“Devrimci anarşizmle tartışma” yazılarımıza anarşist cepheden Zafer Onat bir eleştiriyle yanıt verdi.[1] Tartışma ve tartışmada yöntem önemlidir ve neyi tartıştığımız daha önemlidir. Anarşizmle tartışma yazısı metinde de aktarıldığı gibi klasik anarşizmi mahkûm etme amacıyla yazılmadı. Anarşizm ve Marksizm üzerinde çokça yapılan kuramsal bir tartışmaya da zorunlu belirlemeler dışında girilmedi. Kuramsal bir tartışma yapılmaaz demiyoruz ama zaten bu konuda yığınla kitap ve makaleler var ve benzeri tartışmalar yıllardır sürüyor. Yazı dünya çapında saldırıya geçen yeni faşizm dalgasına karşı yerel ve dünya çapında muhalif devrimci akımların ortak bir direniş ve mücadele cephesi, pratiği inşa edilebilir mi sorusuna yanıt arayışı olarak kaleme alındı. Tartışma Proudhon ve Marks tartışması olarak da kurgulanabilirdi ama somut deneyimlenebilir tarih üzerinden bir anlam inşa etmek için yeterli olmaz. Bu bakımdan eleştiri yazısı tarihsel olarak deneyimlenmiş, milyonların katıldığı gerçek olaylar üzerinden bir tartışmayı esas alarak yazıldı.
Tartışmada amaç kendi haklılığını ispata dönüşürse hiçbir sonuç alınamaz ve geliştirici olmaz. Tartışılan konu bu haliyle bir kör döğüşüne dönüşmeye uygun. Zira sözcükler olarak her iki akım da aynı amaçlar için, son tahlilde sınırların ve sınıfların ortadan kaldırıldığı özgür komünler dünyasına ulaşmak için mücadele ediyor. Farklılık; bu amaca ulaşmak için kullanılan araçlar ve yöntemlerde ortaya çıkıyor. Devrimci anarşizmle birçok temel yöntemlerde de anlaşıyoruz; bunlardan en önemlisi kapitalizmin, proletarya öncülüğünde ve emekçi kitlelerin katıldığı, zora dayalı bir devrimle yıkılması. Ama kavramların içini farklı dolduruyoruz.
Devrimciysek, tarikat müritleri değilsek Marks veya Proudhon’a nasıl yaklaşılmayız? Marks veya Proudhon’un söylediklerine kendinde sözler olarak değil söylediklerinin tarihteki karşılığına bakarak yaklaşmak durumundayız. Proudhon özgürlük söylemlerinde tüm muarızlarını fersah fersah geride bırakabilir ama yaşamda karşılığı var mıdır? Tarih sözlerin, söylemlerin üzerinde değil hareket ve eylemler üzerinden yürüyor ve toplumlar bunları deneyimleyerek harekete geçiyor. Doğruları, yanlışları ve hatalarıyla 170 yılı aşkın bir zamandır tüm insanlık Marksizm, Bolşevik Devrim ve Komünist Enternasyonal çizgisinin teorik-siyasal-örgütsel-pratik deneyimlerini tartıştı. Anarşizm başarısız oldu, başarısız olanın hükmü olmaz basitliğinde tartışmıyoruz; ayaklanmalar, devrimler, sosyalizm deneyleri, genel grevler, ulusal kurtuluş devrimleri, iki büyük cihan savaşı, faşist diktatörlükler altında tüm kıtalara yayılan ve insan topluluklarının ezici çoğunluğunun katıldığı bu deneylerden öğrenerek kendimize bir yol çizmek istiyoruz. Bu tarihsel süreçte, anarşizm akımını da bu döneme kattıklarıyla ciddi olarak değerlendirmek istiyoruz. Bu konularda Marksizm’de ve anarşizmde henüz bilinmeyen veya kullanılmayan ne kadar düşünsel öngörü varsa hepsine yeniden eğilip kullanıma sokabiliriz. Felsefe ve bilim alanlarındaki gelişmeler, siyaset sosyolojisi, iktisat, cinsel kimlikler, ekolojik yaşam ve tüm farklı fikir akımlarınca geliştirilen yeni ne varsa eleştirel temelde kendimizin kılabiliriz.
İlk yazılarda; anarşizmle bilinen ve şimdiye kadar yapılagelen tarzda bir tartışma açmak niyetinde olmadığımızı net olarak ifade etmiştik. Faydasız, zira bu tarzla o kadar mürekkep tüketildi ve tüketilmeye devam ediyor ama bir arpa boyu yol alınamadı. Yazılarımıza, bazı ML iddialı çevrelerden, metnin anarşizmden çok Leninist pratiğin eleştirisi olduğu, hatta anarşizm eleştirisinden çok anarşizm övgüsüne yol açtığı eleştirileri geldi. Zafer Onat ise yanıt yazısında yöntem olarak, tam karşı cepheden, Leninist pratiğe saldırarak anarşizm savunusu yapıyor. Bu tarzı eleştirinin girişinde reddetmiştik ama aynı minvalde olmamak kaydıyla bir cevap yazısı zorunlu oldu.
Bolşeviklerin iktidarı somut bir deneyim olduğu için doğruları ve yanlışlarıyla üzerinde somut olarak konuşabiliriz ve konuşuyoruz. Ne kadar özgürlükçü ideler taşısa da anarşizmi, sınırlı olaylar dışında, deneyimlenmiş başarılı bir pratik üzerinden tartışamıyoruz. Bu anlamda Proudhon’un, Bakunin’in ve diğer anarşistlerin yazdıkları ve söyledikleri kendilerine has düşüncelerdir. Proudhon daha çok refomcu ve bireyci anarşizmin ve tutarsız, eklektik küçük burjuva düşüncelerinin temsilcisidir. Bakunin devrimci anarşizmin temsilcisidir. Bakunin ve Kropotkin işçi sınıfı mücadelesine ve devrime bağlı, yöntemlerinde farklılaşsak ta parlak özgürlük ideallerini dillendirmişlerdir. Hiyerarşinin, otoritenin, devletin yok edilerek sınıfsız dünya toplumu kurma yönündeki düşünceleri nihai amaç olarak bizim de savunduğumuz düşüncelerdir. Ancak bu devrimcilerin fikirleri pratik bir mücadelede deneyimlenmemiş olduğu için kendilerini ve taraftarlarını bağlayan düşünceler düzeyindedir, üzerinde bu anlamda çok fazla tartışma yürütemiyoruz. Fikirlerin tartışması ise çoğu zaman karşılıklı iddiacılık düzeyini aşmıyor.
Devrimci anarşizm doğuşundan bugüne doğru yanlış, sömürücü ve zorba sistemlerle uzlaşmamış, kendi inançları doğrultusunda mücadele yürütmüştür ve bu hakları teslim edilmelidir. Sovyet Devriminde ve İspanya iç savaşında kısa dönem etkili pratikler gösterdiler ancak bunların dışında bugüne gelen ve üzerinde tartışılabilecek fazla bir deneyimleri yoktur. Marksist Leninistler, 170 yıl boyunca insanlık tarihini sürükleyen büyük tarihin içinden geliyorlar, başarılar kadar büyük hatalar ve yenilgileri de deneyimlediler. Anarşistler bu gerçeklikten dolayı Marksist Leninist geleneğe karşı kendilerini daha fazla temiz(!) ve püripak hissediyorlar. ML’ler tüm bu süreçte yaşanan ağır yanlış ve hataların günahlarını veya lekelerini üzerinde taşıyorlar. Tarihin, sınıflar mücadelesi tarihi olduğunda anlaşıyorsak, sınıflar mücadelesi kan ve ateş içinde yol alabiliyor. Lenin, sınıflar savaşı “Nevski Bulvarında gezinmek değildir” derken bu gerçekliği anlatmak istemiştir. Önceki yazıda da belirtilmişti; tüm doğumlar lekelidir, sınıflar savaşı cehennemine giren herkes bunları baştan kabul etmiştir. Birilerinin ağır hatalarımızın üzerinde tepinmesine gerek yok, biz bütün bunların bilincindeyiz ve sömürücülere karşı olduğu gibi kendi kendimize ve yanlışlarımıza karşı da savaşı sürdürüyoruz. Bu doğru yaklaşımı Marks, Engels ve Lenin’den öğrendik. Marksizmin en zengin birikimi kendi iç tartışmaları üzerinden biriktirilmiştir, kendi teori ve pratiklerindeki hata ve yanlışlara yönelik içerden yapılan eleştiriler, dışardan gelen eleştirilerden kat kat fazladır. Kurucu önderlerden bugüne Marksistlerin tarihi, kendi tarihsel teori ve pratiğine en sert ve yoğun eleştirileri yöneltmiştir.
Kapitalizmin dünyasında 170 yılı aşkın bir tarihin karşı kutbuyuz derken bir böbürlenme veya tartıştıklarımıza karşı bir üstünlük savında değiliz, tarih böyle tecelli etmiştir. Yerden yere vursak da, övgülere boğsak da fark etmez geçmiş bizim ve gerçekleşmiş olduğu gibi kabul edemeyiz. Geçmişe dönüşümüz güzel günleri yadetmek değil, tarihi ters çeviremeyeceğiz elbette. Sadece gelecekte yarım bıraktığımız işleri, denemediğimiz olanakları, aramadığımız değişik yolları denemek, es geçtiğimiz ne varsa hepsini gelecekte tamamlamak içindir. Bu tarihin hataları, yanlışları ve günahları bizim üstümüzdedir ama bunlar büyük deneyimlerdir ve büyük dersler bırakmıştır, bu tarihin dersleri ve deneyimleri herkesindir. Anarşistler veya başkaları bu yanlışları mahkûm etmekle yetiniyorlar, biz de bunları kabul ediyoruz, aradaki fark şu; biz hatalarımızdan öğrenmek için çırpınıyoruz, onlar bizleri suçlamakla yetiniyorlar. “Devrimci anarşizmle tartışma” metni, böylesi bir yaklaşım üzerinden yürümek maksadıyla kaleme alındı ve orada Marksistlerin ve anarşistlerin ortak kesiştikleri dönem ve olaylarda haklı haksız veya doğru yanlış temelinde karşıtını suçlamak üzere değil, bu tarihten öğrenerek yeni bir anlayışla geleceğe bakmak amaçlandı. Zafer Onat tarafından yapılan eleştiri tam da reddettiğimiz yönde gelişiyor; Bolşevizmin yanlışları üzerinden anarşizmin doğru ve haklı olduğunu ispatlamak istiyor. Bu yöntemin öğretici ve geliştirici olacağına inanmıyoruz, ama eleştiri bir cevabı hak ediyor.
Anarşizmin Lenin ve Bolşevizim eleştirileri, yaşanan bazı somut hatalara parmak bassa da son derece yüzeysel sloganlardan ve suçlamalardan ibarettir. Kendi pratikleriyle değil, gerçek deneylerle değil, varsayımlar ve idealleri üzerinden daha çok suçlama ve mahkûmiyet metinleridir. “Devrimci anarşizmle tartışma” yazısında söz ettiğimiz zorunluluklar; yönelimler ve nesnelliklerle ilgilidir, yanlışlar ve hatalar üzerinedir. Proletarya diktatörlüğüne yönelimden kaynaklanmayan kuruluş sürecindeki başarısızlıklar ve Stalin dönemindeki uygulamalar üzerinden biz kendimizi anarşistlerden daha sert ve derinlemesine eleştiriyoruz. Üstelik bu eleştiriler bugün değil ta kuruluş döneminde ve Lenin tarafından başlatılmıştır ve bugüne kadar yoğun tartışmalarla çok büyük bir birikim oluşturmuştur.
Güncel bir deneyim üzerinden geçiş sorununa bakmak
“Devrimci anarşizmle tartışma” metni, Marksizm-Leninizm’i savuma yazısı olarak da anlaşılmamalı. Dikkatli bir okur, yazıda anarşizm kadar Leninist pratiklerin eleştirildiğini fark eder. Klasik anarşizm-Marksizm tartışmaları üzerine yığınla metin var. Anarşizmle benzer şekilde devlet eleştirileri yapan PKK deneyimini, Rojava somutunda bunun için açtık. Klasik anarşizmi savunmuyor olsa bile, devlet ve iktidar sorunlarına anarşistleri aşan eleştiriler getiren bir siyasetin, somut, hayata geçmiş, deneyimlenmekte olan pratiği üzerinden konuşuyoruz. Devlet ve iktidara yıldırımlar yağdıran PKK, Rojava pratiğinde 8 yıldır hacmi küçük, ama tüm kurumlarıyla zorunlu olarak her devlette bulunandan daha fazla -adına konfederalizm dediği- bir devlet örgütlenmesi içindedir. Diğer örneklerimiz de anarşistlerin somut pratik deneyimlemelerinden çıkan ve kendi en ileri metinlerindeki değerlendirmelerini de kattığımız bir eleştiri temelinde yazıldı.
Geçiş döneminde devlet sorununun bir başka boyutu daha önemli olarak günümüzde önümüze çıkıyor. Tek ülkede devrim yaşayamadı ama gerçekleşti ve biz bu deneyim üzerinden tartışıyoruz. Bugün bambaşka bir dünya gerçekliği içinden geçiyoruz. Emperyalist hiyerarşi parçalandı, kutuplar ortaya çıktı ve rekabet her alanda keskinleşerek devam ediyor. Bu koşullar, bize daha öncekiler gibi eşitsiz gelişme sonucu emperyalizmin, en zayıf halkalarından kırılabileceğini gösteriyor. Teorik olarak bu doğrudur diyebiliriz ama tek ülkede ve hele hele bu ülke biraz da bölgesel etkili güçlerdense, emperyalist kampların bu devrimlere ne oranda göz yumacağı tartışmalıdır. Küçük Rojava karşısındaki tavırları üzerinde durmaya değer. Rakip emperyalist kamplar, Rojava üzerinde tek bir noktada anlaşıyorlar; Rojava’daki devrimci dinamiğin tasfiye edilmesi. Bu eksende tüm kutuplar anlaşıyor ve tasfiyesi için her türlü taktiği birbirleriyle paslaşarak uyguluyorlar. Anlaşma burada bitiyor; her güç kendince, ayrı ayrı ilişkisini sürdürüyor ve Rojava’yı devrimci özünü söndürerek kendi eksenlerinde tutmanın hesabını yapıyor.
Deneyimler üzerinden konuşmak daha somut yol almamızı sağlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi PKK, devletsizliği savunuyor ve iktidarı en sert şekilde lanetleyerek reddediyor. Türkiye, İran, Irak ve Suriye tarafından işgal edilmiş tüm topraklarda 40 yıla yaklaşan bir dönemdir amansız bir savaş yürütüyor. Kuzey Suriye’de, sekiz yıldır kendi devletsiz, ekolojik, kadın özgürlükçü, komünal sistemini kurmak ve yaşatmak için bir savaş veriyor. Sekiz yıl zarfında kurduğu idari ve toplumsal yapıları belki onlarca kez baştan aşağı değiştirdi, yıkıp yeniden ve daha özgürlükçü biçimler arayarak yapmaya devam ediyor. Bu somut bir deney ve sürekli bürokrasiyi doğuruyor ve sürekli iktidar üretiyor. PKK bu sisteme, devletsiz sistem diyor, ama bir devlette olan -hatta kendince yeni geliştirdiği- birçok devlette olmayan kurumsal yapı ve ilişkilere sahip. ABD, Rusya, İran, Suriye devletleri başta olmak üzere pek çok devletle ticari, askeri, politik, diplomatik ilişki yürütüyor. Burada sayılmayan devletler dâhil 70 devletin, Rojava üzerinde eli var ve bunların hepsi bir biçimde bu küçük coğrafyada kendi emperyal ve yerel çıkarları için bulunuyorlar ve hepsi kendince buradaki kurulmaya çalışılan sisteme hem dolaylı destek oluyor ama asıl olarak içini boşaltarak buraya hâkim olmak için çalışıyor. Bu gerçeklik içinde Rojava’nın askeri kurumları, bakanlıkları, asayiş ve polis güçleri, hapishaneleri, istihbarat örgütleri dâhil kendi otoritesini ve iktidarını korumak ve pekiştirmek için büyük bir işbölümü içinde, muazzam bir bürokratik mekanizmalar bütünlüğü içinde bir devlet; kendilerinin şiddetle reddettikleri devlet olmayan “demokratik konfederalizm” dedikleri yönetimi; kuruyorlar.
Platform metni üzerinden anarşizm değerlendirmesi
Platform metni üzerinden söylediklerimiz, metnin Bolşevizme benzerliğiyle birlikte, Bolşevizm hakkındaki yanılgıları düzeltme yanıyla okunmalıdır. Zafer Onat’ın eleştirilerine girmeden önce bu konuya açıklık getirelim. Devrimci kriz dönemlerinde, madde madde Platfom metninin, Bolşevik ilkelere yaklaştığını söyledim. Yazar okuduğumu anlamadığımı veya çarpıtma yaptığımı iddia ediyor. Ben, Platform metnindeki söylenenleri noktası virgülü ile olduğu gibi aktardım; sadece bunları, aynı anlamda ve aynı ilkeleri anlatan Bolşevik metinlerle karşılaştırdım.
Anarşizmin kriz dönemlerinde, devrimci kalmak için Leninistlere benzer yöntemler uyguladıkları iddiasını yalnız ben söylemiyorum, Zafer Onat’ın da çok iyi bildiği gibi ünlü anarşistler söylüyor. Hatta onlar benim yazdıklarımdan öte, Platformun “anarşizmi Bolşevikleştirdiğini” söylüyorlar Benim söylediklerim ise devrimci anarşizmin devrim dönemlerinde “Leninistlere benzer yöntemler” kullanmak zorunda kaldıklarıyla sınırlıdır. Bunun için, özel olarak başka anarşist metinler değil, Platform metni seçilmiştir. Komün Dergi’de yayınlanan yazı Leninistlere haklılık payesi verme, anarşistlere taklitçilik ithamında bulunma anlamında bir mantık üzerine kurulmadı; pratik mücadelenin dayattığı somut koşulların, mücadele eden güçleri benzer yöntemlerde buluşturduğu anlatılmak istendi.
Devlet ve iktidar için temel kurum olan savaş, askerlik, silah ve silahlı örgütlenmeler bahsinde, Makhnovistlerin kendi özeleştirel değerlendirmelerini bunun için aldık. Hiçbir zorlamaya başvurmadan Platform metnindeki, tabi ki aynı kelimelerle değil ama benzer bir mantıkla pratikte aynı sonuçları gözeten önerileri aldık. Zafer Onat, bunlar aynı şeyler değil diyerek geçiştiriyor. Oysa daha itinalı cevaplar verebilseydi, tartışma daha ileri boyutlar alabilir, geliştirici olurdu. Sözcükler lastik gibidir ve onlara her isteyen değişik anlamlar yükleyebilir. Zafer Onat da böyle yapıyor. Hâlbuki efsanevi anarşist önderler, Platform metninden bizim çıkardığımız sonuçları çıkarıyor. Marksist iddialı bizler ve aynı dönem anarşizmin liderleri, Platform metninden orada somut bir deney olarak Ekim Devrimi derslerinden çıkarılan sonuçların anlamını aynı okuyoruz; Zafer Onat, bunlara katılmıyor ve bu sonuçlar çıkarılamaz, diyor. Kararı, bu sorunlara ilgi duyan okurlar versin.
Yine aynı yazıda alıntılar yalnız buraya alınan bölümle ilgili değildir, Platform metninin tümünün üzerinden ve tek tek maddeler olarak yakınlıklar açıklanıyor. “Devrimci anarşizmle tartışma” yazısında Platfom metninden yalnız Zafer Onat’ın eleştirdiği madde alınmadı, ayrı ayrı bölümlerden onlarca madde üzerinden benzerliklere, yazarın hoşuna gitmeyecek ama ortaklıklara işaret edildi, yazar bunlardan yalnız birini ve en zayıf olanı almış ve beni okuduğunu anlamamak veya çarpıtmakla suçluyor. Çok bir şey diyemem, olabilir “beşer şaşar” demişler. Ama yazarın da belirttiği ünlü anarşistler Errico Malatesta ve Alexander Berkman aynı şeyi daha net ve daha sert söylüyorlar. Yazar bunlardan haberdar ama onlara dokunmuyor. Zafer arkadaşımızın görmek istemediği bir başka ve daha vahim bir pasaj. Platform yazarları da benim yazdıklarımla aynı fikirde ve aynı suçlamalarla karşılaşacaklarını açıklıyor. Platform metninde şunlar yazıyor: “Kitapçık ilk yayınlandığında, Malatesta ve Alexander Berkman gibi dönemin tanınmış anarşistlerinden bazılarının sert eleştirilerine maruz kaldı. Bunlar, broşürü, “Salt Bolşevizmden bir adım öteye gitmek” olarak yorumladılar ve onu “Anarşizmi Bolşevikleştirme” yolunda bir girişim olmakla suçladılar.”
Zafer Onat, şunları yazıyor: “Anarşist örgütün içindeki tüm militanların o örgütün teorik ilkeleriyle uyum içinde olması gerektiği vurgusunun merkezi iradeye ve otoriteye uyum olarak yorumlanması, okuduğunu anlamamayı ya da kasıtlı bir çarpıtmayı gerektirir.” Okuduğumu anlamadığımı ya da kasıtlı çarpıtma yaptığımı söylüyor ama Zafer Onat da bu metni birçok ünlü anarşistin “Bolşevizm özentisi” olarak eleştirdiğini biliyor. Ben bu ithamları kabul edersem, arkadaşımız okuduğunu anladığı halde çarpıtma yapmış durumuna düşer. “Devrimci anarşizmle tartışma” metninde burada söylenildiği gibi anarşizmden sapma olduğu anlamına gelecek bir iddia yok, sapma iddiası ünlü anarşistlere ait. Orada söylenen, devrimci dönemlerde ve zor koşullarda anarşistlerin de merkezi otoriter yöntemler kullanmak zorunda kaldıklarını, kendi yazdıklarıyla göstermekten başka bir şey değil. Zafer Onat, benim anarşistlerin zorunluluklar sonucu, Bolşeviklerde reddettikleri çeşitli uygulamalara giriştiklerini söylememi yalanlıyor. Ama hem Makhnocular, hem İspanya İç Savaşı’nı değerlendiren birçok metinde anarşistler, kendilerinin bazı ilkelerine ters uygulamalara zorunlu kaldıklarını itiraf eder ve özeleştiri yaparlar. “Kızıl Ordu ile keskin bir zıtlık içindeki ordunun kendisi esas temel olarak demokratikti (her ne kadar İç Savaş’ın korkunç doğası bu idealden bazı sapmalara neden olmuş olsa da).”
Leninist militanlar kurşun asker değildir
Bu konunun üzerinde durmamızın sebebi, yazarın “okuduğunu anlamamak”, “çarpıtmak” gibi ithamlarından daha çok, Bolşevizme hasmane yaklaşımıdır. Zafer Onat, Bolşevizmin merkezi ve disiplinli örgütsel ilkeleri nedeniyle Bolşevikleri kurşun asker sanıyor. Bolşevik örgüt ilkeleri militan ve üyelerinden, şurada yazılanlardan öteye bir bağlılık veya tabiiyet ilişkisi önermez: “Genel Birliğin tüm faaliyeti, gerek genel gerekse ayrıntılı olarak, birlik tarafından geliştirilmiş teorik ilkelerle tam bir uyum içinde olmalıdır.” Bu satırlarda söylenenlerden, kim ne anlıyor bilemeyiz, ama yazanlar: “Genel Birlik” diyor, “tüm faaliyet” diyor, “genel” ve “ayrıntılı” diyor, “teorik ilkeler” diyor ve bunlara “uyum” istiyor. Bir siyasal örgütlenmeden söz ediyorsak yazanlar burada merkezi uyum gerektiğini söylüyorlar ancak “merkezi” yerine “genel” sözcüğünü kullanıyorlar. Leninist örgütler de üyelerinden tüzük maddelerine, programa ve parti kongrelerinde alınan kararlara uyum isterler. Bu anlamda, Bolşevik literatürde merkezi örgüt vurgusundan daha fazla, yerel ve alt birimlerin özerkliği, üyelerin her konuda görüş belirtme, muhalefet şerhi koyma, tartışma açma hakları ile her göreve gönüllü katılımı temel alan vurgular ise daha fazladır.
Zafer Onat, aynı hasmane yaklaşımı ileriki bölümlerde de devam ettiriyor ve şunları söylüyor. “Dünyanın her yerinde onlarca fraksiyona bölünmüş olsa da gerçek her biri gerçek doğrunun taşıyıcısı olduğunu savunan ve iktidarı tek başına ele geçirmeye çalışan Leninist örgütler için bu ayrışmalar birer trajedidir.” Yazarın söylediği “tek doğru, tek parti” tekçilik mantığını savunanlar yok demiyoruz ama genellemecilik ve bunu Marksist Leninist teoriye mal etmek kabul edilemez bir karalamadır. Bu pasajda söylenenlerin gerçeklikle ilgisi yok, her iki iddia da antikomünist önyargılardır. Bir, Marksist Leninist teori gerçek doğrunun kendilerinde olduğunu; iki, iktidar tekeli kurmak istediklerini hiçbir yerde söylemez. Tek parti iktidarı konusunda en çok suçlanan ve eleştirilen Bolşevikler ve Lenin’dir ve bu da söylediğimiz gibi kaba antikomünizmdir. Lenin, tek parti iktidarı kurmuştur ve bu gerçektir. Tek parti iktidarını istemediği ve buna mecbur kaldığı da aynı oranda gerçektir. Hatta birçok yazışma ve konuşmalarında Şubat Devrimi sonrası barışçı geçişi dillendiren Lenin’le karşılaşırız.
Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesinin 21 Kasım 1917 Tarihli Toplantısında Sunulan Geri Çağırma Hakkı Üzerine Raporda Lenin şunları yazar: “Bu ülkede çeşitli partiler iktidara geldi. İktidar bir partiden ötekine son geçtiğinde devrim, oldukça fırtınalı bir devrim olmuştu. Oysa geri çağırma hakkı olmuş olsaydı, basit bir oylama yetecekti. (…) “Geri çağırma hakkı, devlet iktidarı olarak, zor kullanım fikrinin en iyi somutlanışı olarak Sovyetlere tanınmalıdır. O zaman bir partiden başka bir partiye iktidarın transferi barışçıl bir biçimde, sırf yeniden seçme yoluyla gerçekleşebilecektir.” Devamında nispi temsil sistemini savunan Lenin’i görürüz: “Biz, gerçekten en demokratik sistem olan nispi temsil sistemine sahibiz.”
Menşevikler ve diğer partilerin azınlıkta kalınca İkinci Tüm Rusya Sovyetler Kongresini terk etmesi sonrası, Merkez Komite Lenin’in kaleme aldığı şu raporu yayınlar: “Merkez Komitesi, kimseyi İkinci Tüm Rusya Sovyetler Kongresinden dışlamamış olup, hala çıkıp gidenlerin geri gelmesine izin vermeye ve çıkıp gidenlerle Sovyetler içinde bir koalisyon yapmaya tümüyle hazır olduğunu bildirir. Dolayısıyla, Bolşeviklerin kimseyle iktidarı paylaşmayı istemedikleri yönündeki tüm sözler kesinlikle sahtedir.
“Merkez Komitesi, şu anki hükümet kurulduğu gün, kurulmadan birkaç saat önce, Sol Sosyalist Devrimcilerden üç temsilciyi kendi toplantısına katılmaya davet ettiğini ve hükümete katılmalarını resmen önerdiğini bildirir. Sol Sosyalist Devrimcilerin bunu reddetmesi (sonradan katılırlar) onlarla anlaşmaya varılamamış oluşunun tüm sorumluluğunu Sol Sosyalist Devrimcilere yükler.”
Tek doğruculuk saçmalığını da konuyu uzatmadan Marks’ın bir mektubuyla cevaplayalım. Marks 1843’te Ruge’a mektubunda şunları yazıyor: “Dünyanın karşısına yeni bir ilkeyle çıkıp doktriner bir havada ‘doğru budur, önünde diz çökün’ demiyoruz. Dünyanın kendi ilkelerinden hareketle dünya için yeni ilkeler geliştiriyoruz. Dünyaya dönüp ‘savaşımlarınızı kesin, aptalcadır, biz size mücadelenin doğru sloganını vereceğiz’ demiyoruz. Biz sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele ettiğini gösteriyoruz. Ve bilinç dünyanın istemese de kazanmak zorunda olduğu bir şeydir.”
Marksizm-Leninizm’de tekçilik anlamında bir düşünceden söz edilirse şunu kabul ederiz: Marksizm-Leninizm bizim için en başından itibaren nihai amacı, yani sınıfların ve devletlerin ortadan kaldırılmasını hedefleyen biricik ve tek stratejidir.
Otorite üzerine
Otorite, iktidar, devlet, bürokrasi, hiyerarşi vb. kavramlara kişilere veya niyetlere göre anlam oluşturulamaz; kavramlar gerçekliğin bilimsel soyutlaması olarak ortaya çıkarlar ve biz yaşamı kavramlar üzerinden açıklayabiliriz. Kavramlar doğru kullanılmazsa hiçbir şey anlaşılmaz, bir tartışma yürütülemez. Anarşizm bu kavramlar üzerinde fırtınalar koparır ama bu kavramları ciddi ve doğru olarak ele almaz. Otorite konusunu ele alalım, ilerleyen bölümlerde diğerlerini de tartışacağız. Marksizm’de otoritenin ortadan kalkması çok önemlidir ve bu sorun çok boyutlu analizlerin konusu edilmiştir. Anarşizmin otorite anlayışını birlikte irdeleyelim.
Zafer Onat, Bakunin’den otorite üzerine bir alıntı yapmış: “Bakunin “Otorite ve Bilim” başlıklı yazısında “Ayakkabı söz konusu olduğunda ayakkabıcının otoritesini tanırım, evler, kanallar veya demir yolları söz konusu olduğunda mimara veya mühendise danışırım. Yani her özgün bilgi için bu türden bir “bilgine” başvururum. Ancak ne ayakkabıcının, ne mimarın ne de “bilginin” otoritesini bana zorla dayatmasına izin vermem… Eğer, önerileri ve klavuzluğunu belli bir süreliğine belli bir dereceye kadar kabul ederek herhangi bir uzmanın otoritesi önünde eğilirsem, bir başkası tarafından zorlanmadığım için bunu yaparım …” dedikten sonra anarşistlerin toplumun idaresine dair prensibini şu sözlerle özetler: “Herkes yönetir ve sırası geldiğinde de yönetilir. Bu yüzden sabit ve değişmez bir otorite yoktur, bunun yerine karşılıklı, geçici ve her şeyden önce gönüllü bir otorite ve ikincil konumun sonsuz değişkenliği vardır.””
Burada söylenenler anarşizmin otoriteden ne anladığını gösteriyor, gerçekten çok aydınlatıcı! Bakunin ayakkabıcının otoritesini tanıyormuş! “Ayakkabı söz konusu olduğunda ayakkabıcının otoritesini tanırım” (Bakunin) Herkes bilir, o zaman da, bugün de kimse ayakkabısını kendisi yapmıyor, ayakkabıcılar yapıyordu ama onların yerini de makinalar aldı. Makinaların otoritesine diyeceğimiz bir şey olamaz. Devamında evler, kanallar, köprüler için de aynı şey geçerli! Sonradan söylediklerine ise “Eğer, önerileri ve klavuzluğunu belli bir süreliğine belli bir dereceye kadar kabul ederek herhangi bir uzmanın otoritesi önünde eğilirsem, bir başkası tarafından zorlanmadığım için bunu yaparım …” anarşist, Marksist olmasına gerek yok, burada söylenenleri sıradan herkes bilir ve katılır, kimse zorlanmaktan hoşlanmaz. Buraya kadar söylenenlerden gerçekten çok şey öğrendik ve otorite sorununu çözdük! Geriye devlet ve iktidar sorunları kalıyor onlar da çok problem sayılmaz, alıntıdaki son pasaj bu sorunları da kolaylıkla hallediyor.“ Herkes yönetir ve sırası geldiğinde de yönetilir. Bu yüzden sabit ve değişmez bir otorite yoktur, bunun yerine karşılıklı, geçici ve her şeyden önce gönüllü bir otorite ve ikincil konumun sonsuz değişkenliği vardır.” Orta Anadolu’da bir kahve sohbetinde makbul olabilecek bu görüşlerin ne yazık ki sınıflar savaşında hiçbir geçerliliği yok. Burada söylenenlerin otorite kavramıyla da ilişkisi yok. Ben otoriteye karşıyım, hiçbir otoriteyi istemiyorum demek başka bir şey, otoriteyi yok etmek başka bir şey. Otoriteyi birileri icat etmemiştir, otorite kişilerin iradesinden bağımsız olarak binlerce yıllık sınıflı toplumların ve sınıf mücadelelerinin içinden doğmuş ve kapitalizmle birlikte toplumsal yaşamın bütün gözeneklerine sinmiştir. Daha önemli olarak, kapitalist üretim ilişkileri, bizzat kapitalist üretim sisteminin kendisi, üretim süreci devam ettiği müddetçe otoriteyi de üretir. Bu nesnel temellerinin yanında, binlerce yıldır, toplumsal mücadele hep otoritelerin kavgası olarak otorite üretmiştir ve toplumsal bilinci esir almıştır. Diğer tüm sınıflı toplumların çarpıklıkları gibi otorite de birilerinin onu istememesiyle ortadan kalkmaz, aynı zamanda bir anda ve kolayca yok olmaz. Tıpkı iktidar, bürokrasi, devlet vb.leri gibi o da uzun bir mücadele sürecinde ve sınıfların yok olmasıyla kendiliğinden sönümlenir.
Platform metni eksik olsa da otorite kavramını daha ciddiye almaktadır ve tanımında doğruya yakın bir yerde durmaktadır. “Otorite, her zaman için halk yığınlarının sömürüsüne ve köleleştirilmesine dayanır. Bu sömürüden doğar, ya da, bu sömürünün çıkarları içinde yaratılır. Otorite, şiddetin ve sömürünün yokluğunda, kendi varlık nedenini yitirir.” “Devlet ve Otorite, yığınlardan tüm inisiyatifi alır, yaratıcılık ve özgür eylem ruhunu öldürür, yığınlarda kölelere özgü bir itaatkârlık, beklenti, toplumsal basamakların üst kısımlarına tırmanma umudu, lidere körü körüne bağlılık, otoriteyi paylaşma yanılsaması yaratır.”
Anarşizmin otorite karşıtlığı çok çelişkilidir. Anarşistler, Birinci Enternasyonal ve birçok ortak platformlarda kolektifin önceden kabul ettiği ilkeleri hiçe sayarak kendi otoritelerini dayatmaktan çekinmediler. Başka birçok olayda kendi ilkeleri söz konusu olduğunda bir yığın küçük otoriter çekirdek yarattılar. Kendi ilişkilerinde de otorite sorunu hep problemlidir. Her anarşist başlı başına bir otoritedir ve kolektife karşı kendi otoritesini dayatma hakkına sahiptir, kolektifin otoritesi hiç, bireyin iradesi her şeydir!
Anarşizm ve tüm ütopik sosyalizmler teorik hedeflerini, var olan gerçekliğin, süren yaşamın eleştirisi üzerinden değil kendi düşünce düzeylerine uygun formüller icat ederek çözmek isterler. Ekonomik kategorileri ele alış biçimleri de dolaşımdaki felsefik ütopyaların parlak ajitasyonundan öteye geçmez. Gerçekte “tüm ekonomik kategoriler maddi üretimin belirli bir gelişme aşamasına tekabül eden tarihsel üretim ilişkilerinin teorik ifadeleridir.” (Marks)
Ütopya devrimcidir
Zafer Onat’ın “anarşizmin ütopik hayaller” sözüne alındığı görülüyor. Bu gereksiz bir alınganlık; ütopyalar olmadan devrimler de, devrimcilik de olmaz. Marks, Engels, Lenin, Mao, Che bütün devrimci önderler büyük ütopyacılardır ama ütopyalarının esiri değillerdir. Ütopyası olmayan devrimci olamaz.
Marks, ütopyacıları keskin bir dille ve gerçekçi temellerde eleştirerek mahkûm etmiş ve kendi düşüncesini sağlam bilimsel temellere oturtmuştur. Buna rağmen Marks da, kelimenin tam anlamıyla Paris Komünü deneyimine kadar, devrim ve iktidar sorunlarında anarşistlere benzer, ütopik beklentiler içindedir. İki Marks veya “genç Marks”, “olgun Marks” tartışmalarına girmek istemiyorum, ama bir anlamda iki farklı Marks’tan söz edebiliriz.
Marks, yaşayan, düşünen ve mücadele eden her insanın geçirdiği düşünsel evrimi geçirir. Ancak insan düşüncesinde sıçrama anları olabilir, belirli beklenmedik bilimsel gelişmeler veya toplumsal olaylar insan düşüncesini ileriye sıçratabilir. Bu anlamda, Paris Komünü öncesi ve sonrası, iki farklı Marks’tan bahsedebiliriz. Paris Komünü’nden sonra başka bir Marks’la karşılaşırız. Hayatını adadığı teorik dünyasının somut sonuçlarıyla ve sınıf çatışmasının gerçeği ile karşı karşıya geldi Marks. Komün deneyimi Marks’ı ciddi anlamda sarsmıştır. Komünden sonra kapitalizme eleştirilerini daha radikalleştirir. Proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu, devlet sevdasından veya bir anda vahiy geldiği için değil somut bir devrim deneyinden, kanlı bir yenilgiden çıkarmıştır. Bir anlamda Marks, tam olarak Hegel’ den Paris Komünü’ü ile birlikte koptu. Paris Komünü’ne kadar devlet ve iktidar sorunlarında, ütopik düşünceler taşıyan bir Marks vardır ve Komün deneyiyle proletarya diktatörlüğünü teorisine katmıştır.
Marks, bütün ömrü boyunca ortaya attığı fikirlerin dayanabileceği kaldıraçları, dayanakları, nesnel güçleri ve eğilimleri araştırmış, bulmaya çalışmıştır, Marksistler, olabildiği kadar bu yöntemi takip etmeye çalışır. Marks’ı asıl ilgilendiren siyasetin gereklerinden çok, gerçeklerdir ve gerçekliğe çoğunlukla deneyim ve yanılgılarla varılabilir. Bu konuda Marks’ın en iyi öğrencisi Lenin’dir.
Lenin de birçok konuda “ütopik” görüşlere sahiptir, Ekim Devrimi’nden önce, proletarya iktidarının kısa bir dönem için devlete ihtiyaç duyacağını düşünür. Ama Ekim sonrası yaşananlar ve sosyalist kuruluşta karşılaşılan ağır ve çözümsüz sorunlar karşısında, bu konuda yanıldığını, bu sürecin düşünülenden daha uzun süreceğini söyler. Lenin “teori gri hayat yeşildir” sözünü alır ve tüm mücadelesini bunun üzerine kurar; ütopyalarına esir olmaz. Bundan dolayı Lenin olmuştur ve yaşamının her aşamasında devrimci Lenin olarak kalmıştır. Lenin, iç savaşın cehennemi içinde 1918 yılındaki kurucu meclisin karşı devrimin odağı ve devrimin yaşamasına engel haline geldiğini ilan ederek bu meclisi yıkar, yerine sovyetlerin (konseylerin) kurulmasını savunur. Bu ve benzeri bir dönem önerdiği kurum ve uygulamaların yerine, devrimin çıkarları söz konusu olduğunda hemen tersini yapmakta tereddüt etmez. Düşüncelerinde yaptığı tüm değişiklikleri ve değişik uygulamaları, kendi eski görüşlerinin artık geçersiz olduğunu, bazı durumlarda yanılgılı yaklaştığını, açık itiraf ederek yapmıştır ve bunun için devrimcidir. Kendisini Marksist olarak adlandıranlardan bazıları, Lenin’de küçümseyici anlamda, “pratikçi” veya “pragmatist” yanlar görür; biz, devrimde inatçı bir devrim önderini görürüz.
Ekim Devrimi yeni bir dünyanın işaret fişeğidir
Teori ayrı deneyim ayrıdır; hiçbir yerde ve tarihte üst üste düşmezler, daima aralarında bir açı oluşur. İdeler bize aittir ve onlar, pratiğe ancak nesnel koşulların elverdiği ölçüde uygulanabilir. Bütün yaşananlara rağmen, Bolşevikler iktidar denemelerine girişmeden Menşeviklerle aynı yolu izleseydi, diyenler var. O zaman, hem Ekim Devrimi hem iktidar diye bir sorunları da olmazdı ve şimdi biz bunları tartışmıyor olurduk. Bolşevikler iktidarı yıkmaya soyunmasaydı, Ekim Devrimi gerçekleşmezdi. Gerçekleşen devrim ise ancak hayali özgürlük ideallerinin peşinde koşsaydı, Ekim sonrası yaşananlar gösteriyor ki iktidar kim ne kadar nefret etse ve reddiyeler dizse de ortada bırakılamaz; zira bu, karşı devrime davetiye çıkarmak olur. Ekim Devrimi erkendi, diyenler var; biz, onlardan değiliz.
1918 yılında devrim iktidarındaki Rusya’nın durumu: Çarlık generalleri Denikin, Kolçak, Kornilov, Yudeniç, Vrangel ülkenin dört bir yanından Bolşevik iktidarına karşı topladıkları asker ve çetelerle, emperyalistlerin silah ve cephane desteğiyle, saldırıya geçtiler. Aynı dönemde, İngiltere Bakü’ye girdi, Romanya Beserabya’yı işgal etti, Fransa, İngiltere ve Amerika Murmansk’a ve Arhangelsk’e çıkarma yaptı, Japonya ve Amerika Doğu Rusya’ya girdi, Almanya Ukrayna’yı daha önce işgal etmişti. Bunun yanında Moskova ve Petersburg başta olmak üzere şehirlerde Sol SR’ler ve anarşistler ayaklanma ve sabotajlara başlamışlardı.
Bolşevizme husumet ve karşıtlık, tarihin o keskin anında ve politik olarak karşı karşıya gelinmesiyle bir anlamda anlaşılabilir. Ama bütün yaşananlardan sonra, Ekim Devrimine itiraz, bilinçli veya bilinçsiz emperyalizmin ve çarlığın zaferini savunmaya çıkar. Tarih açıktır, Şubat Devrimi dünyanın tanıdığı en muazzam kitlesel muzaffer başkaldırıdır ama Ekim ile tamamlanmasaydı Çarlığın yeniden iktidarı kaçınılmazdı. Bolşevikler olmasaydı Şubat Devrimi yaşayabilir miydi? Bunu savunan kimse yok, Marks’ın dâhice tespitiyle söylersek -“her devrim burjuva devleti mükemmelleştirmiştir”- burjuvazinin diktatörlüğü pekişmiş olarak devam ederdi. Bunun için çok açık yazıyoruz: Bolşevizmi eleştirmek herkesin hakkıdır ama Bolşevizme düşmanlık Ekim Devrimi’ne düşmanlıktır.
Tarih, Ekim Devrimini anarşistlere, SD’lere veya Menşeviklere değil Bolşeviklere yazmıştır. Rusya’daki hiçbir siyasal eğilim geçici hükümeti devirmeyi aklından dahi geçirmemiştir. Anarşistlerin bu yönde iddiaları ve girişimleri olmuştur, ama onların da somut bir hazırlıkları yoktu. Bir tek Lenin ve Bolşevikler bu işe cüret etmiş, harekete geçmiş ve başarılı olmuştur. Tarih böyle tecelli etmiş ve Ekim Devrimini Bolşevizme yazmıştır. Ekim sonrası tüm yaşananlara rağmen anarşizmin iktidar olunmamalıydı, proletarya diktatörlüğü denenmemeliydi itirazları niyetlerden öte, Çarlık rejimi restore edilmeli, demektir. Anarşizm iktidar denilen şeye büyük bir kin duyuyor; bu iyi bir şey, ama az da olsa onu kavrasaydı daha iyi olur, iktidarın boşluk tanımayacağını bilirdi.
Anarşistler farkında veya değil, Ekim Devrimi’ni ve sonrasında kuruluş çalışmalarını darbecilik, otoriter bürokratik diktatörlük olarak sunmaları, sınıf uzlaşmacılığına varır ve son tahlilde kanlı burjuva diktatörlüklerini güçlendirmeye hizmet eder. Sınıf mücadelesinde fikir ağzımdan çıktı ona sadık kalacağım diyenler bu yola hiç girmesin, sınıf mücadelesinin fiili alanına girenlerin geri dönüşü yoktur. En eskilerden Spartaküs isyanı ve sonrasındaki tüm köle ve köylü ayaklanmaları, modern tarihte ilk Paris Komünü ve son örnek Şili burjuva katliamcılığın en caniyane örneğidir. Devrim mücadeleleri, şimdiki gelişmiş Batı ülkelerinde anarşist ve anarşizan akımların, “hoşgörü” ortamında sürdürdüğü işler değil. Her aşamada ve her ülkede en “demokratik” burjuva iktidarında, iktidarlarını tehdit içeren her eğilim, büyük küçük, kanla ezilir. Biz anarşizmle tartışmalarımızda bunlara verilecek cevapları araştırmak ve tartışmak istiyoruz. Devrim ve devrim sonrasının sıcak ve sert çatışmalara gebe geçiş sürecini, yaşanmış deneyler ışığında, nasıl ele almak gerektiğini tartışmak istiyoruz. Bize güç, örgüt, otorite oluşturmayın diyenler; aslında devrim yapmaktan vazgeçin, dediklerinin farkında değiller.
Anarşizmin, komünizme geçiş sürecinin örgütlenmesinin ifadesinden başka bir şey olmayan proletarya diktatörlüğünün -geçici devletin- reddiyesi, nesnel gerçekliği zorlamakla kalmıyor; devrimi sınıf düşmanlarına terk etmekten başka bir sonuç doğurmuyor. Devlet ve her türlü otoriteden kaçış, devletleri ve otoriter diktatörlükleri yok etmiyor, sadece devrim yapma iradesinin örgütlenmesini ketliyor, devrim yapıldığında devrimi sınıf düşmanlarına terk ediyor. Anarşistler de, teorik körleşme devrede değilse, pratikte bal gibi şiddetle reddettikleri birçok alet ve aygıtı kullanmak durumunda kalıyor. Devletler ve her türlü otoritenin yürütücü güçleri; silahlı birliklerdir, yürütücü cebir kudreti olmadan devlet olamaz; devletlerin en otoriter aygıtları silahlı güçleridir. Anarşizm, silahlı güçler oluşturmaya ve bu silahlı güçlerle burjuvaziye zor ve şiddet yoluyla otorite dayatmaya hayır demiyor; ancak bu otoritenin oluşturulmasının gerçek koşullarını tanımıyor, devrim sonrası bir geçiş döneminde ve toplumsal gelişmenin ve eşitsizliğin sonucu oluşturulması zorunlu olan, eskinin benzeri değil, daha özgün (sönümlenen) bir aygıtı baştan reddediyor. Bu, sınıf düşmanlarına güç ve kudret sunmak gibi yanlar içeriyor. Bir Müslüman gibi, devlete el sürersek kâfir oluruz, anlayışıyla hayır diyor.
Anarşizm devrimlerin ertesinde sınıf mücadelelerinin biteceğini mi iddia ediyor? Devrimden sonra sınıf savaşları son bulmaz, tersine daha keskinleşmiş ve acımasız olarak devam eder. Bu hem teorinin daha önemli olarak ezilen başkaldırılar ve karşı devrimlerle hem de sosyalizm deneyleriyle tarihin yasalarıdır. Anarşizm ne diyor? Devrimlerin ertesinde sınıf mücadeleleri, hemen son bulmayacaksa devrimler otoriter araçlarla savunulmayacak mı? İkinci bir soru: Devrimlerden hemen sonra toplumda her şey güllük gülistan mı olacak? Kapitalizmin insanları hemen her şeylerini ortakça kuran, paylaşan insanlara mı dönüşecek? Tarih bunun böyle olmadığını ve olamayacağını söylüyor.
Sınıfsız komün toplumu için mücadelenin olmazsa olmaz kriterlerinden en önemlisi enternasyonalizmdir. Enternasyonalizm bilincinin eksikliği, tüm diğer konularda ne savunulursa savunulsun komünizm düşüncesini sakatlar. Anarşizmin enternasyonalizme yaklaşımı da çelişkilidir, bu konuda hem hayalcilik hem “sosyal yurtseverlik” eğilimleri içindedir. Marksizm-Leninizm’in proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu görüşünü eleştirirken hayalciliğinin farkında bile değildir. Devrim sonrası yerel otonom birimler ve kooperatifler gibi küçük kazanımlarla kendiliğinden sınıfsız topluma geçilebileceği ütopyasını hala sürdürmektedir. Bir veya birkaç ülkede yerel ve sınırlı askeri başarılar elde ederek ve toplumsal kooperatifler kurarak bunların emperyalist dünyada yaşayabileceği hayali içindedir. Böyle bir olanağın imkânsızlığını tarih kanıtlamıştır.
Anarşizmin “sosyal yurtseverlik” eğilimleri ise en kritik zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bunlardan en vahimi Brest-Litovsk Anlaşması dönemindeki tavırlarıdır. Brest-Litovsk barışı, devrimi korumaktan vazgeçerek emperyalistlerle barışma anlamında teorik bir tartışma konusu olarak değil, somut siyasal ve askeri güç ilişkileri bağlamında pratik taktik bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Anarşistler bu anlaşmaya karşı çıkmakla kalmaz Sol SR’lerle birlikte ayaklanma çağrısı yapar ve eylemlere başlarlar.
Lenin yanılmaz ve asla yanlış yapmaz iddiasında değiliz ama iktidarcılık, iktidar bağımlısı vb. eleştiriler yersizdir. Lenin katıksız bir enternasyonalist ve aynı biçimde katıksız bir devrimcidir, sorunlara dünya devrimi perspektifinden yaklaşmaktadır. Brest-Litovks Anlaşması tartışmalarında şunları söyler: “Barış imzalamanın batıdaki hareketi bir süre için zayıflatacağını söylemek yanlıştır. Barış müzakerelerini kestiğimizde Alman devriminin hızla gelişeceğine inanıyorsak, kendimizi feda etmemiz gerekir; çünkü Alman devriminin gücü bizimkinden çok daha büyük olacaktır” Anarşistler ulusal duygulardan kurtulamazlar, Brest barışına karşı ayaklanma çağrısı yaparak eyleme geçerler, oysa iktidarcılıkla suçladıkları Lenin iktidar bir yana kazanılan her şeyi enternasyonalizme, daha ileri bir devrime feda etmeye hazırdır.
Geçiş dönemlerinde sınıflar savaşı daha keskinleşeceğinden dolayı kapitalizmi yıkan devrimci güçler, dünya deneylerinden görüldüğü gibi çok sert sınıf savaşlarına örgütlü ve hazır olmak zorundadır. Anarşizm de bunu kabul ediyor, kabul ediyor ama gereğini, yapılması gerekenleri reddediyor. İktidar, hegemonya, otorite kavramlarına açtığı zihni savaş dolayısıyla kendisini sınıf düşmanlarına karşı silahsızlandırıyor. Hz. İsa “bir yanağına vurana öbür yanağını çevir” diyor ama havariler Hristiyanlığı kılıçla savunup büyütebiliyorlar. Beraberce iktidarı, otoriteyi, hegemonyayı lanetleyelim ama kapitalizmi yıkacak, burjuva devlet iktidarını parçalayacak mıyız? Bu soruya, evet diyorsak dünyanın en büyük fiili ve zihinsel otoriter güçleriyle savaşmak ve onları yenmek zorundayız. En büyük güç, kitlelerin örgütlü gücüdür ama bu gücün askerilik, askerliğin gereği silahlı birimler kurmalı, bu silahlı birimler ve kitlelerin mücadelesini uyumlu bir tarzda harekete geçirmeliyiz. Kapitalizm yıkıldığında her şey güllük gülistanlık olmuyor tersine uzun bir zamana yayılan karmaşık ve çok uçlu bir yığın siyasal, örgütlü, toplumsal, kültürel, ideolojik, askeri hareketliliği ve faaliyetleri sürdürmek zorunludur.
Daha uygun bir üslupla Ekim reddiyecileri var. Etienne Balibar, “Klasik Marksizm’in tescillediği şu evrimsel perspektifle bağımızı koparmamız şartıyla: “ilk olarak siyasi iktidarın ele geçirilmesi; sonra da ekonomik ve toplumsal geçiş…” Bu ‘kademeci’ ve aynı zamanda tarih tarafından tamamen geçersiz kılınmış devletçi bir şemadır.” Burada da bilindik “devletçi” yaftasını görüyoruz ama Balibar bunun Lenin sonrası dönemde oluştuğunu söylüyor. Evet, bu doğrudur Lenin döneminde ve sonrasında kısa bir dönem için zorunluluk olarak kabul edilen devletleşme, Stalin’le birlikte devlet egemenliği, teorinin içine sokulmuştur. Buna rağmen bir büyük devrim süreci kolayca tarihin dışına atılamaz. Kabul, bu şema siyasi iktidarın ele geçirilmesinin önemi karartılmadan reddedilebilir ama yerine neyin yapılacağının koyulması kaydıyla. Şimdiye kadar proletarya diktatörlüğüne reddiye dizmeyen çok az kesim kaldı ama anarşizmin -Paris Komünü, Ekim sonrası uzun ve kanlı iç savaş, yarım kalan ayaklanma ve isyanların kanla bastırılarak yok edilme tarihinin tersini göstermesine rağmen- devletsizlik hayali dışında, herkes burjuva kurum ve kavramlardan medet umuyor. Burjuva demokrasisinden medet umanlara ne diyelim? Kelin merhemi olsa kendi başına sürer.
Tek ülkede yaşanan devrim, bölge ve dünya devrimine doğru ilerlemezse; her devrim kusurlu, eksik ve bundan dolayı çarpılmalarla karşılaşacak; restorasyonlar ve bazı alanlarda geri dönüşler yaşamak zorunda kalacaktır. Teorideki veya birilerinin kendi hülyalarında kurdukları komünizm; emperyalizm gerçekliğini tanımamakla ilişkilidir. Bu düşünce, Paris Komünü başta olmak üzere bütün kanla bastırılan devrimler ve devrimci kalkışmaların deneylerine de kördür. Bunu yalnız anarşizm için söylemiyoruz; reformcu, liberal sol ve post Marksistler için de söylüyoruz. Yine proletarya diktatörlüğü kavramından kaçış, burjuva diktatörlüğünü hiç anlamamakla yakından ilgilidir.
Proletarya diktatörlüğünün reddi yönündeki eğilimler yalnız anarşizmle ilgili değil, sosyalist sistemin kötü biçimde kendi içine çökmesi sonucu devrim ve komünizm iddialı tüm akımları etkiledi. Tüm dünyada çok küçük gruplar dışında proletarya diktatörlüğünden kaçış veya reddiye devam ediyor. Sol, sosyalist ve Marksist iddialı aydınların ezici çoğunluğu proletarya diktatörlüğünü şeytanlaştırmakta burjuva antikomünistlerle yarışıyorlar. Kendilerini hala Marksist sayanlar ve Marks’a övgüler dizmeye devam edenler; proletarya diktatörlüğünü reddetmekte bir çelişki görmüyorlar. Marks’ın söylediği gibi, proletarya diktatörlüğü Marks’ın kendisinin yarattığı bir kavram değil ama proletarya diktatörlüğünü çıkardığımızda Marksizm’den geriye burjuva reformculuktan başka bir şey kalmaz.
Anarşizm ütopya ile gerçekler arasında boşluktadır
Anarşizm, komünist topluma varışın karmaşık ve zor sorunlarını doğru olarak anlamadığı için bunları önemsemez ve bunların çözümleriyle uğraşmaz. Anarşistler, bu görevlerin yerine kendi özgürlük idealini geçirirler. Nitekim bu konuda Bakunin’in satırları yeterince fikir veriyor: “Bugünkü toplumsal düzenin sonu ve yeni ilkelerin yardımıyla yaşamın yenilenmesi, ancak, toplumsal varlığın tüm olanaklarının Komitemizin elinde toplanmasıyla ve herkes için zorunlu fiziksel çalışmanın ilanıyla başarılabilir.” (Bakunin, Geleceğin Toplumsal Düzeninin Temel İlkeleri) Zafer Onat anarşist ütopyalar sözünden ne kadar rahatsız olsa da gerçekler inatçıdır. Bakunin ne diyor? “ Bugünkü toplumsal düzenin sonu ve yeni ilkelerin yardımıyla yaşamın yenilenmesi…” komünizme varış bu kadar basit!
Devamında söyledikleri Marksist Leninist otoriterlere (!) taş çıkartacak cinstendir. Zafer Onat, bütün Leninist literatürü tarasın, benzer mantığa dayanan bir tek cümle bulamaz. Otorite düşmanı anarşizm hem “Toplumsal varlığın tüm olanaklarını” kendi komitesinde topluyor hem de “herkese çalışma zorunluğu” getiriyor. Engels, bu satırlar için şunları yazar: “inan olsun ki, en katıksız otorite düşmanlığı…” (!) diyerek istihza ile eleştirir. Daha önemlisi burada da bir kez daha, anarşizmin toplumsal ve ekonomik sorunları ne kadar yüzeysel kavradığını görürüz. Bir takım kanun ve kararnameler ve tepeden düzenlemeler ve yasaklarla yeni ve özgürlükçü toplumun hemen kurabileceğine inanıyor.
Platform metnini tartışırken alıntılamıştık ama anarşizmin ilkelerle yaşamı değiştirebileceği iddiasının somut bir örneği olarak, tekrar kısa bir alıntı yapıyoruz. “Toplumsal düzenin bütününün yeniden inşası sorununu içeren toplumsal devrim, herkesin yaşamsal gereksinimlerini karşılama sorumluluğunu kendi üzerine alır.” Anlamı hacmini çok çok aşan bir cümle… Bir, “toplumsal düzenin bütününün yeniden inşası”. İki, “herkesin yaşamsal gereksinmelerini karşılama sorumluluğu”. Toplumsal düzenin bütünü yeniden inşa edilecek ve herkesin yaşamsal gereksinmeleri karşılanacak. Çok güzel, buna kimsenin itirazı olamaz ama bunu kim ve nasıl yapacak? Burada verilen cevap “toplumsal devrim”. Toplumsal devrim kuş mudur, deve midir, nedir bu toplumsal devrim ve bu görevleri nasıl yapacak?
Anarşizmin devrimci görevlerle ütopik hayalleri arasında sıkışması burada çok açık ortaya çıkıyor. Öncü örgüt diyemediği için anlamı şairin karnında cümleler kuruyor. Ama burada ütopyayı da aşan esas yanlış, iki devasa sorunun hiç kavranmamasıdır. “Toplumsal düzenin yeniden inşası” ve “herkesin yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanması”; bunların ne anlama geldiği üzerine hiç düşünülmediği açık. Burada insan şu bilinen tekerlemeyi kurmadan edemiyor. Arkadaşlar, siz ya hiç sopa yememişsiniz ya da sayı saymasını bilmiyorsunuz. Toplumsal düzenin bütününün yeniden inşası ve herkesin yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanması, ol denilince olacak, sanılıyor.
Toplumsal sorunlara bigâne ve formüllerle yaşamın değiştirilebileceği kolaycılığına başka bir örnek: “Liberter komünistler, şehirlerdeki işçilerle kırdaki emekçiler arasında karşılıklı dayanışmaya dayalı bir ilişki olduğundan kuşku duymazlar. Toplumsal devrimin ancak işçilerle köylülerin ortak çabasıyla gerçekleşebileceğine inanırlar.” Bir şeyden kuşku duymamak ve bir şeye inanmak sorunları çözseydi şimdi bunları tartışmıyor olurduk. Anarşizm kuşku duymadığı için şehir ve kır arasında hem emek güçleri olarak, hem mülkiyet sahipleri olarak hem iş bölümü olarak büyük çelişkiler vardır ve bunlar bilimsel gerçeklerdir, birilerinin kuşku duymasıyla ilgili değildir. Bu çelişkiler tüm gerçekleşen devrimlerin çözmekte en çok zorlandığı, en önemli sorunların başında gelmektedir.
Yazar, Troçki’nin 1905 yılında toplanan RSDİP’in 3. Kongresi toplantısında, Bolşevizmin merkezci eğilimlerinin belirginleştiğini yazdığını ama şu cümle hariç ne söylediğini açıklamıyor. “Bolşeviklerin kitlelerin sesine dikkatle kulak verilmesini gerektiren durumlarda dahi, hükmetmeyi tercih edip kendilerinden çok daha devrimci olan işçilere karşı uzlaşmaz ve sert davrandıklarını belirtiyor.” Bolşevikler veya devrimci olan her eğilimin “çok daha devrimci olan işçilere karşı uzlaşmaz” tavırlar takınmayacakları gibi bir ilke veya kanun varmış gibi yorum yapıyor. “Çok devrimci” olmak ne anlama geliyor bilmiyoruz. Yine “çok devrimci” olmak her durumda doğru veya haklı olmak anlamına da gelmiyor. Tarihte çokça yaşandığı gibi kitleler çok ileri taleplerle harekete geçmek istemişler ama hareketi yürüten öncü irade, koşullar uygun olmadığı için bunları engellemek durumunda kalmıştır. Kornilov saldırısı öncesi birçok defa denizciler ve işçi konseyleri ayaklanmak gibi “çok devrimci” eylemlere kalkışmak istemiş ve Bolşevikler her defasında bunları kötü bir yenilgiye sebep olacağı için engellemiştir.
Lenin’de devlet sorunu
Proletarya diktatörlüğü ve devlet sorununu çözümlemek için devleti doğru ve bütünlüklü kavramak gerekir. Anarşizm devleti görünen, militer-bürokratik resmi aygıtlardan ibaret sanır ve onu da doğru kavramaz. Ama daha önemli yanlışları, uzun bir tarihsel süreçte oluşmuş ekonomik siyasal güçler, bürokrasi ve zor aygıtlarından daha dayanıklı toplumsal olarak kabullenilmiş itaat, otorite, hiyerarşi, tarih, dil, kültür, inançlar dâhil bir bütün olarak yaşam değerleri haline dönüşmüş ideolojik biçimlenmeyi kavramayışıdır. Anarşizm için devlet sorunu da, çözümü de çok kolay; bir ayaklanmayla devleti yıkarsınız olur biter.
Anarşizm devletin hemen ilgasını önerirken, “insan doğası dayanışmaya ve işbirliğine yatkındır, işçiler ve köylüler işbirliğine açıktır” benzeri tümüyle idealist önermeler ileri sürer. Anarşizmin devlet sorununa bu biçimde yaklaşımı iki türlü ağır yanlışa yol açar. Devlet, kötü ve lanetli, dokunanı yakar benzeri bir reddiyecilik ve devleti devrim yapar yıkarız şeklindeki yüzeysel yaklaşımı. Bu anlayış güncel devlete karşı mücadelede daha ağır bir yanlışı besliyor. Burjuva devletin yıkılmasını kitlelerin kendiliğinden ayaklanmasına havale ediyor. Örgüt bahsi de bu anlamda önemsizleşiyor.
Marksistler için devlet sorunu, yığınla pratik ve teorik birikime rağmen tamamlanmış ve bitmiş bir sorun değildir. Marks, devlet sorununu Kapital’in son cildine bırakmış ama tamamlamaya ömrü vefa etmemiştir ancak bu sorun tümüyle boşlukta değildir. Devlet sorunu, Marksizm’de teorik ve pratik boyutlarıyla siyasal mücadelede merkezi bir yer tutar. Bu, burjuva devletin zor yoluyla parçalanıp yıkılması ve süreç içinde devletlerden öteye, her türlü yönetim ilişkilerinin gereksizleştirilmesi biçimindedir ancak yaşanan deneyimler bu şekilde ilerlemez. Asıl sorun, Marksizm’in geliştirdiği teorik model ile bu modeli uygulamak için Marksistler tarafından gerçekleştirilen pratikler arasındaki çarpıklıkardır. Gerçekleşen devrimlerden sonra devlet sorunu Marksizm’in tartışmalı alanlarından birini oluşturmaya devam etmektedir. Bu sorun daha geniş bir tartışmanın konusudur.
Yazar, Lenin’in devlet üzerine değişik dönemlerde yazdığı yazılardan uzun uzun alıntılar yapıyor. Doğru, bunlar Lenin’e aittir ve tartıştığımız konunun aslı budur. Ancak yazarın tartışmayı kavramadığı açıktır. Lenin, yazarla aynı rahatlık içinde değil, tarihin gördüğü en büyük işçi devriminin emperyalizm ve gerici karşı devrim cephesinin saldırıları altında, kan ve ateş çemberi içinde, devrimi kurtarmak ve geleceği kurmak için çırpınırken yazıyor. Lenin, kendi eski görüşlerini doğrulamak için yazmıyor, teorik formülasyonlarla uğraşmıyor, tüm olumsuz koşullar içinde teori ve yaşam arasındaki uyumsuzluk koşullarında, kitaba uygun yazmıyor, devrimci kalabilmenin yaratıcı yöntemlerini arıyor. Yazar haklı; bunlar kitaba uymuyor, diyor.
“Marx ve Engels’in birçok metninde, devlet analizinin anarşistlerle örtüştüğünü söyleyebiliriz ancak aynısını Marksizm’in Leninist yorumu ile ilgili söylemek oldukça zor. Ayrıca yalnızca devlete yaklaşımları yönünden değil, devrim, aşamacılık, iktidar ve işçi sınıfına yaklaşım gibi birçok yönden Bolşeviklerin pratikleri “sürecin onları kendi ideallerine ve ideolojilerine ters yollara sürüklemesi” ile açıklanamaz. Lenin’in Ekim devrimi öncesinde yazdıkları durumun, yazıda iddia edilenin tam tersi olduğunu göstermektedir.” Zafer Onat’ın “tam tersi” dediği şeyler nelerdir görelim.
Yazar açık seçmecilik yapıyor ve Lenin’i kendi kitabıyla vurmaya çalışıyor ama bu yöndeki Lenin’e saldırıların öncülüğü Marksizm iddialı tüm reformist dünyanın elindedir. Zafer Onat, reformistlerin silahlarını kuşanarak bu kervana katılıyor. Lenin, onlarca kez Sovyet iktidarının ve proletarya diktatörlüğünün konseyler veya şuralar şeklinde örgütlenmiş, komünal toplumu hedefleyen, işçi sınıfının tam ve doğrudan demokrasisinden başka bir şey olamayacağını söyler. Zafer Onat, bunları hiç görmüyor. Daha önemli olarak, Lenin’in bu kitabının özü ve özeti hiçbir tartışmaya yer vermeyecek biçimde net ve açık ortadadır: “Devlet var olduğu sürece, özgürlük yoktur. Özgürlük olduğu zaman devlet olmayacaktır.” (Devlet ve İhtilal, Lenin)
Zafer Onat, Lenin’in Türkçeye “Yaklaşan Relaket” başlığıyla çevrilen broşürünün İngilizce çevirisinden bir alıntıyla “devlet kapitalizmini” ve “tekelini” savunduğunu iddia ediyor. İki çeviri arasında farklılıklar var. Zafer Onat’ın alıntıları şunlar: “Lenin Ekim devriminden önce yazılmış olan “Tehdit eden çöküş ve onunla nasıl savaşacağız” isimli kitabında şunları söylüyor: “Sosyalizm yalnızca devlet kapitalizmi tekelinin bir sonraki aşamasıdır. Ya da bir başka deyişle, yalnızca bütün insanların çıkarlarına hizmet etmek için kurulmuş devlet kapitalizmi tekelidir.” (The Impending Catastrophe and How to Combat It; V.İ. Lenin) Aynı makalenin, Yaklaşan Felaket başlıklı Türkçe çevirisinde ise şöyle yazıyor: “Sosyalizm, devlet-kapitalist tekelinin bir adım ötesinden başka bir şey değildir. Ya da bir başka deyişle, sosyalizm, tüm halkın çıkarlarına hizmet etmesi sağlanan ve o ölçüde kapitalist tekel olmaktan çıkmış devlet-kapitalist tekelinden başka bir şey değildir.” (Yaklaşan Felaket Lenin) İki çeviri arasındaki farklılığa rağmen, bu eleştiriler sorunu ve söylenmek istenenleri kavramayan eleştirilerdir. Lenin burada, devlet proletaryanın elinde olsa bile, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduruyorsa, bu devlet kapitalizmidir, diyor. Devlet savunuculuğu değil devletsizliğe geçiş için zorunlu yaklaşımı ortaya koyuyor. Burada devlet sorununa komünist bir yaklaşım anlatılmak istenmektedir. Her türlü devlet kalıntısının komünizmle yan yana olamayacağı, sosyalizmde proletaryanın devleti de olsa komünist topluma yabancı bir öge olduğunun vurgulanmasıdır burada yapılan.
“Yine kitapta Lenin “Erek olarak devletin ortadan kalkması konusunda anarşistlerle en küçük bir uzlaşmazlık içinde değiliz.” der ama ekler “Biz, bu ereğe erişmek için, sömürücülere karşı, devlet iktidarı aletlerinin, devlet gücü araçlarının, devlet iktidarı yöntemlerinin geçici olarak kullanılmasının zorunlu olduğunu söylüyoruz; tıpkı, sınıfları ortadan kaldırmak için, ezilen sınıfın geçici diktatörlüğünü kurmanın kaçınılmaz bir şey olduğunu söylediğimiz gibi”. Zafer Onat, bu alıntıda ne demek istiyor anlaşılmıyor. Bir geçiş döneminde devletin kullanılacağı zaten Marksist teorinin içindedir ve tersi bir iddiada olan yok. Yalnız bu farklı bir devlettir, burjuva devletinin bütün organlarıyla parçalandığı ve yerine yeni tipte ve sönümlenmek üzere bir geçiş devletidir söz konusu edilen. Lenin’in hiçbir yazı ve konuşmasında kurumsal olarak devlet savunusu yok, hepsine bakılabilir devlet üzerinde konuşurken hep yanına “geçiş devleti”, “devlet olmayan devlet”, “sönümlenmek durumunda olan devlet” vb. tanımlamaları koyar. Bu alıntıda da devlet savunusu yok. Zafer Onat’ın yaptığı alıntı açık Lenin orada; “devlet iktidarı yöntemlerinin geçici olarak kullanılmasının zorunlu olduğunu söylüyoruz” diyor. Yazar buradan devlet savunusu sonucuna varıyor. Bu tartışma böyle sürdürülürse absürtleşir. Marksist Leninistler, “geçici” ve “zorunluluk” olarak tarifledikleri devleti savunmuyor iddiasında bulunan kimse yok. Marksist Leninistler, proletarya diktatörlüğü denilen, bir geçiş dönemiyle sönümlenecek devleti savunuyor. Yazar şunu söylerse; geçiş dönemi devleti kalıcılaştı ve bürokratik bir diktatörlüğe dönüştü derse, bir tartışma yapılabilir ki, yapılmalıdır da zaten Sovyet deneyimine eleştirel değerlendirmemiz de bu temel üzerinden geliştirimilştir.
Yazar, Lenin’in “Devlet ve Devrim’de her türlü bürokrasiyi, otoriteyi, devleti yerden yere vurduğu yönündeki” yazdıklarımızın “iddia” olduğunu söylüyor ve “oldukça tartışmalıdır” diyor. Devamında “Devlet ve Devrim’in Marksizmin devlet karşıtı vurgularının -en azından Lenin’in birçok metninden daha fazla- öne çıktığı bir yorumu olduğu söylenebilir. Ancak diğer yandan bu metindeki birçok vurgu Marksist teorideki devlet karşıtı argümanların tashihi olarak da değerlendirilebilir.” Buna rağmen başvurduğu alıntılarda, Lenin’de Marks ve Engels’le somut tek bir karşıtlık bulamıyor. Yazının bütününde tek bir örnekle olsun Lenin’in devlet savunucu bir söylemini gösteremiyor.
Diğer yandan kimse, Bolşeviklerin iktidarı almak istemedikleri veya Marksist Leninistlerin iktidardan ve devlet olmaktan kaçtıklarını iddia etmedi. Paris Komünü deneyiyle Marksistler, devlet konusunda, bunun proletarya diktatörlüğü biçiminde gerçekleşeceğinde, net ve belirlenmiş görüşlere sahiptir ve sonu hüsran da olsa onlarca yerde devlet ve iktidarı deneyimlediler, ancak istekleri hilafına bu iktidarlar bürokratik yozlaşma ve çöküşle sonuçlandı. Söylediğimiz, Marksist Leninistlerin kalıcı bir kurumlaşma olarak devlet ve iktidarı amaçlamadıkları, teorik olarak kesin ve tartışılmaz bir açıklıkla reddettikleri ve “devlet olmayan”, “sönümlenmekte olan”, bir geçiş döneminde ortadan kalkacak olan bir devleti savunduklarıdır ve biz hala yaşananlara rağmen aynı yerdeyiz. Gerçekleşen proletarya diktatörlüğü deneylerini çok ciddi eleştirilere tabi tutuyoruz, sonuçlarını reddediyoruz. Ve tüm yaşananlardan çıkan sonuçlarla, bir değerlendirme yapmaya, dersler çıkarmaya çalışıyor; nasıl bir yol izleyeceğimizi arıyoruz.
Anarşistler, proletarya diktatörlüğü deneylerinin bürokratik yozlaşma sonucu kapitalizmin inşasına dönüşmesini kendilerinin doğrulanması olarak alıyorlar. Oysa eleştirdiklerimizin pratiklerinin yanlışlığı bizi tartıştığımız konuda haklı çıkarabilir ama yeni ve daha ileri bir toplum kurma iddiasındaysak bu bizim doğrulandığımız anlamına gelmez.
Yazar reformcu Marksistlerle aynı iddiaları tekrarlıyor; Marks, Engels ile Lenin’i karşı karşıya koyuyor. Devlet sorununda, proletarya diktatörlüğünü teoriye sokan Marks’ın kendisidir ancak kavram olarak proletarya diktatörlüğü Marks’a ait değildir. Bildiğim kadarıyla bu kavramı ilk kullanan 1848 devrim sürecinde Blanqui’dir, Marks bu kavramı, Paris Komünü’nden sonra kullanır ve o da kendisine ait olmadığını söyler. Lenin, başka birçok konuda Marks’ın düşüncelerine radikal sıçrayışlar katmıştır ama proletarya diktatörlüğü, Marksizm’in içindedir ve Lenin bu düşüncenin takipçisidir. Pratik bir devrim deneyimi ile bu kavramı hayata geçirmek için savaşmıştır.
Marks ve Engels, Paris Komünü deneyi gibi sınırlı ve kısa deneyler dışında, proletarya diktatörlüğünün gerçek ve somut sorunlarını pratikte yaşamadılar, proletarya diktatörlüğü ile pratik yaşamda Rusya deneyiyle ilk kez Lenin karşı karşıya kaldı. Lenin, Rusya’da teoriyle yaşamın karşı karşıya getirdiği çelişkileri sürekli değişen bir mücadele içinde çözümlemek zorunda kaldı.
Hiçbir devrim önceden planlanmış, düzenlenmiş, sınırları kesince belirlenmiş öngörülere sığmaz, sığmamıştır. Çoğu kez, beklenen ve istenilenin tersine sonuçları zorunluluk olarak, yeni ve bambaşka koşulları dayatmıştır. Komünizme varışı hedefleyen tüm proletarya diktatörlüğü deneyleri bu zorunlulukların da etkisiyle yaşanan (ancak asla sadece bundan ibaret olmayan) çarpılmalarla malul deneylerdir, komünizm hedefindedirler ama ondan sapmışlardır. Komünizm, kendi farkına müdriktir, her şeyiyle eskinin her şeyinden farkını kendiliğinden mümkün kılar, eskinin her şeyini allak bullak eder, eskinin hiçbir kirini, pasını kendine bulaştırmaz, saf kendi olarak zuhur eder. Bu görevleri yerine getirinceye ve eski her şeyiyle aşılıncaya kadar, kapitalizmden devrim yoluyla komünizme geçiş bir süreç sorunudur. Devrimlerin bu süreçte başarısızlıkları ve kötü deneyleri bu gerçekliği ortadan kaldırmaz. Komünist, anarşist fark etmez, bütün çöken sosyalizm deneyleri herkesindir ve herkes için yeni komünizm yürüyüşümüzde devasa deneylerdir.
Devrimler tarihi şunu göstermiştir, siyasi iktidarı yıkıp yerine proletarya diktatörlüğü kurulması ve akabinde bir geçiş sürecinde ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin gerçekleştirilmesi akamete uğramıştır. Komünizm boş bir hayal değilse, komünizme varış süreci üzerinde yeniden düşünmeli; kırılma noktalarını, hata ve yanlışları tespit etmeli, geleceğe dair dersler çıkarmalıyız. Bolşevikleri, güncelliğin zorlaması veya nesnel koşulların çıkardığı zorunluluklar tek başına iktidara mahkûm etmiştir. İttifakların bozulması, diğer komünizan eğilimlerin bastırılması (işte bunu yanlışlar kategorisinde ifade etmek gerekir), daha geniş kitlelerin katılımını engelleyerek karmaşık dönemlerde oportünist, faydacı, iktidarcı unsurlarla ilişki zorunlu olmuştur ki, bunlar çoğunlukla eski rejimin bürokrasisi, teknisyenler ve aydınlarından devşirilenler nedeniyledir. Geçiş sürecinde zorunlu doğan bürokrasi ve eski rejimin kadroları zamanla iktidarlaşmış ve güçlü bir bürokrasi doğmuştur. Bunların da bozulmalarda güçlü payı olmuştur. İki formül tartışılabilir: İttifaklar ve kitlelerin katılımı. Bunun dışında, kapitalizmden ve burjuva demokrasisinden kopyalama kimi yöntem ve çabalar ise aslında kendi elleriyle geri dönüşün yollarının döşenmesidir. Sovyet deneyi burjuva parlamenter temayüllere uymadığı için zorlanmadı veya bürokrasiye dönüşmedi. O, temsil, burjuva parlamenter kurumları aşan kolektif, komünal biçimlere geçemediği için geri dönüş yaşadı. Koca bir sistem olarak varolan ve çöken devrim ülkelerinin deneylerine daha iyi bakmak zorundayız. Toplum ne dün -sürekli homojenleşme yönünde evrilse de- ne de bugün tek bir siyasal düşünce temelinde birleştirilemez. Sınıfsal farklılıklar son sınırına ulaşsa da toplumsal yaşamda değişik formlar ve eğilimler yok olmayacak; toplum, hep çok sesli olmaya devam edecektir.
Zafer Onat’ın bir diğer iddiası: “Leninistler tarafından verilen tüm savunmalar gibi bu yazının da asıl sorunlu noktalarından biri Ekim devrimi ve sonrasında yaşananları stratejik bir zorunluluğa indirgemesidir. “Bunların konjonktürel olanın içerisinde yaşanan kırılmalar” olmadığını açıklamaya çalıştık.” Ekim Devrimi ve çöküşe varan süreci konjonktürel kırılmalara bağlamak objektivizme tekabül eder; zaten başka türlüsü olamazdı, demektir. Bu durumda tartışacağımız, dersler çıkaralım diyeceğimiz bir şey olmazdı. Zira o koşullarda olan olması gerekendi, demiş olurduk. Oysa biz, öyle demiyoruz. Konjonktürel olanın -ki artık konjonktür değişmiş olsa bile- teorinin içerisine alınıp mutlaklaştırıldığına dair eleştirilerimiz de kimi somut yönelim ve pratiklere dair tutumumuz da bunun ötesindedir.
Proletarya iktidarlarının çöküşünü koşullara bağlamak, yaşananlardan ders çıkarmayacağız, “Bolşevikler ne yaptıysa doğru yaptı, başka türlüsü imkânsızdı” demek, koşullara teslim olmaktır. Lenin ve Bolşevikler olumsuz koşullarda proletarya iktidarını yaşatmak için çırpındılar, devletsiz ve sınıfsız topluma geçişin koşullarını oluşturmak için didindiler ama başarısız oldular. Bu başarısızlığı yalnızca nesnel koşullara bağlamak objektivizme teslim olmaktır. Marksist Leninist teori, hiçbir biçimde yaşananları “koşulların zorlaması” ile açıklamaz, bu mantık teorinin koşullara doğru bozulmasıdır, objektivizmdir. Nesnel ve öznel olan, hiçbir zaman tam olarak üst üste çakışmaz; arada mücadele sürecinde giderek kapanacak bir açı oluşur. Yaşanan sorunlar, sıkıntılar ve sapmalar bu açıdan kaynaklı, teorik ilkelerle nesnel gerçeklikler arasındaki çelişkilerden kaynaklı ama aynı zamanda hem nesnel hem öznel bu çelişkilerin zorlaması sonucu doğan yanlışlardan kaynaklanmaktadır. Teori veya ilke her zaman yaşamda karşılık bulmaz ve sınıf mücadelesinde bu hep yaşanmıştır, yaşam teorileri ve ilkeleri kendine doğru büker, bu bazen teoriyi düzeltme biçiminde de gerçekleşir, bu geliştiricidir, ama daha çok ilkeleri zorlayan gerçeklikler olarak yaşanır.
Kaskatı ilkeciler devrimci olamazlar, siyasal mücadele düz çizgide ya hep ya hiç mantığı üzerine kurulamaz, içinde hep duraksamalar, esneklikler, geri dönüşler taşır. Lenin, Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı’nda aynı konuda şunları yazar: “Bugüne kadar doruklarına ulaşılmamış bir dağa zorlu bir tırmanışa hazırlanırken, bazan zigzaglar yaparak yürümeyi, bazan geri dönmeyi, ilkten seçilen doğrultuyu bırakıp değişik doğrultuları denemeyi önceden reddetmek… gülünç bir davranıştır. … ve bu söylenenler, siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden önceki dönem için olduğu kadar sonraki dönem için de doğrudur.” Daha büyük bir yanlış ve sapma ise zorunluluğu teorinin içine taşımaktır. Nesnellik, proletaryanın geri ve tek bir ülkede, koşulların komünizme geçiş için hazır olmadığı bir ülkede, ilk defa karşılaşmasıdır. Bunlar tarihsel gerçeklerdir ve başarısızlık teorinin yanlışlanması değil, ilkelerin pratiğe uygulanması sürecinde yaşanılan hem nesnel hem öznel nedenlerden dolayıdır.
Pratik devrimciliğin zorunluluğu olarak proletarya diktatörlüğü
Günümüz toplumları devasa üretim kompleksleri, azmanlaşmış şehirler, teknolojinin yaşamın her alanına sızması sonucu kompleks hale gelen, olağanüstü çeşitlenen uzmanlaşma ve tüm bu karmaşayı yönetecek, yönetim sözünden hoşlanmıyorsak koordinasyonu kuracak muazzam bir bürokrasiyi zorunlu kılıyor. Komünizmin neleri gerektirdiğinden çok, mevcut koşullarda, iktidar engelinin şu veya bu biçimde ortadan kalkmasıyla tüm bu sorunlar kendiliğinden çözülmeyecek, zorunlu ve birbirine bağımlı devasa ve karmaşık bir sistemi yönetecek diyemiyorsak, gözetleyecek veya kolaylaştıracak binlerce örgütlenme gerekiyor. Bunların hepsi bugünkü toplumdan gelen insanlarla oluşturulacak. Bu söylediklerimizi sadeleştirirsek; nasıl bir işbölümü oluşacak?
İş bölümü demek sınıflar ve bürokrasi demektir; iş bölümü yok olmadan sınıflar ve bürokrasi ortadan kalkmaz. Toplum birbirine hiyerarşik olarak bağlanmış uzmanların hiyerarşik dizilimi üzerinden yürüyor. Bu zincirin küçük bir halkasındaki arıza, tüm toplumsal yaşamı ve ilişkileri allak bullak ediyor. Bu hiyerarşik zincir, biz istiyoruz diye bir günde gereksiz hale gelmez hatta kayda değer bir muhalefet ve bozucu girişimler olmasa bile toplumun ezici çoğunluğu bunu istese bile bu zincirin gerekliliği bir anda ortadan kalkmaz. Ve bu, yüksek bir hareketlilikle tüm kitlelerin katılacağı bir hazırlık dönemini bir geçiş dönemini zorunlu kılar. Ta ki, toplumsal iş bölümünü gereksiz hale getirecek ekonomik, toplumsal, kültürel gelişme düzeyine varıncaya kadar.
Bu görevlerin ve sistemin işleyişinin düzenlenmesine yönetim işleri değil gözetim işleri dediğimiz zaman çok şey değişmez. Bunların yönetim veya gözetimini, her birimde ve her yerelde kitlelerin kolektif iradesine teslim edeceğiz demek, sorunu çözseydi zaten bunları tartışmıyor olurduk.
Bolşevikler ve diğer deneylere göre bugün daha avantajlı ve dezavantajlı olduğumuz yanlar var. Avantajlıyız, en başta nasıl yapılmayacağını bu deneylerden biliyoruz. Daha öteye çok gelişkin ve ileri bir toplumsal ve ekonomik temele sahibiz. Dezavantajlıyız, çok karmaşık ve çeşitlenmiş bir iş bölümü zinciri ve devasa şehirleşmenin getirdiği ortak yaşamın organizasyonunun dayattığı görevler var. Çalışmanın kendisi, iş, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesine geçene kadar, bir dönem daha zorunluluk olacak. İşin zorunluluğu, işe yabancılaşmayı devam ettiriyor ve kafa ve kol emeği arasındaki çelişkiler de teknolojik gelişmeler sonucu biçim değiştirerek güçleniyor. Bunlar doğa yasaları benzeri ekonominin dayatmalarıdır, kararname ve direktiflerle dönüştürülemez ancak anlayıp uygun tedbirlerle etkisi azaltılabilir. Bugünün ekonomik ve toplumsal sorunları ne Bakunin’in ve dönemin anarşitlerinin ne de Marks, Lenin ve dönemin Marksistlerinin hayal bile edemeyeceği karmaşıklık ve gelişkinliktedir. Yine kurucu teorisyenlerden ekoloji sorununu bugünkü gibi kavramalarını beklemek, onlara kahin rolü vermekle eş anlamlıdır. Belirli değinmeler vardır ama Marks’ın veya Lenin’in geçerken söylediği bu sözlerden, ekoloji sorununu gördüler, sonucu çıkarmak zorlama olur. ‘İnsan bilinci, ancak bir adım önündeki sorunları algılayabilir.’ Siyasal ve toplumsal öngürüler, zaman ve mekândan bağımsız değildir ancak zaman ve mekândaki değişimlere stratejik yaklaşımlar yapılabilir ve bunlar da sınırlı hazırlıklar dışında, somut pratiğin alanına girmez.
Teknolojideki akıl durduran gelişmelerin hemen her alanda insan emeğini sadece kontrol düzeyindeki alanlara daraltacağı öngörülebilir. Ama bu, aynı zamanda sonsuz bir emek ürünleri zinciri ve bunların birbirleriyle kombinsyonunu ve bütün bunları gözetleyerek yürütecek gelişmiş ve uzmanlaşmış emek türlerini ve bu da zorunlu ve daha karmaşık iş bölümünü gerektirir. Kooperatifler, konseyler komünlerle bu gelişmelere müdahale edilebilir ve edilmelidir ancak bu müdahaleler ne uzmanlığı ne de iş bölümünü hemen ortadan kaldırır. Ta ki, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” düzeyine varıncaya kadar. O zamana kadar yönetim ve benzeri toplumsal görev ve kurumsallıkların ismini değiştirebiliriz ama zorunlulukları ortadan kalkmaz. Bu gerçekliği bilerek, bütün çalışma koşullarını dönüştürecek, yaratıcı hale getirecek biçimler aranabilir ama emeğin yabancılaşması devam ettiği koşullarda gerçek anlamıyla komünal ve özgürleşmiş bir topluma ve yaşama geçemeyiz.
Bir defa temel sorun, sınıfların ortadan kalkmasıdır. Sınıflar bir günde ve bir irade sonucu oluşmadığı gibi yok oluşları da istek ve kararlara bağlı olmayan nesnel koşullardaki köklü değişimlerle gerçekleşebilir. Sınıflar var olduğu müddetçe (işbölümü ve uzmanlıklar devam ederken) bu sınıf ve zümrelerin arasındaki çelişkiler devam edecektir ve bu farklı politik ve ideolojik biçimlerde kendisini var edecektir. Bu durum siyasal ve toplumsal hayatın farklı hareketler ve farklı aktörlerce biçimlenen bir çoğulluk ortamında, siyasal ve toplumsal alan arasında tamamlayıcı ve uyumlu bir bileşimi kurmayı gerektirir. Bolşeviklerin veya Bolşeviklerin yerine kim gelirse gelsin benzer koşullarda iktidar olanların, önüne gelen kaçınılmaz ve hemen çözümü olmayan, bu sorunlardır. Çok daha karmaşıklaşmış olan hizmetler sektörü, nasıl düzenlenip uyumlu şekilde koordine edilecek? Tüm bu sorunları kapsayacak yeni bir örgütlenme, devrimci örgütler arası ilişki ve bunlarla uyumlu mücadele biçimlerini kapsayan çok daha gelişkin bir program oluşturmak zorundayız.
Kapitalist krizin şiddeti, devletlerin devasa büyümesi ve militarizmin inanılmaz boyutlara gelmesinin insanlığı ve doğayı tehdidi, öylesine boyutlara ulaştı ki, cevabın bu ölçekler dikkate alınarak hazırlanması gerekir. Bu durum, çok gelişkin ve kararlı bir stratejinin ve bu stratejiyi hayata geçirebilecek kararlılıkta güçlerin hazırlığını şart koşar. Bugün devrim davasında kararlı olmak, bu muazzam saldırgan devlet mekanizmalarıyla savaşacak bir örgüt yaratmakta kararlı olmaktan geçer.
Teori, hep pratiğe döndüğü koşullarda gerçekliğe dokunur, pratik ise günlük ve basit işlerle yürür, başlangıçta kendiliğinden nasıl bir toplum kurulacağından çok, nasıl yapılacağı öne çıkar ve pratiği belirler. Pratik derinleştikçe düzene karşı savaşın gereklerine cevap verecek sert eylemlilikler ve bunları becerecek araç ve kadrolar öne çıkar. Bütün bu süreçlerde ilkeler, pratik tarafından bükülmek zorunda kalır. İktidarların yıkılış anları, yani devrim anları, hem karşı güçlerin en sert direnişinin ve devrim yanlılarının en kararlı ileri çıktığı ve bütün toplum kesimlerinin kendi beklentileriyle sokaklara çıktığı olağanüstü karmaşa dönemleridir. Hala somut olarak teorik kabullerin, neyin kurulacağı, pratiğin alanına girmez; zira devrimin nasıl yapılacağı ve devrim sonrası sürecin gerekleri, oluşan güç ilişkisi ve güçler dengesi vb belirleyicidir, bu anlamda devrimi yapmanın ve ayakta tutmanın zorunlulukları kendisini dayatır. Bu süreçte saf ilkecilik eylemsizlikten başka sonuç vermez. İlkeler ve gerçeklikler arasında doğru bir uyum kurmak; yüksek bir bilinç, tecrübe ve yetenek gerektirir.
Regis Debray’ın bu konuda söyledikleri bir yanı günah çıkarmaya açılsa da ilginçtir: “Devrimin en iyi tarafı ilk günlerdeki hararettir, başlangıçtaki sarhoşluktur. Daha sonra ise, duygusal yanılsamanın ayakları yere erdiğinde ve açtığınız gedik bir rejime dönüştüğünde, işler bozulur. Bir devrimci tecrübenin yarını, bir şiirsel tecrübeninkinden fazla değildir.”
Anarşizm, devrimden hemen sonra her şey komünlerin ve konseylerin denetiminde olacak ve kararlar buralarda belirlenecek diyor. Bu komünler ve konseyler, kendiliğinden gökten inmeyecekse bunların kurulması ve işler hale gelmesi hem sanıldığı kadar kolay olmayacak hem de zaman alacak devasa görevlerdir. Ayrıca bunları kapitalizmin insanlarıyla yapmak zorundayız. Bir dereceye kadar devrim gerçekleşmişse bunlar zaten hazır diye düşünülebilir, bir yanıyla doğrudur ama yetmediği deneylerle sabittir. Şimdiye kadar gerçekleşen devrimler, toplumun çoğunluğunun katılımıyla değil aktif siyasal kesimlerin çoğunluğuyla zafere ulaşmıştır. Toplumun büyük çoğunluğu burjuva toplumunun her türlü karanlık kurum ve düşüncelerinin etkisindedir ve bu dönüşüm sanıldığının aksine çok uzun süreçler gerektirmiştir. Yine devrimi yapan kadrolar, daha çok doğası gereği yıkıcı yanları gelişkin kadrolardır, toplumsal yaşamı yeniden kurmak ve yapıcılık çok daha farklı yetenekler ve beceriler gerektirir. Anarşizm, bu sorunları aklına bile getirmez ve cevap olarak sadece komünler, konseyler, özgürlükler, der.
Bütün bunları bir yana bırakalım; komün ve konseylerin devrim sürecinde kurulmuş olduğunu kabul edelim. Ancak buralarda alınan kararlar nasıl uygulanacak, uygulamaları kim nasıl denetleyecek, yapılamayanların sorumluluğu kime ait olacak? Kendiliğindenlik, teoride hoş görünse bile pratiğe geçtiğimizde bütün bunlar için bir zaman ve zorunlu yönlendirici kurumlara ihtiyaç vardır.
Lenin başlangıçta geçiş sürecini daha kısa ve kolay bir dönem olarak anlar ve yazdıklarında bu açık görülür. Yaşayarak, geçiş sürecini zaman içinde daha derinlemesine kavrar ve NEP dönemiyle ilgili bir konuşmasında, “ Bu rekabet değildir, kapitalizmle komünizm arasında son değilse bile, neredeyse son, vahim, şiddetli, ölüm kalım savaşımıdır.” “Bu, iki birbirine uzlaşmazca düşman iki sınıfın arasındaki mücadelenin bir başka biçimidir.” Ve devamında, küçük meta üretimi denizinde boğulmakla karşı karşıyayız, der.
Tarihsel bir süreç olarak proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu
Kapitalizm ve burjuvazinin iktidarı aynı değildir. Kapitalizm, yüzlerce yılda ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel anlamda etkisini tüm yaşam alanlarına uzatmış bir sistemdir. İktidarın ele geçirilmesiyle bir anda yok olacak bir olgu değildir, tek tek bireylerin ve toplumun tüm gözeneklerine sinmiş olarak devam etmektedir. Marks, mülkiyet ilişkileri derken mülk edinmeden söz etmez, mülkiyet ve mülkiyet ilişkilerini aynılaştırmaz. Mülkiyet sahipliktir, mülkiyet ilişkileri tarihsel olarak birikmiş tüm kültürel, ruhsal, hukuki, estetik vb tüm alanları kapsar. Ve mülkiyet ilişkilerini iş bölümüyle aynı anlamda kullanır. İş bölümünü mülkiyet ilişkilerinin düzenlenmesi olarak anlar. Buradan görüleceği gibi mülkiyeti toplumsallaştırmak, mülkiyet ilişkilerine son vermez, toplumsal sınıflar varlığını sürdürür ve sınıf mücadelesi birçok tarihsel deneyde görüldüğü gibi keskinleşmiş olarak devam eder. Sınıflar devam ettiği müddetçe, tüm bu dönem boşlukta devam edemez, proletarya yeni bir tarzla ve sönümlenmeye dönük bir sistem oluşturmazsa, diğer sınıflar örgütlenir ve yeniden iktidarlarını kurarlar. Kaldı ki mülkiyetin tüm biçimlerinin bir anda toplumsallaştırılması, ekonomik ve siyasal olarak imkânsızdır, bunu çocuklar bile bilir. Bu anlamda bir geçiş süreci tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu; bir istek, tercih veya kuramsal bir kurgu değil tarihsel bir zorunluluktur.
Marks ve Engels, komünizmde üretim ilişkilerini toplumun gereksinimlerine göre düzenlenen ve onun tarafından denetlenen bir sistem olarak tanımlamışlardır. Ama açık olarak bunun hemen mümkün olamayacağını, toplumsal gelişmenin düzeyine göre bunun uzun veya kısa bir geçiş dönemine ihtiyaç duyacağını ve bu geçiş döneminin, yeryüzünün daha önce tanımadığı genişlikte bir demokrasi olan proletaryanın diktatörlüğünde yürütüleceğini yazmışlardır. Marks, bunun için sınıf mücadelesini tarifinin içine “proletarya diktatörlüğünü tanımaya uzatmak gerekir” der. Marksizm ve Leninizm, sınıfın günlük kavgasını devrimden önce sonul amacı hedefleyen bir bütünlük içinde, proletarya diktatörlüğünü içermeyen bir savaşımın burjuva devletini parçalamayı başaramayacağını anlatır.
Kapitalizmde toplumsal ihtiyaçlar, toplumun asgari yaşamını sürdürebileceği, çalışabileceği ve neslinin devamını sağlayabileceği bir düzeyde karşılanmak zorundadır yoksa toplum devam edemez. Toplumsal işbölümü olabildiği kadar bu sistemin devamını sağlar. Yüzbinlerce belki milyonla ifade edilen ürünlerin üretilmesi ve bir o kadar çoklu hizmetlerin aksamadan devam etmesi gerekir. Bütün bunlar belirli sapmalarla pazar üzerinden yürür. Marks bu konuda şunları yazar: “Bir ülkenin, bir yıl için demeyeceğim, bir kaç hafta için çalışmayı durdurduğunda öleceğini her çocuk bilir.” Toplum yaşamının devamı, bu belirli karmaşık ilişkiler üzerinden oluşan işbölümü temelindeki üretime bağlıdır. Toplum her şeyden önce bir “üretim organizmasıdır” ve ekonomi bir “üretim sürecidir.” Üretimin gelişkinliği aynı zamanda gereksinimlerin gelişkinliğini de belirler.
Yukardaki veriler göz önüne alınarak, devrim yapılan ülkede, küçük mülk sahipleri esnaf ve tarım üreticileri ve bir bütün olarak küçük burjuvazi ülkelerin gelişkinlik düzeyi oranında bir hacim kaplar. Bu kesimler kanun ve kararnameler, zor alımlar benzeri ekonomi dışı yöntemlerle yok edilemezler. Dolayısıyla devrim iktidarı, belirli bir süre o toplumda, zorunlu olarak bir dönem meta ilişkilerini yaşatmak durumunda kalır. Meta üretimi, sosyalizmle bağdaşmaz ama tüm üretim ilişkileri bunun üzerine kurulu bir sistemi devralırız, meta üretimi dünyasının içindeyizdir. Devrim ertesi merkezi planla üretilenler bile kısa bir dönem gene meta olarak üretilmek ve para aracılığıyla değişime girmek zorundadır. Büyük üretim ve mülkiyetin kamulaştırılması geliştikçe ve merkezi ekonomi yeni temellerine oturuncaya kadar, ekonomik düzende özendiriciler, meta üretiminin doğal uzantılarıdır. Meta üretimi devam ettikçe kendisi de hem bir meta hem değer ölçüsü olarak para ilişkileri zorunludur. Meta üretiminin devam ettiği her durumda para ilişkileri zorunlu olarak devam eder. Meta ilişkileri, genelleşmiş bir değişim aracı gerektirir. Bir değişim aracı olarak paranın kendisi de bir metadır. En başta değer ölçüsü, yani malların içindeki toplumsal olarak ortalama zorunlu emeği belirler.
Bu durumdaki bir toplumda yalnızca köylülük üzerinden soruna bakalım. Her köylü, tarımsal ürünler üretir ve bunları pazarda değerlendirerek karşılığında ihtiyacı olan sanayi ürünlerini talep eder. Tarım ve sanayide tüm büyük mülklerin ve fabrikaların zor alımı yapılmış bir toplumu düşünelim. Köylü kendi gereksinimi olan endüstri ürünleri ile değişebilmek için, artık ürünlerini pazara da sürse, devlete satmaya çalışsa da paraya gerek olacaktır. Ve bütün bir toplumdaki küçük ve orta düzeydeki bir kısım özel işletmeler, hemen zoralım yapılamayacağı için toplumsal ölçekte üretimin devamı, bir süre pazar ilişkileri üzerinden sürecektir.
Dönemin koşullarında, Viladivostok’dakiler Moskova’da Bolşevikler iktidara geldikten üç ay sonra devrimden haberdar olmuşlardır. Gene Sibirya’da sürgündeki tüm devrimciler üç ay daha sürgünde tutulmuştur. Şimdi böylesi koşullarda ekonomi politik bilmeye gerek yok, basit bir mantıkla parayı devreden çıkarıyorsunuz, buyurun kırdaki ve şehirlerdeki tüm küçük üreticiler ürünlerini nasıl değerlendirecekler? Hadi onlar trampa yapsınlar, hizmet sektöründe çalışanlar nasıl gereksinimlerini karşılayacaklar? Hadi devrimin güvenliği ve karşı devrimin saldırılarını da yok sayalım gene de merkezi bir yönlendiricilik olmadan tüm bu hengâme nereye varır?
Şimdiye kadar orta sınıflar, bazı ülkelerde köylü, bazı ülkelerde köylü kadar geniş şehir küçük burjuvalarının baskın olduğu yerlerde devrim gerçekleşmiştir ve pazar ilişkileri zorunlu devam etmiştir. Büyük üretim dışında tüm toplumsal ilişkiler pazar ve para üzerinden yürütülen bir ortamda, devrim iktidarı sihirli kanun ve kararnamelerle bunları yok edemeyeceği için, bu süreci hem ekonomik hem siyasal merkezi kurumsal bir sistem üzerinden kontrol etmek zorundadır.
Gerçekleşecek tüm devrimlerde bu sınıflar, alınan sosyalizm doğrultusunda tedbirlerle ve ülkelerin gelişkinlik düzeyine bağlı olarak, uzun veya kısa bir dönem içinde eriyip yok olana dek, kurulan sistem, adına ne dersek diyelim, içinden çıktığı kapitalist toplumun “lekelerini” içinde taşıyacaktır.
Marksist ekonomi politiğin temel bir belirlemesini hatırlayarak devam edelim. “Ekonomik kategoriler, üretimin toplumsal ilişkilerinin teorik anlatımları, soyutlamalarıdır.” (Marks) Devrim sonrası Rusyasında, ekonomik kategorilerden söz ettiğimiz her yerde toplumsal ilişkilerin soyutlanmış, teorik anlatımlarından söz ediyoruz, toplumun gerçek temelini analiz ediyoruz demektir. Bu gerçekliği es geçip veya kavramayıp devrim sonrasında, hemen şu veya bu ekonomik ve şu şu özgürlük ideallerini uygulamalıyız, demek ve bunların da yaşam bulmasını kendiliğinden topluma bırakmak, karşı devrimin zaferini hazırlamaktan başka bir sonucu doğurmaz.
Toplumda özel mülkiyeti tüm kalıntılarıyla ortadan kaldırıncaya kadar, sosyalizmde üretimi ve tüketimi denetlemek zorunluluğu “bolluk toplumuna” varıncaya kadar devam eder. Günümüzde bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler bu hesaplama ve planlamaları son derece kolaylaştırır ama bütünsel ekonomik gelişmenin de buna uygun düzeyde olması gerekir. Bu ikilemin ortadan kalkması için kapitalizmde var olan ve sosyalizme geçişle ortadan kaldırılması gereken meta, para ve pazar ilişkileri geçiş zamanını zorunlu kılar.
Meta-para ilişkileri sosyalizmle uzlaşmaz, bu nedenle bu ilişkileri uygun bir zamanda sonlandırmak zorunludur. Burada ikili bir tehdit ortaya çıkar, meta dolaşımının uzun süre devam etmesi kapitalizmin hortlamasının alt yapısını hazırlar, bu sosyalizm için büyük bir tehdittir. Ancak toplumsal ve ekonomik koşulların yeterli gelişkinliğe ulaşmadan bu süreci idari veya zoraki yöntemlerle çözmeye çalışmak, aynı biçimde toplumsal çelişkileri kışkırtarak hem ekonomik gelişimi sekteye uğratır hem de sınıfsal çatışmaları doğurur. Meta-para ilişkilerinin sonlandırılması, her ülkenin gelişme düzeyine göre özenle yürütülmek durumundadır.
Meta-para ilişkilerine sosyalizmin ilk dönemlerindeki nesnel gereksinim, sosyalizmin öngördüğü bir ilişki değil, kapitalizmden devraldığı temel üzerinde geliştiği gerçeğinden kaynaklanır. Meta ilişkilerinin hâkim olduğu ve emek gücünün meta olarak devam ettiği bir sisteme sosyalizm diyemeyiz ancak diğer taraftan, devrimin daha başından itibaren para süreç içinde önemini yitirmeye başlar. Tüm devletleştirilmiş işletmeler, hemen kendi arasındaki değişimleri merkezi planlama ile ortak kayıt sistemi kurarak para ilişkilerine son verir. Zaman içinde bu parasız ilişkiler derece derece tüm topluma yayılacaktır. Proletarya diktatörlüğü, bütün bu süreci kitlelerle birlikte yönlendirecektir.
Marksizm’de proletarya diktatörlüğü, yalnızca zor kullanan bir yönetim aygıtı olarak anlaşılmaz, kapitalizmden aldığı bu toplumsal gerçeklikleri ekonomik, siyasal, askeri, sosyal, kültürel bir dizi önlemlerle komünizme ulaştıracak bir geçiş döneminin toplumsal sistemidir. Ve çokça hasımlarının iftiraları gibi bir partinin diktatörlüğü olarak değil, toplumun tüm kesimlerinin, üretimden güvenliğe, yönetimden denetim görevlerine kadar tüm toplumsal kararlara konseyler, komünler, üretim komiteleri olarak örgütlenmiş silahlı kitleler olarak kendilerinin özgür katılımıyla yürütülecek geçiş toplumudur.
Tekraren, yaşamın hiçbir zaman teoriyle üst üste çakışmadığı biliniyor, geçiş döneminde devrimci partiler bir ikilemle karşılaşırlar, ya yaşamın dayattığı gerçekleri es geçerek kafalarında oluşturdukları idelerin peşinde yaşamı zorlayacaklar veya teorilerine ve ideallerine boş verip gerçeklere teslim olacaklar; ikisi de yanlış ve kaybettiricidir. Böylesi anlarda devrimci kalmak, ince bir çizgide yürümek zorundadır. Lenin, 1919 da ticaretin yerine ülke çapında örgütlenmiş planlı ürün dağıtımı ve para kullanımını kaldırmaya dönük bir yığın tedbirler önerir. Aynı Lenin, iki yıl sonra, dünya çapındaki kuşatma ve iç ekonomide tarım ve sanayi arasında büyüyen uyumsuzluklar sonucu ve kıtlık nedeniyle, pazar ilişkilerini geliştirmek zorunda olduklarını söyler. Sosyalist uygulamalar yönünde kararlar çıkarılır ancak üretimin toplumsallaşma düzeyi buna uygun gelişkinlikte olmadığı için bunlar uygulanamaz ve ekonomik çöküntü ve kıtlık baş gösterir. Bu koşullarda, pazarlarda satılan mallar meta niteliğindedir ve meta ilişkileri üretim araçlarındaki kolektif mülkiyeti gölgeler, işçi sınıfı ve çalışanlar ürünlerin gerçek sahipleri durumuna gelmediği için üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olması durumu değiştirmez. Üreticiler karşılarında yabancılaşmış devlet mülkiyetini görürler. Lenin’den sonra bütün bu sorunlar, daha da ağırlaşır. Başta parti olmak üzere, tüm kitle örgütlerinde, tüm devlet kurumlarında, Kızılordu’da, kırlar ve şehirlerde çelişkiler keskinleşir ve çok kanlı tasfiyeler dönemi açılır.
Devrim sonrası, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi ilk adımda kapitalist bir toplumu karşısında bulur ve bir sihirle bunun üstesinden gelinemezse zorunlu olarak bir dönem içinden çıktığı kapitalizmin birçok özellikleriyle birlikte olmak zorundadır. Ama başta kır ve kent, kafa ve kol emeği ve sayısız zorunlu iş bölümünün yarattığı bürokrasi temelinde toplumun değişik kesimleri arasında çıkar farkları devam eder ve bu toplumsal çelişkilerin devamı demektir. Lenin, Mao ve başkaları sosyalizmde çelişkilerin uzlaşmaz olamayacağını vurgular, ama gerek Sovyet gerek Çin deneyleri bunun tersi gelişmelere, sert ve uzlaşmaz sınıf çatışmalarına sahne olmuştur. Anarşizm, bu koşullarda Bolşevikleri iktidarı almaya soyunmakla eleştiriyor ve her şeyi kitlelerin inisiyatifine bırakın, diyor. Ekonomik kategorilerle konuştuk, bunlar toplumsal yaşamda, siyasal ve sınıfsal gerçeklere tekabül eder. İş bölümü ve mülkiyet ilişkisi doğru kavranmazsa kapitalizmi ve kapitalist ekonominin işleyişi ile üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki birbirini koşullayan bağı anlayamayız.
Kapitalizm de aynı süreçlerden geçmiştir. Kapitalizmde üretim ilişkileri, yeni ve gelişen üretici güçlerle çelişkiye düşer, gelişen üretici güçler yeni üretim ilişkileri için uygundur bu uyum üzerinden az çok sorunla üretimde bir üst aşamaya geçilmiştir. Ancak kapitalizmden sosyalizme geçişte çok yönlü sorunlar vardır. İlkin bu geçiş sınıflı toplumlarda olduğu gibi yürümez, sosyalizmin temelleri kapitalist toplum içinde olgunlaşır, ama bu gelişim sınıflı toplumlarda olduğu gibi uyum içinde değildir, toplum ve yaşam eskinin devamı olarak kurulamaz. Yıkmak ve yeniden, yeni temeller üzerinde kuruluş zorunludur ve bu devrimci öncü iradi müdahale ve kitle inisiyatifi gerektirir. Devrimci öncünün doğru bir hat izlemesi yetmez bunu kitlelere benimsetme yeteneği göstermesi gerekir.
Yeni bir topluma geçiş idealizasyonla gerçekleştirilecek bir görev değil. Ekonomik temel bütünsel bir karakter taşır, burada başat rolü üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi belirler. Yüksek bir teknolojik üretkenlik, paralel olarak o gelişkinlik düzeyinde insan unsuruna ihtiyaç duyar. Kapitalizm bu uyumluluğu yüzlerce yılda yakalamıştır. Geri bir ülkeye yüksek teknoloji temelinde üretim birimlerini, birileri hibe etse bile onu kullanacak insan malzemesi hazır değilse işe yaramaz, yani bir fabrika bile kendiliğinden işlemez. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve toplumsal mülkiyet ilişkilerine geçiş bir anda ve yüksek bir sıçramadır ve buna uygun toplumsal gelişkinlik düzeyi gerektirir. Gelişkinlik derken yalnızca eğitilmiş işgücü olarak teknik elemanlardan söz edilmez, daha önemli olarak kapitalizmin insanını kendinde ve toplumda geriye püskürtecek bir birikim gerekir. Bunlar kendiliğinden olmaz, ancak kolektif ve bilinçli iradi müdahaleyi zorunlu kılar. Bütün üretim sistemlerinde üretici güçler, ancak gelişkinlik düzeyine uygun nitelikler gösterir ve o düzeyde işleve sahiptir. Bu uyum dikkate alınmadan atılan tüm adımlar geri teper. Bu uyum, kapitalizmde devrevi krizlerle, her aşamada, daha ileriden kendiliğinden kurulur ama üretimdeki “anarşi”! hep devam eder. Sosyalizm kendiliğinden kurulamaz bilinçli bir müdahale ve iradi bir gücün bu süreci yönetmesi zorunluluktur.
Her toplumsal-ekonomik formasyonda, üretken güçler, niteliklerine uygun olarak işlev görürler. Bu nitelikler ve işlev dikkate alınmazsa, onları egemenlik altına almak, gelişmelerini yönetmek olanaksızdır. Sınıflı toplumlarda bu uygunluk, düzenin kuruluş ve yıkılış dönemleri dışında, büyük ölçüde kendiliğinden sağlanır. Sosyalizmde ise bilinçli müdahalenin rolü büyür. Sınıflı toplumlarda üretim güçlerinin gelişmesi ve bir üst düzeye sıçraması hep krizler doğurarak ilerler. Bu bildiğimiz üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkiden doğar. Manifaktürden makinalı sanayi üretimine sıçrayış sancılara rağmen (Makina Kırıcılar Hatırlansın) hem üretici güçler hem yeni üretim düzeyinin gelişkinliği bu ilişkinin uyumunu zamanla kurar.
Sovyet Rusya’da sosyalizme geçiş döneminde, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında, tersten uyumsuzluk vardır. Üretimin devrimle toplumsallaştırılması ve toplumsal mülkiyete geçişe rağmen, üretici güçlerin küçük bir bölümü dışında -gelişkin kapitalist sanayi alt yapısı- toplumsal üretimin büyük bölümü kırda ve şehirlerde küçük üreticiler tarafından üretilmekteydi, üretimin toplumsallaşma düzeyi ile üretici güçlerin geri düzeyi arasında büyük bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Bu durumda yapılan merkezi planlama, ekonomik gerçeklerden kopuk, bürokratik düzenlemeler biçiminde ve bu yukardan emir komuta ekonomisi halini almıştır. Bunun sonucunda da, planlama bürokratik bir nitelik kazanmıştır.
Devrim iktidarı üretim araçlarını kamulaştırarak hukuksal kullanım yetkisini gerçekleştirmiştir ama bunları kullanacak teknik ve ekonomik birikime sahip değildir yani devrim iktidarı üretici güçler üzerinde toplumsal ve fiili denetim kurabilecek güçte değildir. Çarlık Rusyasının teknik kadrolaşması geriydi ama olduğu kadarıyla sistem kendisini yavaş ta olsa geliştirerek devam ettiriyordu. Sovyet yönetimi daha devrimin öngününden itibaren sağlıktan, eğitime, sanayiden tarıma, planlamadan muhasebe sistemlerine her alanda çarlığın elemanlarına muhtaç olmuştur.
Marks, Engels ve Lenin devletin uzlaşmaz sınıf çelişkilerinden ortaya çıktığını, sınıfların ortadan kalkmasıyla, devletin ortadan kalkacağını söylerken, bunu bir idari tedbir olarak anlamazlar tersine, devletin ortadan kalkması ve sınıfların ortadan kalkmasını ayrı süreçler olarak değil tek bir tarihsel süreç olarak açıklarlar. Devletin varlığının sınıf uzlaşmazlığı bağını kurarken sınıfı, tarihsel gelişim içinde ele alırlar. İşbölümünün, kafa-kol emeği ayrımının, kır-kent ayrımının, kadın-erkek çelişkisinin ortadan kalkması sonucu sınıfların ortadan kalkması, devletin de yok olmasını getirecektir. Bu anlamda proletarya diktatörlüğü ancak, sınıfların yok oluşu sürecinde ve o oranda ortadan kalkacaktır. Proletarya diktatörlüğü toplumda devam eden uzlaşmaz çelişkileri bir dönem yönetmek için zorunludur.
Marksizm-Leninizm, devleti sınıflar arasındaki güç ilişkilerine dayandırırlar ve bu, özünde hiçbir yasa ile sınırlanmamış şiddettir. Bu tanım, devlet konusunda anarşist ve liberal her türlü yanılsamayı dışında bırakır. Sınıflar arasında güç mücadelesi devam ettiği müddetçe, şu veya bu biçimde devlet olacaktır ya burjuva diktatoryası veya proletarya diktatoryası olarak. Devlet birileri istediği için değil binlerce yıllık süreçte, sınıflar savaşı içinde şekillenmiş ve bugünkü ideolojik ve fiili gücüne ulaşmıştır, o tümüyle sınıf mücadeleleri sonucu toplumsal bir temele oturarak kendisini mükemmelleştirmiştir. Devlet olarak yok olması da bir anda değil toplumsal mücadele ile süreç içinde olacaktır. Bunun yanında proletarya diktatörlüğü siyasal bir ayrı sistem değildir, proletarya diktatörlüğü var olan veya tahayyül edilen hükümet biçimi olarak anlaşılamaz, proletarya diktatörlüğünü biçimsel yasallıklarla kendisini savunan kurumsallık olarak anlayanlar ona itiraz etmekte baştan sona haklıdırlar. Proletarya diktatörlüğünü iktidarın ele geçirilmesi olarak anlayanlar bu sorunu hiç anlamamışlardır. Proletarya diktatörlüğünün hükümet biçimleriyle ve kurumsallıkla uzak yakın ilgisi kurulamaz. Aynı biçimde proletarya diktatörlüğü bir siyasal sistem olarak ele alınamaz, bu tür anlayışlar sorundan uzaklaşarak proletarya diktatörlüğünü hükümet biçimleriyle karıştırılır. Onu işçi sınıfının iktidarının bir gereği olarak görmek tümüyle saptırmak, yanlış yollara sürmektir, yanlış anlayışlardır. Proletarya diktatörlüğü sadece komünizme geçiş döneminin aracıdır.
Marksizm-Leninizm, proletarya diktatörlüğüne kurumsal bir anlam yüklemez bir süreç olarak anlar, bir taktik veya politik adım olarak değil, var olan sınıfsal çelişkilerce belirlenen verili koşulların, zorunlu sonucu olarak bir gerçeklik olarak anlar. Bu, Komünist Manifesto’da açıklanan komünizm anlayışının doğal sonucudur. Komünizm bir reform önerisi, bir reformcunun modeli değil, var olan gerçekliğin kendisi olarak tanımlanır. Kapitalist gelişme içinde ona yabancı biri ekonomik diğeri siyasal iki farklı eğilim ortaya çıkar ve bu eğilimler proletarya diktatörlüğünün nüveleri olarak kapitalizmin gelişimi içinde büyürler. Kapitalizm yüksek ekonomik gelişimiyle doğal olarak toplumsal mülkiyetin temellerini hazırlar. Aynı süreçte siyasal olarak işçi sınıfının sömürüye ve kapitalist mülkiyete karşı mücadelesi doğar ve güçlenir. Kapitalizm altında bu iki eğilim birbirinden ayrı gelişir. Bu iki eğilimin buluşması ve gelişimi ancak ekonomik ve siyasal alanın birleşmesiyle mümkün olur. Bunun için işçi sınıfının burjuva devleti yıkıp iktidarı ele geçirmesi gerekir. Bu iki eğilim toplumsal bir devrimle ve ancak iktidar olarak birleşir ve proletarya diktatörlüğü böylesi bir tarihsel gerçeklik olarak doğar.
İş bölümü, yalnızca mesleki ayrıcalıklarla tanımlanamaz, kurumsallaşmış, bürokrasi ve ideolojik maddi güç ve çıkar odaklarından oluşur ve tüm toplumsal ve ekonomik hayatı kuşatmıştır. Bu kuşatma, iktidar olmakla kırılamaz, devrim bunların yerine yeni elemanlar atayarak toplumsal gerçekliği değiştiremez. Bu bir süreç sonucu, işçi ve emekçi sınıfların kendi kendilerini yönetebilir düzeye yükselmesiyle de başarılamaz. Ancak tüm sınıflarla birlikte işçi sınıfının kendi kendisini de sınıf olarak ilga ettiği koşullarda gerçekleşebilir ve bu sürecin tümü proletarya diktatörlüğü altında geçeklik kazanabilir. Proletarya diktatörlüğü eski egemen sınıflara karşı zor gücünü hem kurmak hem işletmek zorundadır. Ancak proletarya diktatörlüğü, gücünü bürokratik kurumsal yapılara dayandıramaz, proletarya diktatörlüğünün asıl gücü kitlesel işçi ve emekçi yığınlarının inisiyatifinden, örgütlülüğünden alır. Proletarya diktatörlüğü silahlanmış kitleler demektir.
Proletarya diktatörlüğü, kalıcı kurumsal bir yapı oluşturmaya çalışmaz. O, sadece bir geçiş dönemi aracıdır, bir toplumsal faormasyon değildir, kendine has üretim ilişkileri, ekonomik yaşam kurmaz. Onun siyasal, örgütsel ve ekonomik yapılanması ve ilişkileri, sınıfsız topluma, komünizme varma hedefleri tarafından belirlenir. Proletarya diktatörlüğü, kendisini ulusal sorunlara bağlayamaz onun görevi dünya devrimini gerçekleştirmektir. Dünyanın her hangi bir yerindeki bir devrim ve kurulan bir proletarya diktatörlüğü, kapitalist dünyadaki tüm proletaryanın temsilcisi olarak kendisini konumlandırmalıdır, bu da ancak kendisini her türlü ulusal darlıklardan kurtarmasıyla mümkün olabilir ve bunu başardığı oranda dünya proletaryası da bu gücü kendi öz organı olarak koruyacaktır. Bu bir hayal değil gerçeğin kendisidir.
Biz geçiş dönemini ve bu dönemin kurumlarının işlevlerini kısaca şöyle tarifleyebiliriz: İnsanların yönetiminden şeylerin yönetimine doğru geçiş… İşte ancak o zaman komünizmden ve devletsizlikten bahsedebiliriz. Sovyet deneyimini; insanların yönetimini ortadan kaldırmak bir yana daha da derinleştiren kaskatı bürokratik bir aygıta dönüştüğü için eleştiriyoruz. Kafa ile kol, kadın ile erkek, kır ile kent ve uluslar arası çelişkiyi sönümlendirme sürecini örgütlemek bir yana emperyalist kapitalist dünya ile sanayi yarışına girmek adına, bunları daha da derinleştirdiği, bir bütün olarak sınıfsızlığı örgütleme yolunda ilerlemediği için eleştiriyoruz. Konseyler demokrasisini gerçekleştirmediği ve parti diktatörlüğüne dönüştüğü için eleştiriyoruz ve eleştireceğiz de. Özcesi, tarihsel deneyimlerden süzüp çıkarmamız gereken ders; şeylerin yönetimine doğru ilerleyip özgürlükler dünyası olarak komünizme geçişi, her daim geçiş sürecinin en yaşamsal ilkesi olarak alacak bir devrimdir bugün önümüze koyduğumuz devrim.
Öyleyse yazıyı şu hatırlatmayla bitirelim; dünya zihinlerde hareket eden bir yer değil, zihni süreçler olarak yürüyen bir yer değil, zihinlerde yıkılan kurulan bir yer değil, gerçekte hareket halinde olan bir yer. Gerçek olana odaklanmak, bizleri devrimci kılacak yegâne yoldur.
Son bir not: Zafer Onat, Ekim Devrimiyle kurulan Bolşeviklerin iktidarını karşı devrim olarak görüyoruz diyor ve devamında “Bunun… Leninist teoride karşılığını bulan bir politik tercih olduğunu da biliyoruz.” cümlesini ekliyor. Bu tespitleriyle, tüm Leninist iddialı örgütleri “karşı devrim” saflarına katıp katmadığını bilemiyoruz. Yazar, bu cümleleri hangi anlamda kurmuş olursa olsun, biz, yazar ve temsil ettiği çevre dâhil, devrim iddiasından vazgeçmeyen tüm güçleri, emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşta dost ve müttefiklerimiz olarak görüyoruz.
[1] https://www.yeryuzupostasi.org/2020/12/06/anarsizm-platformizm-leninizm/