Devrimci Kültür Üzerine – Rıza Korkmaz

Bir asırdır süregelen devrimci mücadele tarihimizde öne çıkan belli başlı ana evreler vardır. Birinci evre; Mustafa Suphi ve yoldaşları TKP’sinde somut ifadesini bulan 1920 öncesi mücadele sürecidir. ‘Kemalist’ bir tarih okuma anlayışının etkisiyle olsa gerek, Suphi’lerden önceki süreç Türkiye Devrimci Hareketi (TDH)’nin geneli açısından pek dikkate değer görülmeden ve gelişim dinamiği gözetilmeden yalnızca Mustafa Suphi ve yoldaşlarının esas alındığı TKP gündeme alınmıştır. Bu kadrolar, hiç kuşkusuz başta devrimci-komünistlerin birliği ve çeşitli milletlerden işçi, emekçi, ezilen halkların kurtuluşu stratejisi hedefiyle devrim yolculuğuna koyuldular. Ancak hareketin devrimci önderlik gücünün katledilmesiyle birlikte yenilgiyle karşı karşıya kaldılar ve hedeflerine ulaşamadılar. Yenilgi süreci, hareketin devrimci dinamiğinin büyük oranda tahribata uğramasını beraberinde getirdi. Geride kalanlar, devrime önderlik yapacak yeni bir devrimci hareket yaratamamış ve devrim stratejisi çizecek anlayışa sahip olmasalar da 1960’lı yıllara kadar ‘devrim düşünü’ taşımayı başardılar.

1960’lı yıllar, Çin Devrimi ve akabinde Küba Devrimi’nin önemli etkide bulunması sonucu, başta Batı Avrupa olmak üzere, Türkiye özgülünde de ikinci evreyi doğuran yeni bir devrimci mayalanmanın zeminini ve koşullarını yarattı. Böylece Mustafa Suphi’lerin katliamı sonrasında oluşan reformist ve revizyonist bataklık kırk yıllık bir sürecin ardından kurutularak Mahir Çayan’ların, Deniz Gezmiş’lerin, İbrahim Kaypakkaya’ların kimlik ve kişiliklerinde somutlaşan stratejik bir devrimci önderlik olarak kendini yeniden üretmeyi başardı.

İkinci evre devrimci yönelimi, her ne kadar THKP-C, THKO ve TKP/ML düzleminde ideolojik-politik farklılaşmalardan doğan parçalı bir boyut olarak kendisini var etmiş olsa da görece kısa pratikleşme süreçleri ayrışmanın değil devrimci-komünistlerin birliğini ve işçi, emekçi ezilen halkların kurtuluşunu hedeflediklerini bariz biçimde ortaya koyar. Tek başına Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idamını engellemeye yönelik duruşları ve Kızıldere’de ölümsüzleşen ‘on’ların cüreti yeni evrenin stratejik hedefini gözler önüne sermeye yeter.

M. Suphi’lerin katledilmesinin tarihsel düzlemi ve koşulları farklıdır, fakat düşmanları aynıdır! Burjuvazi, kendi sonunu getirecek olan doğru devrimci stratejinin çizilmeye başladığını ve ülkeyi devrime taşımayı başaracak öncü devrimci dinamiğin gelişimini gördüğü anda, Amerikan emperyalizminin sömürgesi olarak doğrudan desteğiyle, öncü devrimci dinamiğin kendisini yenilmez kılacak boyuta ulaşmasının önünü kesmek için önder kadroları katletmeye yöneldi.

Ne var ki M. Suphilerin sürecinde olduğu gibi, ikinci evre stratejik devrimci yönelimin önder kadrolarını katlederek devrimin stratejik boyutunda tahribatlar yaratmayı başardı. Burjuvazinin en temel başarısı yeni devrimci dinamiğin, devrimci komünistlerin birliği perspektifini ve pratiğini akamete uğratmak oldu. Ülkeyi devrime taşıyacak önder kadroların tasfiyesi, ardılları devrimci dinamikleri bir nevi pusulasız bıraktı. Pusulası şaşan yeni evre devrimci dinamikler, ülke somut koşullarını doğru temelde tahlil edemediler. Hemen tüm yönleriyle devrimci durumun kendisinin dayattığı konjonktürel süreçte nicel olarak gelişim dinamikleri yakalamış olmalarına rağmen, devrimci-komünistlerin birliğini hedefleyen stratejik bir perspektif oluşturamadılar. Tam tersine nicel olarak belli bir ivme kazandıkça bölünüp parçalandılar. Bu eksende stratejik devrimci önderlikten yoksun olarak 12 Eylül faşizmi karşısında kapsamlı bir yenilgiyle yüz yüze gelmekten kurtulamadılar. (Kürt Özgürlük Hareketi kendi özgünlüğü nedeniyle değerlendirme kapsamı dışında tutulmuştur.)

12 Eylül yenilgisiyle karşı karşıya kalan TDH’nin önemli bir kesimi sistemin açtığı kanallara akarak reformizmin batağına saplandı. Geriye kalan kesimi ise yenilgi ve yenilginin nedenleriyle ciddi bir hesaplaşma gereği duymadan bir nevi “nerede kalmıştık!” gibi yanılgılı bir anlayışla yeniden yola koyuldular. Yola koyulan her bir çevre, gücü ve olanakları oranında, “gözünü budaktan esirgemez” bir cüretle direnişe geçtiler. Aynı süreçte Kürdistan Özgürlük Hareketi (KÖH)’ün muazzam çıkışı ve hızlı şekilde Kürt halkında karşılık bulması, TDH açısından moral-motivasyon sağlamanın yanında zayıflıklarını ve geriliklerini kamufle etmenin de zemini oldu.

Kuşkusuz TDH’ne yönelik genel olarak söylenecek çok şey olabilir, fakat hiç kimse direniş geleneğine ve bu yönlü duruşuna helal getirecek söylemlerde bulunamaz. Bulunamaz, çünkü kent-kır direnişleri bir yana, 1996’dan 2000’li yıllara damgasını vuran hapishane direnişleri ortadadır!

Ne var ki direnmek tek başına işçi, emekçi ezilen halkları devrimin zaferine taşımaya yetmemektedir. Kitleleri devrime taşıyacak önder-öncü dinamikten yoksunluk ve buna bağlı olarak devrimci politika yapabilme kabiliyeti zayıftır. Bu gerçekliği tereddütsüz biçimde 2013 Haziran ayaklanması gözler önüne serdi. Dahası 12 Eylül faşizmi öncesinde ve sonrasında kendisini gösteren, fakat TDH tarafından görülmek istenmeyen kitleleri devrime taşıyacak olan devrimci-komünistlerin birliği stratejisinin ne derece hayati bir zorunluluk olduğu bir kez daha kendini açığa çıkardı.

Haziran ayaklanması üçüncü devre diyebileceğimiz koşulları, zemini ve ortamı tüm yönleriyle oluşturdu. Bu eksende işçi-emekçi ezilen halkların kurtuluşunun ancak ve ancak komünistlerin nitelikli birliğinden geçtiğine işaret etti. Bunu doğru temelde okuyarak tarihsel sorumluluk üstlenen devrimci-komünistlerin somut koşulların somut tahlili üzerinden hareketle başlattıkları “devrimci birlik süreci’ ise başarıya ulaşamadı.

Diğer pek çok nedenin yanı sıra özel olarak belirtmek gerekir ki politik devrimci bir öznenin kendi organik bütünlüğünü sağlayan tanımlayıcı niteliklere ihtiyacı vardır. Bunları; politik nitelik, teorik donanım ve ideolojik bileşen olarak özetleyebiliriz. Örneğin politik nitelik, devrimci hareket tarzını tanımlayıcı olarak ele alır. Bunun pratik olarak sürdürülmesini, teorik besleyicilikleri, hem eylemsel olarak hem de konjonktürel tutumlar olarak ifade eder. Teorik donanım ise, genel olarak ML’nin tarihsel birikimini belirli bir özgülleşme dinamiği çerçevesinde edinme ve temel açıklayıcı referanslarını bu alan içinden, oranın belirlediği ölçütlerle oluşturur.

İdeolojik bileşen olgusu ise daha karmaşık boyutlar kümesi sunar. Buna genel bir ifade arayışının ötesinde, genel olarak ML olmak, bir ideolojik kimlik kabul edilebilir. Bu da Marksizmin 160 yılı aşkın pratik oluşumlarının bütününü üstlenen bir konumdur. Yalnız her devrimci-komünist oluşum bir zaman ve zemin içinde ifade edilmek durumundadır. Mevcut konjonktürde ve koşullarda Anadolu, Mezopotamya ve genel boyutuyla Ortadoğu’da ML olmak, özgül tanımlamaları gerektirir. Bunun yanında belirli bir mücadele geleneği içinde bulunan ve bu mücadelelerini pratik olarak sürdüren devrimci-komünist politik çevreler; temellerini buradan oluşturmayı başarmış parti-örgütler kendi özgünlükleri içinde pratikleri ve deneyimleriyle diğer öznelerden ayrı kimi tutum, davranış ve ifade alanına sahiptirler.

Özcesi devrimci-komünist bir çevre “biz” dediğinde net argümanlara sahip olmak durumundadır. Bu boyutuyla ideoloji, daha bir netleştirilen ifadeler boyutu taşır. Çok daha az tartışmaya izin veren ve referanslarının iç göndermeler dizisi kurarak tanımlayıcı ifadeler öne çıkaran özellikler taşır. Özetle söylersek; ideoloji, ortak paydanın ürünü metinleri okuyana “biz buyuz” dedirtmelidir.

Asgari düzeyde gerçekleşen birlik sonucunda oluşturulan, haliyle genele doğru yayılan aktarımların bunu ne oranda başarmış olduğu sorgulanmalıdır. Tabi tek seferde oluşmuş ve tamamlanmış, dolayısıyla kapanmış bir süreçten -durumdan- söz etmiyoruz. İdeoloji; yapısı gereği geçişli, eklemlenmeli oluşuyla kimi açıklıklar taşır. Ancak bugüne kadarki aktarımlarda üslup yönünden anlaşılır olmak ile kabalaştırma arasında bir gerilim hissedilmekte, dahası, anlaşılır olmayı basitleştirme ve bir tür ezber sunumuna çevirerek kabalaştırma göze çarpmaktaydı.

Dolayısıyla bu çalışmaların, her ne kadar  teorik metinler olarak kurgulansa da bu açıdan zayıf ve belirli bir bütünlük arayışından öteye geçemeyen, dahası Marksizmin tarihsel olarak oluşturduğu temel teorik platform düzeyine ulaşamamış, daha çok günlük propaganda dilinin etkisinin hissedildiği, fakat esas olarak teorik bütünlük arayan metinler olduğunu söylemek zor. Pozitif bir öğe olarak, örgütlenmiş devrimci zorun temel mücadele biçimi olarak ele alınıyor olması ve TDH’nin tarihsel devrimci geleneğinin bir bütün olarak sahiplenilmesi önemlidir. Fakat bu sahiplenme kimi ayrışmalar yapmayı, koordinat belirlemelerle netleştirmeyi de gerekli kılmaktadır. Yani mevcut sahiplenme anonim bir boyut içermektedir. Bunu anonim olmaktan kurtarmak ve net olarak belirli bir özneye ait kılmak, bunun ideolojik politik zeminini yaratmak gerekir.