Tarihe giriş yapabilmek ve kuruculuk – Devrim Doğan

Göğü fethe çıkmak için yola düştük. Kimi yol kazaları yaşadık, zaman zaman ayağımız taşa takıldı; sendeledik, ama yola revan olmaktan vazgeçmedik. Aynıları aynı yerde toplayacak, devrim ve birlik eksenimizi hakim kılma, birleşik devrim mücadelesini yükseltecek komünist bir odak olma misyonumuzdan vazgeçmedik. Bizi geriye çeken içimizde ve dışımızdaki tüm güçlere karşı savaşım vere vere ilerledik ve ilerleyeceğiz. Dün olduğu gibi bugün de devrim ve sosyalizm iddiası olan ve bu iddiasına uygun olarak konumlanmayı hedefleyen (yani devrimci bir savaş örgütü olmayı önüne koyan) her özneyle buluşmayı hedefliyoruz. Tek kırmızı çizgimiz, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, ezilen halkların kurtuluşunu sağlayacak olan devrimde ısrar ve bunun pratik karşılığını oluşturmak, kendisini devrimi gerçekleştirebilecek bir savaş örgütü olarak, örgütlemektir. Öte yandan devrim ve birlik ekseninin çağrıcısı olabilmek aynı zamanda kendimizi komünist bir odak olarak örgütlemekten geçiyor. Bir fikrin, çağrının taşınabilmesi, örgütleyici olabilmesi için bir vücuda ihtiyacı var. İşte bizim için bu dönemin esas halkası örgütün örgütlenmesidir.

Biz TDH’deki örgütlerden bir örgüt olmak için yola çıkmadık. Tüm tabuları yıkarak devrimi örgütleyecek bir parti olarak kendimizi inşaa etmekttir hedefimiz. Bu anlamda, bugünün ihtiyacı olan örgüt nasıl olmalıdır, sorusuna yanıt arıyoruz. Mevcut örgütler niye bugünü karşılayamıyor? En sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Bugünün toplumsallığını, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi ve ona karşılık gelen üretim ilişkilerini gözeten bir yerden kendisini güncellememiş hiçbir yapı, örgüt bugünü karşılayamaz.

Komün gücünü kendisinde açığa çıkarabilecek bir parti, birey olma durumunu, bireysel gelişimi yoksaymaz. Bireyin tüm yeti ve yeteneklerini açığa çıkarmasını sağlayarak, gelişmiş bireyin gelişmiş ihtiyaçlarını karşılayacak olan komünizmin komünalliğini esas almalı, bireyi kısıtlayan, dar kalıplara sokan ve kendisi olmaktan çıkartan bir parti olmamalıdır.  Bugünü karşılayabilecek olan parti, örgütlenen her insanın, kadronun özgürce kendisini gerçekleştirebileceği bir partidir.

Tarih yapıcı özne olarak kendimizi örgütlemek

Kendimizi birer tarih yapıcısı olarak inşa etmeliyiz. Bu nasıl olacaktır? Devrimcilik, iddia sahibi olmaktır. Eyleminin yaratacağı sarsıntıyı tasavvur edebilmektir. Biz tarihin yönünü değiştirecek güce sahibiz. Bugün işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde biriken çelişkiler de bölgeyi saran çelişki ve çatışmalar da bize tarihi bir kez de bulunduğumuz coğrafyadan sarsma imkan ve olasılığını vermektedir. Buna cüret edebilecek miyiz? Bizim asıl meselemiz bu. Ve biz cüret etmediğimizde salt bir olanağı heba etmekle, bir imkanı değerlendirememekle kalmış olmayacağız; faşist devletin, muhalif olan her kesimi baskı ve zor yoluyla yoketmesi veya sindirmesi sonucu kendisini daha ileriden tahkim etmesine de fırsat vermiş olacağız.

Kendi geleceğimizi biz belirleyeceğiz. Bizi tahakküm altına alan hiçbir güç istemiyoruz. Üreten de yöneten de biz olacağız. Yaşam alanlarımızda, okullarımızda, fabrikalarda her yerde söz, karar, yetki bizim olacak. Bu cümleler, kitlelere kurduğumuz ajitasyon propaganda cümleleri olmaktan çıkıp kendimizden doğru kurduğumuz cümleler haline geldiğinde ancak tarih yapıcısı olarak kendimizi inşaa sürecimizi başlatmışızdır demektir.  Bu bizi güçlü kılandır. Çünkü, amaçla kurduğumuz bağ bize sarsılmaz bir inanç olarak döner.

Toplumsal üretici güçlerin gelişimi ve yönetememe krizi

Kimi zamanlar vardır ki, bir güne ayları sığdırabiliriz. O kadar sarsıcıdır yaşananlar. Tarih hızlanır bu zamanlarda. Tıpkı bugünkü gibi. Bu zamansallığı oluşturan sürece baktığımızda şunu görürüz: Üretici güçlerin geldiği düzey, bilginin, kültürün iletişim ve enformasyonun bu sürece etkisi ve bilginin doğrudan üretici güç olarak önem kazanması vb. mevcut üretim ilişkilerinin oluşturduğu cendereye hapsedilemeyecek düzeye gelmiştir. Bu, krizin, eskisi gibi üretim ilişkilerinin yeniden reorganizasyonuyla aşılabileceği bir eşiği çoktan geçtiğimiz anlamına gelmektedir. Tekelci burjuvazi ve devletinin sınıfsal olanın yanısıra sosyal, kültürel, bölgesel ve tarihsel bir çok etmenle de birleşik olarak krizin derinliği ve mevcut üretici güçlerin düzeyi nedeniyle, rıza üretimini örgütleyebilmesi, kitleleri kapsayarak sisteme içermesi zorlaşmıştır. Her alanda yönetilemez hale gelen çelişki ve çatışmaları yönetebilmek, zapturapt altına alabilmek için devlet, baskı ve zor aygıtı olarak kendisini bir üst düzlemden örgütlemek zorunda kalmıştır. Faşist saray iktidarı tam da buraya oturmaktadır. Toplumsal üretici güçlerin gelişimi, aynı zamanda ihtiyaçlarının, yetenek ve kapasitelerinin gelişimini de koşullar. Kapitalist sistemin sınırlarına çarpa çarpa, yakıcılaşan birey olarak kendisini gerçekleştirme ihtiyacı ve bunu gerekleştirememenin yarattığı hoşnutsuzluk ve öfke birikimi, salt Türkiye’ye özgü bir şey değil, genel bir eğilimdir. Dünya çapında yaşanmakta olan faşist-sağ dalgayı tetikleyen temel unsurlardan biri de budur. Türkiye’de faşist devlet, tekçi egemenlik biçimi olarak Tayyip’te cisimleşen  başkanlık sistemi ile taçlanmıştır. Çünkü tarihsel, toplumsal, kültürel tüm çelişki ve çatışmalar rejim krizini (bu siyasal/toplumsal bir kriz olarak da yaşanmaktadır) çok daha keskinleştirmiştir.

Yukarıda toplumsal üretici güçlerin gelişmiş olmasından bahsettik; bu, işçi sınıfının salt ekonomik bir kategoriye hapsedilemeyeceği ve tekçi biçimlerle örgütlenemeyeceğinin, bir başka dille ifadesidir. Fransa’da durmak bilmeyen sarı öfke ve onu karşılayamayan geleneksel örgütler ve sendikaların krizinin bir nedeni de budur. Toplumsal üretici güçlerin gelişmesi demek, yetenek ve kapasitesi gelişmiş bir sınıfsallık/toplumsallık demektir. Üretme/eyleme kapasite ve yeteneği gelişmiş bir sınıfla karşı karşıyayız. Bunu salt  ekonomik alana sıkıştırmadan kendi toplumsallığı için gereken tüm koşulları üretebilme yetisinin, dünyayı değiştirebilme kapasitesinin gelişmesi olarak okumalıyız. Yönetememe krizi bu bağlamda, salt burjuvaziye ve onun faşist devletine içkin bir şey değildir. Sendikasından, derneğine, devrimci örgütlerine kadar hiçbir yapı ve örgütün toplumsal üretici güçlerin gelişimini karşılayabilen bir noktada durmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Düz bir okumayla bile bunun nedenleri olarak hemen sayabileceklerimiz var. Ama önce yorumsuz bir Marx alıntısı: “Üretme eylemi sadece nesnel koşullarda değişiklik yapmak değildir. Örneğin köy kasaba olur, vahşi doğa temizlenir tarla olur. Fakat üreticiler de değişirler, kendilerine yeni nitelikler katarlar, kendilerini üretim içinde geliştirirler, yeni güçler ve düşünceler, yeni ilişki tarzları, yeni ihtiyaçlar ve yeni dil geliştirirler.”(Grundrisse, Marx)

Tek biçimli, bireyi özneleştirmeyen, artan ihtiyaç ve özlemleri uğruna mücadele edebilmesi için en başta kendisini gerçekleştirebileceği bir ilişkiler sistemine duyduğu ihtiyacı karşılamayan, içinde gelişen kapasite ve yetileriyle kendisini varedemediği, kastlaşmış ve katı bir hiyerarşiyle işleyen hiçbir yapı bugünün bireyini örgütleyemez. Tayyip’i ölüm parandesine zorlayan, faşist diktatörlüğün kurumsallaşması yönünde hızla adım atmak zorunda bırakan  da tam da bu sınıfsal/toplumsallıktır.  Kapitalizmin doğası ve üstüne üstlük TC’nin yapısal-tarihsel şekillenişi ile birlikte genlerine işlemiş olan katı hiyerarşik yapı, bugünün birey durumunu çözümleyip onu sisteme entegre edebileceği mekanizmalar oluşturmasını engellemektedir. Bu nedenle, yönetememe krizini aşmanın tek yolu olarak faşist bir kitle hareketi yaratarak ve onun rüzgarını da arkalayarak toplumsal rıza üretimini zor yoluyla örgütlemeyi hedeflemektedir. Faşizm kurumsallaşmasını sağlamanın yanısıra bir kitle tabanına dayandı ve bir hareket oluşturdu. Faşist devlet kırmızı çizgilerini korumak için emperyalistler arası çelişkileri de kullanarak bir kitle hareketi örgütledi.

“Devrimci ilerleme, ancak kendi üzerine kapanan, güçlü bir karşı-devrimi kışkırttığı zaman kendi yolunu açar; hasmını doğurarak ona karşı mücadelesinde bir ayaklanma partisinden gerçek bir parti olmaya evrilir.” (Karl Marx)

Kendisine ‘devrimciyim’ diyen bir çok siyasi yapının yadsıdığı, tam da, Marx’ın ifade ettiği bu devrim-karşıdevrim diyalektiğidir. Bu yapılar, devrimci şiddetin yarattığı kaostan korkmaktadırlar. Oysa bir ayaklanma partisi olarak kendisini örgütlemek iddiasındaki hiçbir özne bu şekilde konumlanmaz, TDH’nin (söylemde başka bir noktada olsak da bunun pratik karşılığını örmemiş olmakla biz de bu parantezin içindeyiz) temel sorunu budur. Devrimci ilerleme karşısında oluşan karşı devrimci şiddete, bu pencereden bakılmadığında devrimci olanaklar yakalanamaz.

Günün görevi partiyi örgütlemektir

Öncelikli görev, partinin bulunduğumuz tüm alanlarda örgütlenmesidir. Parti sorunu devrim sorunudur, nasıl bir devrim sorunudur. Kendiliğinden kitle hareketi kapitalist sistemin dışına çıkamaz. Çelişki ve çatışmalar burjuva egemen sınıflar tarafından bir biçimde sisteme içerilir. Çoğunlukla burjuvazi kitlelerin yakıcı ihtiyaç ve taleplerini, karşılamak bir yana, sistemi yeniden yapılandırma arayışının bir sıçrama tahtası haline getirir. İşte tam da burada, partinin rolü devreye girer. Komünist parti işçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyaç ve taleplerini istismar ederek bu sömürü düzenini yıkmayı hedefler. Bu kitleler içerisinde eriyen ve ama kitleleşmeyen bir partinin yapabileceği bir şeydir. Diğer yandan burjuvazi onu alaşağı edecek olanları kuşkusuz resmi törenle ve gül atarak karşılamaz. Devrimin zor yoluyla olacağını söylüyorsak bu zoru örgütleyecek ve sınıf düşmanımızın bizi yoketme hedefini boşa çıkaracak bir örgütlenmenin, profesyonel devrimcilerden oluşan sıkı bir örgütün, devrimci bir savaş örgütünün olması şarttır.

Devrim, askeri-politik bir meseledir. Devrimi yapacak özne askeri-politik bir örgüt olmak zorundadır. Bu hiçbir şekilde silikleştirilemez. Silahlı mücadele ve siyasal mücadele birbirinden ayrı bir şekilde tariflenemez. Askeri mücadelenin siyasal çalışmanın güdümüne alınması gerekir. Ama bu siyasal olanla askeri olanın iki ayrı (birbirine paralel) alan olarak tanımlanması değildir.  Clausewitz’in “Savaş siyasetin başka araçlarla (burada savaşsa mevzubahis olan, bu araçlar şiddet araçlarıdır nba.) devamıdır” sözlerini hepimiz biliriz. Bu, silahlı mücadele konusuna değinen her devrimci öznenin sıkça kullandığı bir sözdür. Ancak bu sözü bilmekle anlamak iki ayrı durumdur. Devrim yapmaksa mevzubahis olan, şiddet ve zorun tekelini elinde bulunduran devletin yıkılmasından bahsediyoruzdur. Ve devrim stratejimize bağlı olarak, silahlı mücadelenin rolü burada devreye girer.

İki kerteriz noktamız var: 1- Devrim zor yoluyla olacaktır. 2- Devrim örgütlü kitlelerin eseri olacaktır. Bu iki cümle bizim devrim stratejimizin ana çizgisini verir. Bizim devrimimiz yıkmadan yapamaz. Burjuva sınıfın iktidarını yıkacağız! Yıkmak diyorsak, her adımımız bu yıkıcılığı, devrimci kitle şiddetini oluşturacak (devrim kitlelerin eseridir mevzusu!) bir hattı inşa etmelidir. Yani kendinde bir siyaset yoktur, kendinde bir a/p yoktur ve tüm bunların gelip dayanacağı kendinde bir teori de yoktur. Tarihten devrimi çağırabilecek öncüyü inşa etmek ideolojik, siyasal, örgütsel, askeri tüm alan ve düzeylerde devrimci zoru örgütleme hedefini başa yazmayı gerektirir. Kendinde bir kitlesellik değil devrimci zoru örgütleyeceğimiz bir kitleselliği hedefleyeceğiz. Bu kitleselliği ise bunun teorisini, siyasetini yaparak örgütleyeceğiz. İşte bu yüzden, iki ayrı düzlem olarak siyaset ve silahlı mücadele yoktur. Her şey devrimci zorun örgütlenmesi perspektifine dayanır. Yani daha baştan silahı içerimine alan bir siyasetten bahsediyoruz. Çok güçlü bir iç içelik vardır.

Merkezi bir hat doğrultusunda kolektif hareket eden örgütler topluluğudur parti. Bu örgütlerin bazıları doğrudan partiyle organik bağa sahiptir, bazıları ise partinin ideolojik-siyasal yönlendiriciliği (bu da merkezi hat doğrultusunda konumlanmadır) altında örgütsel olarak bağımsız hareket eder. Tüm bunlar partiyi oluşturur. Parti profesyonel devrimci bir çekirdeğin yanısıra, uzaklığı yakınlığı farklı bir çok kitle örgütünü yörüngesinde bulundurur. Burada, uzaklığı yakınlığı belirleyen, bu kitle örgütleri içerisinde yer alan parti üyelerinin parti çizgisini, merkezi politika ve taktiklerini ne kadar bu kitle örgütlerine taşıyabildikleri ve içinde bulundukları örgütleri bu doğrultuda ne kadar hareket ettirebildikleriyle koşulludur.

Organlarını, örgütlerini oluşturmayan, parti faaliyetini bu örgütler temelinde yürütmeyen bir yapı, parti olmanın en temel fonksiyonunu yerine getirmemiş demektir.

TDH olarak parti konusundaki temel yanlışımız, Leninist parti modelinin evrensel yönlerini almakla yetinmeyip (hatta özsel olanı sulandırıp) bir bütün olarak kopyalamış olmamız ve değişen siyasal/sınıfsal/toplumsal durum üzerinden bir güncellemeye gitmemiş olmamızdır. Leninist parti modelinin ruhuna sinen temel karakteristik özellikleri bir kaç maddede sıralarsak: 1- Hangi sınıfın partisiyiz ve nasıl bir devrimi hedefliyoruz? Bu sorunun yanıtı, hangi sınıfa karşı hangi sınıf için, sorusunu net bir şekilde yanıtlamaktır. Ekonomik, siyasi, askeri, toplumsal, kültürel tüm çelişki ve çatışmaların sınıf çelişkisini derinleştiren ve sınıflaşma sürecini etkileyen yönleriyle birlikte sınıfı ele alan, işçi sınıfını salt ekonomik bir kategoriye indirgeyen dar işçicilikle sınırlarını net çeken bir parti.   2- Sözkonusu olan devrimse ister burjuva demokrasisi olsun isterse faşist diktatörlük veya başka bir şey, biz siyasal iktidarı yıkıp işçi sınıfının öncülüğünde emekçi sınıfların iktidarını kurmak istiyorsak yeraltında örgütlenmek esastır. Bu, aynı zamanda partinin ideolojik-siyasal-örgütsel bağımsızlığını koruma (burjuva ideolojilerinin partiyi belirler hale gelmesine karşı bariyer oluşturma) ve bunu güçlendirme mevzusudur. TDH, fiili olarak (ideolojik olarak tersini söylese de) yeraltı temelinde örgütlenmeyi burjuva demokratik alanın genişliği ve darlığı ile koşullu olarak ele almakla 2. Enternasyonal partilerinin devamcılığını yapmıştır. Burjuva demokratik alanın daralması veya genişlemesi, sadece legal olanakları ne kadar kullanacağımızı belirler. Yeraltı temelinde örgütlenme esastır ilkesini silikleştirmez, sulandırmaz. 3- İşçi sınıfı evrensel bir sınıftır, enternasyonaldir. İşçi sınıfını esas alan devrimin partisi enternasyonalist çizgisiyi konjontürel olarak öne çıkarmaz. Daha en başta bu çizgi doğrultusunda örgütlenir. Yapacağı devrimi de bölge ve dünya devrimine doğru ilerletme perspektifini koyar. 4- Devrim yapmaksa sözkonusu olan, bu, devrimci zor ve şiddeti, yıkıcılığı koşullar. O halde devrimci bir savaş örgütü olarak kendisini örgütlemek zorundadır. 5- Parti, üretici güç olarak kolektif emekçi karakteri olan sınıfa, işçi sınıfına dayanıyorsa, komünalliğin tarihsel deneyimlerine de referansla insanlığın sınıfsız, sınırsız bir özgürlük dünyasına yürüyüşünü nihai hedef olarak belirliyorsa, daha baştan bu dünyanın ilişkilerini belirleyecek olan kolektivizmi, komünaliteyi esas almalıdır. Parti yaşamını belirleyecek olan ve komünizmin gündeki karşılığı olan ilişkiler sistemini inşa edebilmemizi sağlayacak olan bu ilkedir.  6- Devrimin öznesi parti, tüm örgüt güçlerini, örgütlerini merkezi bir hat doğrultusunda senkronize hareket ettirebilen bir partidir. Karşımızdaki düşman alabildiğine merkezi ve güç yoğunlaşmasını sağlamış bir düşmandır. Bu yüzden güçlü bir ideolojik-siyasi-örgütsel merkeziyetçilik olmazsa olmazdır.  Lenin’in 3. Enternasyonalist partilerine dönük yapmış olduğu özgünlüklerini korumama, bolşevikleşme eleştirisi, bugün için de geçerlidir. Tek farkla özsel olan, evrensel olan ne varsa bordadan atılmış ve lafzen korunmuş olarak! Biz, Leninist parti modelini, devrim gerçekleştirmiş bir partinin deneyimlerini, evrensel olan yönleriyle ele alıp tartışmalı, her tarihsel dönemecin, her ülkenin devriminin kendi özgünlükleri, karakteristik özellikleri olduğunu unutmaksızın konumlanmalıyız. Diyalektik diyorsak donmuş, olmuş bitmiş bir teoriden, siyasetten, örgütten bahsedemeyeceğimizi unutmamalıyız.

İdeoloji de siyaset de güçlü bir teorik donanımın ürünü olmalıdır. Teorik çözümlemelerimiz ideolojik bakışımızı ve kavrayışımızı güçlendirir. İdeoloji teorinin verili koşullar, zaman ve durum temelinde yeniden üretimidir. Dünya  görüşümüzün taşınması ancak ideolojinin üretimi ve taşınmasıyla olabilir. Ancak ideoloji üretildiği anda eskimeye başlar, zira verili koşullar, zaman ve mevcut durum değişmeye başlamıştır. Burada ideolojinin sınırlarını ve bu sınır çizgilerini sürekli silikleştirip yeni durumun içerisinden yeni sınır çizgileri oluşturmayı, yani ideolojik yenilenmeyi hedeflemeliyiz. Parti ideolojinin somutlaşmış halidir. Ve ideolojik alandaki sürekli devinim partinin de devinimidir.

Kriz anlarına dokunabilecek bir kolektif özneyi inşa edeceğiz. Dünyayı görme biçimimizle birlikte zihni sürecimizde ona dair bir imge oluştururuz. Dünyaya dair kendi gerçekliğimizi oluştururuz. Bir hakikat vardır ve bir de o hakikati görme biçimimizle zihni sürecimizde inşa ettiğimiz bir gerçeklik. Biz hakikate ulaşmayı önüne koyan bir yürüyüşü hedeflemeliyiz. Gerçekliği inşa etme süreci aynı zamanda bilinçli olma halidir. Devrimin öznesi olabilecek bir parti, kapitalist sistemin gelişkinlik düzeyi ve devletin  bugünkü faşist biçiminin baskı, zor ve şiddeti öne alan, rıza üretimini bu temelde örgütlemek dışında çaresi olmayan ve her yönüyle tahakküm ilişkilerini geliştirmeyi hedefleyen yapısını gözönüne almak ve bu yapıyı yıkmayı hedefleyecek bir parti örgütlenmesini gerçekleştirmek zorundadır.

Biz yeraltı temelinde örgütlenen, tüm faaliyetine buradan yön veren bir partiyi örgütleyeceğiz. Bu salt burjuva liberalizmin sınırlarına yaslanıp yaslanmama sorunu değil, ideolojik-politik bağımsızlık sorunudur. Bu ideolojik-politik-örgütsel ve pratik bağımsızlık ve süreklilik sorunudur. Bir kadro için yeraltı temelinde örgütlenmek, bundan sonra aranıp aranmama sorunu değildir. Demokratik alanın daralması sorunu da keza. Bu, kapitalist devleti yıkma iddiasında olan her parti için, devletin yapısıyla koşullu olmayan yaşamsal bir konudur. Burjuva demokrasisinin olduğu koşullarda demokratik alanı daha geniş kullanabilirsin. Ancak yine tüm örgütsel ilişkilerini gizlilik temelinde kurmak durumundasındır.

Hangi sınıf için hangi sınıfa karşı

Partinin sınıf karakteri aynı zamanda hangi sınıfın gözünden dünyaya bakıldığını, hangi sınıf için hangi sınıfa karşı mücadele edildiğini gösterir. Partinin sınıf karakterini belirlecek olan bu soruların yanıtıdır. Biz burada sınıfsal bileşimi elbette tartışmalıyız. İşçi sınıfı temelli bir parti örgütlenmesini hedeflemek diyoruz. Ancak bu soyut bir işçi sınıfı güzellemesi ile olabilecek bir şey değildir. Sınıfın değişen yapısını doğru okumayan bir özne, sınıf partisi olarak kendisini örgütleyemez. Ezme-ezilme ilişkisi temelinde oluşan her çelişkiyi sınıf ekseninden okumayı bilmeyen ve bu dinamikleri sınıflaşmanın bir bileşeni haline getiremeyen bir özne, işçi sınıfının öncü partisi olarak kendisini örgütleyemez.

İşçi sınıfı ve emekçi kitlelere bir yerlerden seslenen olmaktan vazgeçmeliyiz. Bu kendimizi emekçi kitlelere, sınıf mücadelesinin eyleyicilerine dışsal tanımlamaktır. Siyaseti salt yüksek siyasetle sınırladığımızda toplumsal/sınıfsal/ulusal/cinsel sorun ve çelişkilere, hayatın kendisine nüfuz edemeyiz. Oysa bizim yapmamız gereken şey işçi ve emekçilerin gündelik hayatlarına dokunan bir pratik politik hat oluşturmaktır. Buradan ilerleyebilirsek ancak güç biriktirebiliriz.

İşçi sınıfını salt üretim sürecinden ibaret görme ve böyle tanımlama dar ve ekonomist bir bakış açısıdır. Bu bağlamda emek sürecinin salt meta üretim süreci (hizmetin de metalaşmış olmasıyla hizmet üretimini de kapsar.) olarak tanımlanmasını aşmalıyız. Emek süreci üretim, dolaşım süreci ve emeğin yeniden üretim sürecini bir bütün olarak içerisine alır. Bu aynı zamanda emek sürecinin tüm toplumsal üretim ilişkileri ve onun siyasi karşılığı olan tüm aygıtları, tüm çelişkileri içerimine alması demektir. İşçi kitlelerinin mücadele içerisinde kendisi için sınıf olma bilincini kazanması, yani sınıflaşması tam da bu bütünsel koyuşla olabilir. Tüm toplumsal, siyasal, ulusal, cinsel kimlik mücadeleleri de yine işçi sınıfının bu bütünsel konuşu ile birlikte sınıfı bölen değil, sınıflaşma mücadelesini derinleştiren bir yerde durur, onu besler, işçi sınıfını toplumsal bir sınıf haline getirir.

Bugün özgürlük sorununu somutlamayan, tanımlı kılmayan hiçbir mücadele geleceğe devreden, birikim oluşturan bir hat oluşturamaz. Biz öncelikle faşist devlete karşı, özgürlük yoksunluğuna karşı ne yapabiliriz, bunu konuşmalıyız. İşçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik terör ve zora karşı hangi direniş biçimlerini geliştirebileceğini konuşmalıyız. Kürt halkına karşı geliştirilen şoven dalgayı nasıl kırabileceğimizi ve sömürgeci faşist devletin temellerine nasıl dinamit koyabileceğimizi konuşmalıyız. Bir diğer şey, tüm mücadeleleri dağınık ve cılız kalmaktan kurtaracak olan direnişin mekan politiğini oluşturmayı konuşmalıyız. Süreklilik halkasını yakalamış her direniş, eylem, ayaklanma bir konumlanma noktası belirlemiş ve eylemini burayı esas alarak örmüştür. Biz de direnişin/eylemin mekanpolitiği mevzusu üzerine kafa yormalıyız. 

Siyaseti sınıfsal/toplumsal/ulusal/cinsel tüm çelişki ve dinamikleri içerimine alacak şekilde yapmalıyız. Kurucu siyaset, var yok arası durumumuzla bu büyük potansiyel arasındaki köprüyü oluşturmaktır. Solun yetersizliği ile dev devrimci potansiyel arasındaki açı farkını kapatma misyonunu üstlenebilmektir.

Parti, merkeziyetçiliği esas alır

Bugün faşist diktatörlüğün kurumsallaşmasından bahsediyorsak merkeziyetçi yönü zayıf bir parti hedefi koyamayız. Ancak bu her şeyin yukardan belirlendiği, tıpkı yıkmayı hedeflediği faşist diktatörlükte olduğu gibi tekçi egemenlik biçimine dayanan, bir yapı da olamaz. O halde referans sistemimizi değiştirmeye ihtiyacımız var. Nasıl mı? Alabildiğine güçlü bir merkeziyetçilik oluşturarak. Ancak merkeziyetçiliği dar anlamda bir işleyiş ilkesi olmaktan çıkartarak…

Profesyonel bir devrimci çekirdeğin varlığı Lenin’in parti anlayışının temel belirleyenidir. Bugün, bu çok daha elzemdir. Siyasal-ideolojik merkeziyetçiliğin sağlanması ancak bu şekilde sağlanabilir. Parti, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere dışsal değildir kuşkusuz. Ancak bu onun profesyonel devrimci kadrolardan oluşması gerçekliğini kesinlikle karartamaz. Parti, profesyonel devrimci bir çekirdekten oluşur, ancak bu partinin işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin içerisine nüfuz edebildiği koşullarda gerçekleşebilir. Önderlik misyonu ve rolünün silikleştiği bir parti günün devrimci görevlerine hazırlanamaz, devrim iddiasını ise asla büyütemez. Kolektif merkeziyetçilik, kolektivizm, daha az önderlik demek değildir. Kolektivizm örgütlenmesi gereken bir süreçtir. Ve bu, ideolojik-siyasal-örgütsel merkeziyetçilikle koşulludur. İşte önderliğin, yönetici kadroların rolü tam da burada açığa çıkar. Eğer, kolektivizm kolektivizm der ve bunu süreç olarak örgütleyemezsek, kolektivizm adına vasatı örgütlemiş, vasatı hakim kılmış oluruz. Merkez, örgütle birlikte merkezdir. Dar bir birimle ve eski ilişkiler sistemi içerisinde kalınarak yeni inşa edilmez.

Komünün olduğu yerde demokrasiden bahsedemeyiz. Çünkü komünalite demokrasinin ileri doğru aşılmasıyla oluşur. Onu içerir, ancak artık o dönüşmüş ve nitelik değiştirmiş olduğu için, o değildir. Kolektivizm ve komünalitedir artık temel belirleyen. Demokrasi, tıpkı devlet gibi komünizmde tarihin çöplüğüne atılacaktır. Bu yüzden biz, komünizmin gündeki karşılığı olarak partiye işaret ediyor ve komüngücünü temel alıyoruz. Kapitalist üretim ilişkilerinin ve toplumsal üretici güçlerin gelişim düzeyi bugün ağsal örgütlenmeleri öne çıkarmaktadır. Demokratik merkeziyetçiliğin demokrasi  ayağı, esas itibariyle, hiyerarşik dizilimi içeren bir yapıda merkeziyetçiliği dengeler. Ancak bugün bizim ihtiyacımız olan böyle bir dengeleme değil, onun kolektivizm yönünde aşılmasıdır. Önderlik eğer kolektif önderliğe dönüşebiliyorsa gerçek önderliktir. Merkeziyetçilik de kolektivizmi esas alır ve buradan gelişirse ancak merkeziyetçilik olabilir.

Ama nasıl bir merkeziyetçilik, nasıl bir önderlik?

Temel sorunumuz hedef netliği/bakış yönü oluşturma/doğruları hakim kılma sorunudur. O halde önderlik yetersizliğini çok net tespit edebiliriz. Oysa içinde yaşadığımız dönem öyle bir dönem ki önderlik yetersizliğinin olduğu yerde sürüklenme ve yön kaybı kaçınılmazdır. Keza sapmaların, dar kısımcılığın ve liberalizmin yaşanması da…

Devrim hedefine kilitlenmiş bir parti daha az merkeziyetçilik ve daha az önderlik diye yola çıkmaz tam tersi işbölümü ve uzmanlaşmayı (tıpkı devlet gibi sınıflı dünyaya ait tüm kategorileri, kavramları) ortadan kaldıracak süreci başlatacağımız devrimde esas halka daha çok merkeziyetçilik, daha çok önderliktir.

Kapitalist üretimin geldiği düzey ağsal bir örgütlenmeyi koşullamaktadır. Tek biçimli ve hiyerarşik dizilimi katı bir yapı olmaktan ötedir burjuvazinin işçi sınıfı ve toplumu konumlandırma biçimi. Tek biçimli değildir, çünkü üretim ilişkilerinin gelişmişlik düzeyi üzerinden toplumsal yapı da bir bütün olarak dönüşmüş, ihtiyaç ve taleplerini bastırma, rıza üretimini sağlama biçimleri dönüşmüştür. İnsanın toplumsal gelişmişlik düzeyi onun ihtiyaçlarını belirler. Burjuvazi bu ihtiyaçları yoksayarak işçi sınıfı ve emekçileri örgütleyemez. Kuşkusuz bu ihtiyaçları giderdiğini söylemiyoruz. Bu onun doğasına aykırıdır. Ancak işçi sınıfı ve emekçilerin tüm ihtiyaç ve özlemlerini manipüle ederek sınıfsal-toplumsal anlamda belli bir rıza üretimini örgütler. Bu en gerici faşist devlette bile bugün böyledir. Tersten faşist yapılanmaya ihtiyaç duymasının bir nedeni de çoklu biçimleri senkronize biçimde örgütleyememesidir. Türkiye’de faşist kurumsallaşmayı tetikleyen, her şeyin yukarıdan ve tekçi bir anlayışla belirlenmesini koşullayan etmenlerden biri de budur. Gezi isyanına bakalım, Tayyip ve onda cisimleşen egemen bloğun yaman çelişkisi, sınıfsal-toplumsal olarak her yönüyle kontrol altına almak istediği kitlelerin buna rağmen cendereyi kırması, itiraz ve isyan edebilmesidir. AKP iktidarının, nasıl oturup kalkacaklarını, nasıl giyineceklerini, ne yiyip içeceklerini, sosyal medyayı nasıl kullanacaklarını özcesi yaşamlarının her anını zapturapt altına almak istemesine karşı öfke biriktiren milyonların ayaklanmasıdır Gezi. Faşist devlet, bu isyan dinamiklerini yok etmek için sınıfsal/toplumsal olarak bir atomizasyonu sağlayıp tersten işçi sınıfı ve emekçileri monolotik yapı doğrultusunda örgütlemeyi içeren başkanlık rejimini öne almıştır. Bunu varlık yokluk sorunu olarak algılamıştır, ki doğrudur. Sınıfsal/toplumsal ihtiyaç ve özlemleri sistem içine akıtarak örgütleyebilecek araç ve biçimlerden yoksun oluşu egemen sınıfları rıza üretimini zor yoluyla üretme tercihine yönlendirmiştir. Ancak bu sadece işçi ve emekçilerin varolan ihtiyaç ve özlemlerini, örgütlenme arayışlarını artıracak, derinleştirecektir.

Diğer yandan işçi sınıfı ve emekçilerin, kendisini nesneleştiren hiçbir süreç ve örgütlenmenin içerisinde yer almadığı da özellikle Gezi sonrası çok daha yakından gözlemlediğimiz bir süreçtir. TDH’nin hiçbir öznesinin Gezi’nin rüzgarını arkasına alamadığı bir realitedir.  Tekçi, katı bir hiyerarşik dizilim üzerinden hareket eden (dışa karşı her ne kadar farklı gözükse de) kadroların inisiyatifine ve özneleşmesine (şeklen olanın dışında) izin vermeyen hiçbir yapı bugün örgütlenemez.  Bilgi birikimi, yeti ve yetenekleri gelişmiş, bu bağlamda toplumsal ihtiyaç ve özlemleri de artmış, kendisini gerçekleştiremediği için sürekli bir arayış içerisinde olan işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ileri kesimi neden bizde örgütlenmek istesin? İşte bu soruyu yanıtlamaya ihtiyacımız var. Bu sorunun yanıtlanması önderliğin kadrolara, kadroların önderliğe içerili olduğu, partinin kitlelere kitlelerin partiye içerili olduğu (örgütü çevreleyen örgütler ağıyla) bir parti modeli üzerine tartışmayı derinleştirmektir aynı zamanda.

Biz bugün sosyalizm yenilgilerinden çıkarılan dersler adına daha az parti ve merkeziyetçiliğe karşı, partinin profesyonel devrimciler örgütü olarak örgütlenmesi ilkesini başa yazacağız. Ancak bu işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle geçirimsiz bir ilişkilenmeyi içermez. Bu, tastamam onların içerisinde, sosyalist politikanın doğrudan gündelik faaliyet olarak örgütlenmesi ve bunun mücadele araç ve biçimlerinin oluşturulması süreci olarak kavranmasıdır.

Bugünün ihtiyacı daha az önderlik değildir

Kendini gereksizleştirmeyi hedefleyen (ve ama devrim öncesi bunun mümkün olmayacağını da bilen) bir önderlik anlayışı… Bu aynı zamanda şef kültüne karşı da blokaj oluşturur. Bir parti ortak ruhsal şekillenişini nasıl oluşturur? Bir değerler sistemi oluşturması gerekir. Nasıl?

Önderlik kendisini öne çıkartan, öncü ve önder haline getiren nitelikleri ‘toplumsallaştırma’yı (örgüte mal etmeyi) hedefleyerek önderlik etmelidir. Bu nasıl olabilir? Bu daha az önderlik değil, daha çok önderlikle olabilecek bir şeydir. İşbölümü ve uzmanlaşma hiyerarşinin oluşumuna neden olur, buradan işbölümü ve uzmanlaşmaya reddiye çıkmaz, işbölümü ve uzmanlaşmayı yetkinleştirme ve ileriye doğru aşma hedefi çıkar. Bilginin tekelinin ve uzmanlık alanının oluşturduğu özerklik ve özel olma durumunu ortadan kaldıracak bir iç işleyiş oluşturmalıyız. Önderlik özelliklerinin, niteliklerinin kolektivize edilmesi, kolektif bir kalkınmanın hedeflenmesi gerekir. Kuşkusuz her zaman öne fırlayacak olanlar olacaktır. Ancak bu, hiyerarşik olmaktan önce daha üst bir gelişim düzeyinin önderliği ve ilişkileri olacaktır. Ve yine önderliğin kolektivize edilmesinin tüm araç ve ilişki sistemi devrede olacaktır. İşte önderliğin kendisini gereksizleştirmesi süreci bu şekilde örgütlenebilir. Bu hiyerarşi olmayan hiyerarşinin de örgütlenme sürecidir. Önderliğin kadrolara, kadroların önderliğe içerili hale gelmesidir.

Bizim temel sorunumuz önderliğin niteliksel bir sıçramaya dayanmaması, konum ve hiyerarşi ile zırhlanmış olarak kendisini varetmesidir. Hiçbir önder kadro her konuda bilgi sahibi olamaz. Hiçbir önder kadro her şeyi bilen olamaz. Toplumsal gelişmişlik düzeyi artık o eski tarz önderlik anlayışını yıkmıştır. Bugünün önderlik anlayışı devrimin güncelliğini kavrayan ve bu sürecin esas halkasını kavrayıp ona uygun nitelik kazanmış olandır. Güçlü bir diyalektik kavrayışı olandır. Olay ve olguları, süreçleri dar bir nedensellik ilişkisi içerisinde çözümleyen değil, çok geniş bir sarmal döngünün parçası olarak gören ve kavrayandır. Gelişkin bir kolektif aklı örgütleyebilendir. Bu her şeyi kendisinin bilmesi değil, bilgiyi, belli alan ve kadrolarda birikmiş olan deneyimi bir üst düzeyden yeniden üretecek bir kolektivizmi örgütleyebilendir. Eşgüdümü ve koordinasyonu sağlayabilendir. Yönlendirici yöneticiliği yapabilendir. Bugünün yöneticiliği/önderliği, her şey hakkında son sözü söyleyip yöneten değil, o son sözü temel kadro ve komitelerine söyletebilecek perspektifi sunan, onlarla etkin ve geliştirici bir ilişki kurarak yönlendirebilendir.

İşbölümü ve uzmanlaşma

İşbölümü ve uzmanlaşma olmaksızın yetkin bir parti faaliyetinden bahsedemeyiz. Öte yandan işbölümü ve uzmanlaşmadan bahsettiğimiz her koşul ve yerde de hiyerarşiyi kendi elimizle davet etmiş oluyoruz. O halde kendi içinde çelişkili bir varoluştur bu. Hem yetkin bir işbölümü ve uzmanlaşmayı hedeflemeli hem de ondan köklenecek olan hiyerarşik yapının komünal ilişkilere vereceği erezyona karşı mücadele etmeliyiz.

Merkezi, demir gibi bir disipline sahip ancak iç ilişkilerinde (organ içinde ve organlar arası ilişkide) güçlü bir kolektivizmi sağlayabilmiş bir parti. Bugünün devrimci partisi bunlardan taviz veremez.

Her kurum, örgüt bir anlamda yabancılaşmaya zemin oluşturur. Ama biz bu araca ihtiyaç duyarız. Devrimden bahsediyorsak sınıf düşmanımızı alt edecek bir devrim mücadelesine önderlik etmekten bahsediyorsak, hem hiyerarşiyi hem de bürokrasiyi içinde barındıran bir partiye ihtiyacımız var demektir. Bunu açık koyacağız. Bürokrasi de hiyerarşide kurmayı hedeflediğimiz sınıfsız topluma aykırıdır. Ancak bunlar olmaksızın düşmanımızla savaşamaz ve alt edemeyiz. Biz amatörler topluluğu olarak sınıf düşmanımızın karşısına çıkamayız. (İşbölümü ve uzmanlaşmanın sonucudur zira bu kategoriler. Ve bunları reddetmek işbölümü ve uzmanlaşmayı reddetmek, örgütü ‘kolektif amatörler topluluğu’na indirgemektir.) Bu bir zorunluluktur. Ancak bu zorunluluğun gelecek ütopyamıza tam karşıt bir yönü içerdiğinin de bilincinde olacağız. Hiyerarşi olmayan bir hiyerarşi oluşturabilmek ancak bu bilinç durumu ile olabilir. İçeride hiyerarşik yapının komünist kişiliğe aykırı tüm yönleriyle de bürokratizmle de savaş halinde olacağız. Komünist özgür toplumun organik bir parçası olmayı hedefleyeceğiz. Bunu ancak, örgütsel çalışmamızın tüm hücrelerinde komün gücünü örgütleyerek gerçekleştirebiliriz.

Yabancılaşma/kurum fetişizmi

Üretim sürecinin bütünselliğine yabancılaşma ve emeğinin bu bütünselliğin (örgütün) hangi parçasını oluşturduğunu tasavvur edemez hale gelme, kadronun yabancılaşmasına ve nesneleşmesine yol açan en temel noktalardan biridir. Sadece bu da değil, kendi üretiminin, konumlanışının üzerinde hiçbir tasarruf hakkının olmayışı da bireyi edilgenleştiren diğer bir şeydir.

“İşçi sınıfı oluşurken oradaydı” E. Thompson. Biz bu sözü modifiye ederek, ‘komünist parti oluşurken oradaydık’, diyebilmeliyiz. Bunu iki anlamda da söyleyebilmeyiz: 1- Komünist parti dışımızda ve üstümüzde bir üst aklın ürünü değildir. Bu yoldaşlar topluluğunun ideolojik, teorik, siyasal, örgütsel ve pratik emeği, katkısıyla oluşmuştur. Toplama bir şey değil, organik bir yapıdır. Bunu kurum fetişizmine karşı bir bariyer oluşturmak için yazıyoruz. Evet parti hepimizin öz ürünüdür. İşbölümü ve uzmanlaşmanın olduğu her yerde değer yasası sınırları daraltılmış olsa da devrededir. Bunun ve her kurumsal yapının aynı zamanda yabancılaştırıcı bir yönü içerdiğinin bilinci ile ama bu durumla komünist dünyanın ilişkiler sistemi üzerinde savaşım halinde olacağız. 2-  Thompson bu sözü söylerken işçi sınıfının oluşumu sürecinin aslında aynı zamanda etkileşimli yönüne vurgu yapar. Kendinde bir sınıf yoktur. Birbiriyle ilişki içerisinde, mücadeleler içerisinde, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel her ilişki ve mücadelenin etkide bulunduğu bir süreç olarak tarifler sınıflaşma sürecini. Şimdi biz de, ‘komünist parti oluşurken oradaydık’ sözünü söylerken her bir kadro olarak aynı zamanda bir ilişkisellik içerisinde kendimizi de oluşturmuş olduğumuzu ifade etmiş oluyoruz. Komünist partiyi inşa etme süreci aynı zamanda kendimizi komünist bir kadro olarak inşa etme sürecidir.  Kendinde bir ilişkiler sistemi mevcut değildir.

Sorgulanmayan, hikmetinden sual olunmayan bir önderlik, bir örgüt çürür. Kurum fetişizmi ve kişi kültü çürümenin zeminini oluşturur. Örgüt bizim inşa ettiğimiz bir şey olmasına rağmen onu sorgulayamaz hale geldiğimiz anda fetişleştirmiş oluyoruz.

Yabancılaşmayla değer yasası aynı dünyanın tezahürüdür

Değer yasasının hükmünün sürdüğü yerde kolektivizm kendisine alan bulamaz. Zira emeklerin yarıştırılması sözkonusudur. Kolektif emek, herbir emeğin bir diğeri içerisinde kendisini bulması ve ona katkı yapması ile varolur. Birbirini dıştalayan bir süreç sözkonusu değildir.

Değer yasası ise; kıyasla başlar, kendi emeğini biricik görme veya çok değerli görmeyle devam eder. Mesela bir insan askeri anlamda gelişkin olmasını kendinden menkul değerlendirir. Bunu örgütsel emeğin bütünselliği içinde kavramaz. Mesela bir insan ideolojik-siyasal yönden gelişkinse bundan kendi biricikliliğine, değerliliğine dair sonuçlar çıkarır; kendisini örgütsel ortamın üstünde görür. Oysa ondaki gelişkinlik salt ona dair değildir. Onun bu gelişimini sağlayan, birçok emeğin bileşkesinin onda cisimleşmiş olmasıdır. Kendimize, örgüte, yoldaşlarımıza yabancılaşmayı ortadan kaldıracak olan, içimizdeki kapitalizmi; yani rekabetçiliği, bireyciliği, kariyeristliği, liberalizmi besleyen değer yasasına tam karşıt yönde konumlanmaktır.

Özneleşme kendini yeniden kurmaktır

Amaçlı faaliyet/amaçlı eylem: Ne yapıp ediyorsak bu tanımlı olmalı ve somut bir hedefe bağlanmalıdır. Diğer türlüsü yapılıp edilen her şey bir noktadan sonra ömür törpüsü haline gelir. Devrimcilik bizim özgür irademizle tercih ettiğimiz bir şey. Bu tercihte bulunurken başka bir ilişkiler sistemi kurmayı ve bu temelde bir yaşam örmeyi de seçeriz. Devrim uğruna ne eylersek bu ilişkiler sistemi içerisinde eyleriz. Onun hazzı, onun rahatlığı bizi bir kez daha bu tercihte bulunmuş olmaktan dolayı mutlu kılar. Gülen bir devrimciliktir bu. İnsanın kendisini gerçekleştirebilmesi, tüm yeti ve yeteneklerini açığa çıkarabileceği bir sistemi (komünizmi) ihtiyaç olarak etinde kemiğinde, bilincinde yüreğinde hissetmesini de sağlar. Komünarlar, komün gücü ve özgürlük gücü felsefesiyle yeni dünyanın ilişkiler sistemine, onun önderlik anlayışına gönderme yapar. Bugünü tanımlayarak bugünün örgütüne ve kadro tipolojisine ulaşabiliriz. Bu anlamda, savunduğumuz dünya görüşünün kültürünü, değerler sistemini oluşturmalıyız. Bir ideolojinin, bir örgütsel şekillenişin, kültürün, bir değerler sisteminin rol modelleri olabilmeli, rol modellerini çıkarabilmeliyiz. Komünist öznenin gücü tam da insanın kendi yaşamı ve geleceği üzerinde söz söyleyebilir hale geldiğinde ve yaratıcı yetilerini harekete geçirebildiğinde ve kendisini gerçekleştirebildiğinde açığa çıkar.