IŞİD (Irak Şam İslam Devleti), pratik politik varlığı yönünden yok olmaya yüz tutmuş bir örgüt olarak, 21. yüzyılın siyasal dinamikleri üzerinde şimdiden derin bir iz bıraktı. Kısa ömrüne rağmen politik şiddeti, eylem biçimlerini, zorun mekân ve iktidar ile ilişkisinin eşiği ile varoluş karakterini yeniden tanzim ettiği gibi ideo-politik saflaşmaları da değiştirebildi.
IŞİD, yalnızca coğrafya olarak ifade imkânı bulabildiği, düşmanlarına karşı ciddi bir tehlike olarak belirdiği Suriye ve Irak’ta değil; dünyanın hemen hemen her yerinde yeni siyasal akıl yürütme tarzlarına sebep oldu. Bu örgüt, kendisine çeşitli gerekçelerle karşı olan birçok farklı görüşü birleştirebildi. Yüzlerce yıl öncesinde kaldığı zannedilen hukuk ve düzen algısının, korku filmi setlerinden farklı olmayan infaz ve yargılama görüntülerinin yüksek çözünürlüklü kameralarla kayıt altına alınıp medya aracılığıyla dolaşıma sokulması gibi gayet çağdaş sayılabilecek yöntemler büyük nefret ve tiksinti uyandırdı.
IŞİD’e karşı olmak, aksinin ihtimaller arasında dahi olamayacağı ortak bir insani vasıf olarak resmedildi. Asla bir araya gelemeyecek gruplar, kendiliğinden, insaniyet değerleri adına birleşebildi. Bu birleşme iradesinin IŞİD adlı örgütün pratik varlığına savaş sahasında meydan okuyan, onunla çatışan ve nihayetinde bu varlığı yenen silahlı faaliyet ile ilgisi yoktur. Hatta IŞİD’in dinsel ve örgütsel gerekçelerle bölge halklarına yönelttiği tehdidin somut olarak menzilinde olan kesimler dahi bu iradenin pek bir faydasını görmüş değiller. Arap ve Kürt halkları, emperyalist devletlerin ayak oyunlarının ve riyakârlıklarının zaten farkındadır ve direnişleri de birliktelikleri de bu farkındalık üzerinden, herhangi bir teorik temele dayanmadan pratik zeminde gerçekleşmiştir.
Mesele, ayırt edici noktaları açısından yeni yeni şekillenen 21. yy düşünce dünyasında IŞİD’in dışındakilerin ortak bir paydada buluşabilmesidir. Bu örgüte karşı olmak adına, örgüt ile pratik savaş ile hiçbir alakası olmayan ayrı bir teorik kulvar oluşmuştur. Bu çizginin temel sloganının hümanizm olduğu ilk elden göze çarpmaktadır.
IŞİD karşıtlığının ortak dili: Hümanizm
Oklarını IŞİD’e doğru yönelten ve fazlaca sorgulanmadan ortak değer ilan edilen hümanizmin veciz bir özetini Tunus asıllı yazar Fethi Benslama yapıyor. İletişim Yayınları’nın baskısını yaptığı Ölüm Siyaseti isimli kitabında yazar, uzmanlık alanı olan politik psikiyatri içerisinden cihatçılık eleştirisinde bulunuyor. Bu yazıda, Benslama’nın görüşlerinin kısa bir özeti sunulduktan sonra, kitabındaki fikirlerinin psikolojist yönleri olduğu savunulacak. Klinik psikiyatrinin nesnesi olmayan, hastalık sınıflandırması içerisine dâhil edilmesi uygun düşmeyen belli yaşayış tiplerinin veya düşünce akımlarının ruhsal bozukluk olarak damgalanması psikolojizm olarak adlandırılacak ve bir tür kolaycılık olarak nitelenecek. IŞİD karşıtlığının herhangi bir şüpheye mahal vermeyecek ölçüde doğal görüldüğü, önyargısız ve soruşturmasız kabul edildiği politik ikliminin bu kolaycılığa zemin hazırladığı düşünülürse; aynı sorunlu yaklaşımların sosyalist devrimciliğe de hızlıca yöneleceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. IŞİD karşıtlığı uğruna hiç sorgulanmadan kabul edilen liberter görüşler, aynı zamanda sosyalist devrimciliğe de saldırı nüvelerini içinde taşıyor. Yazıda bu saldırıyı göğüslemek adına, verimli bir yöntem olarak eleştirel realist kuramdan da söz edilecek.
Tunuslu bir psikiyatrist olan Fethi Benslama Fransa’da Paris-Diderot Üniversitesi’nde kürsü sahibi bir akademisyen. Temel çalışma alanları arasında çağdaş dönem Avrupa siyaseti ve İslam’ın psikanalitik incelemesi yer alıyor. Ölüm Siyaseti-Cihatçı Üst Müslümanlar isimli kitabında da yazar, IŞİD’li militanların örgütlülük süreçlerini, şiddet eylemlerine katılım mekanizmalarını ve radikalizmin olası sebepleri konu ediyor.
Benslama’nın kitabı, IŞİD aleyhinde neredeyse hiçbir itirazın gelmediği ortak görüşün iyi bir özeti ve temellendirmesi olarak düşünülebilir. Kitapta IŞİD’e sempati duyan bireylerin oldukça genç yaşta (15-25 yaş) örgüte katıldıkları, kurumsal bir İslami kimlikten gelmedikleri ve dini bilgiler yönünden oldukça zayıf oldukları hakkında ayrıntılı bilgi akışı mevcut. Özellikle Avrupa kökenli cihatçıların parçalanmış ailelere mensup, banliyölerde yaşayan ve anlık kararlarla örgüte yönelen gençler olduğu vurgulanıyor. Deneyimli bir siyaset bilimci olan Oliver Roy da konu hakkında benzer iddialara sahip. Roy bir söyleşisinde, “Benim tezime göre bu radikalleşmenin baş nedeni, Müslümanlığa yapılan göndermelerle bir şiddet ve hınç kültürünün birbirine karışması; hastalıklı, olumsuz ve intiharı yücelten bir kahramanlıktan nihilist bir büyülenme. Columbine’deki genç caniler kendi okullarındaki insanları öldürüyorlar; eyleme geçip ölmeden önce internete koydukları videolarda kendi mizansenlerini yapıyorlar; zira hikâyenin sonu daima ölümdür. Baader-Meinhof Çetesi’nin de sonu böyle olmuştur.” diyor.[1]
IŞİD’in vahşeti apaçıktır, görünürdedir; çünkü örgüt şiddeti zaten göstermek istemekte ve buna ihtiyaç duymaktadır. Çağdaş devletler ise kendi şiddetini gizlemekte, normalleştirmekte ve gerekli ilan etmektedir. IŞİD şiddeti bir propaganda yöntemi olarak ne kadar gösterme ihtiyacı hissediyorsa, emperyalist kapitalizmin de kendi şiddetini o kadar fazla gösteri toplumuna ve metalar dünyasına yedirme ihtiyacı bulunmaktadır.
Üzerinde ortaklaşılmış hümanist literatürde, görünürde olan ve buna ihtiyaç duyan cihatçı şiddet patolojik ilan edilirken, kendini gizlemeyi başaran şiddete karşı yalnızca eleştiri yapılmakla yetiniliyor. Eğer Roy’un çifte standardı, radikalleşmenin baş nedeni olarak intiharı yücelten bir nihilizm tespitinde kalsaydı -yani felsefe kapsamından çıkmasaydı- mazur görülebilirdi. Roy’da ve Benslama’daki hastalıklı kişiler ithamı, felsefenin öznelliğe imkân tanıyan geçişken sınırlarından çıkılarak artık bilimsel bir alana girildiği anlamını taşıyor. Hastalıklı bireyler tamlamasının bir psikanalist tarafından da kullanılması, birey-örgüt ilişkisini bilim başlığında yeniden ele alma ihtiyacını doğuruyor.
Anahtar kavram olarak köktencilik
Benslama’nın IŞİD’i açıklayabilmek için kullandığı birkaç kavramsal aracı var. Tüm fikirlerinin anahtar kelimesi olarak köktencileşme terimini kullanıyor. 11 Eylül 2001 tarihindeki İkiz Kule saldırılarından sonra cihatçılığın terörizmin evrensel kökeni düzeyine ulaştığını vurguluyor. Benslama günümüzde yaşadığımız her sorunun kökeninde bu mefhumu yani köktencileşmeyi görüyor. Ona göre devlet şiddeti ve otoriter yönetimler dahi köktencileşmeye bir tepki olarak doğuyorlar.
“Hukuk devleti ölümcül darbeler alırken geri çekilip istisnai bir yönetim biçimine boyun eğmiştir. Bu istisnai durumu, terörizmin vahşiliğinin karşısına olağanüstü hal içindeki, başka bir deyişle sürekli aşırı tepki halindeki devleti koymuştur.”[2] Köktencileşmenin potansiyel bir terör odağı sayıldığı bu noktada Benslama’nın artık objektif inceleme yöntemlerini terk ettiğini iddia edebiliriz. Yazar olağanüstü devlet biçiminden söz ederken, Agamben, Foucault ve diğer postyapısalcı filozofların ismini anmıyor. Olağanüstü devlete oldukça eleştirel yaklaşsa dahi, kullandığı boyun eğme ifadesi sorunların kökeni olarak köktenciliği işaret etmektedir. Oysaki yazarımızın ismini anmadığı olağanüstü devlet biçiminin ayırt edici hallerine odaklanan diğer yazarlar, olağanüstü hali bir istisna olarak belirlerken bir tür boyun eğme halini değil kapitalist devlet biçiminin bu istisna haline mecbur olduğunu savunmaktadırlar.[3]
Köktencilik eleştirisi veya reddiyesi yapılırken çubuğu kolaylıkla kapitalist ilişkilerden yana bükmek, aynı zamanda kapitalist devlet eleştirisi hatta onun ilgası fikrini de başından itibaren bloke etme ihtimalini taşımaktadır. Benslama’nın modern devletin şiddetinin sebebi olarak köktenciliği suçlaması tüm görüşlerine sinmiş durumdadır. Ona göre köktencilik olmasaydı, belki de liberal devlet potansiyel iyilik hallerini dışa vurabilecekti. Köktenciliğin serüveni anlaşılmaz ve anormalin varyantı iken, devlet şiddeti ise anlaşılabilir ve normalin varyantıdır.
Şiddetin psikanalitik incelemesi de köktencileşme sayesinde mümkün olmaktadır. Köktencileşme mefhumunun Benslama’nın tezlerinde diğer kritik rolü de budur. “Önceleri toplumbilimin terörizme yaklaşımı, ideolojik şiddeti kullanan gruplar ve bu şiddetin siyasal ve toplumsal anlamının incelenmesini merkeze alıyordu. Köktencileşme mefhumuysa bireylerin, öznelliklerin, izledikleri yolların, katıldıkları gruplardaki etkileşimlerin göz önüne alınmasını sağlamıştır.”[4] Köktencileşme mefhumunda derinleşilmeseydi, radikal eylemlerin sebebi olarak yalnızca toplumsal nedenler ve ideolojik bağlamlar gösterilecekti. En fazla Gilles Kepel’in çalışmasındaki gibi, şiddet eylemleri bir olay olarak kavranacak, öznenin bilincine ve istencine bağlı bir olgu olarak görülmekle yetinilecekti.[5]
Bir kez radikal şiddet eylemleri alanına girilince, köktencileşme mefhumu sayesinde bilinçdışı boyut da işin içine dâhil olur ve psikopatolojik süreç başlar. Benslama’nın çok sık referans olarak gösterdiği Khosrokhavar, hapishanede yaptığı araştırmalarda köktencileşmiş tutukluların %40’ından daha fazlasında, hatta kimi durumlarda daha da çoğunda psikopatolojik boyuta rastlandığını ifade ediyor.[6]
Yazara sorulsaydı, muhtemelen belli yaşayış şekillerini, hayat boyunca karşılaşılan sorunlara karşı cevap aramayı, benzer düşüncede olan kişilerle bir araya gelip örgütlenmeyi hatta hakkını arama davranışlarını hiç de patolojik saymadığını söyleyecektir. Ona göre, örgütlenen birey şiddet eylemlerine giriştiğinde bir sınırı aşmaktadır . Bu sınırın devlet tarafından terör, yazarımız tarafından ise hastalık olarak sınıflandırılması manidardır. Benslama, belirli tipte varoluş problemlerinin şekillendirdiği bilinçdışının artık patolojik yani hastalıklı hale gelmiş bilinci yaratığını söylüyor. İddiasını hiç çekinmeden cihatçılıktan diğer ideolojilere doğru genişletiyor. “Bugün toplumbilim çalışmalarında İslamcılık merkezde olmasına karşın, bu yaklaşım başka ideolojilerle de ilgilenir. Yalnızca iki olguyu anarsak, Fransa’daki Doğrudan eylem ya da Almanya’daki Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi hareketlerin aktörlerinin geçmişe yönelik biçimde incelenmesi sağlanmıştır.”[7]
Cihatçılığı patolojik ilan eden bu bakış açısı, eşzamanlı olarak komünist devrimciliği de hastalıklı sayıyor. IŞİD’in düşman gördüğü kesimlere karşı sorgusuz sualsiz sergilediği vahşet görüntüleri, kadın ticareti, tecavüz ve tağut düşüncesinin analizi yerine, kendi canını feda etmeyi göze alan şiddet eylemleri inceleniyor. Cihatçılık mahkûm edilirken ona özgü düşünce ve davranış kalıpları yerine, yalnızca her ezilenin ortak yönleri arasında olan egemen düzene karşı şiddete başvurma ve kendi hayatından vazgeçebilme hali hastalık sınıfına dâhil ediliyor. Bu sınıflama iki açıdan sorunlu: İlki psikoloji bilimini burjuvazinin inşa ettiği düzen lehine yorumlama hatası, ikincisi ise ezilenlerin tercihlerinden biri olan silahlı mücadeleyi -düzen yıkıp inşa eden bir yöntem olarak hiç ilgisi olmadığı halde- psikolojik sorunlar alanına dâhil ederek içine düşülen psikolojizm sorunu. Psikolojizm cihatçılığı yererken, ezilenlerin koca bir isyan geleneğini de silip yok etme riski taşıyor.
Köktencilik sınırı aşarak nasıl şiddete yönelir?
Benslama’nın tezlerine yanıt üretmeden önce, köktenciliğin sınırı nasıl aştığı üzerine düşüncelerini incelemeye devam edelim. Benslama’ya göre köktencileşme, zaten kökü olamayan veya kendisini köksüz sayan bir kişinin kök salma arzunun bir belirtisi. Kök salma semptomumun aşırılık olarak görülmesi için sadece anlam arayışı veya sıkıntıların merkezine anlamı koymak yeterli olmaz. Anlamın mutlaka hazla birleşmesi gerekir. Köktencileşme, tam da bu aşamada, aşırılığa kaynaklık ettiği zaman anlamı hazla birleştirme başarısını gösterir. Cennet, anlam ve hazzın birleşmesi için uygun bir imgedir. Cihatçı, hazza yani cennete, ancak yok olduktan sonra ulaşabilecektir. Yok olmanın göze alınabileceği bir silahlı eylem, böylece anlam kazanmaya başlar. Artık cennet, coşkunun da tanıklık ettiği aşkın bir kök salma mecrasıdır.
Köktencileşen kişilerin 15-25 yaş arasında olması ise askıya alınmış ergenlikle ilişkilidir. Benslama’nın cihatçıları ruhsal hastalıklı bireyler sınıfına dâhil ederken ergenlik sıkıntılarını önemli bir neden olarak gösterir. “Burada köktencileşmeyi doğrudan ergenlik sıkıntılarına bağlı bir nedenselliğe indirgemek niyetinde değiliz; tek bir nedensel öğeyi ele almakla yetinmek her zaman yanlıştır.”[8] Tek bir neden olmasa da 20. yy’da çocukluğun kısalması, olgunluğun gitgide daha da ileriye ertelenmesi, ergene içinde bulunduğu toplumu iyileştirebileceği hatta insanlığın kurtarıcısı olabileceği yanılsamasını yaratır. Benslama’ya göre, her idealde gizli ve patlamaya hazır bir köktencilik vardır. Ergen, uğrunda ölüm dahi olsa, deri değiştirme, kabuğu kırma arzusunun izini eyleme geçerek sürer.
Bu tespitler için yazarın gösterdiği referanslar ise bir hayli subjektif. Kitapta bazen “Benim klinik gözlemlerime göre…” ibaresi geçiyor bazen de “Terörizmle Mücadele Merkezi yargıçlarından biri bana dedi ki…” cümlesine rastlanıyor. Hâkim, Benslama’ya soruşturduğu dosyalardaki kişilerin en az üçte birinin savaş alanından döndükten sonra psikotik davranışlar sergilediğini söylemiş!
Yazara göre şiddet eylemine yönelen kişi kaygısını şu şekilde aşar: kimliği zaten kırılgan olduğu için, bu kırılganlığı güçlü bir zırha dönüştürür ve talep yaratır. Köktencileşme ise bir arz olarak, bu talebin çatlaklarını kapatır, üzerini örter. Bir kez kaygı yatışınca, kişide özgürleşme duygusu belirir ve böylece kişi çok güçlü olduğunu düşünerek atılım yapar. Şiddet eylemine girişen biri, artık bir başkasıdır. Başka bir ad seçer, örgütünün davranış kalıplarını tıpatıp benimser. Benslama’ya göre örgüt bir robottur. Radikalleşmiş özne, robota boyun eğer.
Militanın örgüte aidiyet duygusu ve üst-ideoloji
Yazarın görüşlerinin en can alıcı yeri şimdi başlamaktadır. Varoluş problemi veya kimlik çatlağı yaşayan özne ruhsal sıkıntılarını öylesine şiddetli yaşamaktadır ki, ölüm pahasına, bir dış eylemlilikle bu problemleri çözmek ister. Örgüt ve eylem, radikal kişinin ruhsal problemleriyle baş etme girişimi haline gelir. Köktencilik narsistik çekiciliğin temel öğelerini ortaya koymaya başlar. Benlik ideali yetersizliği derinleştikte, gençler kolektif ideale yönelir. Kolektif ideal soyut bir şeydir ve onun eksiksiz cisimleşmiş somut hali şehitlik mertebesidir. Kimlik çatlağı yaşayan gençlere örnek vermek için, Benslama’nın referansı yine bir Terörle Mücadele yargıcıdır. Yargıç Tredevic, cihatçıların %40’ının göçmen ve Müslüman ailelerden değil de din değiştirenlerden oluşmasını, birinci dereceden ailenin ve çevrenin kaybettiği kimliği ve inancı yeniden bulma çabası olarak değerlendirmektedir.
Radikalleşmiş birey, bireysel yarasını, kendi tekil kimliğini örgüt içine yedirerek aşmaya çalışır. Radikal eylem yapan ve örgütün sloganlarını söyleyen özne, zombi bedenine bürünmüş bir hortlağı andırır. Nihayet, bu sırada zombi haline dönüşmüş bedenini de yitirmeyi göze alarak, kitle kıyımı yapar ve benliğinin arınmasını sağlar.
Benslama, sadece öznellik ve benlik zemininden köken alan bir açıklamanın ve radikal birey eleştirisinin yetersizliğinin farkındadır. Çünkü bireyler, yazarın hastalıklı saydığı davranışları bir ideoloji ve örgüt adına yaparlar. Radikalleşmiş bireyin aidiyet duydukları örgütler programlarında, eylemlerinde ve iç işleyişlerinde öznenin ihtiyaçlarına cevap veriyor gibi görünmezler. Aksine, örgütlerin sözleri hep büyük ideolojiler ve bireylerle ilgisiz görünen yapısal olaylar üzerinedir. Yazar varoluş problemi çektiğini iddia ettiği gençleri hızlıca psikopatolojinin konusu ilan ederken; sosyalizm, anarşizm, İslamcılık gibi bilindik ideolojileri böyle nitelemekten çekinir.
Kısa bir süreyle, Benslama’nın tespitlerine katılalım ve radikalleşmiş bireyin ruhsal sıkıntıları olduğu ve bu sıkıntıları aşmak için silahlı eyleme yöneldiğini varsayalım. Militan özne, şiddet eylemini daima bir ideoloji adına yapmaktadır. İdeolojiler, intihar girişiminden farklı olmayan politik eylemleri gizlemek için bir maske haline mi gelmiştir? Benslama, tezlerinde İslamcılık, sosyalizm, anarşizm, radikal demokrasi gibi ideolojilerin bir anda intiharın örtüsü haline gelebilme ihtimalini fark eder. Eğer militan varoluş sıkıntısı çeken bir hastadan farksızsa, klasik bir intihar yöntemi yerine bir ideolojiyi tercih etmiş demektir. Benslama’ya hak vereceksek, bilindik ideolojiler de büyük zan altında demektir!
Yazarımız bu sorunu üst-ideoloji kavramı ile aşmaya çalışır. Militan, eğer bir ideolojinin etkisiyle ruhsal sıkıntılarını aşacağı bir silahlı eyleme girişiyorsa; sınırı aşmamış yani şiddet eylemine girişmemiş ideolojik alan da psikanalitik açıdan pek masum sayılmazdı. İdeolojiler, salt ideoloji olmalarından dolayı bireyi intihar benzeri davranışlara sürükleyebilir mi? Bu fikir ilerletilecek olsaydı, çeşitli ideolojileri benimseyen dünyadaki büyük çoğunluk, hastalıklar altında değerlendirilecekti.
Yazar, radikalleşmiş öznenin klasik ideolojilerin kapsamından çıktığını ve artık kendisini üst-ideoloji alanına ait saydığını iddia ediyor. Radikal özneye göre klasik ideolojiler yozlaşmış, değiştirme kabiliyetini yitirmiş ve eskimiştir. Militan, benimsediği ideolojiyi diriltme görevini de kendi kendine yükler. “Bir Müslüman’ı, çok daha fazla Müslüman olması gereken bir Müslüman tasarımı aracılığıyla, olduğu haliyle kendi Müslümanlığını aşmaya iten baskıya Üst-Müslümanlık adını veriyorum.”[9]
Benslama, kişinin kendini aşarak bir kahraman olmasına olanak sağlayan tek dinin İslamiyet olduğu görüşünü onaylar. Yine de geleneksel İslam’ın ölümü erek haline getirmediğini teslim eder. Üst-Müslümanlık ise geleneksel olanın tersine, ölümü kahraman olma amacıyla bir hedef haline getirir. Psikanalizin temel kuramsal buluşlarından olan özdeşleşme, bilinçdışı kavramıyla ilişki içerisinde örgütsel psikolojide de iş başındadır. Kendini köksüz hisseden cihatçı, İslam’a ait bir kök ile özdeşleşip yeniden kök salmanın yolunu ararken, insan türü ile özdeşleşmesizlik sürecine girer. Böylece kendini kurban ederken, kitle kıyımı da yapabilir hale gelir. Benslama’ya göre “Üst-Müslüman’ın conatusu çılgın bir kurban etme arzusundan geçer.”[10]
Benslama’ya yanıtlar
Benslama çoğunlukla İslam’ı ve cihatçılığı konu edinir. Silahlı eylem yapan militanı patolojikleştirmek için birçok genelleme yapar. Marksist-Leninist devrimciliği iki yerde anmasına karşın, yaptığı genellemeler pekâlâ komünizme de uyarlanabilir. Eğer, dünyaya nam salan çağdaş bir komünist örgüt var olsaydı, Benslama Üst-Müslüman’ın yerine Üst-Marksist’i, cihatçılık yerine de komünizmi yerleştirmekten imtina etmezdi.
Benslama’nın devrimci irade ve militanlığı patolojik ilan ederken devlet şiddetini geri planda tutması liberter bir bakıştır. Bu görüşler üç başlıkta eleştirilebilir. Yazara ilk elden yanıt, ezilenlerin köklü direniş geleneği ve bu alana ait tarih yazımıdır. İkinci başlık, psikiyatrinin kabul görmüş hastalık sınıflandırmasında böyle kavramlara yer olmadığı bilgisidir. Üçüncü ve son nokta ise, bilinçdışı ara başlığı ile birlikte eleştirel realist kuramın militanın şiddet eylemliliğini ve dönüştürme gücünü açıklama başarısıdır.
Sınıflı toplumlar ve insanlar arasındaki ezen/ezilen ayrımı
Benslama, politik şiddete yönelenlerin birtakım ayırt edici özelliklerini araştırır. Onların genç olmaları, banliyölerde yaşamaları, parçalanmış ailelere sahip olmaları, din değiştirmeleri, zenginliklerini kullanmamaları gibi ortak özellikler saptar. Oysa politik şiddete yönelenlerin kesinleşmiş olan tek ortak özelliği mevcut iktidara, egemen zor aygıtına karşı olmalarıdır. Diğer özellikler, var olsalar bile, politik şiddete başvurulmadıkça araştırma konusu dahi olmaz. Örneğin psikanalistin Avrupalı cihatçıların sahip olduğu ve şiddet eylemlerine neden olarak gördüğü özellikler, ancak bu gençler Suriye topraklarında savaşmaya gittikten sonra anlamlı özellikler haline gelebilmiştir.
Modern kapitalist devlet, kendi ideolojik formlarını tüm bireylere dayatır; bunu en başından beri kullandığı zor aygıtına dayanarak becerir. Sayılamayacak kadar çok insani özellik egemen ideolojik formlar içerisinde barınır. Bu özellikler hemen hemen her zaman uyum sağlamaya yönelir, uyum sağlayamayan özellikler ise törpülenir. Politik şiddet, bilinçsizce uyum sağlama ritüelinden kopuşun tek koşuludur. Politik şiddete yönelmiş kişi, bunu çoğu zaman örgüt aracılığıyla, örgüt olmadığı zaman da çoktan yok olmuş veya güncel olan bir örgütün gerçeğiyle değil de imgesiyle gerçekleştirir. Sonuçta ister gerçek isterse de imge olsun, mutlaka bir örgüt tasavvuru bulunmaktadır.
Politik şiddete yönelen militan, örgüt aracılığıyla iktidara başkaldırır. Bu başkaldırı hali, militanın görünürdeki tek özelliğidir. Benslama’nın saptadığı ortak özellikler yetersiz olmaktan ziyade ortak özellik olma vasfını dahi taşımaz. Bu özellikler başkaldıran bireyin sadece ikincil karakterleri olabilir.
Peki, başkaldırı birtakım ruhsal sıkıntılardan ileri geliyor olamaz mı? Başkaldıran bireyin psikiyatrik problemleri olması ihtimal dâhilindedir; ancak başkaldırı halinin kendisi tarihin verili bir ayrımıdır. Sınıflı toplumlar tarihinin başından itibaren başkaldırı var olmuştur. Egemen iktidara karşı politik şiddete yönelmiş topluluğa yönelik dışarıdan atfedeceğimiz tek özelliğin onların başkaldırıyor olma hali ise, içeriden yapılacak tanımlama onların ezilen olmalarıdır.
Başkaldırma hali, bir politik eylem sonrasında dışarıdan yapılacak sınıflama ise, politik eylemlilik öncesi yapılacak ayrım ezen-ezilen ayrımıdır. Başkaldıran birey mutlaka ezilenlerle özdeşleşir. Ya ezilenlerin doğal bir parçasıdır ya da ezilenlerin davasını savunarak kendi verili hayatından göç eder. İktidarın dinsel, cinsel, sınıfsal veya ahlaki mezalimine uğrayan ve bunu farkeden kişi ezilenlerin doğal bir parçası haline gelir. Başkaldırı, ezilenin bu farkındalığı değiştirme iradesidir ve tek gerçekçi yolu politik şiddete başvurmaktır.
“Gerçeğin bilgisi, “ezilmiş yaratık” için sadece, ezilmesinin ne kadar “doğal” olduğu bilgisidir. Ezilen bu bilgiyi -kendi konumundan, her bilgiyi- de gerçekle birlikte reddeder. Gerçeğin bilgisi, tam da gerçeğin olan bilgidir. Gerçek, ezenin gerçeğidir; ezen, (gerçekle ilişkisinde) özgürdür. “İktidar özgürlükle özdeştir.” Ezilen, kendisi, özgür değildir; işte bunu “bilmek”tedir. Özgür olmak için iktidar olmak gerekmektedir. Bunun yolu, ya bu dünyadaki iktidarla “özdeşleşmek”tir, ya da olmayan, hayali bir dünyanın efendisi (özgürü) olmaktır. Ezilenler, duruma göre, bu seçeneklerin birinde karar kıldıkları gibi, her ikisinin uygun bileşimlerini de yaratabiliyorlar. Ancak hiçbir durumda bilinçlerinin kendilerine oynadığı oyunu bozamıyorlar, çünkü ezilmişlik konumları, bu gerçek, oyunun ontolojik temeli varlığını koruyor. Ezilenlerin; politik, felsefi, dinsel, ahlaksal, artistik, teorik, “ideolojik” anlatımlarının -Marksizm dışındaki- tümü kendi düzlemlerine bu temel yönelimi yansıtırlar.”[11]
Benslama’nın insan türü ile özdeşleşeyemeyen militan figürü, esasında iktidar ile özdeşleşemeyendir. Benslama’nın tezlerinde insanlık egemen iktidarla eş anlamlı hale gelmiştir. Politik şiddete yönelen özne, insan türünün önemli –hatta aynı zamanda büyük çoğunluğu oluşturan!- bir parçasıyla, yani ezilenlerle özdeşleşir. Bu özdeşleşmenin bir örgüt aracılığıyla gerçekleşiyor olması simgesel önem taşır. Simge olarak örgüt, geniş ezilen yığınları içerisinde özdeşleşmenin kapsamını ve yolunu işaret eder. IŞİD’li cihatçılar için de durum böyledir. Bu noktada, Kayaoğlu’nun yukarıdaki alıntıda belirttiği üzere, hem teorik hem de politik alanda Marksizmin ciddi üstünlüğü vardır.
Birey, yapısal çelişkiler sonucunda ezilenler arasında yer alır. Bu verili konumu ontolojiktir. Ezilen kesimde olduğunu bir kez farkeden birey bu verili konumunu, kendi gerçeğinin bilgisini yapılandırır. Bir ezilen olmadığı halde ezilenlerin davasını ideolojik/ahlaki/yaşantı şekli nedeniyle savunmaya başlayan kişi ise, zaten doğrudan bu yapılandırma aşamasına dâhil olur. Ezilen kesimlerde bu farkındalığa dayalı bir rezerv oluşur, değiştirmeye niyetlenir. Bazı ezilenler başkaldırır, ezenin ezme iradesinin örgütü ve aracı demek olan iktidarı ele geçirmek ister. Ezilenin başkaldırısı başarıya ve iktidarı ele geçirmeye odaklıdır. Militan bir feda eyleminde hayatını kaybetse dahi, özdeşleştiği ezilen blok ve onun simgesi olan örgütün başarısı söz konusudur. Bazen başarılı olur ve iktidarı ele geçirir. IŞİD adlı örgütün isminde de yer alan devlet için dahi bu durum geçerlidir. Yazarımızın iddia ettiği gibi özne, örgüt adı robota boyun eğmez; militan ile örgüt özdeşleşmiştir, tıpkı kapitalist devlet ile özdeşleşen ya da uyum sağlayan yığınlar gibi. Her iki uyum türü de ruhsal hastalıklar kapsamında değerlendirilemez.
Dolayısıyla politik şiddetin oluşma mekanizması, intihara yeltenen ya da varoluş sancısı çekip saldırgan davranışlar sergileyen kişilerden tamamen farklıdır. Benslama’nın tezlerinde verili kapitalist iktidar ve onun metotları doğal bir kural olarak algılandığından, ona karşı olan her edim ruhsal hastalıklar torbasına gönderilmiştir.
Ezme-ezilme ilişkisi, başkaldırı, başarı veya yenilgi kapitalist uygarlığa özgü değildir. En sıradan yazınıyla bile tarih, devlet ile çeşitli gerekçelerle iktidarı zorla zapt etmek isteyen ezilenler arasında geçen mücadeleyi konu edinir. Roma’daki köle savaşları, Mazdek ayaklanması, Babek isyanı, Hasan Sabbah isyanı, Şeyh Bedreddin ayaklanması, İngiltere köylü savaşları, Haiti köle iktidarından Paris Komünü’ne ve Ekim Devrimi’ne uzanan yüzlerce ayaklanma söz konusudur. Her birinin tarih yazımı ayrı olmakla birlikte, ezilenlerin bazen başarılı olduğu bazen de ağır yenilgiler aldığı evler olmuştur. Tarih, ezen ve ezilen arasında tespit edilmesi imkânsız çeşitlilikte iletişim barındırır. Ezilenler kendini ifade etmek, başarılı olmak ve iktidarı zapt etmek için sayısız yol denemiştir; ezenler nezdinde de tablo pek farklı değildir.
Mevcut anda eyleyen veya eylemeye niyetlenen militan da, örgütü aracılığıyla kolektif olarak yaratılmış olan hafızaya yaslanır. Ezilenlerin mücadele belleği, şimdiki zamanda işler vaziyettedir. Dolayısıyla devrimci iradenin cesareti nihilist bir boşluğa sürüklenmez; mutlaka ortak hafıza sayesinde bilince taşınmış olan ve hiç de ütopik olmayan bir başarı ülküsüne dayanır.
Benslama’nın tıbbi hataları
Hasta kişi değil de hastalık kavramı söz konusu olduğunda, hastalarla sürekli karşı karşıya olan klinisyenin kişisel tecrübesinin ve görüşlerinin önemi kalmaz. Üzerinde uzlaşı sağlanmış deneyler veya teorik akıl yürütmeleri ardından bir hastalık tanımlaması yapılır ve tedavi yöntemleri belirlenir. Elbette bu süreç boyunca da teker teker kişiler görev alırlar; fakat kendi kişisel deneyimleri yerine belirli bilimsel usullere tabi olurlar. Kanıta dayalı tıp, bir klinisyenin yürürlükteki kurallara katılmayarak kendi hastasına farklı bir yöntem uygulaması sonucunda olumlu netice elde etmesine başarı payesi vermez. Kanıta dayalı tıp, kişisel tecrübeler yerine bilimsel yöntemlere dayanan değişimlere açık kapı bırakır. Klinik anlamda, bu bilimsel yöntemler genellikle çok merkezli, yeterli çeşitlilikte, binlerce hasta/gönüllüyü kapsayan ve kontrollü çalışmaları kapsar. Psikiyatri de klinik açıdan bu yöntemlerden muaf değildir. Psikanaliz ise, nesnesinin farklılığı itibarıyla bu tarzdaki deneysel yöntemleri kullanmaz; bilinçdışının anahtar kavram olduğu psişik yapılar hakkında kuramlar bütününü ifade eder.
Benslama’nın tezlerinin en önemli handikaplarından biri de öznel düşüncelerini kuramsal alandan organik alana kaydırmasıdır. Yazarın psikanalize içkin görüşleri, İslam’ın ve cihatçılığın analizi olarak kalmamakta ve tedavi edilmesi gereken hastalıklar tespitine evrilmektedir. Organik alana girildiğinde ise, Benslama’nın referansları oldukça yetersizdir. Tespitleri arasında bilimsel yöntemlere dayanan kanıtlar yoktur; sık sık “benim karşılaştığım hastalar”, “benim gözlemlerime göre”, “terörle mücadele yargıcının dediğine göre” ifadeleri yer almaktadır. Siyasal, sosyolojik ve ideolojik etmenler yok sayılsa bile, cihatçılık özgülünde militanlığın hastalık sınıfında değerlendirilebilmesi için çok sayıda cihatçının farklı merkezlerde farklı analistler tarafından uzun süre ile takip edilmesi zorunluluğu vardır.
İngiltere’deki psikiyatristlerin temsil edildiği profesyonel bir birlik olan Royal Collage of Psychiatrists bünyesinde yayımlanan “Terörizmle Mücadele ve Psikiyatri” başlıklı rehberde hastalık, radikalleşme ve terör eylemleri arasındaki bağlantılar inceleniyor. Metin radikalleşmenin bir ruhsal hastalık olmadığı vurgusuyla başlıyor. Radikalleşme, bireyin zihninde ve davranışlarında meydana gelen dinamik değişimin dünya görüşünde olayların algılanış biçiminin değişikliğe yol açması olarak tarif ediliyor. Ruhsal hastalıkların, şiddet eylemlerine yatkınlık yaratabileceği, tetikleyici bir faktör olabileceği söylenirken; bir hastayı şiddet eylemlerinden uzak tutmanın yolunun radikalleşmenin ortadan kaldırılması/ılımlılaşma çerçevesi ile sınırlandırılmaması gerektiğinin altı çiziliyor.[12]
“Bu nedenle psikiyatristlerin rolünün ve uzmanlık alanlarının radikal görüşlerin değiştirilmesi görevi yerine psikiyatrik bozuklukların tedavisi olduğunu ayırt etmek önemlidir. Bireylerin geniş bir inanç yelpazesi vardır; bunlardan bazılarının aşırı doğası, mutlaka onları etkileyen bir akıl hastalığı olduğu anlamına gelmez.”[13]
Rehberde Lyons ve Harbinson’un 1986 tarihli çalışmasına referansla bir örgütün politik şiddete başvurmasında ruhsal hastalık kavramının açıklayıcı olmadığı bilgisi yer alıyor. Hatta birçok örgütün kendi güvenlikleri ve operasyonel nedenler dolayısıyla önemli zihinsel sağlık sorunları olan bireyleri kendi bünyelerine kabul etmedikleri ifade ediliyor.[14]
2016 tarihinde Bastille Günü’nde gerçekleşen ve 84 kişinin hayatını kaybettiği Nice saldırısı, hem Benslama’nın hem de Royal Collage of Psychiatrist’in gündemine girmiş. Benslama, Tunus asıllı militanın psikiyatrik problemleri olduğu ve bu nedenle eylemi gerçekleştirdiğini yazıyor. İngiliz Psikiyatri Birliği ise, failin tıbbi raporlarının uygun dokümanlar olmadığını, bugüne kadar almış olduğu tedavilerin hiçbir fark yaratmadığını hatırlatıyor. Bu alanda geniş inceleme yapmadan kesin hüküm vermenin imkânsız olduğunu belirtiyor.
Corner ve Gill’in çalışmasında, örgüt kökenli eylemlerle ruhsal hastalıklar arasında bir ilişki olmadığı ve bunun birçok kanıtla ve ortak görüşle desteklendiği bilgisi yer alıyor. Aynı çalışmada herhangi bir örgüte dayanmayan bireysel politik şiddet eylemlerinde, kişinin geçmişinde istatistiksel olarak anlamlı bir ruhsal hastalık arka planı (çoğunlukla psikoz ve otizm) olduğu ifade ediliyor.[15] Hastalık öyküsünün varlığının, hastalığın eylemle ilişki kurmak noktasında yetersiz olduğunu söyleyen yazar, psikiyatrik sorunları olan kişilerin terör saldırısına yatkın kişiler olduğu düşüncesinin tıbbi izahı olmadığını düşünmektedir.
Benslama’nın cihatçıların ve militanların varoluş sancısı çeken ergen veya gençler oldukları tespiti, Youth Justice Board (Çocuk Mahkemeleri Kurumu) verilerinde yanlışlanmıştır.[16] Monahan’ın çalışmasında ise politik şiddet eylemleri ile yaşa ve demografik veriler arasında epidemiyolojik bir bağlantı olmadığı saptanmıştır.[17]
Bütün kitabı boyunca Benslama temel tıbbi kuralları ihlal etmektedir. Yazdıkları bilimsel yöntemlere dayanmadığı gibi, bilimsel kaynaklar tarafından da kolaylıkla yanlışlanmaktadır. Devrimci irade ve militanlık sayısız etmene bağlı olarak bilince çıkmakta ve eyleme dönüşmektedir. Bu sayısız etmenler arasında sadece psikolojiyi ele almak ve bunu da hastalık önyargısıyla yapmak, Benslama’nın içine düştüğü psikolojizm hatasıdır.
Ara başlık: Bilinçdışı
Benslama, medyada vahşet, kanlı eylem veya terör olarak adlandırılan yaşantı tarzlarını patolojik ilan ederken bilinçdışı terimini kullanmaktaydı. Gerçekten de bilinçdışı, psikanalizin kurucu kavramı olarak büyük önem taşımaktadır. Bilinçdışı, Benslama’nın iddia ettiğinin aksine, militanın ruhsal problemleri tespit emek yerine neden politik şiddete yöneldiğini açıklayabilir.
Jacques Lacan’ın kuramında iki önemli formülasyon vardır. “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır” aksiyomunu “Bilinçdışı siyasettir” aksiyomu izler. Lacan, dilin yapısından siyasal alana geçişi ifade ederken yapı-siyaset gerilimini yok etmeyi hedeflemektedir. Marksist literatürün de temel gerilimleri arasında olan soyut yapı-somut deneyim, kuram-siyaset ayrımı, politik olayların ya insan iradesinden bağımsız yapıların aktivitesi olduğuna ya da yapılarla ilişkisiz bilinçli öznenin eylemi olduğuna dayanır.
Marksizmi çeşitli okullara ayıran bu gerilim, Fransa 68 olayları sırasında, politik eylemlerin sıcaklığının verdiği cüretkârlıkla devrimci irade ve militanlığı savunmak adına “Yapılar sokaklara inmez” sloganını yaratmıştır. Bu slogana göre bilimsel kuramlardan, yapılardan bahsetmek siyaset sahnesindeki yaratıcı eylemliliği sönümlendirmektedir. İdrak eden özne yanlısı açıklamaya göre volontarist eylemler devrimsel dönemleri başlatmakta ve tarihi yaratmaktadır. Yapıların önceliğini savunan bazı akımlar ise, siyasetin herhangi bir farklanmaya imkân tanımadan, toplumların o esnada içinde bulunduğu ekonomik ve sosyolojik temel tarafından belirlendiğini ifade etmektedir.
Samo Tomsic, “Yapılar sokaklarda yürümez” sloganını tersine çevirmeyi, yani “Yapılar sokaklarda yürür” demeyi öneriyor. Yapı ile olay veya yapı ile siyaset arasında karşıtlık kurmayı en temel hatalardan biri olarak görüyor. “Dolayısıyla yapının sokaklara inmesi siyaset, yapı ve bilinçdışı arasında var olan bağ üstüne keskin bir tezin ifadesidir. Kısacası siyasal olaylar, yapısal çelişkilerin ve mantıksal oluşumların gerçekleşmesidir.”[18]
Eğer kaba yapısalcı bakış kabul edilseydi devrimci irade ile militanlık, bir fanteziye bel bağlayan ve hayalperestlikten öteye gidemeyen yaşantı tarzı olarak kalırdı. Tam tersine volontarizm savunulsaydı, belki ezilenlerin davasının meşruiyetine katkı sağlayabilirdi; fakat özne iradesini başköşeye aldığı için bireyin olası psikiyatrik sorunlarına yani Benslama’nın hatalı tezlerine de kapı aralanmış olurdu.
“Bilinçdışı siyasettir” ifadesi verimli bir çözümdür. Fethi Benslama ise militanı hasta ilan ederken, bu ifadeyi tersine çevirerek “Siyaset bilinçdışıdır” demiş olmaktadır. Yani ikinci ifadeye göre siyaseti psikolojik verilere göre açıklamakta ve bilinçdışı ögelere indirgemektedir. Bilinçdışı siyasettir derken, “Burada daha ziyade bilinçdışının öznesinin biçimsel bir şekilde siyaset sahası içine alınması söz konusudur.”[19]
Yapısal çelişkiler ve mantıksal oluşumlar neticesinde militanın devrimci iradesi şekillenmekte ve verili konumu(ezilenler veya onun davası safı) gereği tek çıkar yol olan politik şiddet kullanmayı tercih etmektedir.
Eleştirel realizmin katkısı
Eleştirel realizm, kurucu teorisyeni Roy Bhaskar’ın ifadesine göre doğa, toplum, bilim, insan etkinliği ve felsefenin doğasına dair uyumlu bir açıklama benimser.[20] Felsefe olarak eleştirel realizm, pozitivist olmayan natüralizm arayışına girişir. Sosyal bilimlerin sıkıştırıldığı pozitivizm-hermeneutik cenderesini kabul etmez. Sosyal bilimlerin doğa bilimleriyle aynı anlamda bilimler olduğunu temellendirmek için geçişsiz nesne-geçişli nesne ayrımı yapar, ontolojik düzlemleri türetir. Bhaskar, bilimin özünü açık fenomenlerden bunları doğuran yapılara doğru yönelmek olarak tarif eder. Bu yapılar ise farklılaşmış ve belirivermiş tabakalardır. Uzun ve derinlikli bir kuramsal çaba ile metodolojik bireycilik ile yasaların basit empirik düzenliliklere indirgenmesini aynı anda mahkûm eder.
Eleştirel realizmin bu yazının kapsamını aşan derinlikli yapısı ötesindeki önemi, toplum-kişi ya da sosyal olaylar-fail ilişkisi üzerine önemli tespitler içermesidir. Zaten “Sosyoloji, özü itibarıyla, çok sayıda insanın katıldığı geniş ölçekli kitlesel ya da grupsal davranışla ilgilenmez. Daha ziyade sosyoloji, en azından paradigmatik olarak, bireyler ve gruplar arasındaki istikrarlı ilişkilerle ve bu ilişkilerin arasındaki ilişkilerle ilgilenir.”[21] Bireyci açıklama yöntemleri insanlar arası ilişkilerle ilgilenmez. Bhaskar, bu modelin yani metodolojik bireyciliğin ideal açıklamasının ya sosyolojik bir indirgemecilikte ya da psikolojik bir atomculukta ifşa olduğunu söyler. Gerçekten de ilişkiler değil de davranışlar incelemeye alındığında ister bireyci açıklama getirilsin isterse de kolektivist açıklama yapılsın, natüralist bir sonuca varılamaz.
Benslama’nın tespitleri, verili düzeni değiştirmeye girişmiş fail olarak, sıradan İslam’ı yeterli görmeyen üst-Müslüman bireyin psikanalitik tahliline dayanıyor. Esasında verili düzeni değiştirmeye yönelmek ile herhangi bir ideolojinin üst versiyonu aynı anlama gelmektedir. Çünkü neredeyse tüm ideolojilerin eyleme geçmemiş halleri düzen ile uyum içerisindedir. İdeal burjuva hukukunda devleti yıkmayı düşünmenin suç unsuru taşımayıp, devleti yıkmaya yönelik eylem yapmanın suç teşkile etmesine benzer bir durum söz konusudur. Marksizmin, İslam’ın, anarşizmin veya diğer bütün muhalif akımların salt teorik duruşu düzen için risk taşımaz; aksine uyumluluk gösterir ve egemen sistemin meşruiyetine katkı sağlar. Dolayısıyla bir ideolojiye üst öneki katmak, onun eyleme yönelmiş bir fail olmasıyla aynı anlama geliyor. Verili düzeni değiştirmek için eyleme girişmek, düzen ile uyumlu ideolojilerin içeriden aşılmasını gerektiriyor.
Benslama, kendi ölümünü göze alan bir eylemciye, kısa yoldan ölümü istiyor diyerek toplum-kişi ve sosyal olaylar-fail ilişkisini psikolojik bir atomculuk yöntemiyle değerlendirmektedir. Bırakalım sosyal olaylar-fail ilişkisinde çubuğu fail tarafına bükmeyi, yazarımız sosyal olayları gündemine dahi almaz; o failinin kararlarını ve bu kararların sebeplerini tek faktör olarak kabul eder.
Eleştirel realizm, toplum/kişi bağlantısı üzerine, karşı olduğu üç model tanımlar. Bhaskar, bunlardan ilkini Weberci iradecilik olarak isimlendirir. Bu stereotipe göre sosyal nesneler yönelimsel ya da anlamlı insan davranışlarının sonucudur. Diğer yanda ise Durkheim tarafından temsil edilen sosyal olguları bireyi zorlayan ve onlardan bağımsız var olan şeyler olarak gören kamp bulunmaktadır. Toplum ve birey arasında diyalektik bir ilişkinin varlığını savunan üçüncü model ise neredeyse yeni hiçbir şey söylemez. Eleştirel realizm, ilk modelin iradeci bir realizmi, ikinci modelin ise mekanistik belirlemeciliği doğurduğu görüşündedir. Üçüncü modele yönelik ise kişi ve toplum gibi farklı kökte şeyleri aynı sürecin iki farklı uğrağı olarak değerlendirmesi itibarıyla eklektizm suçlaması yapılır.
Bhaskar toplum/kişi bağlantısına dair dönüşümsel model önerir. “Kişiler toplumu yaratmazlar. Zira toplum daima onlardan önce vardır ve etkinliklerinin zorunlu bir koşuludur. Toplumu, daha ziyade, bireylerin yeniden ürettiği veya dönüştürdüğü ve bireyler böyle yapmadıkça var olamayacak olan bir yapılar, pratikler ve uylaşımlar toplamı olarak görmek gerekir.”[22]Toplumun bireye olan etkisi sosyalizasyon olarak isimlendirilirken, bireylerin toplum üzerindeki etkisi ise yeniden üretme/dönüştürme faaliyetidir.
Toplum, kişilerin eylemliliğinin zorunlu bir koşuludur. Tıpkı konuşmanın dili, etkinliğin kuralları gerektirmesi gibi; failinin eylemesi için de toplum verili bir nesnedir. Failler toplumu yeniden üretir veya dönüştürürler. Toplum, insanın her türlü faaliyeti için zorunlu bir koşuldur. Toplum ve kişi arasında bulunan ontolojik yarık, failin onu dönüştürmesine alan açan bir bağlantıya imkân tanır.
Bu kuramda bilinçli insan etkinliğinin yeri neresidir? Bhaskar bu soruya “Bilinçli etkinlikte bulunan kişiler, kendi mevcut üretim etkinliklerini yöneten yapıları çoğunlukla bilincinde olmaksızın yeniden üretirler ve bazen de dönüştürürler. Dolayısıyla kişiler çekirdek aileyi yeniden üretmek için evlenmezler, hakeza kapitalist ekonomiyi sürdürmek için çalışıyor da değillerdir. Ancak bu yine de, onların etkinliklerinin zorunlu bir koşulu olmasının yanı sıra, istenmedik sonucu olur.” diye yanıt verir. Sosyal formları değerlendirirken bilinçli insan etkinliği olarak da anlaşılan idrak odaklı açıklama çözüm değilse, bir militanın sosyal yapıyı değiştirme arzusu ve eyleme geçmesi de çelişik bir hal alıyor gibi görünmektedir. Kişiler evlenirken çekirdek aileyi üretmek gibi bir amaçları yoksa tersinden bir militan da verili düzeni değiştirmeye soyunurken taşıdığı arzu sosyal formları değiştirmeyecektir. Diğer bir ifadeyle, ekonomik düzen değiştiğinde yeni sistem devrimcilerin istekleri nedeniyle var olmayacaktır. Bu tespit, iradeci teori ile araya geri dönüşsüz bir mesafe koyar.
Yapısalcıların savunduğu “Yapılar sokaklarda yürür” cümlesini önceki sayfalarda aktarmıştık. Bu cümlenin eleştirel realist savunması yapılacak olsaydı, muhtemelen “evvelce görünmez olan doğurgan yapıların geçiş ya da kriz dönemlerinde faillere daha bir görünür geldikleri” tespitine başvurulurdu. Bhaskar, faillerin kendi varoluşlarının sosyal koşullarını bilinçli biçimde dönüştürmeye çalıştıklarında dahi bir kapanmanın epistemik olanağının asla sağlanamayacağını belirtir. Yani bir devrimsel süreç gerçek olsa bile, bu değişim inançlı eylemciler ile asla açıklanamaz. Fakat doğa bilimlerinde deneyleme nasıl bir rol oynuyorsa militanın iradesi alt-üst oluş dönemlerinde benzer rol oynar. İki açıklamayı birlikte değerlendirecek olursak, yapıların sokakta doğa bilimlerindeki deney ne rolü oynuyorsa yapıların da sokakta o rolle yürüdüğünü söylenebilir.
Elbette ki fail, eylerken bir deney edasıyla davranmaz. Eleştirel realist akım yönelimsel insan davranışının etkeninin/nedeninin (cause) sebepler (reasons) olduğunu ileri sürer. Fail, kendi davranışlarına neden olan sebeplerin farkında olsa da olmasa da, yapmaya niyetlendiği şeyi yapar. Bu insan doğasının zorunlu bir doğruluğudur. İnsan eyleminin sebepleri ise genel anlamda inançlardır. “Kişinin fiilen niyetlendiği şey olumsaldır, yani kişinin gerçekleştiğini görmek istediği dünya halleri olumsaldır.”[23] Roy Bhaskar, niyetin sonucunu, hatta bu sonucun arzuları fiiliyatta tatmin edip etmemesini de olumsal olarak görür.
Benslama’nın ruhsal araz olarak gördüğü militanın feda kültürü, değiştirme arzusundan kaynaklanan bir insan etkinliğidir. Bu arzuyu genellikle çocukluk, yaşantı, okunan metinler, örgüt içi iletişim, ortak hafıza, ortak eylemlilik gibi olumsal haller şekillendirir. Özetle, militanın sahip olduğu feda kültürü dünya hallerinden bir haldir.
Sonuç yerine
Verili toplumsal düzeni değiştirmeye
yönelmiş eylemci, hem yapısal çelişkilerin yani toplumun maddi varlığının maddi
sonucudur hem de kendisinin farkındalık düzeyi önem taşımaksızın bir fail
olarak eylemektedir. Militanın devrimci iradesi çoğu zaman Benslama’nın iddia
ettiği gibi bilindik ideolojilerin ‘üst’ versiyonları ile ifade imkânı bulur.
Dolayısıyla günümüzde eğer Marksizmin devrimci savunusu yapılacaksa yani
üst-Marksizm arayışına gidilecekse, üst-Müslümanlığın liberter eleştirisine göz
yumulmamalıdır.
[1] http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/1159/olivier-roy-ile-soylesi-fransa-da-musluman-cemaati-diye-bir-sey-yok#.W23qViQzaUk
[2] Fethi Benslama, Ölüm Siyaseti Cihatçı “Üst Müslümanlar”, çev: Orçun Türkay, İletişim Yayınları, 2018, s: 14
[3] Giorgio Agasmben, Kutsal İnsan, çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, 2013, s:98
[4] Fethi Benslama, Ölüm Siyaseti Cihatçı “Üst Müslümanlar”, çev: Orçun Türkay, İletişim Yayınları, 2018, s: 20
[5] Gilles Kepel ve Bernard Rougier, “Radicalisations et islamophobie: le rois est nu, Liberation, 15 Mart 2016
[6] Farhad Khosrokhavar, Radicalisation in Prison: The Frenchj Case, Politics Religion, Ideology, 14. Cilt, 2. Sayı, 2013
[7] Fethi Benslama, Ölüm Siyaseti Cihatçı “Üst Müslümanlar”, çev: Orçun Türkay, İletişim Yayınları, 2018, s: 23
[8] Fethi Benslama, Ölüm Siyaseti Cihatçı “Üst Müslümanlar”, çev: Orçun Türkay, İletişim Yayınları, 2018, s: 31
[9] Fethi Benslama, Ölüm Siyaseti Cihatçı “Üst Müslümanlar”, çev: Orçun Türkay, İletişim Yayınları, 2018, s: 64
[10] Fethi Benslama, Ölüm Siyaseti Cihatçı “Üst Müslümanlar”, çev: Orçun Türkay, İletişim Yayınları, 2018, s: 73
[11] Metin Kayaoğlu, Ezilenler ve Marksizm, Teori ve Politika Dergisi, sayı 21
[12] Royal Collage of Psychiatryists, Counter-Terrorism and Psychiatry, Position Statement, September 2016
[13] Counter-terrorism and psychiatry, Position Statement, September 2016, Royal Collage of Psychiatryists, s: 5
[14] Merari A (2010) Driven to Death: Psychological and Social Aspects of Suicide Terrorism. Oxford
University Press.
[15] Corner E, Gill P (2015) A false dichotomy? Mental illness and lone-actor terrorism. Law and
Human Behavior, 39: 23–34.
[16] Youth Justice Board (2012) Preventing Religious Radicalisation and Violent Extremism: A
Systematic Review of the Research Evidence. Youth Justice Board.
[17] Monahan J (2012) The individual risk assessment of terrorism. Psychology, Public Policy and
Law, 18: 167–205.
[18] Samo Tomsic, Kapitalist Bilinçdışı, çev: Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, Aralık 2017, s:35
[19] Samo Tomsic kitabında Marksizm içinde hümanist anlayışa yöneltilen eleştiriler kapsamında Althusser’in kurucu ve özgün konumunun hakkını verir. Althusser’in tarihi öznesiz ve ereksiz bir süreç olarak kavrarken, Lacan’ın bilinçdışının öznesi terimini kullanması bir çelişki yaratıyor gibidir. Althusser özneyi reddediyorken, Lacan’ın bilinçdışının öznesi mefhumundan bahsetmesi, hümanist ve erekselci tarih anlayışına karşı farklar barındırsa da benzer doğrultuda açıklamalardır.
[20] Roy Bhaskar, Gerçekliği Geri Kazanmak, çev: Beyza Sümer Aydaş, Nota Bene Yayınları, 2015, s:262
[21] Roy Bhaskar, İnsan Bilimlerinin Felsefi Eleştirisi, çev: Vefa Saygın Öğütle, Nika Yayınları, 2017, s:55
[22] Roy Bhaskar, İnsan Bilimlerinin Felsefi Eleştirisi, çev: Vefa Saygın Öğütle, Nika Yayınları, 2017, s:67
[23] Roy Bhaskar, İnsan Bilimlerinin Felsefi Eleştirisi, çev: Vefa Saygın Öğütle, Nika Yayınları, 2017, s:67