2014’ten beri ülkede sürekli bir biçimde seçim atmosferi yaşanıyor. Üst üste gelen seçimlerin yanı sıra iktidarından muhalefetine burjuva siyasetin aktörleri, toplumu sürekli seçim atmosferinde tuttu ve kitleleri sandığa yedeklemeyi hedefledi. Seçimler, Türkiye’de başka tarihlerde ve dünyada genellikle atmosferi yumuşatan, gerilimi azaltan bir girdi olmuştur. Çünkü seçimler beş dakikalığına da olsa insanları “siyasete” katmış, istediği iktidar seçilmese de “demokrasi” içerisinde iktidar belirlenmiş, rıza alınmıştır. Öyle veya böyle saygı duymak gerekir. Fakat 2014’ten beri yapılan seçimler varolan gerilimi arttırmaya devam ediyor. Bunun en önemli nedeni ise AKP’nin siyaseti daha gerilimli bir yerden kurması. Özellikle çözüm süreci ile birlikte şovenizm zehrinden mahrum kalan devlet, bunun nelere mal olabileceğini Gezi’den 2015 Haziran’ına uzanan süreçte toplumsal muhalefetin ve sol-sosyalist güçlerin yükselişi ile birlikte gördü. Öte yandan AKP de yavaş yavaş erimeye başladı. Ve 2015 Haziran seçimlerinde hükümeti tek başına kuramayacak bir oy aldı. Zaten sonrasında Amed’de başlayan, Suruç ve Ankara Gar katliamlarıyla devam eden süreç herkesin malumu. Bu katliamlar birer gözdağıydı. AKP, bu gergin sürecin ardından 2015 Kasım’ında iktidarını pekiştirerek seçildi. Buradan doğru toplumsal muhalefette ve sol-sosyalist hareketin bir kısmında bir ezber ortaya çıktı:“Eylem yapmayalım, gerginlik çıkarmayalım, sokağa çıkmayalım, AKP’ye yarıyor.”
Bu söylem, devletin toplumu sindirme faaliyetinin bir ürünüdür. Sindirilmiş bir toplum, devlet ne yaparsa yapsın sokağa çıkmayacak, infiale yol açmayacak, isyana kalkışmayacaktı. Öte yandan Türkiye tarafında bu sindirme siyasetine karşı devrimci bir karşı koyuş gösterebilecek örgütlülüğün eksikliği devletin işini kolaylaştırdı. Çünkü korku ikliminin yayılabilmesi için gerilimin sürekli kılınması ve gerilime karşı koyuşun gösterilmemesi gerekiyordu. Yani devrimci bir eksende karşı koyuş gösterilemediği takdirde gerilimin “AKP’ye yaradığı” doğruydu. Gerilim hattına yani riske girmeden en fazla seçimler beklenebilirdi. 2019 seçimlerinde Millet İttifakı’nın özellikle büyükşehirlerdeki başarısı bu beklentiyi daha da körükledi. İşte Ekrem İmamoğlu’nu böyle bir konjonktür “mesihvari bir kurtarıcı” olarak siyaset arenasına çıkardı. Yani risksiz, gerilimsiz, konsensüs altında gidilecek bir seçimle İmamoğlu, Erdoğan’ı yenebilir, iktidar değişebilir beklentisi… İşin ilginç tarafı sosyalist harekette de bu beklentinin büyük olması. Beklentinin yansımaları, seçimlerde Erdoğan’ın en büyük rakibi olarak görülen İmamoğlu’na verilen hakaret cezası ve İmamoğlu’nun safdışı kalma ihtimali nedeniyle doruğa ulaştı. Her ne kadar Altılı Masa’ya, İmamoğlu’na ve Kılıçdaroğlu’na eleştirileri olsa da “Erdoğan’dan daha kötü olamazlar”, “Biz kendimizi gelecekte Millet İttifakı’nın muhalefeti olarak görüyoruz”, “Erdoğan’ın gitmesi için 2. turda Kılıçdaroğlu’na çalışırız”, “Aktüel politika yapıyoruz” gibi açıklamalarla şimdiden Altılı Masa’ya “yetmez ama evet” tutumunu benimsemiş oluyorlar.
Bu tıpkı 2000’li yıllarda açığa çıkan AKP’nin “askeri vesayete karşı mücadele” ekseninde arkasına dizilen ve yedek kuvvetlerini oluşturan liberal sol gibi bugün de bu sol kesim, Altılı Masa’nın “diktatörlüğe karşı demokrasi” ekseninin yedek kuvveti olmuştur. Bu çizginin temel anlayışı önce demokrasi gelişmeli, ancak demokrasi ile birlikte yaratılacak ferah günlerde sosyalizm mücadelesi verilebileceğidir. Bu anlayışla yedeklenme kaçınılmazdır.
Yedeklenmeyi nasıl aşarız?
Aslolarak devrimciler, kendi savaş ve siyaset cephesini açana kadar apolitizm ve yedeklenme kaçınılmazdır. Çünkü güncel politika yapacağım diye burjuvazinin şu veya bu kanadının belirlediği eksende yapılan çalışmalar, yine o eksene hizmet etmektedir. Burada birkaç noktaya değinmekte fayda var. Temel hak ve özgürlükler çerçevesinde demokrasi mücadelesi elbette verilmelidir. Çünkü biliriz ki demokrasi egemenlerin bir lütfu değildir. Sert ve uzun sınıf savaşımlarının sonucunda egemenler, demokratik hak ve özgürlükleri kabul etmek zorunda kalırlar. Öte yandan bunu akılda tutmak önemlidir. Çünkü devrim ferah günlerde, demokrasi altında yönetilebilir kitlelerle değil, eskisi gibi yönetilmeyi istemeyen ve sistem yönetimini işlevsiz kılan kitlelerle yapılabilir. Ancak devrim programını tozlu raflara kaldırıp, demokrasi mücadelesini güncel tutmak; devrimcileri, devrim hedefinden uzaklaştıracaktır. Saraçhane’de somutlaşan “demokrasi” alanında hakim irade burjuvazidir ve bu alana giriliyorsa burjuvaziye göre tutum almak kaçınılmazdır. Sorun devrimci politikanın neyin üzerine oturtulacağı sorunudur. Egemenler arası devam eden çatışma dolayısıyla oluşan yarıklara mı sızmalıyız yoksa toplumsal proletarya – devlet/burjuvazi arası çelişkilerden doğan yarıkları mı derinleştirmeliyiz? Bunlardan hangisi devrime, hangisi düzene hizmet eder?
Bu noktada Lenin’in üzerine basa basa vurguladığı burjuvaziden bağımsız ideoloji/program, örgütsellik ve politika meselesi daha da yakıcı bir biçimde açığa çıkıyor. Burjuvaziden her türlü bağımsızlık meselesi önemsenmediğinde trajik sonuçlara yol açıyor.
Şöyle açıklayalım: Dünya kapitalist sistemi bir yıkılış ve kuruluş sürecinde. Emperyalist kapitalistler ve emperyal hayaller gören devletler, bu yıkılış ve kuruluş dönemini göğüsleyebilmek ve bu süreçten güçlü çıkabilmek için şimdiye dek görülmedik düzeyde savaş yatırımı yapıyor. Savaşa yapılan yatırımlar dünyanın içinde olduğu krizin boyutlarını gösteriyor. Krizler savaşı tetiklediği gibi yeni savaşlar da krizin etkisini arttırıyor. Bunun yansımalarını Ukrayna-Rusya Savaşı’nda görüyoruz. Ayrıca neoliberalizme bir alternatif bulabilmiş değiller. Bu yıkılış ve kuruluş da ancak büyük çalkantılar, buhranlar sonucunda oluşabilir. Türkiye yaşadığı içsel krizlerin yanı sıra dünyada yaşanan krizin de orta yerindedir. Hakeza komşu İran’da sokaklar yangın yeridir. Böyle bir durumda çubuğu demokrasi mücadelesine bükmenin kapitalist restorasyona hizmet etmesi kaçınılmazdır. Halbuki yapılması gereken hak ve özgürlükler mücadelesini gözardı etmeden devrim programını güncel tutmak ve ön plana çıkarmaktır. Devrim programını güncel tutmaksa, en isabetli hattın yazıldığı bir kitapçık çıkarmak değildir. Devrim programının güncelliği, tam da Millet İttifakı arkasına yedeklenenlerin bahsettiği gibi aktüel politika yapmaktır. Fakat bunu burjuvazinin şu veya bu kanadının arkasında değil emekçi sınıfların çıkarı ve onları mücadeleye dahil eden, sindirilmeye karşı koyan bir eksende yapmaktır. Yani “çaresiz değilsiniz, devrimciler burada” demek gerekir.
Farz-ı misal, birkaç sene önce Karadeniz’de, yaşlı bir kadın, sermayenin doğa talanına karşı direnişte elindeki değneği yere vurarak “nerede bu devlet” diyordu. Karşısındaki jandarmanın devletin bir parçası olduğunu elbette biliyordu. Son zamanlarda bu gibi tablolarla sık sık karşılaşıyoruz. Kendiliğinden direnişe geçenlere devletin kolluğu müdahale edince, ağızlardan çıkan ilk söz “biz terörist değiliz, biz de bu ülkenin vatandaşıyız, neden bu muameleye maruz kalıyoruz” oluyor. Buradaki temel mesele kendiliğinden mücadele edenlerin genellikle devletten başka bir kapı bilmemesidir. Şimdi Türkiye için hem içsel hem dışsal kriz derinleşmişken “AKP gitti, gidiyor”, “Gerilim yaratmayalım, AKP’ye yarıyor” demek, burjuvazinin batılı emperyalist blok tarafından revaçta olan kanadının arkasına dizilmek, “Erdoğan bitti, size İmamoğlu, Kılıçdaroğlu, Akşener kokteyli verelim” demek, restorasyona işaret etmektir. Yani Türkiye devleti ve burjuvazisini güncellemektir. Kimsenin ağzından böyle bir laf çıkmıyorsa bile bunun tercümesi budur. Oysa burjuvazinin tarih boyunca en büyük başarısı kendi çıkarlarını toplumun çıkarları olarak göstermesi olmuştur. Bu tutum ister istemez burjuvazinin çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını örtüştürme politikasına hizmet etmektedir. Özellikle korona salgını günlerinden başlayarak günümüze kadar, kapitalist sistemin toplumun geneline hizmet etmediği, burjuvazinin çıkarının hiçte toplumun çıkarı olmadığı, devletin burjuvazinin devleti olduğu kendiliğinden bilinçlerde ortaya çıkmıştır. Yani biz “çaresiz değilsiniz, devrimciler burada” tadında bir çıkış yapamadığımız, çaresizlere yer-yön gösteremediğimiz, kapı oluşturamadığımız için emekçi sınıflar devletin bir kapısından ümidi keserken başka bir kapıdan umut besliyor. Solun bir kısmı ise saydığımız nedenlerin arkasına saklanarak ve kendi misyonunu hiçe sayarak yine toplumu o kısır döngünün içinde tutuyor. Bu niyetten veya tozlu raflara konan devrim programlarından bağımsız bir meseledir.
Karşı gerilim hattı
AKP gerilimi arttırdığından beri sokaklar, devrimci siyasete kapanmıştır. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi AKP’nin “beni seçmezseniz, benim oyun planımı bozarsanız gerilimi arttırırım” tehdidi reddedilmelidir. Çünkü yedeklenme ve apolitizm bu tehdide boyun eğmenin sonucudur. Tehdidi reddetmek için kendi gerilim hattımızı, risk alanını yaratmalıyız. Bu öyle bir gerilim hattı olmalı ki, devlet, kolluğu veya taraftarı dahi dokununca yanmalı, sisteme karşı öfkeli olanlara öfkesini kusturmalı ve sistem taraftarlarını en azından tarafsızlaştırmalı.
Hareketi sağlayan şey, çelişkinin varlığıdır. Hareketin hızlanması veya yavaşlaması, çelişkinin uzlaşmazlık boyutlarına bağlıdır. Egemenler arası çelişkiler uzlaşmaz boyutta değildir. O çatlaklar mesele beka sorunu olunca kapanır. Ve sadece o çatlaklar üzerine oynayanlar kapanan siyaset arenasında ezilmeye mahkumdur. Ama proletarya ve burjuvazi arasındaki çelişki geliştikçe, belli bir noktada uzlaşmaz karşıtlığa dönüşür ve devrimci süreç başlar. İşte bizim her daim kazmamız, geliştirmemiz gereken yön burasıdır.
Burjuvaziye yedeklenmeden, kendi savaş ve siyaset cephemizi açmamız mümkündür. Hiranur Vakfı üzerinden 6 yaşında bir kız çocuğuna yaşatılanlar herkesin bildiği bir mesele. Bu meselenin en basitinden toplumda bir infiale yol açmaması, toplumun sindirilmişliği ve kitlelerin öfkesini kızıştırıp doğru hedefe yöneltecek olan devrimcilerin kendisini güçsüz hissetmesi ve yedeklenmesinden, apolitize olmasından başka bir şekilde açıklanamaz. Oysa üzerine gidilmesi ve keskinleştirilmesi gereken başat çelişkilerden biridir. Bunu sadece basın açıklaması tarzında değil, toplumda infiale yol açacak, bu konu bağlamında toplumda biriken öfkeyi kusturacak şekilde pekala örgütleyebilirdik. Hiranur Vakfı bilindiği üzere iktidarla bağı olan bir vakıftır. Ancak mesele öyle bir hal aldı ki AKP iktidarı dahi Hiranur Vakfı’na sahip çıkamamış, olayı birkaç tutuklamayla (olayın savcılığa yansımasından 2 sene sonra) kapatmaya çalışmıştır. Hiranur ve benzeri vakıflar, cemaatlerde, çocuklara cinsel taciz ve tecavüz, şiddet gibi olaylarla sık sık karşılaşıyoruz. Bu söylendiği gibi “münferit bir hadise” değildir.
Çelişkiyi keskinleşitirmek için an’da politika üretmek gerekir. Kitlelerden yalıtık bir şekilde, polis ablukasında basın açıklaması yapmak hiç de akıl karı değildir. Devrimciler, kitlelerden yalıtıklığı da aşan bir yolla sessiz sedasız hareket edip, “sıradan vatandaşlar” gibi bu vakıfların önünde veya meydanlarda kitleleri doğrudan içine çekebilecek, hareketlendirecek doğal bir eylemlilik hattı izleyebilir. Çünkü her ne kadar devlet bu vakıflara sahip çıkmadığını belirtse de böyle bir eylemliliğe saldıracağı açıktır. Ve bu saldırı ile birlikte 6 yaşındaki kızın evlendirilmesi meselesinde somutlaşan taraflar daha da netleşecektir. Yani devlet güdümündeki tarikatların ve bu tarikatlarda özellikle kız çocuklarına yaşatılanlar üzerinden bir taraflaştırma siyaseti gütmeliyiz. Bu pekala Kılıçdaroğlu’nun türban yasa tasarısı sunacaklarını belirtmesi ve Erdoğan’ın bunun içine aileyi de katarak bir referandum önerisine toplumun bağrından bir yanıt da oluşturacaktır. Öteki türlü sistem aktörlerinin oyununda, elimiz kolumuz bağlı bir şekilde çim olmaya mecburuzdur. Bu olayı bir infiale dönüştürmeyeceksek neyi dönüştüreceğiz? Savaşı ve siyaseti devrimci eksende nasıl kuracağız?
Bu çizgi, bir bakıma toplumun kaybettiği refleksleri geri kazandırma çizgisidir. Sindirme siyaseti, devrimci hareketin eksikliğinde toplumun pozitif reflekslerini köreltmiştir.
Aynı şekilde daha önce “ödemiyoruz” başlığı altında defalarca belirtmiştik. O dönemde çeşitli çevrelerce “geçinemiyoruz”, “devletleştirme”, “zamlar geri çekilsin” gibi başlıklar altında çalışmalar yürütüldü. Fakat insanlar zaten temel ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Yapılması gereken “devletleştirme” başlığı altında karşılığı olmayacak bir hat veya “zamlar geri çekilsin” gibi talepkar bir hattansa, “ödemiyoruz” sloganı ekseninde zaten fahiş bir şekilde zamlanan ve ödenemeyen faturaları, ulaşım ücretlerini, kirayı… ödememe biçiminde, eylemi doğrudan kitlelerle buluşturan, bunu toplumda akıma dönüştürecek bir çizgiydi. Böylece devlet zamları geri çekse veya asgari ücrete zam yapsa bile, bu, toplumun verdiği mücadele sonucu olacak ve kitlelerin mücadeleye ve kendine olan güveni artacaktı. Başka bir şekilde ifade edersek, bankaya veya herhangi bir kuruma yüz bin lira borcun varsa bankanın insafına kalmışsındır. Ama borçlarını tüm borçlu kesimlerle birleştirir ve trilyonlarca lira borcun olursa banka senin insafına kalmış demektir. Bu politikayı diğer koşullarla bütünleştirerek yapabilirsek milyonlarca emekçinin dost olabileceği, burjuvazi ve devlet aygıtının her türünün düşman olduğu bir potansiyeli açığa çıkarır, toplumsal öfkeyi kapitalizme yönlendirebiliriz. Bu şekilde bir girişime mahal verirsek borçlar affedilmeyecek, halk kolektif gücüyle, borcu redderek, yağmacı sisteme meydan okuyarak kazanmış olacaktır. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren borçluyuz. Ne kadar sistemin görevlerini yerine getirmeye çalışsan da, borçlarını ödesen de seni zincirleyen borçlardan kurtulamıyorsan akılcı (mantıklı, faydalı) olan borçları reddetmekten başka bir şey değildir. Bunu birey birey düşündüğümüzde bu akıldışıdır. Çünkü birey bu yolla sistem dışına itiler. Ailesi açta, açıkta kalır. Ki buna rağmen insanların bazen intihar yoluyla bu sistemi reddettiği haberleri okuyoruz. Fakat akılcı olanla akıldışı olanı sentezlersek, sistem borçların üzerine bir soğuk su içmekle yetinir. Devletin sindirme siyasetine karşı, gerilimi devrimci eksende kurarak ve “sıradan insanlar”ın dahil olduğu bir çizgiyle cevap oluşturabiliriz. Korku iklimi ancak böyle dağılır.
Böyle bir hat yarattığımızda, alana kim gelirse gelsin devrimci çizgiye göre tutum almak zorunda kalacak. Ama Saraçhane ruhuna ve sürecine kendini kaptıranlar, bu denklemleri çözmekle hiç uğraşmadan var olan özgürlük rüzgarını, burjuva muhalefetine kaptırmada ve onun arkasına dizilmekte bir sakınca görmüyor. Altılı Masa’yı oluşturan tüm partiler, bu devletin birer aktörüdür. Ve devletin işlediği tüm suçların ortağıdır veya en azından bu suçlara sessiz kalmışlardır. Son zamanlarda bu kadar demokrasi söylemi geliştirmelerinin nedeni “kendilerine demokrat” olmalarından ve toplumda oluşan özgürlük rüzgarını restorasyonla geçiştirme çabasından başka bir şey değildir. Bu anlamda yapılan demokrasi tartışmaları “modern batı demokrasisi” düzeyini aşmayacak cinstendir. Beri taraftan özgürlük rüzgarını şöyle okumak da mümkündür: Bu bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirirsek; özgürlük rüzgarını devrimin yelkenlerine doldururuz.
Türkiye devleti ise toplumda oluşan özgürlük rüzgarını görüyor ve her defasında güncellediği politikalarıyla bu potansiyeli daha yaşken eğmenin peşinde. Sürekli el yükseltmesinin sebebi bu. Devlet; iktidarı ve muhalefetiyle birlikte, nerede bir keskinleşme eğilimi varsa tüm araçlarını seferber ederek, bu keskinliği törpülemeye çalışıyor. Asgari ücret zammı, icralık borç indirimi, sosyal konut projesi, emeklilikte yaşa takılanlara çözüm vaadi, öğrencilerin KYK borçlarında indirim gibi projeler bu seferberliğin ekonomik boyutu. İktidarın bu vaatlerinin bir taşıyıcısı da Kılıçdaroğlu’dur. Ki her seferinde “ben tek başıma eylemi sizin yerinize yapıyorum. Siz evinizde oturun, beni destekleyin, seçimi bekleyin.” minvalinde telkinlerle bu eylemleri, kitleleri pasifize ederek yapmaya çalışıyor.
Terörist-sade vatandaş ayrımını aşmak
Korku iklimi ve sindirmenin bir diğer boyutu ise savaş gerçekliğidir. Geçtiğimiz günlerde AKP’li Nurettin Canikli uçaklardan atılan bombaların maliyetinin kaç milyon dolara tekabül ettiğini açıkladı. Erdoğan ve Bahçeli’nin de “bir merminin ne kadar olduğunu bilmeyenler, gelmiş bize domatesten, sivri biberden bahsediyor” minvalinde açıklamalarını hatırlıyoruz. Bu açıklamaların amacı devlet beka mücadelesi verirken; domatesten, ekmekten bahsedenleri “terörist, hain” sıfatıyla özdeşleştirmektir. Bu şekilde toplumsal muhalefet üzerinde baskı oluşturarak, onu hareket edemez hale getirmeye çalışıyorlar. Ama bahsettiğimiz gibi bir çizgide pratik ile devletin kurduğu bu oyunu bozabiliriz.
Sonuç olarak ikili bir perspektiften bakmak; hem politik hem de pratik olarak devletin bizi soktuğu kuşatmadan çıkmak ve bağımsız sınıf çizgisini/yolunu oluşturmak gerekiyor. Güncel olarak bu yol, Türkiye’nin içinde olduğu nesnel durumdan bağımsız oluşturulamaz. Türkiye üzerinden değerlendirirsek; 13 Kasım’da Taksim’de, TC’nin Suriye iç savaşında ve işgalde kullanışlı aparatı olan SMO veya DAİŞ çeteleri eliyle bir eylem gerçekleştirildi. Eline yüzüne bulaştırdığı bu eylemi, KÖH’ün üzerine yıkmaya çalışan Türkiye devleti, birkaç gün sonra Rojava ve Güney Kürdistan’a saldırdı. Buradan doğru, siyaseti bir çembere aldı. Devlet bekasını koruyanlar ve “terör destekçileri” şeklinde ekseni belirledi. Devlet açısından bu siyaset, turnusol işlevi gördü: Artık kimse savaş gündemini atlayıp bir söz söyleyemez. Eğer iktidara karşı bir söylem geliştirirsen ablukaya alınır, tutuklanırsın. Bilinen tarz ile siyaset yapma şansı kalmaz. Artık iyice anlaşılmalıdır ki ülke krizden çıkmadığı sürece, devlet olağanüstü hal koşullarını yaratmaya ve sürdürmeye devam edecektir. Mevcut krizin aşılması için bir hükümet veya iktidar değişikliğinin ötesinde değişmelere, gelişmelere ihtiyaç vardır. Devrimci harekete düşen; ferah günleri beklemek değil, olağanüstü hal koşullarına adapte olup, kuşatmayı yaracak tarzı örgütlemektir.
Bu anlamda toplumsal muhalefeti savaş nidaları ve önüne geleni “terörist” yaftasıyla dağıtan, susturan iktidara karşı, kendi oyunumuzu kurmamız gerekiyor. Birincisi devlet terörünün ifşası önemli bir yerde duruyor. Öte yandan “sade vatandaş” ile “marjinal/terörist” arasındaki mesafenin kapanması ayrı bir başlık olarak değerlendirilmelidir. Bunun için bahsettiğimiz tarzda çıkışlar yapılarak halkı galeyana ve devletle karşı karşıya getirmek gerekir. Bu açıdan İran’a bakarsak bu mesafenin kapanmasının ne kadar önemli olduğunu anlarız. Çünkü İran’da özel olarak bir örgütlülük değil halklar terörizmle suçlansa da, idamla yargılansalar da, katledilseler de artık gemiler yakılmıştır. Terör, dış güçler vb. söylemler çok da bir anlam ifade etmemektedir. Hatta İran rejiminin katliamları, uzlaşmaz karşıtlığı daha da geliştirmektedir. Bu, duvar dibine sıkışan halkın, can havliyle kendiliğinden ileri sıçramasıyla ve/veya devrimci güçlerin kitlelerin fitilini ateşlemesiyle oluşabilecek bir şey. Bu moment yakalanırsa “terörist/marjinal” ile “sade vatandaş” arasındaki mesafe kapanacak ve devlet, en kirli yüzünü Türkiye halklarına gösterecektir. Bu anlamda Kürt halkının üzerine yağan bombalarla, Türkiye sokaklarında terör estiren devletin aynı olduğu, Kürt halkıyla Türkiye toplumsal proletaryasının çıkarlarının aynı olduğu ve ikisinin de aynı devlete karşı savaştığının bilince çıkmasının olanakları artacaktır. Birleşik mücadele hattı ve ittifaklar, böylesi bir zemin üzerine oturabilir ve hedef devrimse bu zeminin yakalanması zorunluluktur.
Türkiye, dünyanın içine girdiği tarihsel dönemeci ve 2023 seçimlerini, sınıfsal-toplumsal çelişkilerin derinleştiği ama yeterince keskinleşmediği, toplumsal muhalefetin kaynadığı ama bir eksene oturmadığı, devrimci-sosyalist güçlerin bir çekim merkezi oluşturamadığı, AKP-MHP faşist rejiminin aşındığı ama alternatifinin yaratılamadığı çelişkili bir ortamda karşılıyor. Bu çelişkileri ortadan kaldırmak önümüzde duran temel görevlerdir.