Yakın zamanda yalnızca siyasal mücadelede değil, özel yaşamlarımızda da sürekli birlikte olduğumuz iki can dostum ve yoldaşımı kısa aralıklarla toprağa uğurladık. Haldun Karyol ve Haluk Ağabeyoğlu. Her ikisi de çok sık rastlanmayan “nev-i şahsına münhasır” denilen özel kişiliklerdi. Her ikisi de sınıflar mücadelesinin birbirine kopmazcasına bağlı ikili mücadelesinin militan temsilcileriydiler.
Haluk, esas olarak açık meşru mücadele alanında, kavgamızı kesin zafere götürecek olan görevlere keskin bir bilinçle inanan ve tüm eylemliliklerini bu görevin adımları olarak yürüten bir militandı. Haldun, kendi tarzıyla yer altında dövüşmeyi esas alan, ama daha çok göz önünde olarak mücadele yürütürdü. İkisi, bir anlamda devrim mücadelesinin iki cephesinin diyalektik birliğini kendi kişiliklerinde temsil ediyorlardı.
Her iki devrimci de geçmişlerinde organik olarak birçok örgütte mücadele yürüttüler. 2000’lerden sonra her ikisi de organik olarak bir örgütte yer almıyor, ama birçok örgütle, o örgütlerin bir elemanı gibi, militanca mücadeleden mücadeleye koşuyorlardı.
İkilinin çok benzer ve başka bir yüksek meziyeti; çırılçıplak, oldukları gibi olmaları, sadelikleridir. Burjuva toplumunda yaşayan bireyler, devrimci olduktan sonra da uzun süre bu toplumun binbir çarpıklığını değişik derecelerde üzerinde taşıyor, kendisi olamıyor, biraz gösteri dünyasında yaşıyorlar. İşte bu iki yoldaşımızda bunu bulamazsınız. Bu ikili; her karşılaştığıyla, göğüs kafesini açıp yüreğini sunarcasına ilişki kurardı. Bir fark, Haldun’da tarihsel Ermeni katliamının ağır hikayeleriyle büyümüş ve Türkiye’de Ermeni bir devrimci olarak yaşadıklarının sonucu; benzeri koşullardaki tüm azınlık halklarda görülen bir tür her olaya ve kişiye, ön yargısız, ama temkinli yaklaşım özelliği vardı. Haluk ise olaylara ve kişilere, tam bir açıklık ve güvenle, ama keskin zekasının kazandırdığı ferasetle yaklaşırdı.
Haluk yoldaşımızdan birkaç ay önce kaybettiğimiz Ermeni devrimci militan Haldun Karyol için; TDH’nin “gizli bir zenginliği” diye yazmıştım. Haluk, gene bu kolektif hazinemizin başka bir militan temsilcisidir. Her ikisi de ilk görünüşleriyle gösterişten uzak, hiçbir özellikleri olmayan sadelikte insanlardandır. Bu tür insanlardaki giz ve potansiyel enerji, ilk bakışta görülmez, pervasız ama her geçtiği yerde ve her karşılaştığı insanda iz bırakan özel kişiliklerdir. Her ikisi de Türkiye’de bugün var olan örgütlere sığmayan, örgütlerden taşarak büyük devrim partisini kendilerinde temsil eden devrimcilerdendir.
80 öncesi ve sonrasında, özellikle 99’da cezaevinden çıktıktan sonra, 2014 yılına kadar çok yakın biçimde uzun yılları paylaştığım bu iki yoldaşımın kaybından derinden etkilendim. Bu duyguyu tam tarif edemem, bir nevi her ikisine karşı bir eksiklik hissi veya kendimi her ikisine de borçlu hissediyorum. Onları ancak Türkiye ve Kürdistan devrimci gençliğine layıkıyla tanıtırsam, hem bir görevi yerine getirmiş olacağım hem de bu sevgili yoldaşlarıma bir nebze olsun borcumu ödemiş olacağım. Haluk’a dair bu yazdıklarım bir giriş olsun.
Haluk için, gerek mezarlıkta anmaya katılarak gerek zorunluluktan katılamayıp mesaj göndererek, Türkiye ve Kürdistan devriminin -sosyal şoven eğilimliler dışında- hemen tüm renkleri bir araya geldi. Yaşarken en çok arzu ettiği devrimcilerin birlik ve dayanışmasını cenaze töreninde gerçekleştirdi. Haluk’un kaybı sosyalist basında geniş biçimde yer aldı ve hakkında çok şey yazıldı.
Haluk’u anlatan açıklamaların, sosyal medya paylaşımlarının ana teması, onun başta işçi ve Kürt halk direnişleri olmak üzere her faşist saldırıda direnenlerin safında yer aldığıydı.
Ben bu bilinenlerden çok; sade ama onun militan karakterini gösteren özel tanıklıklarımı aktarmak istiyorum. Bir insanı en iyi, yaşanmışlıklar, yaşamda ve olaylar karşısındaki davranışları anlatır.
Haluk’la 1974-75 yıllarında tanıştım; ben İstanbul’da, o Ankara’da olduğu için daha çok büyük eylem ve toplantılarda karşılaşıyorduk. O yıllar, eylem ve hareketin bol olduğu yıllardı ama daha ileri bir ilişkimiz olamadı. 1981 yılındaki büyük TKP(B) operasyonlarında, ben İstanbul’da Haluk Ankara’da yakalandı. Ben İstanbul ve Ankara’da 96 gün gözaltında tutulduktan sonra Ankara’da Mamak Kışlası’ndaki savcılıkça tutuklanma isteğiyle hakimliğe sevk edildim. Tesadüf, aynı gün 120 kişilik Ankara TKP(B) duruşmasında ara verilmiş ve tutuklu yoldaşlarımız asker nezaretinde uzun koridorda bekletilirken, beni hakime, onların arasından geçirerek götürdüler. Mamak zindanının en azgın günleriydi, her tutukluya karşılık iki jandarma tepelerinde dikiliyor, kimseye nefes aldırmıyordu. Erkek tutukluların iradesi kırılmıştı, kadın devrimciler direniyordu. Erkeklerin göz temasına bile izin verilmiyor, jandarma copla uyarıyordu. Kadın yoldaşlar beni görünce, “merhaba yoldaş” diyerek harekete geçtiler ve jandarmalarla itiş kakış ve ağız dalaşı devam ederken; Haluk, jandarmaların arasından fırlayarak bana doğru koştu, ama arada mesafe vardı, jandarmalar coplayarak uzaklaştırdılar onu.
Haluk tarzı devrimci inadını konuşturduğu ikinci olayla 2012 yılında karşılaştım. 2012 yılının Nisan ayında, 30 kişilik özel tim ve bir sivil ekip sabah beş buçuk civarında, Devrimci Karargah operasyonları kapsamında, evimize baskın düzenledi. Dışarıdaki tam teçhizatlı özel tim, terör estirerek evin bulunduğu sokağı ablukaya alırken, içerdeki ekip 9 saat sürecek arama ve el koyma işlemlerine başladı. Derken saat sekiz civarında dışarıda bir hırgür duyduk, kapıdaki polisler amirlerine “efendim bu şahıs içeri girmek istiyor” diyorlar. Baktım ki, Haluk polislerin arasında yaka paça kapıya doğru zorluyor. Sabahın sekizi, baskından kimsenin haberi yok, nereden haber aldın ve daha da önemlisi baskın yapılan bir eve niye koştun? İşte Haluk bu! Tim şefi, “ne istiyorsun” diye soruyor, Haluk “içeri girmek istiyorum” diyor. Tim şefi, “burada görevimize engel oluyorsun, bas git, tutuklanmak mı istiyorsun” vb. şeyler söylüyor, Haluk, sakin bir tarzla, “evet tutuklanmak için geldim, zaten önünüze geleni tutukluyorsunuz, sizden mi korkacağım, beni de tutuklayın” diyor. On dakika kadar bu minvalde tartışma devam etti ve sonunda Haluk galip geldi ve içeri girdi. Evde arama derdindeki polisler ne olup bittiğini anlamadan ve bu arada tanıdık avukatlar da gelmiş olduğundan epeyce kaldı, sonrasında yine tartıştığı için zorla çıkarıldı. Ama bu arada telefonla çekim de yapmış ve sosyal medyaya aktarmış. Ertesi gün nezarette, polisler “sen hangi ara, o faşizme karşı bilmem ne konuşmalarını yapıp dışarı yolladın” diye sorduklarında, ben bunun Haluk’un işi olduğunu anladım.
Her an ve saatte, beklenmedik, kendine has eylem teklifleriyle gelirdi. Böylesi durumlarda, “dur bir nefes al” diyenlere cevabı hazırdı; durursam “yaşlanırım” der ve sık sık kullandığı ünlü İskoç atasözünü tekrarlardı: “İnsanlar yaşadıkça ihtiyarladıklarını sanır, halbuki yaşamadıkça ihtiyarlarlar.”
Bitmez tükenmez bir enerji küpüdür Haluk. Gecesi gündüzü yoktur, gecenin en derin uykusundayken defalarca onun telefonuyla uyandığımı hatırlıyorum. En son, Haluk tarzı “imkansız” bir eylem önerisini aktarmalıyım.
2014 yılında, gene sabah 6 sularında, Haluk’un telefonuyla uyandım, “acil görüşmemiz gerekiyor” dedi. Ona, “daha sabahın körü, acelen ne” diyemezsiniz, böylesi konformist gerekçelere tahammülsüzdür. Kısa sürede görüştük, motoruyla değil arabasıyla gelmişti. Bir depoya gittik, arabanın bagajından, 7 metre eninde, 15 metre boyunda özel olarak hazırlattığı bir pankartı çıkardı ve “bunu Boğaziçi Köprüsü’ne asacağız” dedi. Pankartın asılacak tarafında özel yapılmış metal kancalar sarkıyordu ve aşağı yukarı 35-40 kilogram ağırlığında bir yığındı. Şaşırdım ama Haluk’ça işler diye bir şey sormadım. “Tamam, depoya bırak yoldaşlar asarlar” dedim. “Olmaz, ben asacağım, sen bana bu işte yardımcı olacak güçlü, kuvvetli ve sportmen birini ver, köprü üzerinden sallandırmayacağız, köprüyü taşıyan kolonlara tırmanıp en yükseğe asacağız” dedi. O zaman pankarttaki kancaları ve alt ucundan sarkan ağırlıkları anladım. Pankartı taşıyacak kancalar, ipler, köprü kolonlarının eğimine göre değişik uzunluklarda hazırlanmıştı.
Doğal olarak kolonlara nasıl tırmanılacak, 40 kiloya yakın ağırlık nasıl taşınacak, o yükseklikteki rüzgarın etkisi ve benzeri sorularım oldu. Hepsini Haluk’a has titizlik ve dikkatle hesaplanmış cevaplarla karşıladı: Rüzgarın en hafif saati tespit edilmişti, ağırlık kolonlar üzerinden kaydırılacaktı, velhasıl her ihtimal hesaplanmıştı. Bir konuda karar vermişse, Haluk’a olmaz denilemez, “tamam” der, gider her yolu dener ve kafasına koyduğunu icra eder. Fazla tartışmadan ben, kendisiyle tırmanacak ve yardımcı olacak ekibi hazırlayacağımı, pankartı depoya bırakmasını söyledim. Sonrasında uzmanlardan görüşler alındı, eylemin bu şekilde gerçekleştirilmesinin tehlikeli olduğu ve pankartın köprü üzerinden sallandırılması gerektiği görüşü ağır bastı ama bu şekilde de asılamadı. Haluk haklı olarak, büyük bir kızgınlıkla pankartı koyduğu yerden alıp götürdü ve bu olaydan sonra 10-15 gün, benimle hiçbir biçimde görüşmedi; telefonlarıma cevap vermiyor, karşılaştığımızda hiçbir şey söylemeden motoruna atlayıp gidiyordu. Sonunda bir gün sabah erkenden evinde yakaladım ve birlikte dışarıda kahvaltı yapıp barıştık. Pankartı köprüden düz sallandırmak için yine ısrar ettim, kesinlikle kabul etmedi ve “ben onu bildiğim gibi asacağım” dedi. Muhtemelen ikinci kişiyi bulamadığı için bu eylem hiç gerçekleşemedi. Bunu niye anlattım, Haluk’un devrimci militanlığı, eylem insanı oluşu, “imkansız”ın peşinde koşuşu ve ısrarı genç devrimciler için esinleyici olsun diye… Bunun dışında, elbette ki Haluk’un yığınla en ileriden gerçekleştirdiği eylem ve planlayıp da gerçekleştiremediği projesi vardı.
Şu kocaman Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında, nerede toplumu etkileyen kitlesel mücadele varsa, orada mutlaka Haluk’u görürsünüz. 2000 başlarındaki Paşabahçe direnişinden, İzmit SEKA direnişi, Ankara Tekel Direnişi, Soma katliamına karşı direniş dahil bütün büyük ve uzun süreli direnişlerin hepsinin, başından sonuna kadar en militan dayanışmacısıdır. Ama bunlarla sınırlı değil, büyük küçük hak mücadelesi nerede boy verirse, Haluk ne yapar eder orada yer alırdı.
Haluk, kapitalist bir toplumda çok görülmeyen türden devrim içerisinde “erimeye” gönüllü olarak kendi varlığını adamış; yani mülkiyetsiz bir devrimciliğin, komünistliğin vücut bulmuş temsili gibidir. Bu kolay başarılacak bir meziyet değildir, mücadele ve yaşamda kapitalist toplumun tüm kirlerinden ve tortularından arınmış, komünist toplumsallığın örnek bir temsilcisidir.
Son olarak söyleyeceğim; Haluk, devrim için büyülenmiş olarak mücadele eden bir militandı. Başka bir benzetmeyle; Spinoza için söylenen: “O bir tanrı sarhoşuydu” sözünü ödünç alıyor ve Haluk yoldaşımız için kullanıyorum: “O bir devrim sarhoşuydu.”
Füruğ’un ünlü şiirindeki “uçuşu hatırla”[1] deyişiyle bitiriyor; devrim mücadelemizden bir Haluk kuş gibi uçarak geçti; uçuşunu hep hatırlayacağız, hiç unutmayacağız, diyorum.
Mehmet Güneş
11 Ekim 2024
[1]“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla”