, yoksulluk yüzünden fakir dostlarının bile birbirini kazıklamasının normalleştiği bir toplum. ‘açlık, insanlara ahlakını yedirtir’ oldu. Yaşamın her tarafı mafyalaştı. Gücü yetenin ötekinin ensesine çöktüğü bir hiyerarşi, altta simitçilik, işportacılık, pazarcılık mafyasından başlayıp büyük ticarete; emlak, turizm dünyasından eğlence ve uyuşturucu mafyasına; devlet ihalesinden, yargıda iş halletmeye kadar önce tek adamın ayak takımı, Peker gibilerinden sonra bizzat kendisinde merkezileşti. FETÖ borsasının bizzat kendisinin avukatları eliyle doğrudan doğruya yine kendisine bağlı çalıştığının açığa çıktığı günlerdeyiz. Saraya sırtını dayamak kaydıyla şiddetin her düzeyde meşrulaşması, beraberinde devlet yanlısı geniş bir faşizan kitlenin oluşmasını getirdi. Lümpen sokak serserisi tipler polisin sokak üzerindeki kontrolünün yardımcı kuvveti oldular.
Aynı süreçte bir başka kültürel değişim de yeni iletişim teknolojileri sonucu olarak gelişti. Cep telefonu ve internet envaı çeşit yeni uygulamalarla başta çocukları ve gençleri kendisine esir etti. Gerçek yaşamda alabildiğine bireycileşen, hiçbir şeyi paylaşmayan insanlar internette her şeyini paylaşır oldu. Bizim toplumda var olmayan bir teşhircilik kültürü türedi. İnsanlar nerede ne yapıyorlarsa görüntülerini anlık paylaşarak kendilerini gerçekleştirdiklerini düşünmeye başladılar. Bilgiyle, bilmekle hiçbir ilgisi olmayan ‘bilişim’ teknolojilerinin bu tarz kullanımı insanları bilgiye ulaştırmaktan ziyade aksine anları gerçekliğin bilgisinden uzak tutup yanlış enformel etmeye yani kafasını şekillendirip yönlendirmeye hizmet etti. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin ya da yaratıcı emek olmaktan çıktı. Tüketmek ve kendini sadece göstermek, sergilemek varoluşun temel biçimi oldu. Enformasyon teknoloji kitlelerin yeni uyuşturucusu haline geldi. Bir tarafta gerçek yaşamda azgın sömürü, sokakta gerçek bir faşizm, diğer tarafta ise adalarına çekilip kendini sanal dünyalara hapsetmiş bir gençlik.
Türkiye’nin 1960-80 arasındaki dönem gibi toplumda şehir ideolojik hegemonyasının hâkim olduğu bir döneme yeniden girmesi imkansız değildi. Özal döneminden başlayarak ‘serbest piyasa ekonomisi’ adıyla vatandaşa yutturulan kapitalizm insanların gözünde, Özal yıllarındaki, pırıltısını çoktan kaybetti; iflasa doğru gidiyor.
Gerçekte Türkiye kapitalizminin barındırdığı bütün ideolojik alternatifler çıkışsızdır. Son yüzyıla damga vuran hâkim ideoloji aslında Yusuf Akçura’nın yüzyıl önce Osmanlı’yı çöküşten kurtarmak için birbirine alternatif olarak ileri sürdüğü ‘Üç Tarz-ı Siyaset ’in her üçünün harmanlanmış halidir. Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık… Döneme göre devletin resmi ideolojisinde bu unsurların birbirine göre ağırlıkları değişse de böyledir. Resmi ideolojide İslam bileşeninin en seyreltilmiş hali olan Kemalizm bile ulus, din temelinde tanımlanmış ‘Bu devletin sınırları içinde yaşayan bütün Müslümanlar’ Türk olarak tanımlanmıştır. Resmi ideolojide Türkçülük ağırlığını her zaman korurken son yirmi yılda İslamcılığın dozajının arttığını söyleyebiliriz. Türkiye’de sosyalizmin hegemonyasına son vermesi gereken hâkim ideolojik harman budur. Egemenler solun toplumdaki sözüm ona ‘köksüzlüğünü’ dillerine dolamayı pek severler. Oysa hâkim ideolojik harmanı oluşturan üç akımın her biridir asıl köksüz olan. Evet, burası yüzyıllardır Müslümanların çoğunlukta olduğu bir yerdir. Ama Abdülhamit dönemine gelinceye kadar İslamcılık diye bir siyasi çizgi hiçbir zaman bırakalım toplumu, devlete bile egemen olmamıştır. Türkçülük de aynı derecede köksüzdür. Türkçülük aynı tarihlerde Anadolu Türkmenliğiyle hiçbir ilgisi olmayan, çoğunluğu gayri Türk, İttihat Terakkici aydınların ürünüdür. Cumhuriyet döneminde devlet zoruyla okulla, askerlikte topluma zoraki mal edilmeye çalışılmış akımlardır bunlar. Geldiğimiz noktada Türkçü partilerin oy tabanı %15’i geçmez. Siyasal İslam ise Kemalizm’in 12 Eylül sonrasındaki genel çöküşünün akabinde Refah Partisi ve esas olarak AKP ile ön plana çıkmış ve 15-20 yıl sonunda o da çöküş sürecine girmiştir. Çöken sadece Türkiye’deki Siyasal İslam değildir. İran devrimiyle başlayan İslamcı akım ortaya çıktığı İran’da da, S. Arabistan, Sudan ve Afganistan örnekleriyle de iflas etmiştir. Türkiye’de modern sosyalizm ise bu ‘üç tarz siyaset’ ile yaşıttır. Türkiye Komünist Hareketi aynı tarihlerde ortaya çıkar. Ancak ülke topraklarındaki kökleri uyduruk İslamcılık, Türkçülük ve batıcılıktan da derindir. Şeyh Bedreddinlerden Babailere; Dadaloğlulara, Pir Sultanlara kadar giden Anadolu Türkmen’inin geçmişiyle buluşur. Bugün yüz sene sonra, Cumhuriyeti var eden zayıf ideolojik temelin bu üç ayağı çökmüştür. Türkiye toplumu esaslı bir ideolojik arayış içindedir. Mutlak inanç son demlerini yaşamaktadır. Emekten, soldan bahsetmenin ayıplandığı dönemler geride kaldı. Artık düzenin her ciddi tökezleyişinde, Kürt Savaşında, depremde, Corona’da kitlelerin aklına ve dilinin ucuna kadar gelmektedir sosyalizm. Eşiği aşmasını sağlayacak olan biziz. Sosyalizmin insanlık ve ülke sorunlarına getirdiği çözümler, tam bir özgüvenle anlatmalıyız. 20. Yüzyıl sosyalizmi yıkıldıysa emekçi demokrasinin işletilmemesinden yıkıldığı çok açık bir dille anlatmalıyız. Her vesileyle kesintisiz bir ideolojik mücadele vermeliyiz.
Şu var ki kapitalizmin ideolojik akımlarına, milliyetçiliğe, faşizme, dinciliğe karşı ideolojik mücadelemiz eğer her yerde temsil ettiğimiz ideolojinin yani insan ilişkilerini yaratan bir pratikle tamamlanmıyorsa ayakları havada kalır. İnsanlar komün toplumunun insanlarını ve insan ilişkilerini eşit, özgür, sonsuz yaratıcı ve cesur insanlardan oluşan toplumsal yaşam örneklerini gözleriyle görmelidir. Biz yeni bir toplum istiyoruz. ‘Her koyun kendi bacağından asılır.’, ‘gücü yeten yetene’ toplumu yerine; ‘birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için.’ Toplumu olacağız. İnsanlar, çöken toplumun bağrında yeni toplumun filizlenişini gözleriyle görmelidir. Elbette düzen bu insan ilişkilerinin olduğu her yerde faşistlerle, polislerle, uyuşturucu mafyasıyla, zorbalıkla, tehdit şantaj, ajanlaştırmayla saldıracaktır. Bütün bunlara karşı insanlarımızın kendi öz savunmasını sağlaması böyle bir sürecin başından sonuna kadar en temel meseledir elbette.
Kısacası devrime giden yolda, toplumda solun yeniden ideolojik ve ahlaki hegemonyasını kurmasının bütün gereklerini yerine getirmeliyiz. Ciddi bir eksikliğimiz ajitasyon, propaganda ve medya olanaklarından yoksun oluşumuzdur. Ne yapıp edip bu sorunu da aşmak zorundayız. Sosyal medyayı ve klasik medyayı, yazılı basını, FM radyo kanallarını nasıl yaratıcı biçimlerde kullanabileceğimiz üzerine kafa yormalıyız. Mevcut düzen medyasına alternatif legal, güçlü bir yasal medya oluşturmak ise yine ancak örgütlü halk güçlerinin, Demokratik Halk Örgütlerinin, DİSK, KESK, TMMOB, TTB gibi güçlerin altından kalkabileceği bir iştir. Düzen medyasında halkın sesine yer veren tek bir mecra yokken bu yakıcı ihtiyaca sendikalar ve halk örgütleri gözlerini kapayamazlar. Tabanlarındaki emekçilerin sesi olacak medya organlarının kuruluşunu kendi tabanları coşkuyla karşılayacaktır.
Eren Yıldız – Edirne F Tipi Hapishanesi