Giriş
Dünyada yeni bir dönem başlıyor; tam anlamıyla bir dönem kapanıyor, yeni ve bambaşka, tam olarak öngöremediğimiz bir dönem açılıyor. Bir çağ kapanıyor, yeni bir çağ açılıyor. Marksist tarihçi Eric J. Hobsbawm, 1914’de başlattığı “Kısa 20. Yüzyıl”ı 1991’de bitirmiş ve anlamlı bir tespit yapmıştı. Hayat ise hep yaptığı gibi bizim doğrularımızla alay edercesine başka altüst oluşlara cevap vermiştir. Hobsbawm “20. yüzyıl bitti” derken haklıydı ama yaşam daha başka bir periyot çizerek, yalnızca 20. yüzyılı değil bir çağı bitiriyor. 2020’de doğa katliamının bir sonucu olan korona salgınıyla ve dalgalar halinde sokaklara vuran beş kıtadan kitlesel başkaldırılarla dünya kapitalizminin krizini ateşledi ve bir çağ dönümüne gebeyiz. Aynı zamanda emperyalist rekabet son sınırında, sıcak çatışmalara varacak boyutlarda seyrediyor. Bu atmosferde, bilim ve teknolojide akıllara durgunluk veren gelişmeler eşliğinde, adeta yeni ve bilemediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Bu süreç, son hızla ilerliyor ve tamamlandığında kendimizi bambaşka bir gezegende bulacağız. Zaman hızla akıyor ve aynı hızla dünyayı, yaşamı, değerleri daha hızlı değiştiriyor. Bu hıza yetişemeyen düşünce ve kavramlar tutuculaşıyor. Geçmiş dönemin araç ve yöntemleri, yeni dönemde gelişebilecek pratiği engeller hale geliyor.
Her çağ dönümü, yaşamı tüm boyutlarıyla değiştirir. Sistemler, devletler, şehirler, mekanlar, üretim süreçleri değiştiği gibi parti ve örgütler, yanı sıra siyaset yapış tarz ve taktikleri de süreç içerisinde altüst olmaktan kurtulamayacaktır. Elbette bu yeni durum içerisinde, emek-sermaye çelişkisi, ezen-ezilen savaşı devam edecektir, ancak, o cephede de birçok şeyin değişeceği kuşkusuzdur. Tüm kurumların, güçlerin, sınıfların, örgütlerin, ideolojilerin, politikaların, sınandığı, sorgulandığı bir dönemden geçiyoruz. Bir distopya filminde kara tükeniyor ve suda kalmaya uyum sağlayanlar yaşıyor, bunu beceremeyenler ölüyordu. Yeni dönem, devrimciler için de benzerdir; bugüne kadar yürünen yol ve yöntemler tükendi, kara bitti. Artık suyun kıyısındayız; ya yüzecek ya boğulacağız.
Bütün dünyada halklar öfke içerisinde. Kitlelerin öfkesi büyük, ama bu büyük öfkeyi daha ileri mevzilerde konumlandıracak bilinç, politika ve araçlar çok zayıf. Daha da önemlisi dünya devrimci güçleri zayıf. Bu cehennemi döneme, gene emperyalist güçler, tekelci burjuvazi, örgütlü ve önde olarak giriyor. Ancak çok büyük, belki de şimdiye kadar karşılaşmadıkları boyutlarda, dev dalgalar halinde, alttan gelen yakıp yıkmalar, yağmalar, kanlı çatışmalar içeren, sistemin temellerini dinamitleyen isyanlarla karşı karşıyalar.
Kapitalist merkezlerde ırkçı-faşist hareketler güçleniyor. Bu yeni faşist akım, devletler ve sermaye içinde öne çıkarken kapitalizmin derinleşen bunalımı ve azgınlaşan sömürüsü altında, başka bir alternatif yokluğunda, geniş kitleler arasında taraftar buluyor. Dünyada yeni faşizmin yükselişi tek gelişme değildir, buna paralel bütün kıtalarda ve bütün ülkelerde kitleler sokakları dolduruyor. Bildiğimiz faşist terör yöntemleri ve kanlı baskılara rağmen, kitlesel gösteriler dalga dalga büyüdüğü gibi her bir dalga, bir öncekinden daha kararlı ve şiddet yüklü olarak yükseliyor. Günümüzdeki kitlesel protestolar geçmişten önemli farklılıklar gösteriyor. Geçmişte daha çok geri kapitalist ülkelerde ve uzun aralıklarla boy veren gösteriler, bugün gelişmiş ve az gelişmiş farkı göstermeden tüm ülkelerde ve daha kısa aralıklarla açığa çıkıyor. Kapitalizmin krizi ve önlenemeyen salgınla birlikte, tüm kürede işsizlik ve açlığa mahkum edilen değişik kesimlerden milyonların, büyük şehirleri burjuvaziye dar edeceği bir sürece giriyoruz. Yeni faşizmin güç kazanması ve saldırganlığı, büyüyen ve sertleşen uluslar arası kitlesel direnişler, farklı bir dünyaya girdiğimizi gösteriyor. Biz, böyle bir dünyada devrim sorununu tartışıyoruz.
Dünya devrimci hareketinin teorik ve ideolojik zayıflığı, kitlesel direnişlerin devrim süreçlerine bağlanmasının önündeki en temel zaafı oluşturmaktadır. Eski stratejiler ideolojik aşınmanın yanında pratik tarafından da daha fazla zorlanır hale geldi. Bugün kitlesel hareketlerin devrimsel sıçramalara evirtilebilmesi, yalnız pratiğin alanında kalınarak gerçekleştirilemez: tarihin gösterdiği gibi, yapılacakların önce bilinçlerde berraklaşması ve tasarlanması gerekir. Son iki yüzyıla ideolojik gücü, ayaklanma ve devrimlere yükselen pratiği ile damgasını vuran işçi sınıfı ve partileri, yeni bir toplum kurma mücadelesinde başarısız olmuş, tarih iki yüzyıl sonra yeniden başa dönmüştür.
Dünya devrim güçleri, bugünkü duruşunu, konumunu ve önceliklerini yeni bir teorik zeminde yükseltmek ve yeni devrimci ilkelerle içinden geçtiğimiz koşulların diyalektik birliği üzerinden ve doğru eksenlerde yeni bir kuruluş gerçekleştirmek durumundadır. Baş döndürücü değişikliklerin üzerimize geldiği bir dünya gerçekliğinin içindeyiz; istesek de istemesek de her şey gibi biz de değişeceğiz. Her şeyin allak bullak olduğu dönemeçler, düşünce ve pratikleri de değişime zorlar. Bu sürecin henüz başlangıcındayız ve nasıl bir geleceğe adım attığımızı tam olarak bilemiyoruz. Bu dönemler, yeni bir devrimcileşme ufku ve savrulmalarla birlikte gelişir. Bundan dolayı teorik zeminimizi ve devrimci ilkelerimizi netleştirerek savrulmalara baraj oluşturmak durumundayız. Bu altüst oluştan kaçamayız, ayrıca kaçmak değil geçmiş devrimcilik dönemlerini canlandırmak için bir fırsat olarak değerlendirmeli ve üzerine gitmeliyiz.
Kapitalizm, dünyayı bütünleştirirken kitlelerin hareketini de birbirine yakınlaştırır. Yanı sıra, bütünleşen dünyayla beraber devrimin sorunları da hem iç içe geçiyor, enternasyonalleşiyor hem de programatik olarak birbirine benzer örgüt ve mücadele biçimleri gelişiyor ve tüm dünyada buharlaşan strateji sorunu acil gündem olarak önümüze çıkıyor. Strateji sorunu, devrim ve iktidar sorunun kendisidir ve devrim, günümüzde geçmişte olduğundan çok daha fazla uluslar arası boyut kazanmıştır.
Buraya kadar söylenenlerden, dünyanın artık bilindik biçimde devam edemeyeği açık, ancak nasıl bir dünyaya, nasıl bir çağa girdiğimizi söyleyemiyoruz. Yukarıda bir çağ kapanıyor yeni bir çağ açılıyor deniyor ama bu devrimler çağının kapandığı anlamına gelmez. Yüz yıl önce atılan slogan: Emperyalizm ve proleter devrimler çağı gerçekleşmedi ama insanlığın devrimlere ihtiyacı; yer kürede canlı yaşamın yok oluşu veya devamı kadar acil hale geldi. Artık, Rosa’nın “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” sloganını geçtik, devrimler tam da uçuruma koşan kapitalist cehennemin “imdat frenleridir”.
Bu gerçekler temelinde, dünyadaki genel eğilime bakarak öne çıkan sorunları kısaca ifade etmek gerekirse:
1- Toplumlar, artık açık olarak dünya çapındaki zengin yoksul uçurumunu sorguluyorlar. Bütün ülkelerde yükselen şiddet yüklü protestolar, bu durumun sürdürülemez sınırlara geldiğini gösteriyor.
2- Yaşanmakta olan iklim değişimi ve doğa krizi, insanlığın gelecek kaygısına sürüklenmesine yol açıyor. Kitlelerde gelecekle ilgili yaygın bir bilincin oluşuyor ve bunun sonucu ekoloji için mücadelenin, doğa ve kentlerin talanına karşı hareketlerle birleşerek dünyasal bir düzeyde kararlılık kazandığı görülüyor.
3- Neo liberalizm, iflas etmiştir ama dünyanın bütünleşmesi durdurulamaz. On yıldır kapitalizmin içinden çıkamadığı ekonomik kriz, son otuz yılın ekonomik modeli olan neo-liberalizmin iflası ve durdurulmayan salgının etkisiyle kabaran küresel kapitalizmin krizi, tarihsel bir katastrofa gidişe işaret ediyor.
4- Bu ortam, emperyalistler arası gerilimi yükseltmekte, keyfiliği arttırmakta, toplumsal çürümeyi derinleştirmektedir. Ve kapitalizm zenginlik cennetleri, kitlelerin cehennemine dönüşüyor.
5- Giderek şiddetlenen küresel hegemonya krizi, henüz rakip emperyalistler arasında bir savaşa dönüşmemiş olsa da bizzat emperyalizmin sözcülerinin dillendirdiği “yeni bir soğuk savaş”, bu rekabetin beklenmedik boyutlara sıçraması her an ihtimal dairesine girmiştir.
Stratejiden ne anlamalıyız?
Strateji bir askerlik terimidir ve Lenin sonrası sosyalist literatüre girmiştir. Askerlik anlamı, savaşta zafere varmak için yapılması gerekenlerin tümünü anlatan bir konsept diyebiliriz. Askeri anlamıyla ortaklığımız buraya kadardır. Askerlikte iki ordunun karşılıklı güç dengesi ve taktik hazırlıkları -silahlarının niteliği, askerlerin moral ve motivasyonu, savaş alanının özellikleri dahil- hesaplayarak yaptığı; kendi güçlerinin en etkili ve en büyüğüyle, düşman gücün seçilen noktasına en etkili darbeyi vuracak muharebenin planlarıdır. Bunun yanında şaşırtma, hedef saptırma amaçlı birçok yan ataklar stratejiyi besler, bunlara taktik denir. Strateji, savaş planının tümü değildir, ama savaşın kazanılacağı veya kaybedileceğinin belirleneceği kader muharebesini belirler.
Askerlikte olduğu gibi siyasal savaşlarda da stratejilerin başat sorununu özne oluşturur. Keza stratejiyi oluşturan da öznenin kendisidir. Askerlikte bu hazır durumdadır, kurmay komutası hem savaşın stratejisini çizer hem kendi disiplini altındaki düzenli ordularla savaşa girişerek belirlediği stratejiyi hayata geçirir. Siyasal mücadelede strateji, daha karmaşık ve çok boyutlu olarak karşımıza çıkar. Askerlikte hazır olan hemen her şey, siyasal savaşta yaratılmak zorundadır. Öncelikle strateji, örgüt sorunuyla bağlantılıdır; siyasi alanda strateji ancak tarihsel teorik birikime sahip bir siyasal parti tarafından oluşturulup hayata geçirilebilir.
Strateji, esas olarak güncel gerçeklikte var olan toplumsal güçlerin mevzilenmesi temelinde, siyasi iktidarın fethini amaçlayan hedefler, talepler, araçlar ve yöntemler bütünüdür. Devrim partisinin varacağı nihai hedefi somutlar. Ancak nihai hedefin yerine geçirilemez, nihai hedefe varışın yöntemlerini gösterir. Tüm zamanları içeren bir stratejiden bahsedilemez, strateji bir dönemin özgüllüğü üzerine inşa edilir. Tarihsel teorik birikimin, belirli bir zaman ve nesnellik içinde, özgül olanla doğru temelde birleştirilmesi stratejiyi oluşturur. Devrim partisinin kapitalist sistemi yıkması için ülkedeki hangi siyasal ve toplumsal çelişkileri temel alacağını ve ne tür araç ve yöntemleri kullanacağını belirlemek esas olandır. Yanı sıra bunları gerçekleştirecek kadro, insan ve diğer hazırlıklar olmadan strateji yaşama geçirilemez.
Strateji, devrimler tarihinin kesintisiz teorik ve pratik birikiminin kazanımları üzerine inşa edilir. Ancak bir kez inşa edildi mi dondurulup bekletilemez sürekli geliştirilmesi zorunludur. Her yeni devrim dalgası, evrensel birikime yeni bilgiler sunar ve bu kazanımlar teoriyi geliştirir. Ülke özgülünde güçler dengesinde beklenmedik değişiklikler veya altüst oluşlar gelişir. Her iki alandaki gelişmeler şu veya bu oranda stratejik çizgide eklemlenme veya değişiklikleri zorunlu kılar. Bu iki durum dışında, strateji, verili dönemde değişmez ama önemle belirtilmeli; stratejiler, harfi harfine uygulanacak önsel kurgular olamaz, açık uçlu olmak zorundadır. Uluslararası ve bölgesel, beklenmedik değişikliklerle ve sınıflar mücadelesinin her aşamasında, pratikte yeniden ve yeniden kurularak geliştirilir.
Stratejilerin strateji olabilmesinin ikinci önemli boyutu, nesnel gerçekliğin doğru olarak kavranması temelinde geliştirilmesi zorunluluğudur. Bu konuda da askeri ve siyasal alan, önemli farklılıklar gösterir. Askerlikte meslek olarak binlerce yıldan beri gelenekselleşerek ve düzenli olarak devam eden teorik ve pratik birikim hazırdır. Ordular, her saniye rakip gördükleri ordular konusunda kendi güçleriyle kıyaslayarak sürekli bilgi ve istihbarata sahiptirler ve savaş düzenini bu birikim ve taktik manevralar üzerine kurarlar. En fazla savaşın pratiğinde ve savaş içinde taktik manevralar söz konusudur. Yukarıda söylediğimiz gibi, siyasal mücadelede bu sorun çok daha karmaşıktır.
Program ve strateji arasındaki ilişkinin doğru olarak anlaşılması gerekir. Burada bir karışıklık son derece yanlış anlayışları doğurur. Program ve strateji apayrı kompartımanlar değildir, hatta birçok yönden üst üste düşmek zorundadır, ama kesinlikle aynılaştırılamazlar. Program, teorinin alanına; strateji, siyasetin alanına girer. Programlar, nesnel gerçekliğin somut veriler üzerinden bilimsel analizini yapar. Stratejiler, bu bilimsel verilerden faydalanarak karşıt güçlerin ve kendi güçlerinin durumunu değerlendirerek, karşıt güçler arasındaki çelişkileri tespit eder; bunlardan baş düşmanı seçer ve diğer mülk sahiplerinin etkisizleştirilmesi ve tarafsızlaştırılması için gereken uygun politika ve taktikleri belirler. Kendi güçlerini, yedek güçleri, bunun gerektirdiği birlik ve ittifak politikalarını oluşturur. Düşman güçleri en son sınırına kadar daraltmak ve kendi güçlerini en geniş bir eksen üzerinde toplamak için gereken taktik ve politikaları somutlaştırır. Buraya kadar söylenenlerin hepsi, ülkedeki sınıflar mücadelesinin tarihsel birikiminin andaki durumu üzerinden kurulur. Strateji anlamında, stratejinin asıl konusu (savaşın nasıl ve hangi araçlar ve güçlerle yürütüleceği), bu aşamadan sonra devreye girer, bunlar taktiklerdir. Taktiklerden yoksun bir strateji hiçbir anlam ifade etmez. Taktikler, koşullara ve zamana göre stratejiyi hayata geçiren hareket ve eylemler bütünlüğüdür. Görevlerde önceliklerin tespiti, kendi cephe ve güçlerinin durumu ve düşman cephesinin ve güçlerinin zayıf yanları üzerinden harekat planlarının oluşturulması, oluşturulan harekat planlarını hayata geçirecek tüm örgüt, araç ve kurumların hazırlığı ve eklenebilecek birçok başlık taktiğin konusudur.
Devrimler tarihinde stratejiler, zaman zaman yanlışlanarak değişip dönüşerek gelişir. Aynı zamanda, verili bir dönemin temel stratejik amacı, o dönem altüst olduğunda gerçekleşerek araç haline dönüşür. Rus devriminde 1917 Şubatına kadar stratejik hedef, çarlığın yıkılması ve burjuva demokratik devrimin tamamlanmasıdır. Şubat devrimiyle bu stratejik amaç gerçekleşir. Bu devrimci dönüşümü kavramayanlar ise aynı aşamada stratejiyi dondururlar. Oysa gerçeklik başkalaşmıştır, eski strateji yeni aşamada devrimci barutunu bitirmiştir. Devrim yeni parolalarla, yeni aşamaya geçmek zorundadır. Menşevikler ve “eski Bolşevikler”, eski aşamada takılıp kalarak devrimden yüz çevirirler. (Devrim iktidar sorunuyla karşı karşıya gelir, eski strateji iktidarı burjuvaziye teslim etmekle sonuçlanacaktır:) Lenin yeni aşamanın devrimci parola ve hedeflerini belirleyerek, yeni dönemin stratejisini oluşturur: “Bütün İktidar Sovyetlere”, proletaryanın iktidarı ve sosyalist devrim. Burada görüldüğü gibi; stratejiler harfi harfine uygulanacak önsel kurgular olamaz, toplumsal yaşamda ve sınıflar mücadelesinde her türlü değişime ve gelişmeye açık olmak zorundadır. Ve bu değişimlere paralel olarak stratejiler de yenilenmek, hatta yeniden kurulmak durumundadır.
Lenin’in stratejisi, proletaryanın Sovyetler olarak iktidara el koymasıydı. Ekim Devriminin ön gününde, “bugün erken yarın geç” sloganıyla anın taktiğini belirledi. Ama bu taktik belirlendiği anda stratejinin yerine geçti, yani kesin zaferin kaderini belirleyecek başat konuma, strateji düzeyine yükseldi. Lenin: “Tarih”, der, “ve özellikle devrimlerin tarihi, daima en iyi partilerin, en ileri sınıfların, en bilinçli keşif kollarının bile hayal edemeyeceği kadar daha zengin içli, şekil ve manzaraca daha çeşitli, daha canlı, ‘daha ziyade çapkın’dır.” (Lenin, Çocuk Hastalığı, s.82).
Rus Devriminin aşamaları incelendiğinde, nasıl her boyutuyla Rusya’nın özel koşullarının ürünü olduğu apaçık ortadadır. Rusya’da devrim süreçlerinin taktik ve stratejik yönelimleri, Lenin veya Bolşeviklerin önceden harfi harfine belirledikleri planlara uygun gelişmedi 1905, 1917 Şubat ve Ekim devrimi pratikleri üzerine yapılan yoğun ve sert tartışmalar biliniyor. Onu, yıllar boyu her ülkede benzer biçimde uygulama çabaları softalığın dik alasıdır.
Keza, Çin Devriminin “uzun süreli halk savaşı” stratejisi de Mao’nun kahin kafasının ürünü olarak değil, Çin toplumundaki sınıfsal altüst oluşların sonucunda oluşturuldu. Hiçbir devrimin tüm aşamaları, süreçleri, sınıfsal ittifakları, gerçekleşme yöntemleri, savaş biçimleri önceden planlanmış stratejilere göre gerçekleşmedi; toplumsal çelişkilerin ateşlediği patlamalar, değişen güç dengeleri ve devrimci güçlerin kan ter içinde sürdürdükleri mücadelelerin sonucunda ortaya çıktı. Bundan sonra gerçekleşecek hiçbir devrimin de baştan oluşturulmuş ve hayata geçirilecek bir formülü olmayacaktır. Formüller icat edenler olacaktır ama devrimler, kendi bildikleri yol ve yöntemlerden boy vereceklerdir. Sınıflar savaşı, barışçı yöntemlerle ve sınırlı mevzilerde yürürken bile topyekun bir savaş olarak sürer ve her adımda, hem cepheleri genişler hem mücadele yöntemleri çeşitlenir hem de şiddet unsuru adım adım öne çıkar. Devrim savaşı, en gelişkin stratejilerden, en geniş hazırlıklardan, en doğru planlamalardan, en doğru taktik ve politikalardan daha karmaşık ve daha zengindir.
Gerçekleşen ve tarihteki yerini alan Rus Devriminin stratejisi, Stalin tarafından kaba olarak formülleştirilip Komintern üzerinden tüm dünya komünistlerine harfi harfine izlenecek yol olarak dayatılmıştır. Dünya komünist hareketine, yalnız Rus Devriminin stratejisi dayatılmadı, aynı zamanda ve aynı kabalıkta parti, örgüt, mücadele biçimleri de kör bir çember olarak dayatıldı. Ta ki, Çin’de Mao tarafından bu kör çember parçalanıncaya kadar, tüm dünya komünist hareketi toplu ayaklanma gününe hazırlanan başarısız stratejiye uzun süre mahkum edildi.
Her parti, kendisini daha önceki tarihsel deneylerin örneğinden yola çıkarak oluşturur ve bu daha önceki devrim ve kalkışma deneylerinin dersleriyle doludur. Lenin, stratejisini oluştururken önünde yalnız Komün deneyi vardır. Bu konuda zamanın sosyal demokrat partileriyle aynı çizgideyken, Rusya’nın otokratik koşulları ve daha önceki Rus devrimci geleneklerinin deneylerinden aldığı derslerle kendi yolunu çizer. Çin, Vietnam, Küba devrimleri de aynı biçimde kendilerinden önceki devrim deneyimleri üzerinden başlamış ama zamanla kendi ülke gerçekleri temelinde savaş içinde inşa edilmişlerdir. Burada Küba devrimine dönük bir parantez açmak gerekir. Çünkü Küba devrimi ayrıksıdır, elbette tarihsel devrim deneylerinden etkilenmiştir ama daha başından özgün ve başarılı bir deney olarak tarihe geçmiştir. Bugünün partisi birtakım kalıplar üzerinden değil, bütün bu deneylerin dersleriyle ve yeryüzünde daha önce görülmemiş bir çapta ve büyüklükte yükselen kitlesel isyanlar ve mükemmelleşmiş bir karşı devrim kompleksine dönüşen, emperyalist küresel hakimiyetin gücü ve kırılması gerçekliği üzerinden oluşturulmalıdır.
Stalin, Ekim Devrimini askeri bir mantıkla, Leninizmin İlkeleri olarak formülleştirir. Strateji, Stalin tarafından teoriye katılmıştır.Lenin’de strateji kavramı geçmez. “Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği” kitabı, 1905 Devrimini ele alır. Bu kitap, 1905 devriminin stratejik belirlemelerini, devrimin nasıl ilerletilebileceğini konu alır. Bugünkü kavramlaştırmayla konuşacak olursak bu kitabın konusu stratejidir. Sadece bu kitapta da değil, Lenin Ekim Devrimi sürecinde de strateji kavramını kullanmaz. Stalin’in “Diyalektik Materyalizmin İlkeleri”, “Leninizmin ilkeleri” vb. öğretici, didaktik broşürleri; başlangıç için hap tarzı, hepimizin okuyup ilk bilgileri edindiğimiz kaynaklar oldu. Ancak bu, aynı zamanda mekanik olarak Leninizmin ilkelerinin kaba bir formülasyon olarak mutlaklaştırılması anlamına geldi. Bu mekanik formülasyon, 1949 Çin Devrimine kadar tartışmasız dünya komünist hareketinin stratejisini belirledi. Çin Devrimi, bu stratejinin pratik tarafından yanlışlanması ve aşılmasını kesin biçimde netleştirmiştir. İnsan düşüncesi yaşanılan tarihteki önemli değişimleri, olayların ateşi içinde tam olarak kavrayamaz, bu insan düşüncesinin gelişim kanunudur. Bilimde olduğu gibi toplumda da fethedilen zirveler mutlaklaştırılmaktan kurtulmaz veya insan düşüncesi değişimleri yavaş veya hızlı, daha sonra kavramlaştırır.
Çin Devrimi, yalnız geri ve yarı sömürge ülkelere özgü bir kısım devrimci yöntemleri açığa çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda Rus Devriminin bir benzeri olarak kurgulanan, Komintern dönemi ve sonrası, tüm komünist hareketin stratejik yanılgısını açığa çıkarır. Başka bir kıta ve başka bir gerçeklikte doğan Küba devrimi, bu gerçekliği pekiştirir. Bu somut tarihsel gelişmelere rağmen, Ekim Devrimi ve Leninist parti, tartışılmaz model olarak kabul edilir. Oysa o günden bugüne ne Rus Devrimine benzer bir devrim ne de Lenin’in partisine benzer başarılı bir deney yaşanmıştır. Rus Devrimine ve Leninist parti deneyimine en yakın örnek, Bulgaristan deneyi gösterilebilir. Ama siyasal süreci, örgütsel yapısı, birlik ve ittifakları, antifaşist cephe politikası ve iktidar bileşenleriyle; gerilla savaşlarından Hitler faşizminin işgaline karşı savaşa, kitlesel direnişlere kadar tüm mücadele biçimlerinin denendiği, dikkatle incelenmesi gereken tamamen kendine özgü başarılı bir devrimdir. Bu karakteristik devrim, Ekim Devriminin devasa boyutlarının gölgesinde kalmıştır. Bulgar devrimi, kendisini halk devrimi olarak tanımlar, ama kısa sürede, önünde hiçbir engel olmadığını görerek, sosyalist uygulamalara geçer.
Sorunun anlaşılması için İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen tüm devrimlere bakabiliriz; tüm bu muzaffer devrimler, klasik devrim stratejisini uygulamak için uzun bir dönem mücadele yürüttüler. Çin Devrimi ağır yenilgiler sonucu başka yollar aramak zorunda kaldı. Şehirlerde boğulan devrimi kırlara taşıyarak, yeni bir strateji inşa etti ve devrimi zafere ulaştırdı. Kübalı ve Vietnamlı devrimciler, Çin Devriminin etkisiyle, tıkanan eski tarzı terk ederek silahlı mücadeleye başladılar ve devrimleri gerçekleştirdiler. Silahlı mücadeleyi klasik devrimci durumun oluşması beklentisiyle ertelemiş olsalardı, ne Çin Devrimi ne Vietnam Devrimi ne Küba Devrimi ne de diğer devrimler gerçekleşirdi. Klasik devrimci durum beklenseydi Kürdistan gerilla mücadelesi de başlamazdı.
Bu tarihsel deneyler gösteriyor ki, bir ülkede devrim için harekete geçmek milli kriz, devrimci durum beklenerek değil, o ülkenin devrimci güçlerinin harekete geçip hem kendilerini hem de kitleleri örgütlemesiyle ilgilidir. Günümüz dünyasında klasik tanımlamadaki devrimci durum tanımı da geçerliliğini yitirmiştir. Klasik devrimci durum beklentisi toplu ayaklanmacı anlayışı içinde taşır. Geçmişte egemen güçler sistemlerini bir dönem siyasal muhalefete açık tutmak zorunda kalıyor ve bu dönemlerde devrimci güçler gelişim gösteriyordu. Artık devletler devrimci hareketlerle günlük mücadele ediyor ve tüm alanlarda geçmişteki kitlesel örgütlenmeleri ve değişik alanlardaki tüm devrimci birikimleri her yöntemi kullanarak tasfiye ediyor.
Bu tarihsel deneyler gösteriyor ki, bir ülkede devrim için harekete geçmek; milli kriz, devrimci durum beklenerek değil, o ülkenin devrimci güçlerinin harekete geçip hem kendilerini hem de kitleleri örgütlemesiyle ilgilidir. Ayrıca günümüz dünyasında, klasik tanımlamadaki devrimci durum tanımı da geçerliliğini yitirmiştir. Klasik devrimci durum beklentisi, toplu ayaklanmacı anlayışı içinde taşır. Geçmişte egemen güçler, sistemlerini bir dönem, siyasal muhalefete açık tutmak zorunda kalıyor ve bu dönemlerde, devrimci güçler gelişim gösteriyordu. Artık devletler devrimci hareketlerle günlük mücadele ediyor ve tüm alanlarda geçmişteki kitlesel örgütlenmeleri ve değişik alanlardaki tüm devrimci birikimi, her yöntemi kullanarak tasfiye ediyor.
Ekim Devrim’i askeri bir mantıkla “Leninizmin İlkeleri” olarak formülleştirildi ve bu mekanik şema Komintern belgeleriyle tüm dünya komünist hareketine devrimlerin biricik stratejisi olarak sunuldu. Ve tüm partilerin stratejileri, Çin Devrimine kadar milli kriz beklentisiyle, toplu ayaklanmaya hazırlık temelinde tam bir kopya olarak inşa edildi. Yönetenleri ve yönetilenleri içine çeken milli kriz olacak, kitleler sokaklara dökülecek, işçi sınıfı ve parti, örgütlü ve güçlü biçimde hazırlanmış olarak bekleyecek ve devreye girip devrimi geçekleştirecek! Oysa Lenin’in devrim teorisi asla böylesi bir şemaya daraltılamaz. “Devrimci durum” ve “milli kriz” üzerine yazdıkları kesin belirlemelerdir, bir anın dondurularak şemalaştırılması olarak anlaşılabilir ama Lenin’in pratiği başka şeyler söyler. Devrim süreçleriyle ilgili bütün yazılarına bakılabilir; hiçbir yerde, kendiliğinden “milli kriz” ve “devrimci durum”un doğacağı an beklentisi yoktur. Lenin en küçük kıpırtıyı değerlendirerek devrim sürecini yükseltmek, devrimci durumu yaratmak için çabalar.
Lenin, “devrimler yapılmaz, olur” der. Bu söze asılan reformistler, Lenin’e yaslanarak devrimlerde şiddet dahil her türlü devrimci inisiyatifi reddederler. Aynı doğrultuda, Marks Engels’ten de toplumsal gelişime öncelik veren birçok değerlendirme alarak hakiki Marksist kesilirler. Lenin’in bu sözü Şubat Devrimi için geçerlidir. Şubat Devrimi “olur”, kendiliğinden gelişen bir devrimdir; bir öncüsü, tasarlayıcısı yoktur. Ama Ekim Devrimi, partisinin çoğunluğu dahil, tüm Marksist alemi karşına almaktan çekinmeyerek bizzat Lenin’in inisiyatifiyle Bolşevik Parti tarafından gerçekleştirilmiştir. Ekim Devrimi, önceden tasarlanarak, gün gün hazırlıkları tamamlanarak bir parti tarafından yapılan bir devrimdir. “Devrimler yapılmaz, olur” diyen de ve bir devrimi planlayarak gerçekleştiren de aynı kişidir. Bu konuda hangisini esas alacağız? Bir zaman söylenen bir sözü mü, bizzat sözün tersine pratikte gerçekleşmiş olanı mı?
Marks Engels’te toplu ayaklanma dışında bir iktidar stratejisi yoktur. Lenin ve Komintern döneminde bu anlayış, Ekim Devrimi ile daha güçlenerek Çin Devrimine kadar, tartışmasız tek iktidar stratejisi olarak, hakimiyetini sürdürmüştür. Ekim Devriminin biricikliği, bilinçlerde netleştirilmediği için, uzun süreli silahlı devrim stratejisinin başarılarına rağmen bu anlayış hala etkisini sürdürmektedir. Yukarıda kategorik olarak açık reddiyesine rağmen, bu sorunu bir boyutuyla Lenin’in kavradığını birçok yazısında görürüz, ama yalnızca dolaylı uyarılar düzeyinde bırakır, yeterli ve aydınlatıcı bir açımlama getirmez. Birçok yerde, uzun izahlarla, Rus Devriminin “biricik” olduğunu anlatır: “Biz Rusya’da, sadece işçi sınıfının tartışma götürmez çoğunluğu bizim tarafımızda olduğu için değil aynı zamanda ordunun yarısı iktidarı ele geçirmemizden hemen sonra ve köylülerin onda dokuzu da birkaç haftalık süre içinde bizim tarafımıza geçtiği için zafer kazandık; muzafferdik çünkü kendi programımız yerine Sosyalist Devrimcilerin toprak programını kabul ettik ve uyguladık. Zaferimiz, Sosyalist Devrimci programı uygulamamız gerçeğinde yatıyordu; zaferin bu kadar kolay kazanılmasının sebebi de budur. Siz Batı’dakilerin böyle hayaller beslemesi mümkün mü? Bu saçmalık olur.” (Lenin: Kitle İçinde Parti Çalışması, s.162) Burada görüldüğü gibi, diğer ülke devrimcilerinin Rus Devrimini kopyalama isteklerini: “Hayalcilik ve saçmalık” olarak değerlendirir.
Konuyla ilgili uzun bir değerlendirmesini aktarıyoruz:“Bu mücadelenin her ülkede, o ülkenin ekonomisinin, siyasetinin, kültürünün, ulusal bileşiminin (İrlanda vb.), sömürgelerinin, dinsel bölünmelerinin vb. özel karakterlerine uygun olarak bürüneceği somut özelliklerini değerlendirmelidir… Dünyada sosyalist düzeni gerçekleştirme uğruna mücadelesinde, devrimci proletaryanın evrensel sovyet cumhuriyeti uğruna mücadelesinde uluslararası taktiğine yön verecek olan gerçek bir yönetici merkez… Her yerde hissedilmektedir.
Böyle yönetici bir merkezin, eylemini, basmakalıpçılık üzerine her şeyi mekanik olarak bir düzeye indirme, mücadelenin taktik kurallarını tam olarak birbirine uydurma üzerine kuramayacağını anlamak gerekir. Halklar ve ülkeler arasında ulus ve devlet bakımından farklar olduğu sürece, ki bu farklar, dünya ölçüsünde proletarya diktatörlüğü kurulduktan sonra bile uzun, pek uzun zaman devam edecektir, bütün ülkelerin işçi hareketinin Uluslar arası taktik birliği, bu farklılıkların silinmesini değil, ulusal ayrılıkların yok edilmesini değil (şu anda bu anlamsız bir hayaldir), tam tersine ayrıntı niteliğindeki sorunlarda bu ilkeleri doğru olarak değiştiren ulusal ve devlet durumlarını, doğru durumlara uyduran ve uygulayan komünizmin temel ilkelerinin (Sovyetler iktidarı ve proletarya diktatörlüğü) uygulanmasını gerektirir. Herkes için aynı olan Uluslararası sorunu… Burjuvaziyi iktidardan düşürme, Sovyetler cumhuriyetini ve proletarya diktatörlüğünü kurma sorununu her ülkenin ele alışındaki somut tarzda özel olarak, ulusal ve özgül olarak, ulusal ne varsa onu aramak, incelemek, sezmek ve kavramak, işte geçirmekte olduğumuz tarihi anda bütün ileri ülkelerin (sadece ileri ülkelerin değil) baş görevi, işte budur.” (Lenin Sol Komünizm) Komintern’e üye partilere bizim deneylerimizden öğrenin, ama Ruslaşmayın, aynı şeyleri yapmaya kalkışırsanız hata yaparsınız yönlü uyarır ve onları eleştirir. Gene, Ekim Devrimi ve Bolşevizmin evrensel değerlerinden söz ederken, bunların her yerde ve her zaman geçerli olmayacağını belirterek benzer uyarıları tekrarlar.
Lenin birçok konuda dönemin Marksizm anlayışından kopar ve yeni koşullara göre teoriyi daha ileriden kurar. Kopuşun gerekçelerini teorik olarak açıklayarak Marksizm’in içine oturtur. Avrupa partilerinde, İkinci Enternasyonal kalıntısı ayaklanmacı, ayaklanmayı da sınıfın çoğunluğunu kazanma dönemine erteleyen anlayışı eleştirir, ama bunu sistemli bir bütünlüğe kavuşturmaz. Komintern partilerine eleştiri ve önerilerinde birçok yazı ve konuşmalarında, sık sık ciddi uyarılarda bulunur ama bunlar geçerken dokunmalar düzeyindedir.
Ekim Devrimi sonrasında, Bolşevik tarzda başarılı bir devrim örneği göremiyoruz. Lenin’in ve Bolşeviklerin Rusya’daki pratiği ve sonrasındaki başarılı devrim deneyleri, günümüz devrimlerine uyarlanamaz. Başarılı devrim deneyleri strateji değildir, tarihsel örneklerdir. Lenin’in sosyalist devrim mücadelesini başarıya ulaştıran stratejisi, doğası gereği, döneminin ve Rusya’nın somut koşullarına yanıt verecek biçimde üretilmiştir. Hiçbir devrim, bir önceki devrimin kopyası değildir, hiçbir devrim bir diğerine benzemez. Hepsi kendinden öncekilere benzer birçok yan taşıyabilir ama hepsi kendine özgüdür. Bu doğa yasası veya devrimlerin kanunu gibi akılda tutulmalıdır. Başlarken, hiçbir devrimci örgütün oluşmuş, harfi harfine uygulanacak stratejisi yoktur ve olamaz. Hiçbir devrimin pratiği ve içinde gerçekleştikleri stratejileri daha sonraki bir devrimin stratejisi olamaz. Deneyim birikimi olarak değerlidir, bunlardan öğrenilir ama her biri kendi özgüllüğünde gerçekleşmiş olan bu devrimlerin stratejileri, strateji olarak kopyalanamaz.
Rusya’da devrim hiç kimsenin beklemediği bir zamanda ve hiç kimsenin düşünmediği güçler tarafından, 1917 Şubat’ında gerçekleşti ve devrimi asıl olarak, Rus ordusunun erleri ve alt subayları Rus ordusunu dağıtıp paramparça ederek gerçekleştirdiler. Bu gerçeklik; iki şehirde işçiler ayaklandı ve iktidarı ele geçirdi ve devrimi zafere ulaştırdı olarak anlaşıldı. Oysa gerçek daha farklıdır, Rusya’da işçi sınıfı asker sovyetlerinin yıktığı iktidara, geçmiş deneylerinden getirdiği sovyetler örgütlülüğüyle ortak oldu ve ikili iktidar ortaya çıktı. Bu duruma bir kişinin herkesi şaşırtan, kimilerini çıldırtan tek ve farklı yaklaşımı eklenmelidir. Lenin denilen kişi devreye girip iktidarın işçi sınıfınca zapt edilmesini gerçekleştirmeseydi, büyük ihtimalle Şubat Devrimi Rus burjuvazisi iktidarını sağlamlaştırmış olarak biterdi. Bu gerçekler unutularak ve Ekim devriminin biricikliği göz ardı edilerek, uluslararası model olarak alınması, Komintern partilerinin başarısızlığının temel yanılgısını oluşturur. Komintern partileri, Bolşevik partisi olmak için çabalamıştır ama Komintern partileri ve Komintern’in feshinden sonra aynı geleneğin izinden giden hiçbir parti başarılı olamamıştır. Bu durum Çin Devrimine rağmen 1960 sonlarına kadar devam etmiştir. Bu tarihe kadar tüm ML iddialı partiler, kendilerini Leninist parti olarak ilan etmiş ama bir tek başarılı örnek ortaya çıkamamıştır. Bu, “şema” stratejinin yanlışlığı yüz yıllık deneyin ortaya serdiği gerçektir.
Dünyada stratejilerin evrimi
Sosyal Devrimler İngiltere’de 17. Yüzyıldan başlayarak uzun bir arayla önce kıta Avrupasına ve oradan gittikçe kısalan aralıklarla tüm dünyaya yayıldı. Bu devrimlerin hepsi gerçekleştikleri ülkelerde, Marks’ın belirttiği gibi, kapitalizmin güçlenmesi ve burjuva devletlerin mükemmelleşmesi sonucunu yarattı. 1800’lerin ortalarından itibaren, işçi sınıfı tarih sahnesine çıktı ve devrimlere damgasını vurdu. İngiltere’de Çartistler, Fransa’da 1830 ayaklanmaları ve arkasından bütün Avrupa’yı sarsan 1848 Devrimleri de burjuvazinin iktidarını güçlendirmeye hizmet ettiler. Öte yandan bu devrimler, aynı zamanda geleceğin devrimlerinin ve stratejisinin müjdecisi oldular. Ve çok geçmeden 1871 de ilk defa Paris Komünü sonucu, kısa süreliğine olsa da, işçi sınıfının iktidarı olarak proletarya diktatörlüğü gerçekleşti. Böylece, burjuva devrimleri çağı kapanarak proletarya devrimleri çağı açıldı.
Marks Engels Komünist Manifesto’da, devrimin yolunu net olarak belirlerler: “Komünistler, amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça bildirirler.” Paris Komünü’nün kanla bastırılmasından sonra devrim için burjuva devletin parçalanmasını ve proletarya diktatörlüğünü zorunluluk olarak koyarlar. Paris Komünü’ne kadar Marks Engels parti ve iktidarın ele geçirilmesi sorunu üzerine fazla eğilmezler, Paris Komünü’nün kanla bastırılmasından sonra kazanılan devrimin korunması açısından görüşlerini geliştirirler ama iktidarın zaptı hep ve tek yöntem olarak kitlesel ayaklanmalardan beklenir.
Marks Engels ve İkinci Enternasyonal döneminde, silahlı mücadele hep toplu ayaklanmaların bir eklentisi olarak ele alınır. Bu hem tarihin bıraktığı derslerin hem içinde yaşadıkları dönemin nesnel gerçekliğinin değerlendirilmesinin sonucudur; 1830’larda başlayan, 1848’de tüm Avrupa’yı sarsan ayaklanmalarla işçi sınıfı devrim için ayaktadır. Bu gelişmeler tüm devrimci akımları etkiler ve Marks Engels, sonradan özeleştirisini yaptıkları bu dönemi kapitalizmin sonunun gelişi olarak anlarlar ve tüm siyasal hedeflerini bu gerçeklik üzerine kurarlar. 1830’larda başlayıp devam eden ayaklanmalar ve burjuva devlet güçleriyle kıran kırana süren barikat savaşları ve bu savaşlarda devrimin silahlı ve askeri görevleri üzerine ayrıntılı değerlendirmeleri vardır. Ama bunlar hep toplu ayaklanma dönemi içinde düşünülür. Bu ayaklanmalardaki askeri deneyler ve silahlanma sorunları değerlendirilir; iktidar için mücadelede silah sorunu başka bir biçimde geçmez. Aynı dönemlerde her tarafta küçük gizli silahlı militan gruplar, birçok silahlı eylemler gerçekleştirir ve bunların hepsi yenilgiyle sonuçlanır. Bu silahlı kalkışmaların başarısızlıkları ve ezilmeleri sonucu, silahlı gizli örgütlenmeler ve bu mücadele yöntemi, ayaklanmalar dışında toptan mahkum edilir ve bu tarz gizli silahlı yöntemler Marksist literatüre, dönemin gizli silahlı örgütlenmelerinin ünlü lideri Blanqui’nin adına ithafen Blankizm olarak geçer ve kesin bir dille mahkum edilir.
Gizli silahlı örgütlenmeler ve bu örgütlenmelerle yürütülen silahlı mücadelelerin toptan mahkum edilmesi Lenin’de de devam eder ve günümüze kadar siyasal literatüre “sol maceracılık”, “goşizm” vb. sınıf dışı, küçük burjuva sapma olarak geçer. Lenin’in partisi ve kendisi, örgüt ve mücadelede şiddet kullandığı için İkinci Enternasyonal’de ve Rusya’da “Marksizm dışı”, “Blankist” yöntemler kullanmakla suçlanır. Buna rağmen gizli silahlı örgütlenmeler ve silahlı eylemleri öne çıkaran anlayışlar, Lenin tarafından da net olarak mahkum edilir: “Bütün sınıf, büyük yığınlar, öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya da öncüye karşı hayırhah bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri ihtimali kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek sadece bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur.” (Lenin, Sol Komünizm)
Günümüz devrimcileri, hiçbir mistifikasyona kapılmadan, devrimci özgüvenle bu sorunu değerlendirmelidir. Marks, Engels ve Lenin’in silahlı mücadeleleri toplu ayaklanmalar dışında kategorik olarak reddeden görüşleri, Ekim Devrimi hariç tüm dünyada başarısızlıkla sonuçlanmış ve sonrasında başarılı devrimler, onların kesin olarak mahkum ettikleri, her ülkenin kendi özgünlüğünde gelişen silahlı mücadelelerle, “devrimci savaş stratejisi” temelinde başarıya ulaşmıştır. Bunlar tarihe geçmiş devrimlerin dersleridir. Marks, Engels, Lenin peygamber ve adlarına ithafen sembolleşen ML bir din değildir. Devrimciler, bu isimlere ve sembollere yanılmaz ve değiştirilemez hurafeler gibi yaklaşmaz. Devrimciler, bir tarihsel dönemin isim ve sembollerinin doğrulanması için değil sınıfsız, özgür dünya toplumu için savaşmaktadır. Tabu, değişmez, saplantı kim ne derse desin, dünyanın bu andaki döneminde devrimcilerin amacı budur ve bunun basit sade anlatımı “özel mülkiyetin lağvedildiği” komünist toplumdur.
Aynı dönemde ve sonrasında dünya komünist hareketinde, devrimde öncülük ve devrimin karakteri ve biçimleri yoğun tartışmaların konusu olmaya devam etti. 1905 Devrimine kadar, demokratik devrimlere burjuvazinin öncülük yapacağı kabul edilirken, Lenin burjuvazinin demokratik devrimlere öncülük edemeyeceği ve bu devrimlerde öncülüğün işçi sınıfına geçtiğini kesinleştirir. Sömürge ülkeler ve yarı sömürge ülke devrimleri bir dönem farklılıklar arz ederken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hemen hemen silinmiştir. Ama demokratik devrim ve sosyalist devrim tartışmaları günümüzde de sürmektedir.
Burjuva demokratik devrim, hiçbir zaman, hiçbir yerde “bütün görevlerini” yerine getirmemiştir. Nitekim, demokratik devrim ile sosyalist devrimi 1905 Çarlık Rusyası şartlarında kesinlikle birbirinden ayıran Lenin, konuyla ilgili şunları hatırlatır: “Ama, bu iki devrimin kısmî sınırlarının tarihte birbirine karıştıklarını inkâr edebilir miyiz? Batı Avrupa, Demokratik Devrimleri döneminde, çeşitli Sosyalist Hareketler, çeşitli Sosyalist Girişimler tanımadı mı? Ve gelecekte Batı Avrupa’da Sosyalist devrimin, demokrasinin eserini tamamlamak için yapacak daha çok şeyi olduğu bir gerçek değil midir?” (Lenin, İki Taktik)
Ekim Devrimi dünya üzerinde, dünyanın altıda birini kapsayan devasa bir ülkede gerçekleşen ilk büyük ve en zorlu proletarya devrimidir. Yalnız Çarlık rejimini yıkmakla kalmaz topyekun emperyalist müdahaleyi de geriye püskürtür. Bu büyük başarılarıyla, haklı olarak tarihte ve insanlığın bilincinde tartışılmaz bir otorite kazanmıştır. Bu büyük otorite, başka türlü düşünmeyi engellemiştir.
Mao ve ÇKP, bu konuda çok zorlanmıştır. Mao bu zorlukları ve Çin devriminin aşamalarını, karmaşık ittifaklarını, değişik ve çok yönlü ilişkilerini, sıradan bir Çinlinin anlayacağı berraklıkta, özenle, adeta oya gibi işlemiştir. Daha önemli olarak, diğer yazılarıyla birlikte, bunlara dikkatle baktığımızda her aşamada nasıl öğrendiklerini ve nasıl yaşamda karşılaştıkları her değişikliğe bocalayarak yaklaştıklarını, tereddütlerle ama pratiğin zorlamalarıyla giderek strateji ve taktikleri daha ileriden kurma sürecini görürüz. Mao, tüm bunların genel teorik bilgilerin yanında, asıl olarak Çin’in özgünlüğünden çıkan sonuçlar olduğunu sürekli tekrar eder: “Bizim devrimci savaşımız, doğru bir Marksist askeri çizgiyi gereksindiğimiz kadar, doğru bir Marksist politik çizgiyi de gereksindiğimizi ortaya koymaktadır. On beş yıllık devrim ve savaş, böyle bir politik ve askeri çizgiyi şekillendirdi. Tarih, bize, doğru politik ve askeri yolların durup dururken kendiliğinden ortaya çıkmadığını, ancak mücadeleyle elde edildiğini anlatıyor.” (Mao, Askeri Yazılar) O zamana kadar klasikleşmiş genel formüllerle yetinmek gerektiğini söyleyenlere, yine aynı yerde, dikkat çekici bir cevap verir: “ayakkabıya uysun diye ayağı yontmuş oluruz ve yenilgiye uğrarız.” Burada ayrıntılı üzerinde duramayacağız ama isteyen bu kısa broşürü inceleyebilir.
Mao, stratejik değişiklik üzerine şunları yazar: “1914 yılı Birinci Dünya Savaşı patlak verdikten sonra ve 1917 Rus Ekim Devrimi sonucu dünyanın altıda biri sosyalist bir devlet kurduktan sonra, Çin’in Burjuva Demokratik Devriminde bir değişiklik oldu.” Devamında bu değişikliğin anlamını açıklar: “Çin Proletaryasının güttüğü bütün devrimci sınıfların ortak idaresi altında yeni bir demokratik toplumun kurulmasına varılacaktır. O zaman Çin’de sosyalist bir toplum kurulabilmesi için devrim gelişerek ikinci aşamasına geçecektir. İlk aşama Çin burjuvazisinin diktatörlüğü altında bir kapitalist diktatörlüğün kurulması değildir ve olamaz.” (Mao, Yeni Demokrasi, s.17)
Çin Devriminin, Ekim Devriminden ve stratejisinden ayrıştığı, ona yeni unsurlar eklediği ve devrimlerin bu realite görülmeksizin yapılamayacağı bir gerçekliktir. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Birincisi, devrimler Rusya özgülünde gelişen ve olgunlaşan “milli kriz” ve “devrimci durum”un oluşması beklentisi anına sıkıştırılamaz. İkincisi, milli kriz ve devrimci durumun oluşması süreci üzerinden kurulan toplu ayaklanma stratejisi genelleştirilerek tüm ülkelere uygulanacak kural haline getirilemez. Üçüncüsü, Leninist parti Rusya devrim sürecinde olgunlaştığı biçimiyle tüm ülkelerde model olarak uygulanamaz. Dördüncüsü, mükemmelleşen burjuva devlet makinasına karşı başlangıcından devrim anına kadar silahlı şiddet kullanılmadan devrimler gerçekleşmez. Bunlara parti örgütlenmesinin yapısı, siyasal çalışmanın aldığı farklı biçimler dahil birçok unsur eklenebilir. Bu can alıcı değişiklikleri tespit etmeksizin ve bu devrim stratejisine bu unsurları eklemeksizin bugün devrime doğru ilerlemek mümkün değildir.
Küba’da Fidel Castro ve arkadaşları, devrim stratejilerini daha önce sömürgeciliğe karşı savaşlardaki birikim üzerinden, kaba hatlarıyla belirleyerek yola çıkmış ve her aşamada kazandıkları başarıyı savaş ve devrim dersleri olarak somutlamıştır. Latin Amerika’daki tüm gerilla hareketleri, aynı biçimde sömürgeciliğe karşı savaş deneyleri ve Küba devriminin açtığı yolu izleyerek yürümüştür. Kübalı devrimciler, geliştirdikleri bu stratejiyle, klasik teorideki devrim durumu, milli kriz ve benzeri kavramlarla hiç uğraşmadan kendi yollarında yürümüş ve kendi kavramlarıyla konuşmuştur. Diğer gerilla hareketleri için de aynı durum küçük farklarla geçerlidir. Latin Amerika’nın bütün ülkelerinde, geçmişte yaşanan ve halk kitlelerinde hala güçlü etkisini sürdüren, kahramanları ve hikayeleriyle canlılığını devam ettiren sömürgeciliğe karşı savaşların deneyleri de hafızalara kazınmıştır. Latin Amerikalı devrimciler, bunun verdiği özgüvenle, başka bir ek gerekçe aramadan yola çıktılar. Aynı zamanda, kıtanın klasik teorik ortodoksinin hakim olduğu Avrupa’ya uzaklığı da bunda bir etkidir ve Latin halklarının tüm mücadele alanlarında özgünlükleri görülmektedir. Küba ve diğer Latin Amerika hareketleri, klasik teorideki evrim devrim aşamaları, milli kriz vb. tartışmalarına, sonradan, kendilerine bu konularda yöneltilen eleştirilere cevap vermek için girmişlerdir. Bu tartışmalara ayrıntılı girmiyoruz, ama Fidel Castro’nun bu konuda söyledikleri dikkat çekicidir. Castro, bir tarihte, “Küba Devrimi’ne girişirken yaptıklarımızın Marksizme uygun olup olmadığını hiç düşünmedik, ama sonradan değerlendirdiğimizde kendi gerçekliğimizde Marksizmi uyguladığımızı gördük” der.
Lenin’in Marksizme uyguladığı yöntemin, (değişen koşulların ve yeni gelişmelerin teorik olarak teorinin içine alınması) Lenin’e uygulanması günümüz komünistlerinin tarihsel görevidir. “Devrimci durum”, “milli kriz” ve tüm devrim stratejisinin bu nihai ana göre kurulması ve bu yöndeki tüm değerlendirmeler, dünyada bir daha karşılaşılmayacak çok özel bir dönemin ürünüdür. Bugünden yarına yaratmamız gereken devrimci mücadele hattı da Marx’tan Lenin’e ve Mao’ya uzanan devrimci diyalektiğin akışına uygun olmalıdır. Günümüz devrimci diyalektiği, Marx ve Lenin’de durmadığı gibi Mao ve sonraki devrimlerin de tekrarı olmayacaktır. Lenin, Mao ve Castro zamanın Marksist otoritelerince, açık olarak Marksizm dışı, aykırı ve sapma olarak damgalanmıştır. Lenin, İkinci Enternasyonal’in anlı şanlı döneminde; Mao, Stalin’in ve Sovyetlerin otoritesinin zirvede olduğu dönemde; Castro ve Che, hem Sovyet kampı hem Çin kampı tarafından küçümsenmiş ve suçlanmıştır, ama devrimin yolları böyle açılmıştır. Günümüzde bu otoriteler, tarumar olmuştur ama bu geleneklerin tortusu, tüm Marksist akımlar üzerinde etkisini sürdürmektedir. Günümüz devrimciliği, bu tortulara aldırmadan, Marksizmin canlı ve yaşayan yanı, muzaffer devrimlerin izinden gidecektir.
Türkiye’de strateji tartışmaları
Strateji için, kendi deneylerimize bakmak, birçok bakımdan ders alacağımız sonuçlar çıkarmak zorunludur. TDH’nin strateji sorunuyla ilk ve en yoğun ilgilendiği dönem, 1968-71 dönemidir. Bu dönemde kurgulanan tüm stratejiler, temel eksen olarak dünyada örnek alınan ülke deneyleri üzerinden modellenmiştir. Türkiye ve Kürdistan gerçekliğiyle kesiştiği noktalar olsa da örnek alınan ülke modellerinin Türkiye’ye uyarlanması düzeyindedir.
Bir dönem, Türkiye’de strateji tartışmaları en temel tartışma konusuydu ve baş köşeyi işgal ediyordu. 1971 yılına kadar Türkiye devrimcileri en çok strateji tartıştılar. Bugün bu tartışmaları ilkel bulup dudak bükenler, strateji sorununu hiç anlamayanlardır. Türkiye devrimcileri, yoğun dünya deneyleri üzerinden tartışmalar yürütüyordu ve başkası zaten mümkün değildi. Hepsi 20’li yaşlarda olan topluluk tabi ki, dünya deneylerine bakacaklardı, kendi deneyleri yoktu. O zamanki strateji tartışmalarının birçok bakımdan faydası oldu. En önce devrim tartışmaları, devrime giden yol arayışları, devrim ve burjuvazinin iktidarının yıkılması fikrini pekiştirdi. İkinci olarak, devrime giden yol arayışları, bu yolların hangi araçlar ve yöntemlerle açılacağını, pratiğin gündemine soktu; devrimi güncel mücadele sorunu haline getirdi. 1971 devrimciliği, öncesinden kesin olarak iki alanda, pratik ve örgütsel anlamda kesin bir kopuş gerçekleştirdi. İki yeni adım attı; yasa dışı savaş örgütleri kurdu ve devlete silah doğrultarak, devrimci şiddeti pratiğe soktu.
THKO, THKP/C, TKP/ML olarak devrimci şiddeti esas alan üç hareket içinde, politik olarak İbrahim Kaypakkaya ileri bir çizgidedir, ancak Mahir Çayan teorik olarak daha gelişkindir ve Marksizm içinde kopuş ve süreklilik eksenini kurmaya çalışır. Yapmak istedikleri, Marks, Engels ve Lenin dönemi içinde yapılanlar ve çıkarılan teoride yoktur, bu geleneğin içinden bir yol açmaya çalışır. Teorik olarak bu konuda bir kopyacılığa düşmez, ama pratiği zorunlu olarak başarısız Latin Amerika deneylerinin tekrarına dönüşür, diğer yandan bu konuda Kaypakkaya’dan ileridedir. Kaypakkaya dönemin rüzgarı Maoculuğun etkisinde, Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısını Çin’e benzetir ve mücadele tarzını Çin deneyinin bir benzeri çizgi temelinde geliştirmeye çalışır. THKO teorik ve ideolojik olarak daha geriden gelir, ama Türkiye Devrimci Hareketi içinde ilk silah kullanan örgüt olarak buz kıran rolü oynar, ilk adımları atma cüretini gösterir. THKP/C teorik gelişkinliğiyle arkadan gelerek pratikte de öne fırlar. TKP/ML devrimci pratiği en zayıf olandır. Öte yandan Kaypakkaya, geliştirdiği politik tezlerle üç akım içinde farklı bir yerdedir.
1960’lı yıllarda daha çok, 70’lerde azalarak süren strateji tartışmaları, seçilen dünya devrim deneylerinin şemaları üzerinden olsa da, ülke devriminin bilinçlerde somutlanması ve kitlelere taşınması için faydalı olmuştur. En başta devrim olabilir, devrime cesaret edebiliriz, devrimi gerçekleştirebiliriz bilincini, kadrolar içinde güçlendirmiştir. Doğru yanlış, bu bilinci kuşanan kadrolar, devrim yapmak için yola çıkmıştır. Ama hepsi buraya kadardır, ülke gerçekliğini kavrayan bir stratejiye ulaşılamamıştır. Başka ülke deneylerini şablon olarak uygulamaya kalkan stratejiler kısa zamanda çökmüştür. Bu, yalnız Türkiye devrimcilerinin düştüğü yanlış değil tüm dünya devrimcileri, dünya komünist hareketinin parçalanması sonucu seçilen merkezin deneylerinin sonuçlarını model alarak yola çıkmıştır. 70’li yıllar daha sert ve kitlesel mücadelelerle bu yanlışın daha geri bir düzeyde tekrarıdır.
Bu kuşak, strateji seçilen modele, ülkeyi uydurmak düzeyinde olsa da devrimci bilinci ilerleterek doğru ve yanlışlarıyla stratejiyi yaşama vurdular ve somut olarak analiz edilecek sonuçlar çıkaracak dersler bıraktılar. Günümüzde, hem tarihsel birikime hem ülke gerçeklerine daha yakın ve ileriden bakış kazanılmış olsa da örgütler, bunları kerameti kendilerinde biricik ve sihirli formüller düzeyine düşürerek, daha geriye düştüler. 50 yılda, stratejilerin herhangi bir aşamasına varmak, tamamlamak bir yana her aşamanın ilk taktik adımlarında bile patinaj yapılmaktadır. Günümüzde ve ülkemizde silahlı mücadeleyi pratik olarak da gündemine alan örgütlerde, toplu ayaklanma stratejisinin açık veya dolaylı etkisi devam ediyor.
Lafız olarak değil, hakikat olarak kendi deneyimlerinden öğrenme, devrimciliğin temel şartlarındandır. TDH, kendi deneylerinden hiç öğrenmiyor. 1971’den öğrenemedi, öğrenemediği için 1980’de darmadağın oldu. 1971’e kadar yaşananlardan öğrenebilseydi 80’lerde bu boyutlarda çöküş yaşanmazdı. 1980’den günümüze Türkiye çok şiddetli krizlerle sarsıldı ama bu krizleri siyasallaştıracak dinamikler gökyüzünde değil, tarihsel birikim olarak bu toplumun bağrındaydı. Ayrıca öncüller olarak 1971, bu süreci başlatmıştı. Devrimci yaratıcılık bunu görüp, süreci bir üst seviyeye sıçratma yeteneğini gösterebilmekti. Bu krizi siyasallaştırmanın olanaklarını PKK gördü ve gereklerini yaptı. Öcalan’ın, 1971’in bütün öncülerine ve özellikle parti-cephe geleneğine bağlılığını sürekli vurgulaması bir güzelleme değil, devrimci stratejik yönelimiyle ilgilidir. Kaypakkaya, Kürt sorununu gündemleştirdi, PKK ona hayat verdi. Mahir Çayan PASS’ı (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) savunuyordu, PKK bunu ete kemiğe büründürdü. Suni denge tespitini yapıyordu, sadece Kürt sorununda değil, Türkiye toplumunda “suni denge”yi bozdu. Toplumsal anlamdan öteye Türk egemenlik sisteminin tüm dengelerini bozdu. PKK kendi hakikat arayışını ’71 geleneği üzerinden inşa etti. TDH, ‘80’li yıllarda, darbe karşısında direnemeyip tasfiyeyi yaşarken; PKK, gerilla savaşına cüret etti ve tüm Kürdistan’ın halk gerçekliğini temsil düzeyine yükseldi. Halk denilen soyutluğu, gerçekliğe büründürdü.
PKK ilk çıkışında klasik ML iddialı bir parti olarak kuruldu ve ML ilkelere tam olarak bağlı çalıştığı iddiasındaydı. Küba devrimcilerinin böyle bir iddiası yoktu ve zamanın klasik komünist partilerince bir avuç maceracılar olarak şiddetle eleştiriliyorlardı. PKK, ML iddiadaydı ama örgütlenmesi, propagandası ve eylem tarzıyla klasik komünistlerce sapkın, milliyetçi, hatta geniş bir kesim tarafından karşı devrimci olarak görülüyordu. Teoride ortodoks marksizm savunusuna rağmen pratikte kendi nesnel gerçekliğinden hiç kopmadan yol aldı. Başlangıçta Çin, Vietnam ve diğer sömürgeciliğe karşı savaşları; Mao, Ho Şi Minh’in yanı sıra Amilcar Cabral ve Fanon’u derinlemesine incelerler. İlk yayınları Kürdistan Devriminin Manifestosu’na bakıldığında bu açık görülür. Stratejisini de bu deneyler üzerinden kurar, zamanla ve her adımda kendi özgül deneyleriyle siyasal çalışma, parti örgütlenmesi ve askeri mücadele dahil hemen her aşamada sürekli kendini yenileyerek ve birçok konuda özgül uygulamalar, kavramlar, örgütsel arayışlar ve zengin siyasal ve savaş pratikleri geliştirir. Strateji sorununda, mücadele pratiğini analiz ederek sonuçlar çıkaracağımız örnek, PKK’dır. PKK öncülüğündeki Kürt devrimci hareketi 40 yıldır bu devlet ve sistemle hesaplaşacak düzeyde bir akla ve cüsseye sahiptir ve kendini gücü ve eylemleriyle var kılıyor. Kürt devriminde stratejiye yaklaşım, ayrıntılı olarak tartışılmalıdır. Burada sadece strateji sorununda, içinde bulunduğumuz topraklarda stratejisi pratiğe vurularak değerlendirilebilecek tek örnek olmasıyla değindik.
Dünya deneyleri üzerinden yürütülen strateji tartışmaları, zorunlu olarak model seçme çarpıklığıyla sonuçlandı ve 71 devrimci kopuşunu gerçekleştirenler, kabul ettikleri modelin hakkını vermek için yaşamlarını ortaya koyarak harekete geçtiler. Türkiye’de ne kadar yüzeysel, modellemeci, taklit denirse densin, strateji sorunu tek bir dönemde yaşamın içine girdi, pratiğe vuruldu, denendi. Bu dönem 1969-72 kısa aralığıdır. Sonrasında devamcılar, bu modelleri pratikteki sonuçlarına bakma gereği duymadan, aldırmadan mutlaklaştırarak alamet-i farikalarına dönüştürdüler ama asla uygulamadılar, uygulamak bir yana denemediler.
Mahir Çayan, strateji üzerine çok yönlü eğilir. Kendi kuşağının bilinç düzeyini aşan yaratıcı fikirler geliştirir. Çin, Vietnam ve Latin Amerika devrimlerini inceler ve bu devrimlerden etkilenir. Ama asıl olarak Çin ve Vietnam’a göre Türkiye’ye benzerlikleriyle Latin Amerika devrimlerini esas alır ve o devrimlerin stratejisi olan “politikleşmiş askeri savaş stratejisini” benimser. Marks, Engels ve Lenin’de devrimci durumda gerçekleşecek toplu ayaklanma dönemleri hariç öncü savaş stratejisi net olarak mahkum edilmiştir. Çin devrimi, mücadeleye Leninist devrim anına hazırlıklarla başlar. Ancak Mao zorunluluklar sonucu yüzünü kırlara ve köylü yığınlara dönerek, bu yeni devrimci atağı muzaffer bir devrime ulaştırmıştır ve sonrasındaki tüm başarılı devrimler Mao ve Lenin’in yaptıklarını değil yöntemlerini uygulayarak kendi devrim yollarını çizmişlerdir. Mao, Leninist devrim stratejisiyle yol alınamadığını görerek, bu çelişkiyi Çin devrim pratiğinde, adım adım savaş içinde, uzun süreli halk savaşı stratejisini geliştirerek aşar. Mahir Çayan, aynı çelişkiyi aşmak için emperyalizmin bunalım dönemleri kavramını geliştirir.
Mahir Çayan, teoriyi devrim yapma ciddiyetiyle inceleyen ve Hikmet Kıvılcımlı’dan sonra TDH’nde teoriyle en çok haşır neşir olan genç devrimci önderdir ve birçok konuda hala anlamlı ve dikkate alınması gereken değerlendirmeleri vardır. Devrimi güncel bir pratik sorun olarak kavrayan devrimcilerdendir ve pratik olarak, devrim işine girişmek için hazırlanır. Ama döneme hakim eğilim olan Marksist ortodoksinin etkisindedir. Klasik teoriye bağlı ve ileri denilebilecek düzeyde hakimdir ve bütün çabası yapmak istediklerini genele hakim, klasik Marksist anlayışın içine yerleştirmek için son derece ciddi bir çaba gösterir.
Mao’nun, Ho Şi Minh’nin ve Castro’ nun giriştikleri, uyguladıkları ve geliştirdikleri devrim stratejileri, klasikleşmiş toplu ayaklanmacı stratejiden devrimci bir kopuştur. Mahir Çayan, işçi sınıfına dayanan toplu ayaklanma tezleriyle devrim yapılamayacağını anlamış ve arayışa girmiştir. Kendi bilincinde somutladığı devrim stratejisini, Marks ve Lenin’de bulamaz. Latin Amrika deneyleri ve Mao okumalarıyla belirli sonuçlara varır. Daha çok Che Guevara, Carlos Marighella, Joao Quartim, Douglas Bravo ve Regis Debray’ın görüşleri üzerinden Latin Amerika deneylerini esas alır. “Öncü Savaşı”, “Politik ve Askeri Liderliğin Birliği”, “Suni Denge”, “PASS” dahil tüm bu kavramların hepsi değişik Latin Amerika ülkeleri devrimci örgütlerince kullanılan kavramlardır, Çayan’ın özgün olarak belirlediği kavramlar değildir. Çayan’ın özgün çabası bu kavramları ML içine oturtmaya çalışmasıdır. Bunların Marks, Engels’le olduğu kadar Lenin ve Bolşevik Devrimle de uyuşmadığını görür ve kendince oluşturduğu tezleri, Marksist teorinin içine almaya çalışır. Bu değerlendirmelerde (Kesintisizler) sorunlu yanlar olsa da, onun stratejisi, eski anlayışla yürümeyen devrimciliğe yeni yollar ve arayışlar sunan devrimci bir çizgidir.
Mahir Çayan, “suni denge” kavramını ve “politikleşmiş askeri savaş stratejisi”ni emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi ve “gizli işgal” değerlendirmeleri üzerine inşa eder, stratejisinin bütünlüğünü bunun üzerine kurar. “Gizli işgal”, bir varsayımdır ve pratikte bir anlam ifade etmez, emperyalizmin iç olgu olmasıyla aynı şey değildir. Somut olarak da bu tanım (gizli işgal) Türkiye burjuvazisinin emperyalizmle ilişkisini doğru tespit etmez. Tayyip diktatörlüğünün güç dengelerine oynaması bunun yanlışlığının kanıtıdır. Daha önemlisi teorik olarak Türkiye’nin kamp değiştirmesi reddedilemez. Bu durumda M. Çayan’ın temel stratejisi boşlukta kalır. “Kesintisiz Devrim II-III”te silahlı mücadeleyi “gizli işgal” varsayımı üzerine kurar ve açık olarak “gizli işgal” olmayan koşullarda silahlı mücadeleye başlamanın yanlış olduğunu yazar. Emperyalist işgal koşulları dışında silaha sarılmak “sol oportünizmden başka bir şey olmayacaktır” Çayan’a göre, devrimci durum yoksa silahlı mücadele verilmemesi gerekir. (Mahir Çayan, Bütün Yazılar s.273.) Mahir Çayan bu yanlış varsayım (gizli işgal) üzerinden devrimci savaş stratejisine varır, vardığı sonuç doğrudur ve bu Ekim Devrimi sonrası tüm devrimlerin ve gelişkin devrimci atılımların pratik sonuçlarının doğrultusudur. Dünya devrim mücadelelerinin deneylerini şablonlaştırmamak kaydıyla, günümüzde her devrim kendi özgünlüğünde devrimci savaş stratejisini izlemek durumundadır.
TDH, doğuş koşullarından dolayı, dışarıda bir büyük ağabeye bağımlı kalmış, içeride egemenlerin modern kesimlerinden kopuşmakta zorlanmıştır. Kaypakkaya, TDH’de politik ve ideolojik olarak hakim güç olan Kemalizmi eleştirilmekle yetinmeyip, onu “baş düşman” konumuna yerleştirmekle, o zamana kadar var olan komünizmden köklü bir kopuşu temsil eder. Ulusal mesele dahil diğer bütün radikal tezlerinin temelinde bu devrimci tavır yatmaktadır. Kemalizmi doğru tespit etmeden devrim mücadelesinde bağımsız bir hat geliştirilemez, daha öteye hiçbir konuda devrimci tavır geliştirilemez. Kürt ulusal sorununda devrimci olunamaz. Bugün hala Kemalizmle bulaşık tüm hareketler, Kürt Devrimine derece derece mesafeli ve uzak duruyorlar. İçeride, kendi egemenlerine bağımlılıktan kopuşu gerçekleştiren Kaypakkaya, dışarıda büyük ağabey geleneğini güçlendirerek sahiplenir ve bu bağı ideolojik varoluşunun temeli haline getirir. Bu dış merkeze ideolojik bağlanma onun hem devrimci yönünü güçlendirir hem de en geri yanını temsil eder. İleri ve devrimci yanı toplu ayaklanmacılıktan kopmasını ve silahlı mücadeleyi temel almasını getirirken aynı zamanda, Çin devrimini şablon olarak kavraması ve Türkiye’ye uyarlamaya çalışması onun geri yanını temsil eder. Kaypakkaya’nın kararlılıkla takipçiliğine soyunduğu dönemde Çin, dünya devrimi için ayaklanma tezleri dahil, bütün devrimci politikalarını terk etmiş, milli devlet politikasına geçmiş ve iki süper devlet tezinden bir adım ileri atarak “sosyal emperyalist Sovyetleri” “baş düşman”, “tehlikeli” emperyalist olarak değerlendirip, daha Kaypakkaya yaşıyorken 1972 yılında, ABD ile dostluk politikasını başlatıp, ABD başkanı Nixon’ı Pekin’de ağırlamıştır. Kaypakkaya bu gelişmeleri hangi oranda izleyebildi bilmiyoruz, Çin çizgisine bağlılığını sürdürmüştür. Kaypakkaya’nın, radikal devrimci kanat içinde kenarda kalmasının bir nedeni; 1972 yılına kadar, TDH içinde tecrit durumunda olan PDA (şimdi Perinçek’in Vatan Partisi) hareketi içinde yer almasıdır. Ama bundan çok daha ağırlıklı bir diğer nedeni ise Kemalizm ve Kürt sorunu konusundaki yeni ve ileri görüşleri, Kemalizme karşı net duruşudur.
Kaypakkaya, kırları esas alır ve zaten TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi. Bugünün nasyonal faşisti Doğu Perinçek’in partisi) içinde DABK (Doğu Anadolu Bölge Komitesi) sorumlusudur. Kırsal alanda gerilla savaşının hazırlıklarını sürdürmekte, stratejisini uygulamak için çalışmaktadır. PDA, stratejinin gereğini yapmayı sürüncemede bırakınca hızla PDA’dan kopar ve kendisiyle birlikte kopan sınırlı güçle kırlarda üstlenerek, silahlı gerilla eylemlerine başlar. Devamcıları aynı stratejiyi daha keskin savunurken, 1975-80 arasında kırları temel alan bir gerilla savaşına hazırlanmaktan çok, şehirlerde çalışmayı başa almışlardır. Kaypakkaya’da devrim stratejisi ve yolları keskin çizgilerle nettir; parti ve gerilla kırlarda üslenecek, kızıl siyasi üsler kurulacak, kırlardan şehirlere yürüyecektir. Nitekim bu pratiği izler. Devamcıları her şeyiyle şehirlerdedir ve her şeyiyle şehirlidir. Şehirlerde azımsanmayacak bir güç toplarlar. Öte yandan 1980 yılına kadar kırlara yönelik ciddi bir çalışmaları bilinmiyor. Kırlar tali kalıyor ve kendi değerlendirmeleri de bunu açık yazar, kongrelerde tasfiye edilen MK’lar “kırları ihmal etmekle” suçlanır.
Kaypakkaya devamcılarında, en azından bir sorun olarak kavranan ve tartışması yapılan -stratejiye uygun siyasal faaliyet meselesi- THKO devamcılarında sorun olarak dahi yer almaz. Sonradan TDKP olan eğilimin, isim ve prestijini kullanmak dışında, THKO ve stratejisiyle de buna uygun bir pratikle de hiçbir ilgisi yoktur. Bu eğilim, Maoculuğa geçip oradan Hocacılığa kaçar. Ne Maocuyken stratejinin gereğini yapar ne de sonrasında. THKO’yu devrimci bir değerlendirmeyle aşmadıkları gibi sağa kaçışın örtüsü olarak ahlaki olmayan faydacı bir reddiye yazarlar. THKO reddiyeciliği, bugünkü yasal reformist çizgiyi daha o zamandan içinde taşır.
THKP/C bu konuda daha geniş bir yelpaze oluşturduğu için ikili bir hatta değerlendirilebilir. THKP/C, sonrasında iki koldan gelişir. İlki THKP/C’yi ve stratejisini savunan ve Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı kaleme alarak bu doğrultuda ilk eyleme geçen, ama daha başlarken önderlerini kaybeden ve sonradan Acilciler olarak bilinen harekettir. Önderliğini kaybeden Acilciler, daha sonra onlarca gruba bölünerek parçalanırlar. Bu gruplardan MLSPB, HDÖ ve Eylem Birliği başarılı silahlı eylemler gerçekleştirir, ama örgütsel bütünlüklerini koruyamazlar.
Ana gövde ise ikinci kol olarak Dev-Yol etrafında toplanır ve bu kümenin, keskin savunuculuk dışında, pratiğinin hiçbir alanında THKP/C stratejisiyle uzak yakın ilişkisi olmamıştır. Bu sahte THKP/C savunuculuğuna itiraz edenler, Dev-Sol olarak koparlar. Sonradan DHKP/C olan Dev-Sol’u ayrı değerlendirmek gerekir. Başarıları ve hatalarıyla önemli bir deneydir. DS’nin 1990 başlarındaki iki yıllık silahlı eylemliliği önemli bir sonucu gösterir; Türkiye’de silahlı mücadelenin her dönem alıcısı vardır, toplumsal kültüre uygundur. Daha sonra, Dev -Yol’dan ayrılan diğer birçok grup da, THKP/C ve Çayan çizgisini savunduklarını iddia etseler de uzun yıllardır sürdürdükleri örgütsel ve pratik faaliyetlerinin Çayan’ın devrimci savaş stratejisiyle uzak yakın ilişkisi yoktur.
1980 yılına kadar, TDH’de strateji bir sorun olarak bilinir, tartışılır ama bunlar seçilen modelleri geliştirme düzeyini aşamaz. 1980 sonrası stratejiler buharlaşır, az çok strateji bilinci olan örgütler, yeniden evrimleştikleri doğrultuda, kendilerine yeni strateji oluştururlar. Bunlar hemen tümüyle Komintern programları ve değerlendirmeleri temelinde toplu ayaklanmacılık hedefi üzerine inşa edilir. Ülkemizde silahlı mücadeleyi stratejik önemde değerlendiren birçok eğilim, gerçekte onu toplu ayaklanma anlayışının üzerine inşa etmektedir. Ama bunlar kağıt üzerindedir, pratik olarak doğru yanlış gerçekleşemezler veya sonuçlar çıkarılacak bir pratiği deneyimleyemezler.
Dünyadaki tüm Marksist örgütler, kendilerince biricik, “bilimsel” stratejilere sahiptiler. Bu stratejilerin niçin buharlaştığını doğru kavrayamayanlar, yeni bir strateji öne sürebilirler ama devrimci bir strateji kuramazlar. Dünya devrim süreci, her bir başarılı ve yarım kalan deneyimlerle muazzam bir birikim oluşturuyor hem birçok bakımdan benzerlikler taşıyor hem hepsi kendine özgü ve biricik model oluşturuyor. Bugün strateji, bu kazanımlardan habersiz oluşturulamaz. Aynı zamanda tüm yeryüzü, tarihte görülmedik bir altüst oluş yaşıyor. Strateji sorununda, hem bu zengin birikimden temel dersler ve sonuçlar çıkarmadan hem altüst olan dünya nesnelliğini kavramadan devrimci bir strateji inşa edilemez. Tüm Marksist alemde var olan stratejileri yaşam buharlaştırdı. Strateji var olan gerçekliğin bilince çıkarılması ise, şimdiye kadar ki tüm stratejiler, nesnel gerçeklik karşısında boşluğa düştüler, yeryüzünde kitlelerin hareketi stratejilere göre değil, kendi kanallarından akıyor. ML iddialı örgütler ise, yürüyen bu hareketleri değil, strateji olarak kabul ettikleri kendi alamet-i farikalarını yaşama dayatmaya çalışıyorlar.
Bir dönemdir dünyada ve ülkemizde, devrimci hareketler strateji sorununu daha yoğun tartışıyor. Bu tartışmalar faydalıdır, ama yaşam akıp gidiyor. TDH’de strateji sorununda yenilenme arayışları sürüyor, ama strateji olarak ileri sürülenler, tüm yenilenme iddialarına rağmen geçmişin efsunlu kavranışının izlerini taşıyor. Yeniyi görüyor, çünkü içinde yaşıyor ama yeniye değil eskiye bakıyor. Bunun somut kanıtı; silahlı mücadeleyi temel alan, kesintisizleri savunanlar ve TKP/ML devamcıları dışında, örgütlerin büyük çoğunluğu silahlı mücadeleyi, milli kriz ve devrimci durumda oluşacak toplu ayaklanma üzerine kuruyorlar. İki istisna dışında tüm örgütlerin program ve stratejileri bu anlayış üzerine oturtulmuştur. Toplu ayaklanma stratejisi yalnızca nihai anı belirlemez bir bütün olarak, toplu ayaklanmacılık bir anın görevlerinden öteye, devrimci pratiğin tüm alanlarını ve iktidar savaşının tüm safhalarını belirleyen, propaganda ve ajiatasyondan örgütlenme ve çalışma tarzına, ittifaklardan mücadele yol ve yöntemlerine, kendiliğinden her alanı belirleyen bir stratejik bütünlüktür. Partinin örgütlenmesi ve mücadele tarzı da buna dahildir.
Sınıf ve öncü parti
Devrimciler için sosyalizm, Marksizm, devrim bir akademik ilgi veya zihinlerde oluşturulan bir kurgu değil mutlaka bir nesnel gerçek güce yaslanan, somut güçlere dayanan pratik bir mücadeledir. Bir sınıfa yaslanmayan ve bir gelecek kurgusu olmayan hiçbir düşünce ve pratik başarılı olamaz. Bizim için temel sorun kapitalizmi yıkacak ve yeniyi kuracak güç veya güçler sorunudur. Sınıflar savaşı, sınıfların ortaya çıkış tarihiyle yaşıttır ve diğer bütün çelişki ve çatışmaları içinde taşır veya diğer bütün çelişki ve savaşlar, sınıf çelişkilerinin değişik biçim, tarz ve ideolojiler görünümündeki sınıflar savaşıdır. Kapitalizm içindeki yaşamın tüm alanları ve tüm insan ilişkileri, ekonomi, siyaset, kültür, askerlik, sanat, edebiyat, estetik sınıfsal belirlenimlerdir ve sınıflar savaşının değişik görüngüleridir. Sınıflar var olduğu müddetçe bütün toplumsal ve siyasal yaşam, sınıfsal bir karakter içinde gelişecektir. Sınıflar gerçeğini inkar bir yana önemsizleştirecek her türlü görüş ve ideoloji sahiplerini düzenin içine çeker.
Sınıf sorununa yaklaşımımız nettir. İşçi sınıfının devrimde öncülüğü tartışma dışıdır. İşçi sınıfının öncülüğü yalnız devrime öncülükle sınırlı değildir, asıl tarihsel rolünü geleceğin toplumunun kuruluşunda oynayacaktır; işçi sınıfı komünizme geçiş sürecinin de öncüsüdür. Bugünkü parçalanmışlığı, örgütsel ve politik geriliği ideolojik ve örgütsel öncülüğünü ortadan kaldırmaz. Bugünkü geri durumu, politikanın alanında ve mücadele sürecinde aşılacaktır. İşçi sınıfının andaki durumu, devrimin sınıfsal temellerinde, stratejinin belirlenmesinde esastan değişiklikler getirmez. Dönemsel taktikleri ve öncelikleri etkiler, bu bir geçiş döneminde olduğumuzu gösterir. Sınıfın bu durumdan ne kadar sürede çıkacağı, uzun veya kısa süreceği; hem dünya çapındaki kitlesel isyanların alacağı biçimlere hem kendi sınıf çıkarları yönünde gireceği mücadelelere hem de her ülkenin devrimci hareketinin, önümüzdeki mücadele sürecinde atacağı ileri adımlara bağlıdır. İşçi sınıfının devrimci rolünü kazanma süreci, devam eden mücadelede temel sorunlarında değişiklik gerektirmez, tersine sınıf körlüğünü aşmak için bir olanaktır. Bunun dışında, işçi sınıfı zaten ana gövdesiyle tüm dünyadaki kitlesel çatışmaların içindedir ve süren mücadele sürecini her anlamda güçlendirmektedir. Sadece öncü rolünü oynayacak ideolojik bilinç ve örgütlülükten yoksundur.
Sınıf mücadelelerinin tarihinde, devrimci özne sorunu, hiçbir dönemde dondurulmuş kalıplar üzerinden yürümez. Mutlak ve ebedi bir biçimlenme değildir, her dönem canlı tartışmaların ve çatışmaların konusu olmuştur ve bugün de yoğun tartışmaların konusudur. Leninist parti modellemesi ve bunun evrensel bir şablon olarak tüm partilere dayatılması, Lenin’in parti teorisine olduğu kadar, pratik mücadelesine de aykırıdır. Lenin’in parti teorisi, teorik varsayımlarla, tarih dışı donuk kalıplar üzerinden değil, kendi çağının ve içinde yaşadığı toplumun güncel sınıfsal ilişki ve çelişkilerin analizi üzerinden oluşturulmuş, canlı ve değişen bir biçimlenmedir. Bugünün Leninist partisi, tarihsel deneyimlerin dersleri ile nesnel dünya ve Türkiye gerçekliğinde yeniden kurulmak durumundadır.
Partiler gibi sınıflar da donuk değil sürekli değişim içindedir. Partilerdeki değişimi de büyük oranda sınıfların yapısındaki değişim belirler. Hiçbir kesim sınıfsal özelliklerinin dışında ele alınamaz. Öte yandan sınıfsal konum da değişkendir ve sınıflar üretim sürecindeki gelişmelerin etkilediği değişimler yanında aynı zamanda siyaset aracıyla değişirler. İşçi sınıfı, kendiliğinden sınıf olmaktan, toplumsal öncü rol oynama düzeyine, siyasal faaliyete girerek yükselmiştir. Bu anlamda bugün yürüyen heterojen kitlesel kalkışmalara ve kesimsel mücadele dinamiklerine; sınıfsal konumları yanında, siyasete girerek kendilerini etkin bir hareket olarak örgütleyip kurulu düzenin karşısına çıkma kararlılığı kazanıp kazanmadıkları açısından bakmak durumundayız.
Günümüzdeki tüm kültürel, dinsel, cins, ırk, uluslar ve devletler arasında keskinleşen çelişkiler sınıflar mücadelesinin, değişik görüngüler, ideolojiler ve biçimler altında şiddetlenerek sürmesinin göstergesidir. İdeolojiler ölmedi, sınıf mücadeleleri keskinleşerek devam ediyor ama başka görünümler altında. Bu koşullarda, devrimci bir alternatif oluşmadığı için egemenler bu çelişkileri kendi kanallarına akıtmakta veya sistem içinde eritmekte güçlük çekmiyorlar. İşçi sınıfı, kendi mücadelesini başat hale getiremediği için yeryüzündeki diğer potansiyel muhalefetleri de burjuvazi, kendi kanallarına akıtıyor. Büyük patlamalar halinde yeryüzünün bütününde ortaya çıkan kitlesel gösteriler, örgütlü güçlere dönüşüp birikim yaratamıyor, sonuçsuz kalıyor.
Dünya komünist hareketindeki gerileme, devrim stratejilerinin çökmesini; stratejik hedeflerden yoksun mücadeleler ise harekette gerilemenin derinleşmesini karşılıklı etkilemektedir. Stratejilerin çöküş sebebi, önce model alınan ülkelerin çöküşüyle bağlantılıdır, zira modellerle birlikte şablonlar da çöktü. İkinci olarak, işçi sınıfının yapısında yaşanan köklü değişimler nedeniyledir. Kapitalist sistem, üretim sürecini dumura uğratan, üretimin devamını kesintiye uğratarak hayatı durdurabilen ve sınıfın ana gövdesini sürükleyen kesimi dağıttı. İşçi sınıfının modern sanayi proletaryası diye ifade edilen bölüğü, üretimde aldığı yerle ve gücüyle, harekete geçtiğinde sınıfın ve diğer yoksul sınıfların ana gövdesini arkasında birleştirip, burjuvazinin ve devletinin karşısına dikilebiliyordu. Siyasal bilinç ve örgütlü öncülük de bu eksen üzerinde kuruluyordu. Sınıfın değişen yapısı, bugün kendi içinde sınıfı ekonomik, siyasal, ideolojik olarak sürükleyen bu öncü bölükleri yok etti. Bir dönemdir işçi sınıfının az çok kendi içinde bütünlüğünü sağlayan anatomik yapısı bozuldu, bugün işçi sınıfı paramparçadır. İşçi sınıfının öncülüğünü şu veya bu gerekçeyle geriye ittiğimizde, bu, sınıf mücadelesinden, devrim fikrinden ve yeni bir özgür toplum amacımızdan vazgeçmeyi beraberinde getirir. Ama dünyada gerçek olarak süren hareketliliklerde, sayısal olarak büyüyen işçi sınıfı örgütsüz ve gerilerden geliyor. Geçmişte proletaryanın öncülüğü maddi hayatın, gerçek dünyada süren hareketliliğinin üzerine oturuyordu.
İşçi sınıfının anatomik yapısını yeni koşullarda oluşturarak ayağa kalkması ve stratejilerin sınıfın toplu ayaklanması ekseninde kurulmasının beklenmesi, Lenincilik perdesiyle gizlenmiş bilinçli, bilinçsiz reformizmdir. Günümüzde devrimcilik, sınıfın hazır olacağı zamanları beklemekten değil pratik mücadeleyi silahlı eylemlerle ilerleterek, var olan ve hareket halinde olan güçlerle sınıf savaşını büyütmekten, devletin ve sivil faşistlerin saldırılarını devrimci eylemlerle karşılayarak fiili mücadeleyi yükseltmekten geçiyor. İşte o zaman, tüm toplum kesimleri gibi işçi sınıfı da etkinleşecektir. Mevcut statükoya karşı kendisini hareket halinde var eden toplumsal hareketleri, doğru ilkeler ve hedefler etrafında birleştirerek derinleştirdiğimiz oranda, işçi sınıfı da bu mücadelelerin toplumsal etkisi ve gelişmesiyle politika sahnesinde öncü olarak yerini alacaktır.
Tüm dünyada sınıf hareketinde durgunluk devam ederken, yıkıcı proleterleştirme dalgasıyla karşı karşıya olanlar başta olmak üzere, toplumun çok değişik kesimlerinden oluşan toplumsal hareketler, dünya tarihinde daha önce yaşanmamış boyutlarda hem derinlemesine hem yaygın bir şekilde kesintisiz dalgalar halinde yükseliyor ve şiddetleniyor. Bunlara gözümüzü kapayıp arkamızı dönemeyiz veya bunlar hedefi olmayan sınıf dışı hareketler olarak küçümsenemez ve sınıfın mücadeleye katılmasına endekslenemez. Bu toplumsal hareketler, bugün, parçalanmışlığı ve atomize olmuşluğuyla sınıfın geri çekildiği koşullarda sınıflar mücadelesi sahnesinde aldıkları konumla önemli bir yer tutmaktalar ve kimse bu duruma gözünü kapatamaz. Genel eğilim, bu hareketleri geçmişe göre daha fazla dikkate alsa da bunlarla devrim mücadelesinde nasıl ilişkileneceği konusunda net değildir. Daha çok vaziyeti idare etme ve sınıfın devreye girmesiyle bu hareketlerin gerileyeceği ve kendi örgütlülüklerinin etrafında toplanacağı beklentisi hakimdir. Sınıfı son tahlilde devrimi yapacak olan özne olarak görmek doğru; ama bu doğruyu dondurarak kapitalizmin toplumsal yaşamda biteviye yarattığı ve keskinleştirdiği çelişkilere, kapitalizm içinde yaşama olanakları kalmayan çok çeşitli toplumsal kesimlere kayıtsızlığa yol açmamalı. Zira bu yaklaşım tüm ezilen ve baskı altındaki toplumsal kesimlere ve hareketlere körleşmeyi beraberinde getirmektedir. Lenin, bu hastalığı “sınıf körlüğü” olarak mahkum etmiştir. Türkiye devrimci hareketinin geniş bir kesimi derece derece bu hastalıkla maluldür.
İşçi sınıfının devrimi gerçekleştirip, komünizme varışa kadar tartışmasız öncülüğünün kabulü ile sınıfın güncel nesnel durumu iki ayrı kategoridir. Bir tarihsel dönemde, işçi sınıfının teorik olarak devrimde öncülüğü ve pratik fiili hareketi üst üste düşüyordu. Bu koşullarda, Lenin hem güncel pratik mücadelede hem partinin örgüt yapısında net olarak işçi sınıfını, sınıf içinde çalışma ve partiyi bileşim olarak da proleterlerin nicelik ve nitelik olarak ağırlıkta olmasını temel görev olarak koyar. Ve bunu, hareketin yükseliş ve düşüş dönemlerinde, gereken hareket biçimlerine uygun olarak, hemen bütün dönemler için başa alır. Bu yaklaşımı, bütün konuşma ve yazılarında ısrarla tekrarlar. Bu, dönemin nesnelliğiyle ve hareketliliğiyle tastamam üst üste düşen, gerçek hayatın dayattığı bir durumdur. Bütün kapitalist ülkelerde, kısa aralıklarla, işçi sınıfı devasa siyasal örgütleriyle, milyonları kucaklayan sendikalar ve yan kollarıyla direnişte ve sokaklardadır.
Dönemin Rusyası’nda işçi sınıfı, kitlesel olarak siyasette öndedir. Ama partilerde küçük burjuva kökenli aydınlar ağırlıktadır. Lenin, bu durumu da gözeterek “işçilere, daima işçilere” sloganıyla birlikte, parti organlarında iki aydına karşı altı işçi yer alsın vb. önerilerde bulunur. Yüzyıl sonra bugün, hala aynı tarzı ve taktikleri uygulamak için çırpınanlar çoktur, ama bu tutumlarıyla küçük bir hareket dahi ortaya çıkaramadılar. Bu kesimlerin onlarca yıla yayılan sınıf çalışmalarında, proletarya partisini sınıf içinde inşa etme çabaları, devrimci siyasal bir çalışmadan ziyade, siyasal sendikacılık yapmaktan öteye geçemedi.
Dünyada ve ülkemizde ML iddialı örgütlerin büyük çoğunluğu, devrim partisini Lenin’in tarif ettiği işçi sınıfına dayanan ve işçilerin her düzeyde etkin olduğu parti olarak anlıyorlar. İki temel kriter koyuyorlar: Bolşevik parti ölçülerinde bir sınıf partisi olmadan ve işçi sınıfı örgütlenerek siyasal sahnede yerini almadan hiçbir sonuç elde edilemez. Bu tarihsel gelişimi kavrayamayan çok yanlış bir ezberdir. Bolşeviklerin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi sonrası, bir daha benzer bir parti oluşamadı ve Bolşevik olduğunu iddia eden hiç bir parti, koşulların olağanüstü elverişliliğine rağmen devrime yürüyemedi. Ekim Devrimi sonrası devrime sıçrayan partiler, ne Bolşevikler benzeri parti peşinde koştular ne de işçi sınıfının siyasal mücadelede fiili öncülüğü almasını beklediler.
Ekim Devriminin, dünyada bir daha yaşanmayacak koşullar sonucu gerçekleştiği ve biricikliği doğru anlaşılmadan, toplu ayaklanma beklentisinden kopmadan, bugün devrimci bir siyasal strateji kurulamaz.
Sınıfı örgütlemek, öncü örgütü sınıf içinde konumlandırmak, diğer ezilenleri sınıfın ideolojik ve politik etkisine almak, düşman cephedeki çelişkileri hesaplamak, tarafsızlaşabilecek kesimleri tarafsızlaştırmak diye sıraladıklarımız siyaset olarak kitaba uygun formüllerden öteye geçemez. Bugün bu devrimci siyaset, sınıfı egemen hale getirecek olan siyaset değildir. İşçi sınıfı, yüzyıl önceki sınıfla aynı değil, bunları yukarıda açıkladık. Kapitalist gelişme sonucu, toplumun diğer kesimleri yıkıcı proleterleşme dalgasıyla işçi sınıfının saflarını büyütürken sınıfın anatomik yapısını parçalamış ve mücadele birliğini dağıtmıştır. Toplumsal proletarya bu yapısıyla tarihteki öncü rolünü gerçekleştiremiyor ama kendi ideolojik ve örgütsel rolünden kopuk olarak, tüm kitlesel çatışmaların içinde yer alıyor. Sorun, bugünkü gerçekliğin içinde, yeni örgütünü ve öncülüğünü nasıl ve hangi eksenler üzerinden kuracağı, bunun nasıl pratikleştireceğidir. Aynı zamanda, devrimci siyaset boşlukta yapılmaz tepeden tırnağa kontrol mekanizmalarıyla tüm toplumu denetleyen emperyalizm ve muazzam şiddet araçlarıyla donatılmış ulus devletlerin varlığı koşullarında gelişen toplumsallık içinde yapılır. Günümüzde siyasetin birinci önceliği veya daha doğru bir ifadeyle varoluş koşulu, bu zorunlulukları aşacak yöntem, taktik ve araçları yaratabilmektir.
Kapitalizmin gelişmesinin her aşamasında sınıfın yapısı da değişmektedir. Günümüzde bu gelişim, sınıf içinde daha derinlemesine ve yaygınlığına çok yönlü bölünmeler ve yabancılaşmaya yol açmıştır. Bu durum önceki aşamalardan daha boyutlu olarak analiz edilmelidir. Ancak aşılması için yöntem aynıdır: Nasıl ki, sınıf içinde önceki dönemdeki ayrılıklar ve çelişkiler devrimci siyasal fikirlerin yayılması ve bu temelde sınıfın örgütlenmesi üzerinden aşıldıysa, günümüzde de devrimci siyasal faaliyetle aşılacaktır. Tarihsel olarak yerleşikleşmiş işçi sınıfına yüklenen mistifikasyon, saf işçicilik dogmatizmi aşılmalıdır. İşçi sınıfı hiçbir dönem homojen değildir, hep kendi içinde sürtünmelidir.
1917 Şubat Devrimi döneminde, Rusya nüfusunun ezici çoğunluğu işçi sınıfından değildi. Köylü sınıfından gelen askerler ve denizciler, bu proleter olmayan çoğunluk, devrimin itici gücü oldu. Ekim Devriminde de işçi sınıfı, nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyordu. Devrimin en radikal ve sürükleyici gücü asker ve köylü sovyetleriydi. Daha sonraki hiçbir devrimde de işçi sınıfı çoğunluk değildi. Çin Devrimi, köylü gerilla ordusunun; Küba devrimi aydın küçük burjuvazinin itici rol oynadığı devrimlerdir.
Lenin’in geliştirdiği düşünceler Marks, Engels dönemine göre çok fazla değişmiş bir dünya gerçekliğini ifade ediyordu ve Lenin’in görüşleri, Marx’ın teorik çerçevesinin radikal bir yenilenmesiydi. Emperyalizm, tek ülkede sosyalizm, parti teorisi, köylü nüfusunun çoğunluğu oluşturduğu Rusya’da sosyalist devrimin olanaklılığı… Bugün kendisine ML diyen eğilimler, Marksizmi dünyanın değişen gerçekliğinden koparmış, adeta bir kuramsal dogma olarak kavramaktalar ve bu dogmatizm en çok onların program ve stratejilerine yansımaktadır. Sözel olarak, bugünkü dünyanın Marx, Engels ve Lenin’in yaşadığı dünyadan çok farklı olduğu konusunda hemen herkes anlaşıyor. Ancak süreklilik içinde teorik gelişim ilerletilemediği için, teoriye sadık kalma adına eski metinleri tekrar etmek zorunluluk oluyor. Tarihsel birikime bugünü kurmak için ihtiyaç duyarız dünü tekrar etmek için değil. Bugünün ML iddialı örgütleri, Bolşevikleri ve karşıtlarını bugünde yaşatmak istiyor, bugünü geçmişin gözlükleriyle okumaya çalışıyor. Bu mümkün değildir, tarih tersine çevrilemez. Tarihe ve tarihteki önemli olaylara güzellemeler düzmekle yetinmek; bu yolu tercih edenleri tarihe gömer. Gerici ve faşist ideolojiler bile tarihe güzelleme düzmekle yetinmez; oradan bugüne güç devşirirler, tarihi böyle okurlar. Oysa dogmatik Marksistler, geçmişe bağlılık adına geçmişi bugünde yaşatmak istiyorlar. Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels komünizmi, yürüyen tarihsel hareket olarak tariflemiştir ve Komünist Manifesto’nun yazıldığı ve yüz yılın başlarında Ne Yapmalı’nın yazıldığı tarihlerde, ben varım diye “yürüyen” en büyük tarihsel hareket, işçilerin hareketidir. Leninist partiyi Bolşeviklerin yaratmasından çok, bu tarihsel dönemin gerçekleri ortaya çıkarmıştır. Bolşevikleri yaratan da aynı koşullardır, Leninist parti de bu koşulların ürünüdür.
Tüm kapitalist ülkelerde, işçi sınıfının yanında, çok katmanlı, dinamik toplumsal hareketler ortaya çıkmıştır. Toplumların ve sınıfın yapısındaki büyük altüst oluşlara gözümüzü kapayamayız, ama sorunun özü aynı kalmıştır. Kapitalizmin temel çelişkisi, emek sermaye çelişkisi devam ettikçe, ki günümüzde bu çelişki şiddetlenerek devam ediyor, işçi sınıfının tarihsel rolü güçlenerek sürecektir.
Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı
Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Günümüzde dünya gericiliğin ana merkezi emperyalizmdir. Yeryüzündeki tüm faşist ve askeri diktatörlükler, tüm yerel gerici iktidarlar, dinsel faşist gericilikler, yükselen neo-faşizmler emperyalizmden beslenirler ve emperyalizm, tüm gericiliklerin kaynağıdır. Emperyalizm, dünya halklarının baş düşmanıdır ama emperyalizm bütün ülkelerde “iç olgu” haline gelmiştir. Bu, yerel sermayelerin ve devletlerin emperyalizmin uzantıları, kaleleri, yerel emperyalist odaklar durumuna gelmesi demektir. Bu odaklara karşı mücadele edilmeden emperyalizme dokunulamaz. Bundan dolayı antiemperyalist mücadele, açık işgal vb. durumlar dışında, her coğrafyada yerel sermayelere ve devletlerine karşı mücadelenin içindedir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti bir tekelci sermaye diktatörlüğüdür. Aynı zamanda sömürgeci bir devlettir, tarihi boyunca Kürtler üzerinde inkârcı, imhacı ve asimilasyoncu bir politika sürdürmektedir. Türkiye’de hakim sınıf emperyalist tekellerle ortaklık içindeki yerli tekelci sermayedir. Türkiye’de tekelci sermaye, yedeğindeki orta sermaye kesimleri ile ekonomiden siyasete, devletten toplumsal ilişkilere, dinden kültüre ve geleneksel değerlere kadar toplumun tüm dokusunu örümcek ağı misali sarmış hem derinlemesine hem yaygınlığına tam bir hakimiyet kurmuştur.
Uluslararası tekelci sermaye ile iç içe geçen yerli tekelci sermaye ekonomik ve siyasal olarak diktatörlüğünü pekiştirmiştir. Türkiye’de ekonomik ve siyasal olarak uluslararası tekeller ile yerli tekelci sermayenin diktatörlüğü hüküm sürmektedir. Yerli tekelci sermaye ile uluslararası finans oligarşisinin iç içeliği gerçekliği, Türkiye’de antiemperyalist mücadele ile kapitalizme karşı mücadelenin iç içe geçtiğini, birini yenmeden diğerini yenemeyeceğimizi açıklar. Türkiye’de kapitalizmi yıkmadan emperyalizmden kurtulmak mümkün değildir; emperyalizmi kovmak Türkiye devrimini gerçekleştirmeden olanaksızdır. Klasik MDD çizgisinin en temel yanlışı emperyalizmi yabancı bir güç olarak değerlendirip, Türkiye’de antiemperyalist mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleden ayırarak, emperyalizme karşı “milli” bir burjuvaziden bahsetmesidir. MDD’in “milli”liği buradan geliyor.
Türkiye’ye de finans kapital hakimiyetini pekiştirmiştir. Bu anlamda Türkiye tekelci sermayesini tekelci oligarşi olarak tanımlamakta sorun yok, ama Türkiye’de burjuva egemenliğini Latin Amerika ülkelerindeki iktidarlar benzeri, oligarşik diktatörlük olarak değerlendirmek ciddi bir yanılgıdır. İşbirlikçi oligarşi, işbirlikçi tekelci sermaye tanımları için de aynı şey geçerlidir. Bu tanımlar gerçeğin bir bölümünü anlatırlar. Türkiye sermayesi emperyalizme bağımlı ve iş birliği içindedir ama Latin Amerika sermayeleri gibi değil emperyalizmle ortaklık ilişkisi içindedir. Küçük ortaktır ama kukla değil ortaktır. Bunu sağlayan, tarafların istekleri değil, Türkiye kapitalizminin gelişkinlik düzeyidir. Türkiye kapitalizmi yaygın ve gelişkin bir iç pazara sahiptir. Bu pazar üzerinden ekonomik, siyasal, askeri olarak emperyalizme bağımlılığı -yaygın ve gelişkin iç pazarın ve jeostratejik olanakların da etkisiyle- uluslararası tekellerle ortaklık temelindedir.
Bu tespitler, uluslararası siyaset alanında da gözlenebilir. Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı ve ilişkisi, Kolombiya, Ekvator, Paraguay, Ürdün, Katar, Irak vb. ülkelerden farklıdır; bölgesinde yayılmacı siyaset güden bir güç durumundadır. Yayılmacılık eğilimi, tarihsel geleneği olduğu gibi içeride faşist bir diktatörlüğü tahkim etmek ve Kürdistan üzerindeki sömürge hakimiyetini devam ettirmek için de zorunludur. Aynı zamanda yerli tekellerin iç pazarda son sınırına kadar sömürüyü derinleştirerek şişmiş sülükler haline gelmesi ve bir bütün olarak, Türkiye tekelci sermayesinin gelişkinlik düzeyi, bölgesinde yayılmacı ve emperyal emelleri zorunlu kılıyor. Türkiye tekelleri bu düzeyde duramaz ya bölgeye yayılarak daha güçlenecek veya bulunduğu konumdan gerilere düşecek. Bu kapitalist gelişmenin yasasıdır.
Türkiye kapitalizminin içinden geçtiği aşamayı tanımlamak devrimciler için akademik bir merak değil kapitalizme karşı savaşımızın zorunlu gerekliliğidir. Yukarıdaki veriler ışığında Türkiye kapitalizmini; emperyalistleşme aşamasına sıçramak isteyen orta gelişkinlik düzeyinde kapitalizm olarak tanımlayabiliriz ve bu aşama bölgesel yayılmacılıkla birlikte bölgesinde emperyal bir gelişme çizgisini koşulluyor. Alt emperyalizm tartışmaları daha çok ekonomik veriler üzerinden sürdürülüyor. Emperyalistleşme için şu düzeyde gelişkin ekonomi, şu boyutta askeri güç, şu kadar sermaye ihracı vb. üzerinden, milimetrik hesaplamalarla birlikte yürütülüyor. Bu verilerin hangi düzeyi emperyalistleşmeyi gösterir, bunları bilmiyoruz ama gördüğümüz; içeride faşizm ve Kürdistan’da sömürge statüsünün devamı, ekonominin askerileştirilmesi ve askeri sınai kompleksin büyümesi, işgal altında bulundurduğu dış topraklar, dışarıya her fırsatta ve geniş bir alanda gerçekleştirilen askeri harekatlar, etine göre budu sermaye ihracı, bütün bunların toplamı Türkiye kapitalizminin emperyalistleşme sürecinde olduğunun somut göstergeleridir. Türkiye dış güvenliğini NATO’ya bıraktığı dönemleri çoktan geride bıraktı. Esas olarak bir iç savaş örgütü olan TC sistemi, adım adım kendi eti budunu aşan bir acullukta bölgesel hegemonya için sahadadır. Türkiye kapitalizminin emperyalistleşme heves ve hedefleri, iç ve dış gelişmelere göre ileri sıçrama veya geriye düşme ile sonuçlanabilir; bunu daha çok sınıflar mücadelesi belirleyecek. Türkiye ve Kürdistan devrimcileri, Türkiye burjuvazisinin emperyalist heveslerini boğazında bırakmak, faşist rejimi yıkmak için mücadelesini sürdürüyorlar.
Türkiye’nin kendine has özgüllükleri önemlidir. Finans Kapitalin diktatörlüğü tek başına yürümüyor, diğer burjuva kesimlerinin tabi olduğu bir iktidar biçimlenmesi, her dönem değişik sürtünmelerle ortaya çıksa da sonunda tekelci sermaye tahakkümünü hakim kılıyor. Siyasette her dönem, değişik çalkantılarla bunu gözlemleriz. Asıl olarak işçi sınıfı ve devrimci güçleri ezen askeri darbeleri, finans kapital, aynı zamanda diğer sermaye kesimlerini hizaya sokmak için de kullanmıştır. Siyasette, tek parti döneminde Serbest Fırka, DP sonrası Yeni Türkiye Partisi, AP döneminde Demokratik Parti, Refah Partisi vb. dönem dönem finans oligarşiye tavır almıştır ve bunların hizaya sokulması hep yaşanan olgular olmuştur.
Tekelci sermaye her alanda hakimiyetini kurmuştur, ama sermaye içindeki çelişkiler hiç bitmez. Bu durum burjuvazi içinde ayrı bir iktidar alternatifi olarak ortaya çıkmaz, aynı biçimde orta burjuvazi devrimde bir ittifak gücü olarak görülemez, karşı devrimci bir güçtür. Ama devrim, güçlenme aşamasında bu çelişkilerden faydalanabilir. Tekelci sermayenin tam hakimiyetine rağmen, tekeller dışındaki burjuvazi, Türkiye’nin toplumsal yaşamında çok etkindir. Orta burjuvazi veya tekel dışı burjuvazi kavramları bu kesimlerin sınıfsal konumunu anlatsa da, toplumsal ve siyasal yaşamda oynadıkları rolü kapsamıyor. Kavramdan öteye bu burjuva kesimleri belirleyen gerçeklik, Türkiye’de mülkiyetin yaygınlığıdır. Türkiye’de nüfusun büyük kesiminin kırlarda yaşandığı dönemde (Kürdistan ayrı tutulursa) klasik feodal ilişkiler görülse de, bunlar yerel ve oldukça kısıtlıydı; Türkiye tarımında küçük toprak sahipliği ezici çoğunluğu oluşturuyordu. Aynı biçimde şehirlerde de küçük mülkiyet çok yaygındır. Yaygın mülkiyet her yerde ve her zaman devrim mücadelesinin önündeki en zorlu sorun ve sitemin temellerini genişleten ve koruyan bir rol oynar. Bu gerçeklerden dolayı devrimin bu mülk sahibi kesimlere karşı yürüteceği politika ve taktikler çok önemlidir.
Türkiye devriminde sınıfların konumu
Devrimimizin ideolojik, politik ve fiili öncüsü proletarya ve öncü partisidir. Yedek güçler; geniş küçük burjuva kesimler (büyük bir kesimi yıkıcı proleterleştirme dalgasının anaforunda olsa da sınıfsal bilinç olarak hala küçük burjuvadır), yoksul köylülüktür. Devrimimiz gelişen koşullara göre bu sınıf ve tabakalarla en uygun ittifak ve mücadele biçimlerini kurarak, savaş cephesinde mevzilendirmekle yükümlüdür. Günümüzde bu klasik şemayla yetinmemeli, kendi özgünlüğünde gelişen toplumsal kesimleri devrim için ittifaklardan cephe ortaklığı ve devrim sonrasında da sosyalizm kuruculuğuna kadar gidecek yeni bir politik eksen kurmalıyız. Bu durum yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada kararlılık kazanan yeni toplumsal hareketleri, devrim mücadelesinde, ittifak ve örgütlenme dahil -bugünden başlayan ve sosyalist kuruluşta da devam edecek- tüm yönleriyle teorinin içine almayı gerektiriyor. Günümüzün nesnelliği, devrim stratejilerini geçmişe göre bu eksende genişletmeyi zorunlu kılıyor.
Karşı devrim cephesinin öncüsü, emperyalist tekellerle ortak olan tekelci sermayedir. Tekelci sermaye, devlet bürokrasisi, yeni ruhban sınıfı rolü oynayan medyada, üniversitelerde ve kültür sanat alanındaki diplomalılar ile şehir ve kasabalardaki orta burjuvazi ile ittifak halindedir, egemenliğini ve toplum üzerinde kontrolünü bu ittifak üzerinden yürütür.
Devrim, işçi sınıfı ve yoksul emekçi güçleri ve sermayenin baskısı altındaki tüm ezilenleri değişik ittifak ve birlik siyaseti etrafında birleştirerek başarılabilir. Aynı zamanda karşı güçleri, en son sınırına daraltmak için politika ve taktikler geliştirir. Burada orta burjuvaziye karşı tavır önem kazanır. Orta tabakaların Türkiye’deki konumu ve toplumsal yaşamdaki rolleri çok önemli ve özgündür. Turgut Özal bu kesimi bir dönem “orta direk” olarak adlandırmıştı. Turgut Özal’ın bir metafor olarak kullandığı “orta direk”, somut hayatta burjuvazinin iktidarının Türkiye toplumu içindeki bel kemiğini oluşturur, bunlarsız burjuvazinin iktidarı mümkün değildir.
Tekelci sermaye, nicelik olarak Türkiye toplumunda çok küçük bir azınlıktır. Ama uluslararası sermaye ile ortaklık içinde, Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, siyasal tüm alanlarında kesin bir hakimiyet kurmuştur. Türkiye burjuvazisi, Türk egemen sınıflarının bin yıllık devlet geleneğini ve bu geleneğin son 600 yılını oluşturan Osmanlının hükmetme tecrübelerini devralmış ve bunu neredeyse 100 yıllık Cumhuriyet koşullarında devam ettirmektedir. Tekelci sermaye iktidarı, hem en modern tekelci kapitalist ilişkilerin hem de en arkaik prekapitalist ilişkilerin tarihsel bir süreçte iç içe geçtiği özel bir oluşumdur. Kapitalist gelişme sonucu kapitalizm öncesi yapılar, daha modern biçimler almıştır. Ama üst yapıda bunlar, siyasal, hukuki, ahlaki biçimlerinin bir arada yaşandığı; sınıfsal, ulusal, dini, mezhebi, kültürel, iç-dış, konjonktürel-yapısal gerilimlerinin iç içe geçip birbirini beslediği tüm gericilikler olarak toplumsal hayatta güçlenerek devam etmektedir. Tekelci sermayenin tahakküm altında tutarak tüm toplumsal hayatı kontrol ettiği bu yapıları, orta burjuvazi olarak belirlemek tam gerçekliğimizi anlatmıyor. Yukarıda söylediğimiz gibi, bu ekonomik ve siyasal yaşamı tüm gözeneklerine kadar denetleyen çok özel bir yapılanmadır.
Orta burjuvazi veya nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin önemli olan, bu kesimin sınıfsal ve siyasal gerçeğinin ve devrim savaşımızdaki konumunun doğru anlaşılmasıdır. Devrimde burjuvaziye karşı mücadele, ideolojik, politik, kültürel ve fiili olarak orta burjuvaziye (ve orta sınıflara) karşı mücadeledir ve tüm savaş cephelerinde karşımızda orta burjuvaziyi buluruz, onun toplum içindeki örgütlülüğü karşımıza çıkacaktır. Emperyalizme karşı mücadeleyle karşılaştırılabilir: Günümüzde açık işgal dışında tüm ülkelerde emperyalizm hiçbir yerde ve alanda fiili olarak devrimci savaşın karşısına çıkmıyor. İşgal koşullarında bile artık savaş şirketlerinin askerleri ve teknoloji ile savaşıyor. Bundan dolayı emperyalizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleyle iç içe geçmiştir ve kapitalizme karşı olmayan antiemperyalizm devrimci değildir diyoruz. Pratik devrim savaşında, emperyalizme karşı mücadele yerel sermaye ve devletlere karşı mücadele içindedir. Bu durum aynı biçimde devim mücadelemizde tekelci sermayeye karşı yaşanmaktadır. Sınıfsal olarak devrimimizin hedefinde olan tekelci sermaye ile pratik devrim savaşında hemen hiç karşı karşıya gelmeyiz. Daha doğrusu sermaye kendisi olarak fiili mücadelede karşımıza çıkmaz, karşımıza aygıtları ve kontrolündeki güçlerle çıkar. Devlet aygıtı ve personeli dışında, devrim savaşımız tüm cephelerde orta burjuvazi ve onun örgütlenmeleriyle her alanda savaş olarak sürer.
Başka bir tanım bulamadığımız için orta burjuvazi olarak adlandırdığımız bu kesimler, Türkiye gericiliğinin tüm katmanlarıdır ve bu toplumu boğmaktadır. Bu gerçekliği, tüm toplumsal ve pratik hayatta görürüz. Tekelci burjuvazi, siyasi partilerin merkezlerini kontrol eder, ama tüm gerici siyasi partilerin ana iskeleti orta burjuvaziden oluşur ve bu sınıf üzerinden faaliyetini sürdürür. Kitlelerin ideolojik, politik, örgütsel olarak denetlenmesi ve yönlendirilmesini, karşı devrimci saldırganlığını bu kesimler aracılığıyla gerçekleştirir. Bu kesimler, gerici tüm toplumsal örgütlenmelerin içinde ve yönlendiricisidir. Türkiye ve Kürdistanı bir boydan bir boya örümcek ağları misali saran tüm tarikatlar, bu burjuva kesimlerin denetimindedir. Tarikatların kuran kursları, öğrenci yurtları, ekonomik kurumlar, kültür faaliyetleri, medya vb. örgütlerinin uzanmadığı hiçbir alan gösterilemez. Çocuklar, gençler, kadınlar başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerine nüfuz ederler. Aynı biçimde faşist ve faşizm işbirlikçisi tüm siyasal partileri, işçi, gençlik, kadın örgütleri ile vurucu paramiliter güçler ve mafya çetelerini, yerel küçük çeteleşmeler dahil hepsini bu kesimler örgütler, denetler ve yönlendirir. Hemşehri derneklerinden spor kulüplerine, esnaf odalarından kültür faaliyeti adı altındaki örgütlere, işçi sendikalarından her türlü yardımlaşma derneklerine, camilerden her türlü sivil görüntülü gerici örgütlenmelere bu kesimlerin kontrolündedir. Devlet aygıtı ve personeli bu gerçeklikten ayrı değildir. Başta idari ve güvenlik aygıtları olmak üzere, devletin kapıcısından en üst bürokratına kadar tüm devlet kurumları personeli, dinci ve Türkçü faşist seçilmişler olarak bu kesimlerin tabanlarından oluşmaktadır. Bu kesimler, mevcut örgütlülüğü ile bu sistemi ayakta tutmanın yanında, güçlü manevi ve maddi etkileriyle, devrimci mücadelenin yoksullara ulaşmasının önündeki en büyük barajı oluşturur. Aynı zamanda devrim mücadelemize karşı, devasa bir örgütler bütünlüğü olarak fiili mücadele içindedirler. Pratikte, siyasal ve fiili olarak devrimci mücadele, her alanda ilk olarak bu karşı devrimci odakları karşısında bulur. Bu gerçeklikten dolayı devrim savaşımız ve stratejimizde orta burjuvaziye karşı tavır hayati derecede önemlidir.
Orta burjuvazi, ana gövdesiyle karşı devrimcidir ve devrimin başarısı için her türlü yöntemle ezilip tasfiye edilmesi gereken kesimdir. Orta burjuvazinin gerici kesimine göre daha küçük ama toplumsal mücadelede önemli ikinci bir bölüğü vardır. Bu kesimler de tekellere bağımlıdır ancak ekonomik (kriz koşullarında artan derecede olmak üzere), siyasal, dinsel-mezhepsel, kültürel çelişki içindedirler. Bunların bir kesimi faşizme yedeklenirken bir kesimi devrim saflarına kazanılabilir, kazanılmayanları ise tarafsızlaştırmak önemlidir. Bu kesimlerin, etnik ve dini farklılıklardan dolayı sınıfsal çelişkiden çok faşizm ve şeriat düzeni tarafından varlıkları tehdit altındadır. Seküler yaşamı benimseyen Sünniler, geniş Alevi ve diğer dinlerden azınlıklar, başta Kürt olmak üzere diğer etnik kökenden Arap, Çerkes vb. azınlıklardan olan orta burjuva kesimler, özgürlük talepleri üzerinden devrim saflarına çekilebilir veya tarafsızlaştırılabilirler.
Buraya kadar söylediklerimizden çıkan özet sonuç: Mücadelemizin başarıya ulaşmasının birinci şartı işçi sınıfı ve müttefiklerini devrime kazanmak için yapacaklarımızdır. Ama başarı için, en az bunun kadar önemli olan, orta burjuvazinin merkezinde olduğu özel gerici yapılanmaya karşı alacağımız tavır da belirleyici olacaktır.
Bu özel gerici yapılanma, Türkiye’ye özgü ideolojik, kültürel olarak yapısal bir özellik kazanmıştır. Türkiye’de tarihsel olarak oluşmuş olan sakat ilericilik-gericilik, laikçilik- dindarlık kutuplaşması özel bir egemenlik biçimini almıştır. Dünyanın her yerinde ilericilik-gericilik, emek-sermaye çelişkisine, ezen-ezilen gibi sınıfsal ayrımların veya karşıtlıkların eksenine oturur. Türkiye’de bu kavramlar tam anlamıyla baş aşağıdır. Bu sakat temellerdeki siyasal kutuplaşma, emekçi sınıfları bölüyor, birbirlerine düşman halde, her iki burjuva kampın arkasında saflaştırıyor. Bu ideolojik kutuplaşmanın, Türkiye devrimci hareketini de etkilediğini söyleyebiliriz. Ve bu Türkiye devrimci hareketinin doğuşundan gelen özelliği olarak, bir türlü kurtulamadığı en ağır prangasıdır.
Başından beri ilericilik-gericilik veya laikler- şeriatçılar biçimindeki çatışma, Türkiye’ye özgü bir iktidar olma siyasetidir. Laiklik, sistemin temel iktidar aracından başka bir şey değildir. İslamcılık da en az laiklik kadar Türkiye egemenlerinin başka bir iktidar aracıdır. Bu çatışma (laiklik-şeriat) sistemin varoluş biçimidir. Laiklik-şeriatçılık kapışması, yalnızca egemen klikler arası bir iktidar olma savaşı değil, aynı zamanda ortak iktidarlarını koruma ve sürdürme siyasetinin bir parçasıdır. İdeolojik, politik, kültürel hangi saikle olursa olsun bu kapışmanın bir tarafında yer almak, kaçınılmaz olarak sistemin devamına, giderek sağlamlaşmasına hizmet etmektir. Aynı zamanda, bu saflaşma, devrimci hareketi Türkiye’nin işçi sınıfı dahil en yoksul kesimleriyle karşı karşıya getiriyor. İdeolojik ve kültürel olarak Kemalizm’in etkisi, toplumsal alanda bu sonuçları doğurmaktadır. Aydınlanmacılık, batıcılık, laikçilik, modernizm, Kemalizm birbirinin tamamlayanlarıdır ve bunlarla bulaşıklık her türlü muhalefeti, egemenlere hizmet eder hale sokmaktadır. Bu kavramlar, solun ezici çoğunluğu için hala sol olmanın vazgeçilmezleri durumundadır. Devrim savaşımız, kendi devrim ve sosyalizm anlayışını ayak bastığı Anadolu ve Mezopotamya topraklarının tarihsel ve komünal geleneklerini de gören bir yerden, ajitasyon ve propagandasını bu gelenekleri içerimine alarak yeniden kurmak durumundadır.
Marks, “Devrim her adımda karşı devrimi güçlendirir” der. Bu, onun zamanın devrimlerinden çıkardığı derstir. Düşmanımızı yalnız kendi güçlerimizi büyüterek yenemeyiz. Kendi güçlerimizi büyütürken düşman cepheyi daraltmak zorundayız. Devrimin ittifaklar ve cephe taktiği iki eksen üzerine kurulur: Bir, kendi güç ve müttefiklerini en geniş boyutlara çıkarmak; iki, karşı düşman güçleri olabilen en dar sınırlara hapsetmek. Devrimci ittifaklar politikamız bu iki eksen üzerine oturur. Devrim anına kadar kendi saflarımıza yeni güçleri çekmeye çalışırken; düşmanın saldırı ve savunma kurumlarını dağıtmak, ittifaklarını bozmak ve onu kitlelerden tecrit etmek, politik taktiğimizin temelini oluşturur. Orta burjuvazinin bir kesimine karşı cepheden savaşırken bir kesimine karşı çok yönlü ve esnek politika ve taktiklerle yaklaşmak, bu yanıyla da önem kazanır.
Türkiye devriminin karekteri üzerine
Strateji, bir nihai hedefin varlığı ile tanımlanır ve biçimlenir, ancak o nihai hedefin kendisine sıkıştırılamaz. Sosyalist hareket, uzun yıllardır, iktidar hedefini stratejinin yerine koymuştur. Oysa strateji, hedefinizin kendisinden çok, o hedefe erişmenizin yolu ile ilgilidir. İki şey birbirine karıştırılıyor, varılacak hedef ve bu hedefe varışın yolu aynı şey olarak anlaşılıyor. Hedefi proletarya diktatörlüğünün gerçekleştirmesi olarak alırsak, bu hedefe varış, gerçekleşen her yerde, önceden öngörülemeyen, beklenmedik farklı ittifaklar, farklı süreçler ve farklı mücadele tarzlarıyla gerçekleşmiştir. Strateji, hedefe varışın yoludur ve yukarıda söylediğimiz gibi hareketli ve her aşamada yeniden somutlanmak durumundadır. Bu keyfi bir şey değil, dünya devrimler tarihinin gösterdiği somut gerçekliktir. Program da değişmek zorunda kalabilir ama esas olarak sonal hedefin ilkeleri kalıcıdır. Bu iki alanın diyalektik ilişkisini anlayamayanlar, her aşamada eski sloganları tekrarlıyor ve somut görevlerden kopuyor, güncel siyasal sloganlar ve mücadele taktiklerinde döneme uygun değişiklikleri, her adımda sapma veya reformculuk olarak damgalıyorlar.
Devrim dönemleri, toplumun tüm kesimlerinin en radikal taleplerle ve yıkıcı eylemlerle tarih sahnesine fırladıkları mahşer yerine benzer. Böylesi dönemler, taktikler ve sloganlarda, her an her türlü değişimi zorunlu kılar. Çünkü kitleler bu taleplerin hemen gerçekleşmesi için sokaklardadır. Bu taleplerin programlara ve stratejilere uygun olup olmaması, onları ilgilendirmez ve devrimci partiler böylesi hayat memat anlarında kitlelerin bu acil taleplerine, bunlar programımıza uymuyor, burjuva taleplerdir, diyerek sırt çeviremez. Bolşevikler, programına ters olduğu halde Rus köylülüğünün toprak istemini ve tüm halk kitlelerinin barış talebini acil olarak devrim gündemine almıştır.
Barış ve toprak meselesi, her ikisi de burjuva devrimlerinde çözülebilecek ve kapitalizme dokunmayan sorunlardır. Dogmatik bakış bu sorunların kapitalizmin içinde kaldığını savunarak bunları vb. kritik anlardaki taktikleri, reformculuk olarak anlamaya yatkındır. Evet, bunlar reformcu taleplerdir, ama 1917 Rusyasını Ekim Devrimine götüren talepler olmuştur. Bir yerde ve bir momentte, sıradan reformist olan bir talep, başka bir yerde ve momentte kelime anlamıyla devrimle, bir sınıf iktidarının yıkılması olarak ve yerine başka bir iktidarın kurulmasıyla, sonuçlanabilir. Bunun en somut örneği, ırkçı Güney Afrika rejimidir. Özgül koşullarından dolayı, sıradan genel oy hakkı, ırkçı rejimin çökmesiyle sonuçlanmıştır. Başka bir örnek, Nikaragua Devrimidir. Bu devrime sosyalizm talepleriyle değil, sadece Somoza diktatörlüğünün yıkılmasını hedefleyen antifaşist/antioligarşik taleplerle ulaşılmıştır. Devrim anında, devrimci güçler ağır bastığından, Somoza diktatörlüğünün yıkılması devrimci demokratik bir iktidara yol açmıştır. Bulgaristan’da antifaşist cephenin programı, Hitler faşizminin kovulması ve burjuva özgürlüklerin kazanılması talepleriyle sınırlıdır ama sosyalist devrim olarak gerçekleşmiştir.
Ülkelerin devrimleri sosyoekonomik gelişim düzeyiyle ve devrime varıştaki sınıflar savaşı sonucu oluşan güçler dengesi sonucunda belirlenir. Türkiye kapitalizminin gelişmişlik düzeyi sosyalist devrimin koşullarına uygundur. Sosyalist devrim zaten, Ekim Devrimiyle tüm kapitalist ülkeler için geçerli hale gelmiştir. Ama devrimlerin karakterini belirleyen sınıflar savaşının andaki güçler dengesi olmuştur. Türkiye ve Kürdistan’da devrim sorunu hiçbir ön kalıba sokulamaz, tarihin ve güncelliğin biriktirdiği sorunlar son derece karmaşık ve hiçbir yere benzemeyen çok özgün sorunlardır.
Türkiye’nin mevcut iktidarı faşist bir diktatörlüktür ama tam hakimiyetini kuramamıştır. Geniş bir toplum kesimi, faşizmden bir an önce kurtulmak istiyor. Bu durum iç ve dış beklenmedik gelişmelerle faşizmin çözülmesini gündeme getirebilir. Daha önemli olarak, Türkiye, Kuzey Kürdistan’ı sömürge statüsünde tutmakta ve Güney Kürdistan’ın bir bölümünde işgalci konumundadır. Sömürgeci işgale karşı Kürt Devrimi büyük mesafeler katetmiştir. Kürdistan Devrimi zorluklara rağmen direnişini sürdürüyor. İç ve dış beklenmedik gelişmeler, faşist TC’yi Kürt sorununda adım atmaya zorlayabilir. Kürt devriminin öncüsü PKK, ciddi ve büyük bir tecrübeye, birikime sahiptir ve bir çatlama anında siyasal dengeleri değiştirecek olanaklara sahiptir. (Gerek faşizm gerek sömürge statüsünün çözümü devrim sorunudur ve TC faşizmi yıkılmadan bu sorunlar çözülemez, bunların kurumsal temelinin tartışılması ayrı bir sorundur.) Her iki sorunun çözümü sosyalist bir devrim sürecinden önce gündemleşebilir ve bu adımlar sosyalist devrimin önünü açan rol oynayabilir. Böyle bir gelişmeye komünistler biz sosyalist devrim için mücadele ediyoruz diyerek tavırsız kalamazlar.
Ekim Devrimi göstermiştir ki, proletarya diktatörlüğü için demokratik devrimin tamamlanmış olması şart değildir. Lenin açık belirtmiş ve sonraki devrimler de göstermiştir; demokratik devrimin görevleri sosyalist devrim sürecinde tamamlanabilir. Sosyalizme geçiş için burjuva demokratik sorunların çözülmesinin tamamlanması şart değildir. Ama işçi sınıfının iktidarı alması pratik gücü, örgütlülüğü ve toplumsal güç dengelerine bağlıdır. Demokratik ve sosyalist devrim ilişkisini başka türlü anlayanlar kafa karışıklığı içindedir. Bu kafa karışıklığının sebebi; aşamalı anlayışlardan, demokratik ve sosyalist devrimleri iki ayrı aşama olarak düşünmekten kaynaklıdır. Ekim Devriminden sonra tüm kapitalist ülkelerde sosyalist devrimin koşulları olgunlaşmıştır. Bu gerçeklik, tüm kapitalist ülkelerde sosyalist devrim hedefini koymayı yanlışlamaz ama devrimin karakteri önceden değişmez bir şekilde belirlenemez. Bu tümüyle andaki güç dengeleri tarafından belirlenir. Türkiye’de hangi devrim hedefi konulursa konulsun, sonucu devrim sürecindeki güç dengeleri belirleyecektir.
Devrimci savaş stratejisinin gereği olarak silahlı mücadele
Türkiye ve Kürdistan toplumlarının genel kültüründe silah ve şiddet özel bir yer tutar. Bu toplumlarda tarihsel olarak her önemli sorun güç ve şiddetle çözülmüştür. Bundan dolayı güç ve şiddete yabancı değildir. Silahın yeri ise daha özeldir, birçok halk deyiminde silah kutsala yakın bir yere konur. Anadolu’nun tarihi, bir anlamda ayaklanmaların tarihidir, ama bunlar geçmişin silik hatıraları düzeyindedir. Kızılbaş ayaklanmalarının Alevilikte yaşatıldığından söz edilebilir. Anadolu’nun en büyük ayaklanması, Babai İsyanı toplumda bilinmez, solda konuşulur. Şeyh Bedreddin isyanı ve değerleri, sol dışında toplumsal bir ilgi görmez. Ama gerilla geleneği daha sıcaktır ve devletin çete olarak nitelediği birçok isyancı, yörelerinde halk kahramanı olarak saygı görür ve bu, yaşayan bir gelenektir. Gene, 1971’in silahlı eylemleri ve önder kadroları, zaman geçtikçe unutulmak bir yana, kitlelerin bilincine daha fazla kazınıyor.
Liberal sol ve reformcu eğilimlerin, silahlı mücadelenin kitlelerce benimsenmediği ve kullananı tecrit ettiği iddiaları tersinden doğrudur. Türkiye’de devrimci mücadelede silah kullanılmaya başladığından beri, silah kullanan örgütler, her dönem en çok kitleselleşen ve halktan yakın sempati gören örgütlerdir. Türkiye’nin ilerici kesimleri, her dönem silahlı örgütlere daha fazla ilgi göstermiştir. Silahlı mücadeleye ilginin en somut ve parlak göstergesi Deniz, Mahir, İbrahim ve o dönemin devrimcilerinin kitlelerin bilincinde edindikleri yerdir. Bu devrimcilere gösterilen ilgi, sadece ilerici kesimlerle sınırlı değildir, toplumun tüm kesimlerinde hatta karşıt saflarda olanlar arasında da geniş bir sempati olduğu biliniyor. Devlet bu devrimcileri lanetlemek için her yolu denemesine, ağır suçlamalarına rağmen, bu durum artarak devam ediyor.
Bütün eleştirilecek yetersizliklerine rağmen, 1975 sonrası yükselen kitle mücadelesinde silah kullanan tüm örgütler, en büyük kitleleri peşinden sürüklemiştir. THKO, THKP/C, TKP/ML’nin devamcıları en çok kitleselleşen örgütlerdir. Günümüzde onlarca ayrı parçaya bölünen bu örgütlerin, o dönem silah kullanmakta ısrar eden devamcıları, toplam bir yekun ediyor ve hala canlılığını koruyorlar. Geçmişin en kitlesel silah kullanan örgütü Devrimci Yol’un ana gövdesi, liberal reformist çizgide derinleştikçe kitlesini kaybetmiş ve daralmış yorgunlar kulübü durumundadır. Dev-Yol’dan kopan Devrimci Sol, daha ileriden silahlı eylemlerle kısa zamanda büyük bir taraftar kitlesi toplamıştır. TDH’nin silahlı mücadele deneylerinin tümüne yakını, Kürdistan dışında tutulursa, şehirlerde süren mücadelelerdir. 1980 sonrası, TİKKO ve DHKP/C nin başarısız sınırlı denemeleri dışında, gerilla savaşının kırlardan başlayacağını savunan örgütler de ağırlıklı olarak şehirlerde mücadele yürütmüştür.
1960 sonlarından günümüze, zaman zaman kesintili olsa da parlamenter meşru mücadeleden kitlesel direniş ve grevlere; büyük şehirlerin tamamının mahalle ve semtlerinde günlerce süren silahlı direnişlerden fabrika işgallerine, büyük şehirlerde devletin kontrolünün geriletildiği, zamanında kullanılan adıyla “kurtarılmış mahallelere”; faşist saldırılara karşı bütün Türkiye ve Kürdistan’ın kasaba ve köylerine kadar yaygınlaşan silahlı direnişlerden büyük şehirlerdeki polis karakollarına gerilla tarzı saldırılara, teşhir olmuş namlı işkenceci ve katil polis ve güvenlikçilere yönelik suikastlara ve Çorum’da faşizmin kanlı provokasyon planına karşı, şehir halkının aktif katılımıyla aylarca süren barikat savaşları dahil, sayamadığımız her türden silahlı direniş ve mücadelelere kadar TDH, büyük bir deney bırakmıştır.
Bütün bu deneylere rağmen şehirlerde kalıcı ve sürekliliği olan bir birikim yaratılamamıştır. Örgütlerin yasa dışı temelleri zayıf kalmış ve silahlı birimler, gerilla güçleri şehirlerde tutunamamış, örgütlenme başarılamamış, süreklilik kazanamamıştır. Şehir faaliyetleri, Kürdistan mücadelesinde de, mücadelenin geldiği aşamanın çok gerisindedir. Kürt gerillası, dönem dönem çok parlak eylemler gerçekleştirmiştir, ama büyük kitlesel desteğine ve kırlardaki başarılı gerilla savaşı deneylerine rağmen, bugün hem Türkiye tarafında hem Kürdistan şehirlerinde, gerilla mücadelesinde kalıcılık ve istikrar kazanılmamıştır.
Bunun elbet yasa dışılık geleneğinin zayıflığı, gerilla mücadelesine kalkışmaların hazırlıksızlığı vb. birçok taktik ve teknik sebepleri gösterilebilir ve bunlar ihmal edilemeyecek sorunlardır. Ama başarısızlığın sebepleri, taktik ve teknik eksikliklere daraltılamaz; taktik ve teknik hazırlıklarla bu sorun aşılamaz. Mevcut başarısızlıklar, tüm devrimci çevrelerde karamsarlık yaratmıştır ve bu tehlikelidir. Kapitalizmin beton cehennemine dönüştürdüğü Türkiye metropolleri, gerek devasa büyüklükleri gerek toplumsal çelişkileriyle yasa dışı çalışma ve gerilla tarzı mücadele için bulunmaz olanaklar ve fırsatlar sunmaktadır. Bu koşullarda, şehirlerde yasa dışı örgütlenmenin temelleri atılamaz, gerilla tarzı silahlı güçlerin barınma koşulları yapılamaz diye bir kural yok; biz yapamadığımız için yapılmıyor. Faşizm, güvenlik ve kontrol alanlarında büyük bir birikim ve tecrübeye sahiptir. Düşmanın bu alandaki gücü küçümsenemez, bunlar ihmal edilemez ve karşı tedbirleri mutlaka bulunur. Faşizm, hangi tür kontrol mekanizmaları kurarsa kursun, hangi teknolojik yöntemleri uygularsa uygulasın, güvenlik tedbirleri ve teknoloji ile devrimci yaratıcılığı durduramaz. Başarısızlığın sebepleri bunlar değildir. İdeolojik ve siyasaldır. Siyasal çalışmalarımızın doğru bir kitle çizgisine oturtulmasıyla, şehirlerde yasa dışı örgütlenme ve silahlı güçlerin konumlanması başarılabilir.
Silahlı eylemler ve şehirlerde gerillanın üstlenmesi başarıldığında sorun bitmez. Silahlı mücadele, başarılı olduğu her coğrafyada siyasal amaçlara bağlı olarak geliştirilmiş ve ancak bu temelde doğru bir çizgi kazanabilmiş, kitlelerde yankı uyandırabilmiştir. Mao, silahlı mücadelenin başarısı, doğru siyasal çizgi temelinde geliştirilmesine bağlıdır, der. Bir dönem sonra, kızıl orduyu savaşın yanında siyasal faaliyet yürütmekle görevlendirmiştir. Latin Amerika devrimcilerinin geliştirdiği “politikleşmiş askeri savaş stratejisi” ve bu savaşı yürütecek “askeri politik liderlik”, silahlı mücadelenin kitlelere dönük anlamını ifade eder. Aynı konuda Vietnam Devriminin askeri komutanlarından General Giap şunları söylüyor: “Bizim esas ilkemiz, silahlı saldırıdan çok siyasi faaliyete ve propagandaya ağırlık vermekti, halkı seferber edip ayaklandırmada silahlı mücadeleyi kullanmaktı.” (Giap Halk Savaşının Askeri Sanatı, Yöntem Yay. S.43) Bütün başarılı gerilla mücadelelerinde öncelik, askeri başarıdan çok kitlelerin kazanılması yönündedir.
Türkiye devriminde silahlı mücadelenin zorunluluğu, yalnız Türkiye deneyleri üzerinden gerekçelendirilemez. Tüm dünya devrim deneyleri göstermiştir ki; Ekim Devrimi hariç tüm toplu ayaklanma denemeleri her dönemde acımasız burjuva terörüyle kanlı biçimlerde ezilmiştir, bunun istisnası yoktur. İstisnaları, toplu ayaklanma aşamasına bile varamayan, milli kriz bekleyen tüm partileri beklemekten yorgun düşürerek sistemin içine itmiş, düzenin reformcu eklentileri haline dönüştürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrası klasik komünist partilerin, çeşitli ülkelerde birkaç başarısız kalkışmalar dışında, gerek uluslararası gerek ülke siyasetinde herhangi bir iz bırakan siyasal etkisi bilinmiyor. Siyasal olarak tarihe geçenlerden -Endonezya, İran- benzeri kitlesel katliamlarla imha edilmeleriyle söz edilmiştir. Aynı dönemde burjuva terörüyle kitlesel imha ile ezilen silahlı mücadele deneyleri vardır ama yine aynı tarih aralığında devrimlere varan partiler de silahlı mücadeleyi temel mücadele olarak kullananlar olmuştur.
Silahlı mücadele kavramı her dönem gerilla savaşını esas almak zorundadır, tartışmasız başlangıç dönemleri uzun bir süre gerilla savaş tarzı olarak yürümek zorundadır. Bu kural da kafadan belirlediğimiz bir şey değil tüm silahlı mücadele deneylerinin tarihsel derslerinin sonucudur. Tüm devrime varan başarılı silahlı mücadele deneyleri, küçük grupların gerilla savaşı tarzıyla başlamıştır. Ancak bu gerçeklik her başarılı deneyde tamamen ve kendi ülke özgünlükleriyle ve anın politik atmosferiyle doğru ilişkilendirilerek yürütülmüştür. Başlangıçta daha önceki deneyler yol gösterici olmuş ve benzer yöntem ve araçlar kullanılmıştır. Bu gereklidir, ama zamanla her biri kendi özgün çizgilerine oturmuştur. Birbirlerine sosyoekonomik yapı olarak çok yakın ülkelerde bile hazırlık dönemi, seçilen hedefler, üstlenilen alanlar tümüyle özgül koşullara göre, farklı farklı biçimlenmiştir, birbirinin tekrarı örnek yoktur.
Silahlı mücadele, siyasal mücadeleye tabidir; silahlı mücadelenin siyasal mücadeleye tabi olması başarılı benzer dünya devrim mücadelelerinin pratiğinin öğrettiği tartışılmaz bir kanundur. Bu gerçeklik, silahlı mücadelenin günümüz devrimlerinde başlangıçtan zafere kadar stratejik önemde olduğunu yadsımaz. İki mücadele tarzının diyalektik birliği temelinde, dönemlere ve koşullara göre birbirini etkileyerek ve tamamlayarak iç içe gelişmesi olarak kavranmalıdır. Başarılı tüm silahlı mücadele deneyleri, her ülkenin özgünlüğünde, silahlı savaşımın halk yığınlarının pratik meşru mücadelesiyle birleşik ve iç içe gelişmesi biçiminde olmuştur. Faşizme ve sömürgeci egemen bloklara karşı, kararlı silahlı atılımlar değişik halk kitlelerinin mücadele bilinci ve azmini güçlendirerek fiili, meşru kitle mücadelelerini büyütürken, büyüyen kitlesel direnişler silahlı güçlerin moral ve motivasyonunu yükseltmiş ve lojistik destek elemanlarını güçlendirmiştir. Stratejimizde silahlı mücadele ikirciksiz başat bir yer tutar ama bu her dönem ve her aşamada silahlar konuşacak anlamına gelmez, dönem dönem siyasal gelişmelere bağlı olarak, silahlı saldırı eylemleri geri çekilebilir veya daha öne çıkabilir, bunlar partinin siyasal ortama ilişkin alacağı kararlarla belirlenir.
Silahlı mücadele başarılı olduğu ülkelerde askeri yanından çok, kitleleri eğitme, bilinçlendirme, örgütleme ve savaştırma yönüyle öndedir. Silahlı mücadele, her alanda halkın kendi özgür iradesini geliştirme, halkın kendi yaşamına, kendi geleceğine hükmetme gücünü ortaya çıkarmaya hizmet etmiştir. Kitleleri bulunduğu alanlarda devletten koparma veya halkın yaşam alanlarında devletin otoritesini işlemez hale getirme, devlet otoritesinden bağımsız bir yaşamı kurma mücadelesini hedefler ve bunları esas olarak kitlelerin öz savunma güçleri üzerine inşa etmeyi hedefler. Bu manada, silahlı mücadele her alanda ve anlamda halkın örgütlü, komünal dayanışmasını ve öz gücünü oluşturmayı temel alır.
Devrimci savaş stratejisi, devrimi muhayyel bir zamanda ansızın ve bir anlık süreçte gerçekleşecek anlayıştan tamamen farklı bir temele dayandırır. Devrim, bugünden başlayarak, adım adım kendi güvenliğini inşa eden, mevzilerini giderek artıran, güçlendiren ve yayılan dişe diş bir mücadeleyle,
uzun bir hazırlık sürecine, ihtiyaç duyar. Bu süreç boyunca kitleler, devlet güçleriyle her alanda kapışarak, kendi öz savunma güçlerini geliştirir, kendi yaşam alanlarını korumayı öğrenir. Resmi devlet otoritesinin karşısında kendi güvenliğini sağlayarak, ikinci bir iktidar alternatifinin nüvelerini oluşturur. Burjuva devletin yıkılıp parçalanmasını nihai bir ana ertelemeden, bizatihi devrim sürecinin her aşamasında bunu hazırlamaktır hedefimiz.
Türkiye’de devrim mücadelesinin, şiddet yöntemlerini kullanması ve merkezinde silahlı mücadelenin yer alması demek, bugün sürmekte olan kitle muhalefetinin, öncünün silahlı eylemleriyle bir anda şiddet temeline oturacağı anlamına gelmez. Bugün devrimci öncü açısından temel olan silahlı mücadele, kitleler açısından temel mücadele biçimi değildir ve kısa bir sürede de yığınlar silahlı mücadeleye katılmayacaktır. Yığınların muhalefeti ve öfkesi çok büyük, ama kitleler şiddetli devlet terörü altındadır ve tüm muhalefet kanalları tıkanmıştır. Bu koşullarda, silahlı mücadeleyi temel alan ve kitle şiddetini hazırlayan devrimci irade zorunludur. Öncünün, şiddet ekseninde başlatacağı devrimci ataklarla -ve ancak bu koşullarda- bastırılmış kitlesel muhalefete çıkış kanalları açılabilir.
Devrim mücadelesinde şiddet unsuru, çok geniş bir alanı ve çok çeşitli biçimleri içinde taşır. Öncü partinin yürüteceği silahlı mücadele, bunların yalnızca bir çeşididir. Türkiye Devrimi, şehirlerde ve daha daralmış olarak kırlarda geniş emekçi yığınların, değişik şiddet biçimlerinin üzerinde yükselecektir. Öncü partinin silahlı mücadelesi, bu çok değişik şiddet biçimleri içinde kısmi ama belirleyici bir konumda olacaktır. Devrim savaşı, suikast, sabotaj, baskın, pusu ve geniş çaplı silahlı çatışmalar benzeri askeri görevlerin yanında; grev, işgal, yol kesme, barikat savaşları, kitlesel gösteriler, kolluk kuvvetleriyle büyük boyutlu çatışmalar, yerel ve bölgesel ayaklanmalar, değişik şehir savaşları benzeri politik kitle şiddetini de içermektedir. Devrimci savaş stratejisinde silahlı mücadele, yığınların şiddet gücünü açığa çıkarmak ve yığınsal savaş ve direniş çizgisine yükseltmek, bizzat yığınların kendilerinin şiddeti uygulamaya hazırlanmasında ve aynı zamanda kitle şiddetinin sürekliliğini sağlamada tayin edici olacaktır.
Silahlı mücadelenin, bir dönem en önemli tartışma konusu olarak kırlar mı şehirler mi temel alınacak tartışması bugün bitmiştir. Silahlı mücadele Türkiye’de nerede, ne zaman gündemleşirse şehirlerde başlayacak ve şehirlerde sonuçlanacaktır. Dünya çapında da yaşanan toplumsal gelişme bu tartışmayı bitirmiştir; silahlı mücadelelerin köylü savaşını temel alan dönemi kapanmıştır. Ancak kırlar tümden silahlı mücadelenin ufkundan çıkamaz. Kırların özgül koşullara göre ve dönemsel olarak üstlenme, korunma, zaman zaman geri çekilme, küçük birimlerin bazı hazırlıklar için kullanımı vb. silahlı savaşımıza göz ardı edilemeyecek katkıları olacaktır.
Devrimci savaş stratejisi, bir anda başlayıp kısa bir zamanda sonuçlanmayacaktır. Değişik savaş biçimlerini içinde taşıyan uzun süreli bir mücadele olacaktır ve günümüzün dünyasında tek devrimci çizgidir. Diğer bütün yöntemler reformizmden ileriye gidemez, bunu net ve ikircimsiz belirlemeliyiz. Emperyalist metropollerde, 1970’lerde denenen ve başarısızlık sonucu sönümlenen silahlı eylemlerin bıraktığı moral çöküntü aşılmaktadır. Örgütsüz, gettolarda yaşayanlar arasında ve diğer siyasal faaliyetlerde şiddet kullanımı artmaktadır. Aynı zamanda, emperyalist ülkelerde de siyasal özgürlük kırıntılarının budanmasıyla, açık devrimci siyasal faaliyetin olanakları daralmakta ve kitlelerin talepleri faşizan devlet terörüyle karşılanmaktadır. Bu gelişmelerin krizle birlikte derinleştiği açıktır ve bu ülkelerde de devrimci siyasal mücadelenin şiddet yöntemleri kullanmadan yürütülmesi olanaksızlaşmaktadır. Bu gelişmeler gösteriyor ki, dünya çapında devrimci faaliyetin yasa dışı ve değişik biçimlerde şiddet araçlarını içermeden yürütülmesi olanaksızlaşmıştır.
Sınıf iktidarları, zorun ve otoritenin üzerinde var olabilir. Bugüne kadar var olan tüm yönetimler ve yönetim biçimleri, içinde zor ve otoriteyi taşımıştır, zorun ve zora dayalı otoriterliğin olmadığı bir sistem veya düzen henüz yaşanmamıştır. En özgürlükçü burjuva demokrasisi; burjuva sınıf tahakkümünün en kalın zırhı, en iki yüzlü, sinsi, gizli tahakküm tarzıdır. İsveç, Norveç, Fransa, Almanya, İngiltere ve bir zamanların ‘özgürlükler ülkesi’ ABD’de kurumlara dayanan demokrasi ve devlet düzenleri bu söylediğimize uygun, kanlı ve kirli tahakküm sistemleridir. Yeryüzünde yaşanan tüm zorbalığa dayalı kanlı tahakküm düzeninin temel güçleri ve koruyucuları da bu ülkelerdir. Rafine şiddeti, kitlesel şiddet yöntemlerini ve faşist diktatörlükleri dünyanın geri kalan bölümüne bu ülkeler ihraç ederler. Kendi ülkelerinde iktidarlarını tehdit edici boyutlar bir yana, en küçük ciddi devrimci birikimi, en azgın ve pervasız yöntemlerle imha ettikleri biliniyor.
Partiyi, devrimci bir savaş örgütü olarak tanımlamak, başlangıçta askeri silahlı eylemlerin de parti komutasında ve partinin kendi örgütlülüğü tarafından yürütüleceği anlamını içinde taşır. Bundan dolayı ayrı bir ordu tarzı örgütün gerekip gerekmeyeceği ve bunun nasıl bir ilişki ve örgütlenme olacağı tartışmasını mücadelenin gelişen çizgisiyle ve birikimiyle, somut koşullara göre belirlemek gerekir. Bu konuda Türkiye ve Kürdistan deneyleri yanında, diğer ülke deneylerini göz önüne aldığımızda, siyasal kabarmanın olduğu dönemlerde mücadele birçok yeni unsuru silahlı mücadeleye çekmiştir. Bu kişiler savaşmaya hazır olabilirler, ama siyasal bilinç ve örgütlü yaşam için hazır değildirler. Bu durum gözetilerek ara bir aşama olarak ayrı askeri birimler oluşturulabilir ve buradan mücadelenin seyrine göre devrimci bir ordu tarzının gerekip gerekmediği kararlaştırılır.
Günümüz dünyasında artık yenilmesi gereken, yalnızca ulusal ya da ülke ölçeğinde egemen sınıflar ya da burjuvazi değil, bir bütün olarak emperyalist sistemdir. Şili’de Allende deneyinden sonra, küçük Rojava deneyi de göstermiştir ki, her devrim iktidarı, yalnız kendi egemenlerini değil bir bütün olarak emperyalizmi karşısında bulacaktır. Bu gerçeklerden dolayı her devrimci kalkışma, emperyalist müdahaleleri de hesaba katmalı ve bunun için güçlü bir enternasyonal dayanışmayı gündemleştirmelidir. Devrim yapmak isteyen partiler, bu gerçekleri göz önünde bulundurmalıdır. Kim hangi hayale yatarsa yatsın, sermayenin egemenliği sürdüğü müddetçe, toplumsal yaşam, daima şiddet üzerine kurulu olmaya devam edecektir. Ve şiddet aygıtları otoriter aygıtlardır, ancak daha otoriter aygıtlarla alt edilebilir.
Rosa Luxemburg’un şu sözleri çarpıcıdır: “Çoğunluk olduktan sonra devrimci taktiğe geçilmez, tersine devrimci taktikle çoğunluk olunur.” “Çoğunluk” anlayışı sorunlu olmakla birlikte, bu tespit bütün reformist ve gizli reformist anlayışların tarihsel çıkışsızlığını açıklar. Aynı tespiti devrimci durumlar için kurabiliriz: Devrimci durumlarda herkes devrimci olur, asıl devrimcilik devrimci durumları yaratmaktır. Devrimci durumlarda burjuva eğilimler bile değişiklikten yana geçer, devrimci kesilir. Devrimcilik, süreklilik içinde ve her dönemde devrimciliktir; politika yapma tarzı değişebilir ama devrimcilik süreklidir.
Devrimci şiddet, meşruiyetini genel kamuoyu sağduyusundan almaz tersine, onu yıkmak için şiddet devreye girer. Aynı biçimde, sistemlere karşı devrim mücadelesinde şiddet ve zor, meşruiyetini, başka araç ve yollarla engellenmesi ve aşılması olanaklı olmayan düşmanın fiili zor aygıtlarının varlığından alır. Bunlar ancak ve ancak fiili zor ve şiddet kudretiyle yok edilebilir. Bu, dünya tarihsel devrimciliğinin, andaki zorunlu devrimci tutumudur. Bu devrimci varoluş, bir zaman içinde kazanılmaz; başlarken devrimci olunur veya olunmaz. Belirli bir dönem boyunca fiili eylemlilikten uzak durularak devrimci kalınamaz. Devrimci şiddeti esas almayanların Marksizme bağlı olmaları bu durumu değiştirmez. Günümüz dünyasında, silahlı mücadele ve şiddet, tüm ülkeler için reformculukla devrimciliğin ayrım çizgisi durumuna yükselmiştir.
Devrim ve şiddet sorununu doğru olarak kavradığımızda ve günümüzdeki gerçekliğini doğru anladığımızda, devrimciliğe nasıl ve nereden başlayacağımız apaçık ortaya çıkar. Tüm devrimler ve yarım kalan devrim girişimleri, acımasız burjuva terör ve şiddetiyle bastırılmıştır. Şu veya bu biçimde, burjuva yasallığı içinde iktidara gelmek olanak dahilinde olsa da bu asla kalıcı olmamıştır. Diğer örnekler yanında, Allende ve Şili deneyi bu konuda en öğretici dersi bırakmıştır.
Bu deneylere rağmen, milli kriz ve devrimci durum beklentileri tüm partileri işlevsiz, etkisiz hale getirmiştir. Partiler, devrimci durum ve milli kriz bekledikleri uzun dönemlerde düzen sınırları içinde kalarak, bir dönem sonra yatalak hale gelmişlerdir (İnsanlar düşündükleri gibi değil yaşadıkları gibi düşünürler; kulübe ve saray esprisi). Devrimci krizler geldiğinde de ellerinde bunu değerlendirecek ne araçları ne kadroları ne de cesaretleri kalır. Bugünün tüm dünyayı sarsan kitlesel eylemlilikleri, bize bunu somut olarak gösteriyor. Ama bir başka şeyi; devrimde öncülük sorununu nasıl gerçekleştirebileceğimizi, nasıl öncü olabileceğimizi de gösteriyor. Hemen tüm ülkelerde kitle hareketleri sınırsız ve kuralsız devlet terörüyle karşılanıyor ama durdurulamıyor. Kitlesel isyanlar, durdurulamıyor ama kalıcı bir birikim ve örgütlülüğe de kavuşamıyor. Bu gerçeklik, öncülük sorununu ve öncülük yapabilmek için iki temel eksikliği gösteriyor: Bir, gelinen aşamada devrimci şiddet pratikleri kullanılmadan burjuva terörü geriletilemez. İki, kitleler alanlarda ve eylemlerde kendi öz savunmalarını oluşturmadan mücadelelerini daha ileriye taşıyamaz. Hem tarihin hem nesnel dünya gerçekliğinin gösterdiği doğru ve başarıya ulaşacak devrimci strateji ve devrimci öncülük, silahlı devrimci savaş dışında olanaksızdır.
Bu koşullarda, devrimci durum ve topyekun ayaklanma sorununu devrim stratejisinden çıkartacak mıyız? Bu sorunun cevabını İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tüm devrimler, pratik gerçeklik olarak veriyor. Bu devrimler, bir aşamada klasik çalışma biçimlerinin çözümsüzlüğünü görerek, silahlı mücadeleyi başlattılar ve kalıcı hale getirdiler. Bir ülkede kalıcı savaş durumu, bütün milli krizlerden daha derin bir kriz yaratır ve milli kriz silahlı mücadelenin gelişmesiyle olgunlaşır ve güçlendiği oranda en yüksek düzeye ulaşır. Silahlı mücadele temelinde yükselen devrimlerde, topyekun ayaklanma, Ekim Devrimi benzeri değil, kendi koşullarında ikili iktidar alanları, bölgesel kurtarılmış alanlar vb. değişik biçimlerde oluşmuştur. Silahlı devrim süreçlerinde, bütün siyasal ve toplumsal gelişmeler, silahlı mücadelenin büyüme ve gelişmesine koşut olarak gelişmiştir. Ve savaşan örgüt, güçler dengesini ve kitlelerin durumunu gözetip bu gelişmeleri değerlendirerek, devrimleri zafere ulaştırmıştır.
Komünistler, şiddete tapmaz; tersine, şiddeti insan ilişkilerinden ve toplum yaşamından ilelebet söküp atmak için savaşırlar. Şiddeti komünistler icat etmedi. O, zaten sınıflar ortaya çıktığından bugüne, her dönemde hem biraz daha mükemmelleşmiş hem de hayatın her alanını kuşatmıştır. Bu gerçekliğinden dolayı şiddet, kapitalist toplumun varoluş biçimi; başka biçimde (şiddet olmadan) kendisini devam ettiremeyeceği zorunlu koşuludur. Bu gerçeklikten dolayı, günümüzde şiddet bir tercih veya ilke sorunu değil, düzen karşıtı siyasallığın zorunlu varoluş halidir. Şiddet sömürücü azınlık iktidarlarının olmazsa olmaz bir tamamlayıcısıdır ve günümüzde her türlü araç ve yöntemle artarak kullanılıyor.
Silahlı mücadelede titizlikle ele alınması gereken sorun, öncünün kitlelerin durumunu ve kendi sahip olduğu potansiyelleri gerçekçi olarak kavramasıdır. Bu savaş teorisinde, kendi gücünü ve potansiyellerini doğru hesaplamak biçiminde, çok temel bir kural olarak yer alır. Yetmez, aynı zamanda düşmanın gücünü ve olanaklarını da doğru anlamak tayin edicidir. Savaş anındaki en önemli şey, gerçeğe yakın karşılıklı kuvvetlerin tahmini üzerinden, düşmanın zayıf ve yara alabilir yanlarını hesaplayıp bu temelde, kitlelerin anlayabileceği açıklık ve tarzda savaşı yürütmektir. Devrimci savaşta ilk dönemlerde asıl amaç, düşmanın askeri yenilgisinden çok, kitlelere vereceği mesajdır. Devrimci savaş, esasta kitleleri kazanmak için yürütülür. Kitlelerin anlayamayacağı ve bigane kalacağı her türlü eylem, düşmana alan açar. Doğru bir siyasal çizgide gelişen devrimci silahlı eylemler, her yerde, önce kitlelere düşmanın yenilebileceğini kanıtlar ve bu aşamaya vardığında, öncü, kitleleri kendi çizgisinde örgütler ve savaştırır.
Her türlü savaş durumunda, en önemli sorun, savaşta inisiyatifin kimin elinde olduğudur. İnisiyatifi ele geçiren taraf, üstün konuma geçmiş demektir. Bizim gibi zayıf bir gücün devasa düşman kuvvetleriyle çatışmaya girdiği durumda, inisiyatif sorunu iki defa önemlidir. İnisiyatifi düşmana kaptırmamak için, azami titizlik ve dikkat gerekir ve bu yönde en küçük bir belirti olduğunda, derhal taktik değiştirmek ve gereken tüm koşulları oluşturarak düşmandan savaşın inisiyatifini geri kazanmak zorunludur. TDH’nin tüm silahlı savaş deneyleri, hep anlık ve yetersiz çıkışlarla başlamış ve inisiyatifi düşmana kaptırıp yenilgiyle sonuçlanmıştır. PKK, başından itibaren savaşta inisiyatifin önemini bilerek hareket etmiş ve uzun savaş döneminde, çok kısa dönemler hariç inisiyatifi hep elinde tutmuştur. Geçtiğimiz son iki-üç yılda, TC, emperyalistlerin hediyesi, teknoloji harikası ölüm makinelerini devreye sokarak gerillayı hareketsiz hale getirdi ve savaşta inisiyatifi ele geçirdi. Ancak bu yıl, gerilla kıt olanaklarla, bu teknoloji harikası ölüm makinelerini de etkisiz hale getirerek savaşı ve direnişi amansızca sürdürmeye devam ediyor.
Devrimciler, şiddeti hep başka bir yol kalmadığında, bir yöntem olarak kullandılar. Komün deneyiyle devletin parçalanması zorunluluğu da bu kapsamdadır ve sonrasındaki tüm devrimler bu yasayı doğrulamıştır. Şiddet sorununda komünistlerin tartışması gereken tek sorun, burjuvazi yıkıldıktan ve karşı devrim ezilerek tasfiye edildikten sonra, sosyalist kuruluş sürecinde devreye sokulacak şiddet yöntemleri ve bu konunun bundan sonraki devrimlerde nasıl ele alınacağıdır. Bu, itinayla tartışılması gereken bir sorun olmaya devam ediyor.
İşçi sınıfı ve devrimci örgütleri, devrimci bir sınıf çizgisi temelinde, her zaman kendi gücünü esas alarak hareket etmelidir. Burjuva diktatörlükleri altında kazanılan mevziler asıl olarak kendi mücadelesinin ürünü olsa da bunların garantisi burjuva yasallıkları değil, burjuva yasallıklarının dışına çıkarak yaratılacak yeraltı örgütlülüğü ve tüm kazanımları koruyacak kitlelerin öz savunma güçleri ve silahlı askeri birimlerdir.
Siyasal örgüt kuruyoruz, yayın çıkarıyoruz vb, başka kurumlar yaratıyoruz ve bu kurumlar ve araçları kullanacak kadroları hazırlıyoruz. Niçin bir örgüt kuruyorsak, niçin bir yayın çıkarıyorsak aynı biçimde ve doğallığında şiddet araçları ve organları oluşturuyoruz. Bu şiddetin araçlarının, biçimlerinin gelişim süreçleri, az çok değişiklikle parti politikasında ve ajitasyon propagandasında hangi öncelikleri, hedefleri gözetiyor ve nasıl bir süreç öngörüyorsak benzerdir. Silahlı savaş konseptimiz siyasal perspektiflerimize tabidir, bu tabilik iç içelik olarak da anlaşılabilir.
Devrimci parti, hiçbir zaman saf işçi örgütü veya tümüyle teori ve pratiğiyle işçilerin yönettiği bir organizasyon değildir. Bu, Lenin’in yazılarında da açık yer alır. İşçilere bilincin dışarıdan götürüleceği kesin önermesi ve teorik ve politik tecrübenin birikimini taşıyan liderliklerin zorunluluğu konusunda yazdıkları, bu söylediklerimizi doğrular. Daha önemli olarak sonrasındaki tüm devrimler, bunu doğrular. Bu devrimler, işçilerin örgütüyle değil, işçi sınıfının ideolojisini temel alan aydın ve gençlikten oluşan küçük burjuva kesimlerin ağırlıkta olduğu örgütlerle gerçekleşmiştir. Günümüz partisi de benzer temalar taşıyacaktır. Dün aydın ve gençlik küçük burjuvazi olarak tanımlanabilirdi, bugün ise büyük oranda toplumsallaşan proletaryanın bir parçası haline gelmektedir. Günümüz partisi de yıkıcı proleterleştirme dalgasıyla sarsılmış olan aydın ve gençliğin yanısıra kadın kurtuluş mücadelesinin yürütücüsü kadınların baskın olacağı örgütler üzerinden gelişecektir.
Günümüzün devrim partisinin nasıl bir omurga üzerine oturacağı, girişeceğimiz devrimci savaş sürecinde netleşecektir. Bugünden söyleyeceğimiz, devrim yapacak parti birçok yeni toplumsal dinamiğin üzerine basmak zorundadır. Birinci ayak, kapitalist metropollerde gettolar, yabancı işçiler, durdurulamaz akınlarla daha da büyüyecek olan göçmenler, geniş güvencesizler ordusu ve artık işsiz de sayılmayan “artık nüfus” addedilen geniş en alttakiler. Bu kesimleri örgütlemek günümüzün en devrimci görevidir. Bugün bu kesimleri örgütleyecek bir örgüt yok, bunları ancak devrimci bir örgüt örgütleyebilir. Bunu başaran örgüt, Türkiye’nin en alttakilerini ve yıkıcı devrimci öfkeyi örgütlemenin yolunu açar. Bu kitleler hem sayılamayacak büyüklüktedir hem öfkeleri tahminlere sığmaz hem de gelecek hayalleri sınırsızdır. Kapitalizm, bu milyonların hayat damarlarını kesmiş, yaşamak onlar için en şiddetli savaş olarak sürüyor. En derin şiddeti, şiddetin her biçimini yaşıyor ve var oluyorlar. Silahlı şiddet ve devrim, bunları kavrama ve açığa çıkarma iddiasıdır. Bu kesimler silahlı mücadelenin hem insan kaynağı hem en güçlü barınak, gizlenme ve her türlü lojistik yatağıdır.
Kapitalizm, yeni mezar kazıcılarını kendisi hazırlayıp sokaklara salıyor. Fransa’da şehirlerin ve taşranın orta alt sınıfları sarı yelekleriyle, biz de varız, diyerek sahneye çıktılar. Aynı kesimler tüm diğer emperyalist metropollerde olduğu gibi Türkiye’de de büyümekte ve yıkıcı öfke biriktirmektedir. Bu kesimlere de klasik devrimcilik yabancıdır. Tüm bu yıkıcı potansiyelleri göremeyen ve onlara yabancılaşan konformist komünistlik ancak sistemin reformcu parçası olur.
Geçmiş dönemde modern sanayi proletaryası olarak adlandırılan kesim, en yıkıcı öfkenin biriktiği tüm işçi yığınlarını arkasına alarak yolu açıyordu. Bugün bu görevi, sınıfın hangi kesimi omuzlayacak? Kapitalist ekonomide teknolojinin getirdiği yeniliklere hakim, bunları kuran, geliştiren ve işleyen yeni bir kalifiye işçi kuşağı büyüyor ve büyürken ayrıcalıklı konumunu kaybetme saldırısıyla karşı karşıya kalıyor, toplumsal çözümlere yöneliyor. Bu kesim, daha eğitimli, dünyaya daha açık, muhalif, hatta “solcu’’ ama muhalifliği liberal karakterde ve kolektif davranmaya yatkın olmayan bir yapıdadır. Ama işçi sınıfının bu yeni kesimi, Gezi Direnişine kitlesel olarak katıldı. Bu kesim, aynı zamanda kapitalistler karşısında, üretimin devamını sağlama gücünü elinde tutuyor. Geniş güvencesizler ve yeni teknolojileri kullanan işçi sınıfının bu iki kesimi arasında, sanayi üretiminde çalışanlar ve geniş kamu çalışanları yer alıyor. Bugün tüm bu kesimlerin nasıl örgütlenecekleri, nasıl birleştirilecekleri ve nasıl harekete geçirilecekleri tam olarak sistemlileştirilmese de -zaten tüm kesimler hareketli– bu bileşimin nasıl oluşacağı gelişen mücadeleleri içinde ortaya çıkacaktır.
İkinci ayak gençlik, aydınlar ve küçük burjuvazinin devrimcileşmeye yatkın kesimleri içinde gelişmektedir. Bu kesimler hem bilinç olarak yeninin arayışı içindeler hem kapitalist sistem tarafından zorla devrime doğru itiliyorlar. Mevcut Türkiye solunun örgütlü unsurlarının ezici çoğunluğunu, bu kesimlerden gelenler oluşturuyor. TDH, hiçbir dönem işçi sınıfına dayanan bir tabana ve işçi sınıfı içinden gelen kadrolara sahip olmadı. Türkiye ve Kürdistan devrimini her dönem gençlik ve aydınlar omuzladılar. Önümüzdeki sert ve şiddet yüklü devrimci savaş da büyük oranda, gençlik ve aydınlar üzerinden yükselecektir. Tüm dünyada da durum benzerdir.
Türkiye, sürekli çatışma içindeki bir ‘geçiş’ toplumudur. Türkiye tarihinde siyasal mücadelede gençlik her dönem politik süreçlerde kitlesi ve kadrolarıyla politik olarak öncü rol oynamıştır. Bugün toplumun yarıya yakınını, az çok eğitimli ama işsiz ve geleceksiz genç milyonlar oluşturuyor. Hiçbir istikbali olmadığını gören liseli, üniversiteli, yeni mezun işsiz veya çalışan bu gençlik, devrimci savaş stratejisini üzerine inşa edeceğimiz en dinamik kesimdir. Devrimci ve isyankar öfke, ilk önce bu halk gençliği zemininden fışkıracaktır. Devrim savaşımızda, sınıfın birinci kesimi -en alttakiler- yıkıcı öfkeyi taşıyor, sınıfın ikinci kesimi -nitelikli ve eğitimli kesim- gençlik ve aydınlarla birlikte bilinçli ve kurucu dinamiğe sahip. Devrimler, her yerde bu iki kesimin birleştiği dönemlerde sistemleri sarsacak boyutlar kazanmıştır.
Genel teorik doğrulardan bağımsız olarak bugün; tıpkı gençlik gibi kadınlar da şu an bu toplumun en fazla patlayıcı potansiyeli barındıran kitlesi haline gelmiştir. Dün böyle değildi, devrimciler de potansiyel olarak kadınların taşıdığı bu gücü açığa çıkaracak bir perspektife sahip değillerdi. Ama bugün kadınlar bu noktadadır. Bu, yepyeni bir politik gerçekliktir. Kadın hareketi, kadın düşmanı erkek egemen kapitalist sistemle çatışırken, kadınlar aynı zamanda mücadelenin diğer alanlarında, sisteme cepheden saldıran öncü bir rol oynuyorlar. Dünyada nerede silahlı direniş yükselmişse kadınlar kitlesel olarak en ön cephede savaşmaktadır. Türkiye devrim savaşının askeri görevlerinde de gençlikle birlikte en büyük potansiyel kadınlardır.
Dördüncü ayağı, tüm bu kesimlerden gelen devrimci savaşı yürütecek silahlı savaş güçleri oluşturacaktır. İşte günümüz dünyasında, sistemleri sallayıp sarsacak devrimci partinin, üzerine inşa edileceği potansiyeller… Bu eksen üzerine inşa edilecek silahlı güçlerimiz, kendisini militan bir ruhla, mücadelenin ön cephesinde konumlandırarak, kendi dışındaki tüm birikimle devrimci eleştiri ve devrimci ittifak zemininde ilişkilenecektir. Yeni mücadele biçim ve yöntemlerini deneyerek ilerleyecek; kendi dışındaki tüm mücadele biçimleri ve güçlerine açık olacaktır.
Teorinin dogmalaştırılması değil yeni girdilerle güncellenmesi ihtiyacı
Eski “tekçi”, “biricik” parti anlayışı, hala ML iddialı partilerin çoğunda egemendir. Stalin’in “demir disiplinli” parti anlayışı da, Mao’nun “iki çizgi mücadelesi”, “yüz çiçek açsın yüz fikir yarışsın” “özgürlükçülüğü” de partilerinin çökmesini, kapitalizmin restorasyonuna soyunmasını engelleyemedi. Dönemin stratejik anlayışı, dünyanın bugünkü nesnelliği üzerinden, iki yönde geliştirilmelidir: Tek parti anlayışı aşılmalıdır ve bunun gereği olarak devrim, ittifaklar ve geçiş sorunları yeniden tanımlanmalıdır.
Yenilenmenin ilk adımı, devrim anlayışımızda açığa çıkar. Türkiye devrimi, tek öznenin devrimi olmayacak; bu, bugünden kurulan, kurulmaya çalışılan ve genişletilmesi için çaba gösterilen değişik birleşik devrimci ittifaklardan bellidir. Ekim Devrimi dışında -ki o da başlangıçta öyle değildi- tek parti iktidarına dayanan bir devrim süreci gelişmedi. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan tüm sosyalist ülkeler, birçok partinin ortak iktidarlarıdır. Çin Devrimi, uzun süreli halk savaşı sonucu ÇKP’nin iktidarıyla sonuçlanmış, ama toplumun diğer kesimleri parti içinde temsil edilmiştir. Mao, bu gerçeği birçok yazısında açıklar. Latin Amerika’daki devrim için savaşan bütün gerilla hareketleri, birçok örgütün bir araya gelmesiyle kurulmuş ortak cephelerdir. Türkiye devrimi, aynı zamanda devrimci politik öznelerin birleşikliğinin yanında, toplumsal hareketler olarak ortaya çıkan güçlerle de birliğe ve ortak devrim cephesine açık olmalıdır. Ancak birleşik devrim cephesi bunlarla sınırlı değildir. Türkiye ve Kürdistan devrimi, hangi farklı gelişim aşamalarından geçerse geçsin, her aşamada, iki devrimin ortaklığı ve birliği zorunludur. Bu sorunlar, bir kurgu değil bu coğrafyanın nesnel gerçekliğidir.
Marksizmde güç sorunu, Paris Komünü’nün hatalarının değerlendirilmesi sonucu netleştirilmiştir. Komün, düşmana karşı var olan güç ve olanaklarını kullanmadığı için eleştirilmiştir. Ama bu, gücün bir partide toplanması olarak anlaşılamaz. Bu anlayış, daha sonra yerleşmiş ve devrim sonrası tüm güçlerin parti elinde toplanması ve iktidar aracına dönüşmesi olarak gerçekleşmiştir. Bu, gücü özel bir güç olarak, kendinde güç biriktirme anlamındadır. Ve bu, sorunun çözümünü güçlerin çarpışmasında ve gücün tabulaştırmasında bulur; bu da iktidar gücü yaratır. Güç biriktirmek, asıl toplumun her kesiminde, örgütlü ve kendi öz gücü olan toplumsallığı yaratmaktır. Bu şimdiye kadarki çalışma ve örgütlenme tarzının birçok yönden değiştirilmesini gerektirir. Devrimci savaş örgütünün özel bir örgüt olduğunu ve her özel örgütlenmenin bir bürokrasi ve hiyerarşi yaratmak olduğunu bilerek, özel örgütümüzü bu özel görevlerini başaracak gereklilikte örgütlemek zorundayız. Bunun dışında, tüm güç ve potansiyelin, bu özel örgüt elinde toplanması anlayışı, burjuva ideolojisinin etkisidir. Gücü tüm topluma yayma, tüm kesimleri örgütlü ve bilinçli hale getirerek, toplumun kendisini savunmasını ve geleceğini kurma gücünü ve bilincini taşımasını esas alan bir siyasal çizgi oluşturulmalıdır.
Toplumsalın dışında özel aygıtlarda toplanan aşırı güç, bir dönem sonra, kendisine döner ve kendi kendini vurur. Tıpkı sermayenin tekelleşme sürecinin azmanlaşması, nasıl onun sonunu getirecekse, azmanlaşmış politik güç için de aynı şey geçerlidir. Devrimci parti, savaş gücünü merkezileştirir, büyütür. Aynı zamanda, toplumun diri güçleri içinde ve onların kendi yaşam alanlarında ve örgütlerinde, güç olmalarına destek olur. Devrimci parti, devrim anına kadar savaşçı bir güç karakteriyle öne çıkar; karşı devrim ezildikten sonra, ideolojik öncülük yapar. Devrimin koruyucusu değildir, ideolojik öncüsüdür. İçeriden, dışarıdan her türlü saldırıya karşı, toplumun kendisi, kendi örgütleriyle devrimi korur. 1871’de, imparatorluğun orduları on binler halinde düşmanlarına teslim olurken, Paris’i açlık ve ölüm pahasına milis gücü savunmuştur. Komün’ü özel bir güç savunmadı, örgütlenmiş ve silahlanmış halk, ölüm pahasına hem düşman ordulara hem burjuvaziye karşı savundu. Küba, ABD’ye nasıl direniyor? Küba halkı devrimin yanında durduğu için. Devrimci parti, aşırı güç yoğunlaştıran, bunu merkezileştiren ve tekleştiren bir konumda olamaz. Bu konuma kavuşan bir parti, ideolojik öncülüğünü yitirir ve her şeyi güç üzerinden kolaylıkla çözüverir. Stalin’in kullandığı yöntem budur ve sonuçları ortadadır. Nitekim, Lenin hasta yatağında, son mektubunda: “Genel Sekreterlik makamında aşırı bir güç birikmesi olmuştur, Stalin’in bu gücü yeterince itinalı kullanacağından emin değilim” şeklinde endişesini belirtmiştir.
Devrimci mücadele, tüm dünyada çok parçalıdır. Artık bu gerçeği kabullenmeli ve bir zaaf, zayıflık olan bu durumu, güce ve avantaja dönüştürmenin yollarını aramalıyız. Geçmişin zararlı ve burjuva ‘tek devrimci, doğru, bilimsel olan biziz’ de ifadesini bulan ve derece derece sapma içinde olan dışımızdaki mücadele güçlerini en kısa zamanda tasfiye etmeyi hedefleyen anlayıştan hızla kopmalıyız. Marx, Engels, Lenin’de tek parti anlayışı yoktur; tersine, gerek Komünist Manifesto’da gerek Lenin’de kendi örgütleri dışındaki mücadeleleri desteklemek, bir ilke düzeyindedir. Komünist Manifesto’da alt alta üç pasajda bu konu açık olarak konur, yalnız bir tek cümle yeterlidir: “Kısacası, komünistler, her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi destekliyorlar.”
Aynı konuda Lenin şunu söyler: “Komünistlerin düştükleri en büyük ve en tehlikeli yanılgılardan biri, bir devrimin yalnızca devrimciler tarafından yapılabileceği fikridir”. Gene başka bir yerde şunları belirtir: “Proletarya diğer sınıf ve partilere asla ‘bir tek gerici kitle’ gibi bakmamalıdır: tersine bütün politik ve sosyal yaşama katılmalı, ilerici sınıf ve partileri gericilere karşı desteklemeli, mevcut sisteme karşı her türlü devrimci hareketi desteklemeli, her türlü ezilen ulusun veya ırkın, her türlü ezilen mezhebin, haklardan yoksun cinsiyetin vs. savunucusu olmalıdır”
Tek parti fetişizmi, teoriye Lenin sonrasında sokulmuştur. SBKP içinde ve dünya partilerinde, farklılıklar içinde bütünlüğü sağlayıp bir uyum kurmayı, birlikte hareketi başaramayan Stalin, “tek ülke, tek sınıf, tek parti” burjuva gerici sloganını ilke haline getirmiştir. Ve hala birçok ML iddialı örgüt, bu gerici anlayışı programlarında tutmaktadır. Komünist hareket, farklı ülkelerin, aynı sınıf bölükleridir ama mevcut koşullarda sınıflar içinde ve partinin kendi içinde olduğu gibi farklılıklar devam edecektir. Onları çalkalayıp otoriteyle tek parti torbasına dolduramayız. Tek ülke, tek ülkede sosyalizme işaret etme anlamındadır. Ancak bu, dışa doğru kendisini kapatan ve sosyalist anayurdu koruma meselesiyle de birleşerek gericileşen bir söylemdir. Tek sınıf, deve misali; neresi doğru ki, yanlışlarını anlatalım. Tek sınıf hiç olmayanı anlatır, diğer sınıflara körleşme, sınıfı kutsama ve mutlaklaştırmayı içinde taşır. “Tek ülke, tek sınıf, tek parti” miti, tek partiyi mutlaklaştırmak için zorunludur. “Tek ülke, tek sınıf, tek parti”, Stalin’in dünya komünist hareketi üzerindeki sopasına dönüşmüş, bu sopayla tüm muhalefeti ve farklı fikirleri dümdüz etmiştir.
Toplumsal gelişme ve sınıf çelişkileri, yeni biçimler içinde, yeni güçleri ortaya çıkarıyor. Gücün toplumsallaşması, günümüzdeki toplumsal dinamikler tarafından kendiliğinden ortaya çıkıyor. Değişik toplumsal eğilimlerin kararlılık kazanması sonucu, toplumsal alan güçleniyor; örgütlenen kesimler, kendilerini güçlendirerek gücü topluma yayıyor. Kadınlar, otonom örgütlerle mücadele ediyorsa, bu Marksizmin alkışlayacağı bir gelişmedir. Kadın mücadelesi, kapitalist sistemde bir gedik, bir alan açıyorsa, bundan bir Marksist niye gocunsun? Gene ekoloji, kentsel mücadeleler ve benzeri diğer eğilimler, kendiliğinden birleşerek, kapitalist sömürüye ve baskılara direniyor, hakları için mücadele ediyorsa, Marksizm bunları ancak teşvik etmek ve desteklemekle mükelleftir. Tekçi anlayış, güç oluşturma ve gücü korumayı esas aldığından, bunlardan rahatsız olur. Marksizm, devrimci olan tüm siyasal eğilimlere açıktır ve bu somut bir çağrıdır: Burjuva devlet mekanizmasının yıkılıp parçalanması ve kapitalist iktidar ilişkilerinin temeli olan özel mülkiyetin yok edilmesi. Yönünü bu hedeflere çeviren tüm siyasal eğilimlerle her türlü birlik, ittifak, cephe dahil ortak mücadeleye ve sosyalist kuruluşa girişmeye hazırız.
Bu kitle inisiyatifleri kendiliğinden doğuyor; düzen değişikliği, “başka bir dünya mümkün” benzeri geniş çağrılarla, mücadeleyi geniş kitlelere yayan ve onları siyasalın içine çeken önemli bir rol oynuyorlar. Bunlar, genellikle emekçi halk kitleleri ve kararlı bir hareket niteliği kazanmış durumdadır. Komünistler, bu geniş halk kitlelerinin talep ve beklentilerini nasıl karşılayacak ve bunlarla devrim mücadelesi için nasıl ilişkilenecek? Bunun için birlik ve ittifak politikaları geliştirmeli. Bunlar, bildiğimiz sendika ve kooperatifler benzeri yan örgütlerle kapsanamaz. Zaten mevcut durumda, bu klasik örgütlerden daha aktif ve eylemlilik içindeler. Bunlar halkların tarihsel özgürleşme eğiliminin dışa vuruşlarıdır.
Kadın özgürlük mücadelesi, tarihin gündemine girdi. Daha doğrusu, dünyanın kadın yarısı fiilen tarihin gündemine müdahale etti. Bu dönemde yükselen kadın hareketi, geçmişten önemli bir farklılık taşıyor: Tarihte tüm toplumsal altüst oluş dönemlerinde kadınlar, en önde yer alıyor ve kısa zaman sonra erkek egemen toplumsallıkta geleneksel rollerine dönüyordu. Bugün tüm ülkelerdeki ayaklanma ve isyan dalgalarında en önde dövüşüyorlar. Ama asıl olarak kadın özgürlüğünü kazanmak için, her hangi bir toplumsal destek beklemeden, kendi güçleriyle ve kendi talepleriyle, güçlü bir mücadele cephesi açtılar ve her adımda daha kitleselleşerek ve kararlılıkla mücadelelerini büyütüyorlar. Bir ülkede, bir bölgede değil, tüm ülkelerde kadınlar sokaklardalar ve kadın hareketi toplumun tüm kesimlerinden kadınları kapsıyor. Bu göstergeler, tarihsel ve kalıcı bir hareketle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Kadınların mücadelesinde daha önce yaşanmayan birçok yenilik kendini gösteriyor. Kürt özgürlük mücadelesi içinde kadınlar; kadın mücadelesini askerlikten siyasete, gerilla komutanlığından yönetim birimlerine yükseltti. Ve tüm siyasal ve toplumsal kurumlarda ve hayatın her alanında kadınları fiilen eşit konuma yükselterek bir kadın siyasal partisi ve bir kadın ordulaşmasını gerçekleştirerek, devrim düzeyinde sıçrama yaratmıştır. Bu, yalnız kadınların mücadelesinde devrim değil erkek egemen bilince karşı da güçlü bir devrimdir. Bundan dolayıdır ki, otonom gelişen kadın hareketiyle diğer Marksizm iddialı örgütlerden çok daha yakın ilişki ve mücadele ortaklığı içindedir. Birçok yönden Kürt kadınların özgürlük mücadelesi, devrim yapmak isteyen tüm örgütlerin önünde somut bir örnektir.
Kadın mücadelesi uzun yıllardır birçok mücadele biçimini denedi; marjinal mücadele grupları, tek amaca yönelik eylemler, dernekler, gruplar oluşturdular ve bütün bunları tüketerek dünyasal düzeyde dayanışma ağları ve kitlesel kalıcı eylemler yaratacak düzeye geldi. Bu mücadelenin nasıl evrimleşeceğini ve nasıl biçimler alacağını bilmiyoruz, ama Kürt kadınlarının açtıkları yol giderek tüm dünyada ilgiyle izleniyor. Bütün bu gelişmelerin gösterdiği gibi kadın mücadelesinin ve ezilen kimliklerin varoluş kavgasının yönü geriye değil ileriye dönüktür ve sistemin temellerine gelmiş, dayanmıştır.
Enternasyonalizm üzerine
Son 20 yıldır, bütün kıtalarda ve ülkelerde görülen kitlesel dalgalanmalar, gelgeç değil tersine derinlerden gelen ön sarsıntılardır. Sadece sokaklara dökülen görünen tarafı bile bambaşka bir döneme girildiğinin işaretidir. Ve daha derinlerde biriken patlayıcı enerjiyi görmek önemlidir. Latin Amerika, 20 yıldır durulmuyor; Ortadoğu boydan boya ateşler içinde; gettodakiler Avrupa’da Londra ve Paris’i yaktılar. Sarı yelekli beyaz Fransızlar, Fransa’nın kutsalları sayılan Champs Elysees’ye ve Zafer Anıtına saldırdılar. Hindistan’da, 200 milyonluk dünya tarihinin en büyük grevi gerçekleşti. ABD’de, kongre binası silahlı baskına uğradı. Bunlar, daha önceye benzemeyen, yeni özellikleri olan olaylardır ve daha derindeki sarsıntıyı gösteren başka birçok örnek sıralanabilir. Tüm Müslüman ülkelerde geniş kesimleri etkileyen DAİŞ ve diğer radikal selefi hareketler, başka bir görüntüdür. Avrupa ülkeleri ve ABD’deki neofaşistlerin yükselişi de de yine böyledir.
Dünya halkları, emperyalist küreselleşme saldırısına eski gelenek ve örgütlülükleri ile direndi ve bir sonuç alamadılar. Toplum, artık sermayenin saldırılarını kaldıramıyor ve taze kuvvetlerini devreye sokuyor. Bu toplumların, toplum olma halinin, doğal refleksi, varlık nedenidir. Toplumun komünden bugüne, yüz binlerce yılda geliştirdiği, kendini savunma ve varlığını devam ettirme güdüsü her şeyden güçlüdür.
Toplumlar geriliyor, genleşiyor ve kapitalizm içinde yaşayamıyor. İleri veya geriye doğru sıçrıyor. Çıkış bulamıyor, daha büyük sosyal patlamaları biriktirerek bir adım geriye çekiliyor, daha büyük güçle, daha ileri fırlamak için.
Tarih, son ve en büyük “kavimler göçü” ne sahne oluyor. Kapitalizm, kendisini teknolojik cendereyle hapishaneye çeviriyor. Dünün feodal beylerini şatoları koruyamadı. Roma İmparatorluğu bir zamanlar hayvan sürüleri olarak gördüğü barbarları durduramadı; barbarlar, kocaman Roma’yı paramparça ettiler. Çin İmparatorlarını, anlı şanlı Çin Seddi koruyamadı. Günümüz barbarları, kapitalizmin kalelerini her gün daha büyük kuvvetlerle zorluyorlar, ulus devlet sınırları delik deşiktir. Tarih, tekerrür ediyor; bütün zengin emperyalistler, dünyanın barbarlarından korunmak için kara ve deniz sınırlarına, Çin Setleri örüyorlar. Büyüyen kaos, dünyanın yoksullarının yaşam damarlarının kesilmesi ve şiddetlenen devlet terörü, bugün öngöremeyeceğimiz yeni direniş ve hareket biçimlerini getirecektir. Ve kararlılık kazanan tüm hareket biçimleri, kitlelerde bilinç sıçraması yaratacaktır.
Bu gelişme, dünyanın barbarlarının, dünyanın efendilerinin derebeyi şatolarına devrimci saldırısıdır. Bu yüksek bir enternasyonalist harekettir. Bu saldırı, enternasyonalizm değilse, enternasyonalizm başka nedir ki? Bilinçli bilinçsiz, bu yoksulların akınları, eşitsizliğe saldıran yeni yaşam kurma hareketleridir. Onları sınırlarda alınan önlemler durduramaz. Uzun göç yollarında çoğu denizde-okyanuslarda boğuluyor; soğuklarda donuyor; devletlerin kurşunlarıyla kırılıyorlar. Ama ölümler onları durduramıyor; yeni bir yaşam, yeni bir dünya kurmak için, ölümün üstüne yürüyorlar. Ve aynı zamanda, enternasyonal bir hareketi var ediyorlar. Enternasyonal bilinci eksik olan, dünya komünist hareketidir. Bu büyük potansiyele, bu ölümüne yeni bir dünya arayan harekete, kıyısından köşesinden ilgilenmek dışında, yabancıdır. Belki de Lin Biao’nun “dünyanın kırlarının dünyanın şehirlerini kuşatması” teorisi, bugün gerçeğe dönüşüyor!
Dünya kapitalist sistemi, akıl durduran teknolojik sıçramalar gerçekleştirirken, devletler kendi içine doğru çöküyor. Dünya devrimci güçleri, bu iç çöküşü hızlandıracak bir hamle yapabilir mi? Bu, soru olarak duruyor. Bu, bir olanak sorunu ve bu olanak yaratılabilir. Süreç, aynı zamanda çok muazzam devrimci olanaklar açıyor. Tarih, tüm ülkelerde devrimcileri yeniden göreve çağırıyor. Doğal olarak, tüm ülkelerde uluslararası sermayenin saldırısı altında olan güçler, ona karşı mücadeleye girdikleri anda, ona direnen her bir hareket, onunla cebelleşen tüm güçler, birbirlerinin dolaysız müttefiği, ulusları aşan başkaldırının doğal bir parçası oluyor. Birbirlerini temsil eder konuma geliyor. Toplumsal karşılığı olan her hareket, kendi dışına mutlaka etki eder, kendiliğinden başka dünyalarda kendine karşılık arar ve başka arayıcılarla karşılaşır. Dünyanın neresinde olursa olsun, eylem içinde olan her hareket, kendiliğinden başka ülkelerdeki hareketleri de temsil ediyor. Bu anlamda, her bir hareket, uluslararası mücadeleyi doğal karakteri olarak içinde taşıyor. Bu gelişmeler, bütün dünya halklarının kaderini ve geleceğini birbirine bağlamıştır. Dünya emekçilerinin, emperyalist saldırıdan kaçacakları bir yer kalmamıştır. Bu topyekun saldırıya, ancak devrimlerle karşı durabilirler. Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin soygunu ve terörü dayatmalarına karşı emekçi halkların devrimleri dayatmaları en doğal haklarıdır.
Emperyalizmin ve faşizmin saldırısı, sadece bir coğrafyaya değil tüm halklara karşı açık ve topyekun bir savaşa doğru evrilmektedir. Bu anlamda hiçbir coğrafya, hiçbir halk, hiçbir sınıf yalnız kendisi olarak bu saldırılara direnemez. Bugünün dünyasında, yalnız kalan her hareket, ezilmeyle karşı karşıya kalır. Bütün halklar ve öncüleri, herkes, bulunduğu yerden ve birbirleriyle ilişkili olarak, dünya çapında yeni bir tarih yapmaya hazırlanmalıdır. Sermayenin saldırısı, dünya çapındadır ve dünya çapında halklar buna direniyor. Biz, tüm direnişleri kendi direnişimiz olarak görmek ve buna uygun uluslararası bir direnenler koordinasyonu oluşturmak için harekete geçmeliyiz. Her şey uygundur, dünyanın tek kıtası, tek ülkesi, tek kara parçası, tek şehri, tek mahallesi dışında kalmaksızın emperyalist haydutluğun tehdidi altında ve direniyor. Direniş, beş kıtada, tüm saldırı alanlarında karşılanıyor. O zaman, tam zamanıdır; uluslararası direniş merkezi oluşturabiliriz. Bu, yeni ve devrimci bir enternasyonal için koşulların olgunlaştığını gösteriyor.
Tüm ülkeleri saran kitlesel isyanlar, kadınların dünyasal başkaldırısı, ekolojik felakete karşı direnişler, tüm büyük metropol şehirlerde görülen “kent hakları” hareketi, ezilen cinsel kimliklerin özgürlük talepleri, tüm bu hareketler, toplumsal ve enternasyonal karakterdeki hareketlerdir. Dünyanın herhangi bir yerindeki hareket, aynı düşmana karşı direnirken diğer tüm ülkelerdeki hareketlerle ortak kaderi paylaşıyor. Bu, dünyanın tüm ezilenlerinin, kendiliğinden enternasyonal mücadele cephesine dönüşüyor. Kendiliğinden enternasyonal bir karakter kazanan bu hareketlerin, ortak bir mücadele cephesinde birleşmesi zorunludur.
Dünya, yeni tipte bir komünist enternasyonale gebedir. Yeni bir enternasyonal, Avrupa merkezci ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş eski anlayıştan farklı olarak, yeryüzündeki bütün halkların dayanışma ve ortaklaşmasını gerektiriyor.
Dünya, artık enternasyonalizmin savaş arenasıdır. Bütün sorun, komünizm iddiasını devam ettirenlerin, bu gelişmeyi içselleştirmeleri ve kendilerini dünyanın herhangi bir yerindeki emperyalist kapitalizme karşı süren savaşlarla, mücadelelerle bütünleştirmesi ve kendi savaşını dünya çapında süren savaşın organik bir parçası haline dönüştürmesidir. Bu, hangi temellerde ve hangi pratik mücadele araçlarıyla, nasıl karşılanacaktır? Enternasyonal mücadeleyi, ideolojik birlikler üzerinden kurmayı düşünmek; devrimci örgütlerin güçleri olsa, onlarca ayrı enternasyonal merkez kurmakla sonuçlanır ve bu enternasyonalizmden çok ideolojik sektlerin ortaklığı olur. Benzer örgütlerin veya kardeş partilerin birliği anlayışından kurtularak, dünya devrimine öncülük edecek bir enternasyonale, ancak bir geçiş dönemi yaşayarak varılabilir. Kapitalizme karşı mücadele eden, tüm değişik görüşteki devrimcilerin pratik hareket birlikleri üzerinden; kapitalizme karşı dünyanın dört bir yanında sokakları ateşe veren kitlesel isyanlar üzerinden; her ülkede ayağa kalkan kadın özgürlük mücadeleleri üzerinden; işçi, işsiz, köylü hareketlerinin, kentsel mücadelelerin, neoliberal kemer sıkma politikalarına, zamlara, borçlara, özelleştirmelere karşı süren tüm mücadelelerin birliği üzerinden yürünebilir. Yeryüzünün bütün lanetlenenleri birleşin! Bu, geçiş döneminin sloganı olabilir.
Son söz
Marx, verili düzenin yıkılışını bir ideoloji kurarak değil, tarihe dayanarak açıklamıştır. Açıklamasının temelinde, tarihsel bir süreçte toplumsal gelişmenin sonucu olarak bir sınıfın, tüm diğer toplumsal kesimleri mülksüzleştirmesi yatmaktadır. Mülkiyetin bir avuç azınlığın elinde temerküzü, aşırı büyümesi onun kaçınılmaz yıkımını getirecektir. Bu gelişmeler, günümüzde sürdürülemez duruma gelmiştir. Bilim ve teknolojideki inanılmaz gelişmeler; nano teknoloji, uzay madenciliği, yapay zeka, nesnelerin interneti ve beklenen tüm yenilikler onları kurtaramayacaktır. Buraya kadar açıklanan Devrimci Savaş Stratejimizin amacı: Tarihin yasaları işleyecek, “mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir”!