Komün gücünden ne anlıyoruz?
Komün gücü kavramını kuruluşumuzdan itibaren sürekli kullanıyoruz. Bu kavram, herkesin düşüncesinde neyi ifade ediyor, yaşamda ve mücadelede bir karşılığı var mı? Bir güçten bahsediyor, ama kafadan uydurulmuş bir söz mü, neyi murat ederek bu sözcükleri kullanıyoruz? Biz, komün gücünü mücadelemizin ve yaşamımızın tüm boyutlarını kesen bir anlam ve değerler bütünü olarak anlıyoruz ama kavramı bu anlamına uygun tüm boyutlarıyla açımlamadığımız açık. Bundan dolayı, herkesin kafasında değişik anlamlar içeren, genel geçer bir kavram olarak anlaşılıyor. Bu kavramı bütün boyutlarıyla açmalıyız; komün gücünden ne anlıyoruz?
Devrim mücadelemizde tarih bilinci büyük bir güçtür, ama daha çok yerel ve ulusal bir darlıkta anlaşılmaktadır. Komün gücü, tarih bilincinin insanlığın en uzak geçmişine ve evrenseli içine alan bir boyuta uzanması; doğayı, insanı ve tarihi bütünlüklü kavrama bilinci diyebiliriz.
Tarih bize ne anlatıyor? İki bin yıl önce köleler isyan etmiş, onları çarmıha germişler ve yedi kat yerin dibine gömüp tarihten silmişler. Ve tarihin uzun bir döneminde yok sayılmışlardır. Tarih boyunca aşağılanıp “vahşi ve canavar” olarak lanetlenen köleleri, insanlık bilinci tarihin dehlizlerinden çıkarıp bayrak haline getirdi. Zamanla bunu düşmanları da, karşıtları da, rakipleri de kabul etmek zorunda kaldılar. Hiçbir düşünce Spartaküs’ü reddedemiyor, suçlayamıyor, mahkum edemiyor. En kanlı ve vahşi kölelik biçimlerinin uygulayıcıları bile Spartaküs’e laf söyleyemiyorlar. Büyük Fransız Devrimi bastırılıp restorasyona uğruyor, daha sonra krallık geri geliyor, başka başka süreçler yaşanıyor ama burjuvazi ve gericiler, Fransız Devrimini mahkum edemiyor, eleştiriyorlar ama tarihimizin bir parçasıdır demek zorunda kalıyorlar. Paris Komünü, kısa sürede kanla bastırıldı ama insanlığın en görkemli zaferi olarak parıldıyor. Gericiliğin ve faşizmin şaha kalktığı bugünün dünyasında bile devrimler mahkum edilemiyor. Burjuva gerici Putin, Ekim Devrimini mahkum edemiyor, devrimler insanlığın bilincinden silinemiyor. Aynı şekilde Çin’de her şeye rağmen Çin Devrimini ve Mao’yu tarihten silemiyorlar.
Bu anlamda devrimlerin başlar başlamaz geniş bir kitle hareketliliği üzerine oturmasının, daha sonra da -hangi sonuca ulaşırsa ulaşsın- bilinçlerde yer etmesinin anlamı nedir? 16. yüzyılda, Avrupa’da bütün ülkeleri saran büyük köylü isyanları yaşanıyor. Bunlardan en meşhuru Almanya’daki Thomas Münzer isyanı. Bu isyanı ve taleplerini Engels, ütopik sosyalistlerden komünizme daha yakın olarak değerlendirir. Tümüyle ortaklaşmacı ilkeleri savunurlar. Kitleleri ölüme meydan okuyarak ayaklanmaların, isyanların, devrimlerin arkasında sürükleyen nedir? Hikmet Kıvılcımlı, insanlık tarihinin son beş dakikası uygarlıktır, ondan önceki yüzbin yıllar boyunca ortaklaşmacı değerler tüm insanlığın genlerine işlemiştir, diyor. Bundan dolayı da yalancılık, hırsızlık vb. meşhur “On Emir” geçerliliğini korumaktadır, burjuvazi On Emir’in hiçbirini uygulamaz, hepsini yapar ama meşrulaştıramaz.
Hikmet Kıvılcımlı, tarihin her döneminde uygarlık öncesi ve sonrasında komünün izlerini bulur: “Tarihin her yerinde Komünizm var; çünkü, bütün o sonsuz ‘imha’ çabalarına rağmen, İlkel Komünizmin Gelenek Görenek ve Kolektif Aksiyon Güçleri tarihin gidişinden bir türlü silinememiştir. Bütün ‘Medeniyetler Tarihi’ boyunca, ilkel de olsa Komünizm, insanlığın gözeneklerinde yaşamış ve en son Bilimsel Sosyalizm için katalizör, ana maya rolünü oynamıştır.” (H. Kıvılcımlı, Tarih devrim sosyalizm) H. Kıvılcımlı bu geleneğe “kolektif aksiyon” gücü der. Bu, aynı zamanda İbni Haldun’da da var, o, buna “asabiyet” der. İbni Haldun, asabiyetini koruyan toplumların diri ve canlı toplumlar olduğunu, bunu kaybettikleri dönemde bu toplumların çökeceğini söyler.
Hikmet Kıvılcımlı, bu kolektif aksiyon dediği özellikleri Alevilikte görür, İslam’ın belirli dönemlerinde görür, devrimler tarihinde görür, dinler tarihinde görür. İngiltere’de kapitalizmin ilk olarak gelişmesini de oradaki komünal değerlerle açıklar. Kapitalizmin tekelci emperyalist aşamaya geçmesiyle dünyanın tüm coğrafyaları geri kalırken, Japon kapitalizminin gelişmesini de oradaki komün gelenekleriyle açıklar. Aynı zamanda tarihin değişik dönemlerinde gelişen tüm toplumsal hareketleri, toplumların bilinçlerine kazınmış komün geleneğiyle açıklar: “Zaman zaman en kızıl isyancı liderler yetiştirerek, ezilen sınıfların bütün dileklerini bir atılımla gerçekleştirmek için ortalığı kana boyayan tarikatlar, İslam-Türk tarihinde kitapların yazdığından yüzler ve binlerce kez daha sık ve kuvvetle görünürler.” (H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm)
Geçmiş altın çağ (Asr-ı Saadet) inancı, ilkel sosyalizm olarak da adlandırılan komün toplumundan başka bir şey değildir. Cennet, neolitik köy komününün, sınıfsız toplumun insanlığın hafızasındaki kalıntısından başka bir şey değildir. Uygarlık, ne yaparsa yapsın, bunu tam olarak silmeyi başaramamıştır. İnsanlığın uzun tarihinin hafızasına kazıdığı bu dönem, büyük dinlerde cennet bilinci olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Büyük dinlerin ilk dönemlerinde, bir tür komünal toplumun eşitlikçi özlemleri devam eder ve sonrasında bu, İslam’daki “Asr-ı Saadet” gibi tüm dinlerde yer alır. Ama bu ilk dönemler de Komün’ün ilişkilerinin ve etkilerinin güçlü olduğu bir dönemden başka bir şey değildir. Uygarlık papalıktır, kilisedir, hilafet ve camidir; Komün ise sapkın tarikatlar (Bogomililer, Pavlusyanlar, Katarlar, Albigenler, Kabalacılık, Alevilik, Haricilik vb.) ve bunlardan farklı, cinsel kimlikle ortaya çıkanı cadılardır. Dinlerin egemenlerin eline geçmesiyle komünal toplum özlemleri, Mehdi ve Mesih beklentisi olarak ortaya çıkmıştır.
Mehdi veya Mesih, tarih boyunca, yani kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda, ezilen sınıfların, (esas olarak köylülerin, esnaf ve zanaatkarların, yani emekçilerin) inancı olarak eşitlikçi ve adil bir dünyanın ütopyasının kurucu sembolü olagelmiştir. Hemen hemen bütün köylü isyanları, isyancı ve muhalif tarikatlar, Mehdi (Mesih) inancına dayanmışlardır. Kapitalizmden önceki toplumlarda, din ve cennet ideali, gerçeğin yerine konmuştur. İslamiyette Mehdi, Hristiyanlıkta Mesih inancı, tüm orta çağ toplumlarının kurtuluş ideolojisi olmuştur. Proletaryanın Mehdi ve Mesih inancı yoktur ama eski gelenekler tümden yok olmaz, Mehdi ve Mesih’in yerine öncü devrimcileri oturtmuştur. Ve giderek bu anlayış bir inanca dönüşmüştür. Marks, Engels, Bakunin, Lenin, Mao, Che’nin proletaryanın Mehdileri olarak yüceltilmesi, bu geleneğin izleridir.
Devrimler, kitlelerle güçlüdür; devrimler, devrimci partilerle güçlüdür; devrimler, militanlarıyla güçlüdür. Ama bütün bunlardan önce ve hepsini belirleyen, devrimlerin büyüsüdür. Devrimler, toplumların büyülenme anlarıdır. Devrimlerde kitleler, amaçlarına büyülenmiş olarak koşarlar. Bu metafizik bir olay değil, gerçekliğin kendisidir ve bu anlamda devrimler, toplumların büyülenme anları, devrimciler de insanlığın tanıdığı en büyük büyücülerdir ve devrimlerin yenilmezliği buradan gelir. Bu sihir ve büyü gücü yitirildiğinde her şey olmamışa döner, büyü gücünü yitiren devrimler çöker. Tarihsel deneyimlere baktığımızda bunu çok rahatlıkla görürüz. Bulunduğumuz anda dünyada en büyük kaybımız devrimlerin bu büyüsünü kaybetmesidir. Devrimlerin ve devrimciliğin sihirli gücü, sosyalist sistemin yıkıntıları altında kalmıştır. Bugün komünizm “hayaleti”, dünyanın hiçbir yerinde dolaşmıyor. “Gerçek bir hareket” olarak yeniden var edilmesi gerekiyor. Dünyanın zorbalarını korkutan “komünizm hayaleti”ydi, bugün ise yükselen gerçek kitle hareketleriyle karşı karşıyalar; devrimcilik yeniden büyüsünü kazandığında, korkuları çare olmayacak.
Kürt devrimciler, 40 yıldan uzun bir zamandır, bölgede emperyalistlerin desteğindeki dört zorba devlete karşı devrimin sihirli gücünü harekete geçirebildiği için savaşmaktadır. Kürt genç kadın ve erkeklerini dağlara, ölüm vadeden dağlara, 40 yıldır korkuyu yenerek koşturan başka nedir ki? Çin’de bir tarihte, karanlık uykudaki milyonlarca köylüyü uyandırıp silahlı devrim ordusuna dönüştüren güç de bu güçten başkası değildir. Küçücük Vietnam ve Vietnamlıların, üç büyük emperyalisti dize getirmesi nasıl mümkün olmuştur? Küçük Küba, hala tüm insanlık için sihirli bir varoluştur. Ve bu devrimi gerçekleştiren önderlerin efsaneleri hala canlılığını korumaktadır.
Binlerce yıllık köleciliğe isyanlar ve yüzlerce yıl dini motiflerle bütün yeryüzünde görülen köylü isyanları, geçmiş hayali cennet bilincinin ortaklaşmacı ve komünal talepleriyle başlamıştır. Komünist Manifesto’nun, ilk cümlesi tüm Avrupa diktatörlerini korkutan bir gücü anlatır: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm hayaleti.” Avrupa’da maddi olarak komünistlerin hemen hiçbir gücü yoktur ama tüm Avrupa zorbalarını korkutan manevi bir güç vardır. Komünarlar, bu manevi kuvvete komün gücü diyorlar.
Komünarların kurmak istediği komün yaşamı, bilinmez bir tarihte uygulanacak bir ütopya değildir. Komün anlayışı, Komünarların mevcut yaşam yönüdür. Bizim için yapmaya giden yol, “olmak”tan geçer. Komün gücü pratiğimiz, her an yaşamın ilerlemesiyle kendini geliştirerek, saydığımız noktalara etki etmeli ve kendisini içselleştirmelidir. Komün gücü, bizim komünist idealimizin, arayışımızın pratik mücadelemizle buluştuğu noktayı tarifler. Mücadelemizin her adımı ve ileri doğru gelişmesi, bizi komünal ilişkilere yakınlaştırmıyor, bu doğrultuda birleştirmiyorsa, bu, arızi bir durumdur ve her arıza gibi giderek büyüyecek ve tüm ilişkilerimizi, araçlarımızı ve kurumlarımızı sakatlayacaktır. Komün gücü, kural ve kaidelerle, kurumsal zorlamalarla, yapısal sınırlarla geliştirilemez, mücadelenin gelişimi içinde ve kitlelerin katılımıyla yaşam bulabilir. Komün gücü, kendini gerçekleştirmek isteyen hareketin komünizme yönelimini koşullar. Komünarlar, bulunduğu her ortamda komün gücü değerleri ve ilişkilerini hakim kılmak için çalışır. Hangi zorlanmalar altında olursak olalım, koşullar ne kadar ters olursa olsun, kendi iç ilişkilerimizi ama daha önce bu toplumla kuracağımız ilişkileri komünal değerler üzerinden kurmayı esas alırız. Bizim bulunduğumuz her ortam, ortaklaşmacı komün ilkelerini çağrıştırmak zorundadır.
Kolektif bir ilişki biçimi olarak komün gücünü ve öncü örgütün doğallığını, iki ayrı şey olarak anlayamayız. Merkezi ve yapısal anlamdaki örgüt anlayışları, komün gücüyle tamamlandığı sürece, komünizme hizmet edebilirler. Komünizmi söylem düzeyinde sahiplenmenin ötesine geçmeden komünizmin bayrağını gerçekten taşıdığımızı iddia edemeyiz. Komün gücü, ancak devrimci iradeyle oluşturulabilir, bu devrimci iradenin işletilmediği her alan ve ilişkide sınıflı toplumun değerleri galebe çalar. Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels kitlelerin devrimlerle eğitilmesini zorunlu görürler: “Dolayısıyla devrim, yalnızca egemen sınıfın başka herhangi bir yolla yıkılmasının imkansız olması nedeniyle değil, aynı zamanda, yıkan sınıfın da ancak devrim yoluyla kendini eskinin tüm pisliğinden kurtarabilecek ve toplumu yeni baştan kurabilecek duruma gelebilmesi nedeniyle de zorunludur.”
Bütün devrimlerde çok güçlü olarak kitleler devreye girmiştir, onlara bu yüksek enerjiyi ve hareketleri veren itilim, bilinç altlarına yerleşmiş ortaklaşmacı komün toplumunun değerleridir. Aynı biçimde devrimlerin çağlar boyunca süren parlaklığı ve hafızalara kazınması, komün değerlerinin sönmez ışığıdır. Büyük Fransız Devrimi ve Paris Komün’ünden Ekim Devrimi ve diğer tüm devrimlerin insanlığın bilincine yerleşmesi ortaklaşmacı komün yaşamının etkileridir. Ekim Devrimi yüzyıla yaklaşan bir tarih boyunca bütün insanlığı arkasından sürüklemiştir, kötü biçimde içine çökmesine rağmen Ekim’in kazanımları ve idealleri hala parlaklığını korumaktadır. Çin Devrimi, kendi özgüllükleriyle Sovyetlerin bürokratikleşmesi sürecinde tüm dünyada devrim bilincine taze kan etkisi yapmıştır. İran Devrimi talihsiz olarak gerici molla iktidarıyla sonuçlanmasına rağmen, uzun yıllar tüm yoksul müslüman kitlelerin umut ışığı olmuştur. Gericiliğin tüm saldırıları ve geri dönüşlere rağmen devrimler, insanlığın bilincinden hiçbir zaman silinememiştir. Komünarlar bütün bu değerlere itilim veren olgulara, komün gücü diyor.
Komün gücü, yeni bir toplumsallığı aramaktır. Yeni bir toplumu aramak, yeni bir yaşamı ve yeni insanı yaratmak ve bunun gereğini bilincimize kazımak, bunun için büyük arayış ve yoğunlaşma içine girmek; sanıldığı gibi yalnız gelecek arayışı değildir. İnanılırlık ve sahiciliğimizin somutlanması olarak, şimdiye kadar hep aldatılmış milyonların kendi güçlerinin bilincine kavuşmaları için, asıl bugün bunlara daha çok ihtiyacımız var. Eskiyi nefretle reddedip, ezip, kırıp, dağıtmak, paramparça etmek için proletaryanın ve milyonların gücüne ihtiyaç var ve yeni toplum ancak onların eseri olacaktır. Halk yığınları, yeni bir toplum bilinci bir yana, bunun hayalini dahi unutsalar, yanılsamalı olarak bilinçlerinin derinlerine kazıdıkları cennet beklentisi, gerçek yaşamda kaybettikleri dayanışmacı yaşam ortaklığı komün toplumuna özlemin ifadesidir.
Komünarlar, tüm yaşam alanları ve kendi özel birimleri dahil tüm örgütsel yapılarını komün temeli ve ilkeleri üzerine inşa etmek için çalışırlar. Ama bunu hiçbir zaman zor pratik görevlerin ve düzenin saldırılarının zorunlu kıldığı savaş gereklerinin önüne çıkarmazlar. Komünarlar, komün toplumu olan komünizm için mücadele ederler ve bunun gereği, her alanda komünal yaşam ilişkilerini inşa etmek için mücadele ederler. Diğer yandan, bunun hiçbir zaman burjuvazinin egemenliği altında gerçekleşmeyeceğini bilirler, kapitalizm altında yerellerde komünler kurarak ve bu temel üzerinden burjuva egemenliğinin geriletileceği vb reformist eğilimleri mahkum ederler. Kapitalizm ve burjuva diktatörlüğü altında komünleşme mücadelesi durmaz, ama buna bir dönem kullanılan anlamıyla savaş dönemi komünleri diyebiliriz, komünarların tüm çalışma ve örgütlenmeleri burjuva diktatörlüğünü yıkma mücadelemizin araçlarıdır. Ve tüm örgütlenme ve kurumlarımız, bu savaş görevine tabi, bu savaşın araç ve gereçleridir. Savaş koşullarını ve gereklerini bir an unutmadan savaşımızı ve tüm savaş araçlarımızı ve bu savaşın değişik cepheleri için gerçekleştirilen tüm toplumsal örgütleri, savaş gücü olarak inşa ederken bunu, aynı zamanda inatla yeni bir kültür üzerinden ortaklaşmacı temellerde örgütleriz. Komünal bir dünyayı hayal ediyoruz; hayal edemeyeceğiniz bir hedefi gerçekleştiremezsiniz, insan makine değildir, duygular dünyası vardır ve hayal gücü güçlü bir motivasyondur. Ama yalnızca manevi bir alan değildir aynı zamanda politik bir hedeftir: Bilinçlerde, gelecek programının mücadele parolaları ve araçlarının kurulmasıdır.
Devrim partisi olarak, bütün çalışmalarımızın ve bütün kurumlarımızın temel hedefi ve amacı, bir bütün olarak burjuva diktatörlüğünün yıkılmasıdır. Öncelik bunu esas almak durumundadır. Bununla birlikte, derinlemesine bütün faaliyetlerimizi komün değerlerini ve komün ilkelerini uygulamak için sonuna kadar zorlarız. Ancak bir meselede net olmalıyız: Burjuva diktatörlüğü yıkılmadan, yerel ve bölgesel komünal ilişkilerle bir sonuca gideceğini düşünen anlayışlar mahkum edilmelidir; bu su katılmamış reformizmdir. Burjuva diktatörlüğü, yıkılmadan komünal birimler oluşturulabilir ama kalıcı ve sonuç alıcı olamazlar.
Burjuva diktatörlüğünü yıkmak, zor araçlarını gerektirir, maddi güçler ancak karşı maddi zor araçları ile alt edilebilir. Komünarların tüm araçları ve organları, önce burjuva diktatörlüklerini yıkacak yönleriyle öndeyken yine tüm araç ve organlarımız özde, derinliğine komün bilinci üzerine inşa edilirler. Bu birbiriyle zıt ve karşıt inşayı, nesnel koşullar ve geçmiş devrim deneylerinin tarihi, Komünarların önüne koymuştur. Komünarlar, tarihin önlerine koyduğu bu göreve, komün gücü perspektifini geliştirerek cevap vermektedir. Komün gücü hayali bir kurgu değildir, yüz binlerce yıllık insanlık tarihinin her sayfasından bu uzun geçmişin genlerine kazıdığı komün değerlerinin ve bunun maddi bir güç (kolektif aksiyon) olarak ve tarihin her döneminde fışkırdığını görürüz.
Merkezi, disiplinli kolektif hareket eden ve savaşabilen bir örgüte ihtiyacımız var. Böyle bir mekanizma kurarken, kelimenin gerçek anlamıyla hiyerarşik (ve haliyle kurumun olduğu her yerde boy gösteren bürokrasinin olduğu) bir mekanizma kurduğumuzun bilincinde olacağız. Hem hiyerarşik ve bürokratik bir mekanizma kuracak ve bununla burjuvaziye ve faşizme karşı savaşacağız hem de bu mekanizma içinde hiyerarşi ve bürokratizmle savaşacağız. İki savaşı iç içe sürdüreceğiz, düşmanla savaşırken merkezi ve disiplinli yapımızı koruyacağız. Diğer yandan komün gücüyle kurduğumuz bu mekanizmayı, kendi içinde ve kitlelere karşı iktidarlaşmaması için; tüm hiyerarşik, iktidarcı, komutacı bürokratik ilişkileri ezmek için savaşacağız. Bu iki yönlü etkiyle; düşmanla savaşırken kitleleri, komünal bağları kuracağımız toplumun organik parçasına dönüştüreceğiz. Günümüz devrimci partisi bu iki çelişki üzerine oturmak zorundadır.
Devrim mücadelesi, aynı zamanda mevcut topluma karşı her alanda savaştır. Bizim amaçlarımız, mevcut toplumsallık içinde gerçekleşemez ve bundan dolayı devrimciler, mevcut toplumla uzlaşmaz; uzlaşmak düzenle uzlaşmaktır, zira mevcut toplum burjuva toplumudur. Toplumla uzlaşmak bu toplumu düzenlemektir, devrimcilik toplumla uzlaşma temelinde yürümez, toplumla çatışma, toplumsal çelişkileri derinleştirerek mevcut toplumsallığı çözme temeline oturur.
Devrim partisinin zorba egemen sistemi yıkma zorunluluğu ile komün geleneğine bağlı olması arasında büyük bir çelişki vardır ve bu çelişki hem devrim aracımızın gelişim ve değişimle kendisini toplumsal devrimin aracı kılmasının hem iktidarlaşarak kendi karşıtına dönüşmesinin nüvelerini içinde taşır. Birçok devrimci parti, kendisini devrim gücü sanırken ve devrimci söylemlere devam ederken çoktan başka bir güce dönüşmüştür ve bu dönüşüm kritik an geldiğinde net olarak ortaya çıkmıştır.
Devrimci özne ve iktidar sorunu
Burjuvazi tepeden tırnağa örgütler bütünlüğüdür. Hiyerarşik, merkezi, iktidar organlarına sahiptir. İktidarını bu organlar aracılığı ile ve son tahlilde zor ve şiddet temelinde devam ettirir. İktidar kurumsaldır. Burjuva kurumsallığı, karşı kurumsallaşmayı zorunlu kılar. Burjuvazi ile savaş, devlet iktidarı ve kurumlarıyla savaşacak karşı kurumları yaratma zorunluluğudur. İktidar ve hiyerarşi oluşturduğumuzu bilerek, onu hem en gelişkin merkezi denetimli ve hiyerarşik örgütleyeceğiz hem de bunları yok etmek için büyük bir savaş, çok yönlü ve iki taraflı içe ve dışa doğru sürekli bir savaş yürüteceğiz.
Tarih gösteriyor, toplumlar burjuva iktidarlarını yıkan karşı iktidar kurumları yarattılar. Ve bugün hepsi komünalleşmediği için karşıtlarına dönüşmüştür. Tüm devrim yapan örgütler ya çöktü, işlevsizleşti veya taş gibi iktidar organlarına dönüştüler. Biz, kendimizi bu geleneğin devamcısı olarak görüyoruz, hiçbir şey boşlukta var olmaz, kökümüz burasıdır. Ama biz, kendimizi bu geleneklerden çıkardığımız dersler üzerinden yeniden kuruyoruz, bunun ilkeleri komünallik ve komünal ilişkilerdir, yaşamsallık ve kurumlardır.
Bu büyük çöküşe gözümüzü kapatmıyoruz, aynı sorunların bizim geleceğimizde daha büyüyerek karşımıza çıkacağının bilincindeyiz. Bundan dolayı, devrim örgütünü, yıkıcı yanı kadar yıkılmayacak bir kuruculukta ve temellerde var etmek için gereken yeni teorik, ideolojik, siyasal ve örgütsel sorunları başa alıyoruz.
Devrim savaşı hem bir iç savaştır, hem bir dış savaştır. Dış savaşta kazanabilmemizin temel şartı iç savaşı kazanmaktır. İç savaş, dış savaş iç içedir ama öncelik iç savaştır. Kendi kendimizle savaştır. Kendi kendimizle, kendi örgütlerimizle, tekrar kendi örgütlerimizde, kendi hastalıklarımızla, kendi burjuva yanlarımızla savaştır. Kesintisiz, uzlaşmasız, sonsuz bir savaştır. Buna ideolojik savaş denir. Ve komün insanı ve komün toplumuna varmak için biz, örgütlerimiz bileşenlerimiz ile burjuva toplumda yaşayan kendimizle savaşırız. Bu konuda temel kılavuzumuz kolektivizmdir, kavramsal olarak yaşamdaki karşılığı komünal ilişkilerdir. Komün gücü partimizin en devrimci açılımıdır. Komünal bir kolektif olma hedefindeyiz. Silahlı gücümüzle savaşı kazanabiliriz veya kaybedebiliriz, direniriz, yeneriz, yeniliriz. Ancak komün gücü olamazsak son tahlilde kaybederiz.
Sosyalizm denemeleri önce iktidarlaşarak bürokratik yozlaşma yaşadı, topluma yabancılaştı, sonra kötü biçimde çöktü. Ekim Devrim’i sonrası yaşanan iç savaş ve yarattığı yıkımlar ilk sosyalizm deneyini birçok yönden zorladı. Nesnel zorunluluklar, Lenin sonrasında teorinin içine alındı ve bu gelişmeler sosyalizmde bozulmaları başlattı. Bozulmalar sonraki yıllarda derinleşerek devam etti, o zamandan beri sorun üzerine tartışmalar sürüyordu ama bir adım ileri atılamadı.
Sorunlar taktiksel, idari ve biçimsel yanlarıyla kendini gösterebilir, ancak hiç yanılmamalıyız; toplamında mutlaka gelip ideolojik ve politik olana dayanır. Örgütler, özellikle devrimci savaş örgütleri, tüm sorunları ideolojik-politik boyutlarıyla kavramak zorundadır. İdari tedbirlerle, iç ilişkilere ve dar örgütsel mekanizmalara daraltarak sorunları çözmek olanaklı değildir. Geri dönüş süreçlerini kişilerle, sapmalarla veya ihanetlerle açıklamak sorunu daha fazla çıkmaza sokmakla sonuçlandı. Bu şekilde çözülen her sorun, bir dönem sonra daha da büyüyerek ve ağırlaşarak önümüze gelecektir. Devrimlerin geri dönüşümü üzerinde çok ciddi tartışmalar yürütülmelidir.
Teorideki bu donukluk, zorunlu olarak pratik ve örgütsel büyük çözülme ve çöküşü getirdi. Yalnızca devletleşmiş sistem değil tüm enternasyonal komünist hareket çözüldü ve dağıldı. Bu gelişmeler, insanlığın ufkunda bulanıklık yarattı ve gelecek özgür insanlık toplumu, bir serap haline dönüştü. Bu gelişmeler sonucu emperyalist propaganda kampanyasıyla sınıfsız, özgür toplum, insanlığın bilincinden silindi; özgürlük toplumu, imkansız ve olamaz olarak kabul edildi. Halbuki insanlık tarihinin on binlerce yılında, insanlar özgürlük toplumu olarak yaşadılar. Bugün insanlık çok daha ileri özgürlük toplumunu yaratacak yetenektedir, tek engel özel mülkiyet düzenidir. İnsanlığın ilk özgürlük toplumuna geçiş mücadelesi büyük deneyler bırakarak çökmüştür ama on binlerce yıla yayılan özgür toplumsal yaşam silinmezcesine tüm insanlığın genlerine kazınmıştır.
İlkel komünal toplum, bir tasarım üzerine kurulmadığı gibi öncüler tarafından yönetilmedi; o kendisi başka türlü var olmayacağı için hem bir zorunluluk hem bir özgürlük olarak kendi nesnelliği içinden zuhur etti. Komün, kurumsal bir yapı değildir, kurumsallaştığı anda komün olmaktan çıkar, iş bölümü temelinde özel aygıta dönüşür. Komün, yaşamın doğallığı içinde ve yaşam alanlarında ve deneyimlerle olgunlaşır. Bu bir süreç gerektirir, süreç içinde olgunlaşır ve kendini daha ileriden gerçekleştirir ama tam olarak yaşama geçirilemez. Ayrıca komün yaşamı genel ilkeler dışında bugünden formülleştirilemez; o, kendisini tam olarak sınıfların ortadan kalktığı dönemde gerçekleştirebilir.
Baştan kural ve çalışma esasları belirlenen aygıtlar, komüne varamaz ve komün dediğimiz şey bugünden bütünsel olarak kurgulanamaz, o yaşamın doğallığı ve zenginliği içinde ve değişik yaşam alanlarının özgüllükleri ve bir araya gelen topluluğun bireyler olarak ve topluluk içinde kendilerini gerçekleştirdikleri bir ortaklaşmacı yaşama halidir. Komün, toplumun yaşam biçimleri üzerinde ekonomik, siyasal hiçbir zorunluluk olmadan ortaklaşma, paylaşma temelinde müşterek yürüyebilmesidir. İkinci esas sorun, bizim burjuva ve faşist diktatörlükler altında ve bu diktatörlükleri yıkmak için oluşturduğumuz kurumsal yapılarımızda komünal ilişki ve ilkeleri nasıl ve ne kadar işletebileceğimizle ilgilidir. Bu konuyu daha önce tartışmıştık. Parti iskeleti içindeki tüm örgütlenmelerimiz var oluş koşulları sonucu, sürekli hiyerarşi ve iktidar ilişkileri üretecektir ve biz onların bu gerçekliğini ve zorunluluğunu bilerek hem savaş güçlerini ve yeteneğini zayıflatmayacağız hem zorunlu ve kendiliğinden boy verecek olan iktidarlaşan uçlarını ezeceğiz. Bu durum kesintisiz olarak devrim zamanına kadar sürecek iç mücadelemizdir. Bir başka boyutu, kitle örgütleri ve yan örgütlülüklerimizde komün gücü ilkelerinin nasıl işleteceğimizi pratiğe girerek ve yaşayarak öğreneceğiz.
Politika, güçle yol alır, egemen iktidarlar ancak karşı güçle yok edilebilir. Devrimci parti, devrimi yapacak parti, güç olmak zorundadır. Ancak burada bir sorun ortaya çıkar, geçmiş devrim deneylerinin çöküşü, güç sorununa yanlış yaklaşımdan, aşırı güç yoğunlaşmasından kaynaklanmıştır. Kitleler adına, onların üzerinde ve ayrı bir güç ortaya çıkmıştır ve bu güç, toplum üzerinde bildiğimiz baskı aygıtlarına dönüşerek, kitlelere yabancılaşmış ve sonunda kendi içine çökmüştür. Buradan çıkan sonuç açıktır: Kitleler adına değil, bizzat kitleleri yaşamın her alanında güç yapmayı esas alan bir mücadele süreci planlanmak zorundadır. Devrimci savaş stratejimizin yeniliği burasıdır. Devrimci savaş stratejisi eksenine göre örgütlenen parti, gücü kendisinde toplamayı esas almaz. Gücünün asıl kaynağının kitleler olduğunu unutmaz. Kitleler, partinin uzantıları ve avadanlıkları değildir. Devrimci parti, kitlelerin kendi özgür yaşamlarını kurma mücadelesinde yol açan öncü bir araçtır. Bu konuyu İbrahim Kaypakkaya: “Parti kitlelerle karşı karşıya gelirse ben kitlelerin yanındayım” diyerek, parlak bir öngörüyle doğru olarak koymuştur.
Devrimci partilerin güç anlayışı nasıl olmalıdır? Partinin gücü toplumun gücü, gücün partide yoğunlaşması ve gücün topluma yayılması. Tüm devrim partileri gücü kendinde toplamak zorunda kaldı ve bu güç altında iktidarlaşarak, egemenleşerek toplumun üzerinde ve ona yabancı bir güce dönüştüler. Mao’nun “Kültür Devrimi” bu yabancılaşmaya karşı atılmış başarısız ve ağır çöküntüler bırakan devrimci bir adımdır. Tüm Leninist iddialı Komüntern partileri, iktidar aygıtına dönüştü, iktidar olamayan büyük partiler eriyerek kapitalizmin uysal parçaları haline geldiler.
Sosyalist sistemin çöküşü, parti ve devlet bütünleşmesiyle gerçekleşen iktidarlaşmanın sonucudur, öncü parti devletin kendisi hatta sahibi haline dönüşmüştür. Bu, bir yerden sonra kapitalist devletten daha katı ve topluma yabancılaşmış bir iktidar aygıtına dönüşmektir. Öncü parti sorunu, bu deneyim üzerinden yeniden ele alınmalıdır. Bu çelişkinin çözümü muazzam bir devrimcileşme olacaktır. Öncü parti bir zorunluluktur, günümüzdeki devasa egemenlik aygıtlarını ve toplumsal yapılarını başka hiçbir araçla çözemeyiz. Bu anlamda öncü partinin reddi, burjuva iktidarlarının zor yoluyla yıkılmasının, devrimlerin reddidir.
Sosyalist sistemin büyüklüğü ve büyük çöküşü, burjuvazi tarafından her şeyin çöküşü olarak propaganda edilmektedir ve bu karşı devrimci propaganda devrimci saflarda da “her şeyin” çöküşü olarak anlaşılmıştır. Evet çöküş çok büyüktür, ama bu büyük çöküşün yanında, çok daha büyük bir direniş sosyalist Küba’nın büyük direnişi sürmektedir. Büyük Ekim Devrimi , Çin Devrimi ve diğer tüm iktidarlaşan devrimler çözülerek kapitalizme geçtiler; küçük, zayıf ve yoksul Küba direniyor, Küba’nın dezavantajını anlatan bir söz vardır: “Amerika’ya çok yakın, Allah’a çok uzak”. ABD’nin açık işgal dahil komplolarına ve kesintisiz sürdürdüğü ekonomik ambargo ve kuşatmaya rağmen, Küba devriminin direnişi bir mucize değil devrimci stratejisinde gizlidir. Bu direnişin sırrı kitlelerdedir. Bütün dezavantajlı konumuna ve dev sorunlara rağmen kitleler, devrime ve devrimin gerçekleştirdiklerine sahip çıktığı için direniyor. Bütün olanaksızlıklara rağmen Küba Devrim’i yıkılmıyor. Çünkü, kitleler kendi iktidarlarını savunuyorlar, Küba Devrimi’nin yaşamasının sırrı buradadır. Sosyalist kuruculukta, geri ve kıt olanaklara rağmen, ekonomik yaşamda, toplumsal ilişkilerde, eğitim, bilim, kültür alanında, tarihe altın harflerle yazılacak yükseklikte başarılar yaratarak direniyor. Komün değerlerini yaşattığı, devrim iktidarının tüm sorunlarını, başarılarını ve başarısızlıklarını kitlelere benimsettiği için direniyor. Bugün Küba’da her şey güllük gülistanlık değildir, çok büyük sorunlarla ve zorluklarla karşı karşıyadır. Ve bu nedenle zorunlu olarak kapitalist girişimlere alan açmıştır. Tüm bunlara rağmen, şimdiye kadarki direnişi bir mucizedir. İçinde olduğu kuşatmadan dolayı, Küba devrimi yenilebilir, ancak sonuç ne olursa olsun, Küba Devriminin hala direniyor olması, devrim ve komünizm idealinin yenilmezliğinin en parlak göstergesidir. Bütün devasa sistemler çökerken küçük Küba’nın direnişi, gerçekleşecek devrim ve sosyalizm adımları için muazzam dersler ve deneyler biriktirmiştir.
Öncülük ve önderlik bahsi
Tarih, bize bütün büyük tarihsel yükselişlerin, genellikle kitlelerin bağımsız kendiliğinden isyanları olarak başladığını ve kararlı, bilinçli, çelik çekirdek denilen öncü inisiyatifiyle birleştiğinde başarıya gittiğini söylüyor. Yine tarih, bize bu devrimci öncü çekirdeğin yokluğunda hiçbir başarının mümkün olmadığını pratik olarak da ispat etmiştir. Bütün büyük devrimler kararlı devrimci kadroların öncülüğü ile iktidara yürümüştür.
Öncülük kavramı, birilerinin tercihi ve isteminden değil, mevcut sınıflı toplum gerçekliğinin bir zorunluluğu olarak ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplum, eşitliksizlik ve bunun sonucu hiyerarşik, otoriter bir birliktir. Belirli sınırlar içinde devletler, bu gerçeklikten, bu eşitsiz toplumsallığı zor ve şiddet yoluyla bir arada tutmanın aracı olarak varlık kazanır, hiyerarşik toplumsal gerçekliğin sonucu olarak var olurlar. Sınıflı toplumlarda tüm siyasal örgütler, topluma kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yön vermek için çalışırlar. Ezilen sınıfların siyasal örgütlenmesi, mülk sahiplerinin kontrolündeki düzene bir itiraz ve isyandır. Her isyan hareketi, kendisini hakim kılmak, toplumsal yaşamı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden örgütlemeyi hedefler. Örgütlenmek, topluma öncülük iddiasını içinde taşır. Günümüz gerçekliğinde öncü örgütlenmeyi reddetmek, egemen sınıfların iktidarını, öncülüğünü ve kanlı tahakkümünü onaylamak sonucuna çıkar.
Türkiye’de öncülük sorunu, karşılıklı iddialaşma temelinde ve rekabet ekseninde, imgede 20. yüzyılda yaşanmış devrimlerin programatik bir mesele olarak kavranması üzerinden kurgulanmış idealist bir anlayış olarak var olmuştur. Türkiye devrimci hareketinde imge ile somutu okuma geleneği, somut bir anın kurucu aklını işletme, kurma yeteneği yok. 20. yüzyıl devrimleri, kalıp olarak alınıyor; o kalıba uyan ya da uymayan ayrımı üzerinden sosyal olaylara karşı tutum belirleyen bir sol saflaşma yaşanıyor. Yani herkesin geçmişe göre kurgulanmış bir devrim anlayışı var. Oysa sosyal olaylar, kimseye göre ortaya çıkmaz ve mantıksal sonucuna ulaşmaz. Devrimci varoluş; sürekli hareket halinde olan, sınıfların karşılıklı restleşmesi içinde meydana gelen, olayları meydana getiren; yani dünyayı bilinçli bir eyleme alanı olarak algılayan ve bu ilişkilerin hareketi üzerinden özneyi yaratma sorunudur. Dolayısıyla, özne hareket içinde ortaya çıkar “kendinde örgüt” değildir, yaratıcı eylemdir, sınıfların hareketidir, eğilimidir. Bu bakımdan geleneksel sol anlayışların devrimci özne iddiası saf idealizmdir.
Devrimci hareket, Türkiye siyaset sahnesinde oyuncular içinde bile değil ve sorun oyun oynamak değil oyun kurucu olmaktır. Siyasette kuruculuk nedir ve nasıl yapılır? Devrimci siyaset biz şuyuz, biz buyuz, öncüyüz, şunları, şunları yapacağız demek değildir. Devrimciler, kitleleri örgüte çağırmaz, yolu açar ve kitleleri açtığı yolda yürütür. Öyle bir yerde durur, öyle sözler söylersin ve eylersin ki, senin bir sözün veya eylemin herkesin olur, herkes kendisinin kılar. Senin sloganlarını başkaları seslendirir, senin bayrağını başkaları dalgalandırır.
Komünar devrimciler için örgüt ve önderlik bir bütündür, örgütün bütünü öncü kuvvetlerdir, önderlik bu bütünün organik bir parçasıdır. Önderler, mücadelemizin deney ve tecrübe birikimini taşıyan, ideolojik ve politik birikimini devrimci pratiğe cüretle uygulayan ve herkesten önce gören, her görevde önde giden, tarihin ve toplumsal gelişmenin tıkandığı her dönemde, her şeyi, kendini yok etmek de dahil, göze alıp ileriye fırlayan, tarihi yapanlardır. Öncüler, lafazan, büyüklük hastalığına tutulmuş, kendini her şeyin ve herkesin üstünde tutan bürokratlar değildir. Öncüler, kendilerini en önde ateşe fırlatanlardır. Öncü, halkın, ezilen ve sömürülenlerin hizmetindedir. Önderlerimiz ayrıcalıklı bir kast değil, öncülüğümüz de topluluğumuz içinde bir üstünlük değil, yoldaşlar topluluğunun eşit üyeleri ve komünal toplumun sıradan insanının davranışıdır.
Devrimci partiler, genel tarihsel kazanımları özümser ve onlarla yola çıkarlar ama her sorunda kendini masaya yatırarak, kendi deneylerinden öğrenerek ilerlerler. Kendi durumumuza daha yakından bakarsak; bu aşamaya zor ve ağır bir süreçten geçerek gelindi. Kuruluşumuz grupçuluğu yıkarak, yeni bir birlik ve devrim ekseninde Türkiye’deki bütün devrimci birikimle en ileriden bütünleşmek iddiası ile oldu. Kendimizin değil TDH’nin devrimci bir stratejik eksende öncülüğü kazanmasını başa yazarak savaş alanlarına geçtik ve savaşa girdik. Çıkışımız, başlangıçta genel mücadelede az çok bir etki yarattı, devrime yakın kitlelerde ve militan devrimci çevrelerde beklenti oluştu. Azımsanmayacak bir savaş gücüyle, binlere varan militan sempatizan ve taraftar birikimiyle yola çıktık. Parti olamadığımız için, merkezi kolektif örgüt normlarını ve bir partinin kendisini düzeltmesinin temel silahı olan, eleştiri özeleştiri silahını kullanamadık. Örgüt içinde, hemşehrici ahbapçı ilişkiler gelişti, ablacı, abici gruplar oluştu, hizip örgütler ortaya çıktı, örgüt ve üyelik normları ortadan kalktı yerine taraftarlık ve keyfilik oturdu. Bütün bunlar içimizde yaşandı, bu sorunları aşarak bugüne geldik. Örgüt ve önderlik sorunları genel geçer doğrular üzerinden ne kavranabilir ne de uygulanabilir. Bu konuda da partiler kendi deneyleriyle yol alır. Gelişkin bir parti önderliği, partinin yetenekleri ve zaafları dahil tüm birikimini önceden az çok bilir ve sorunlar kangrenleşmeden tedbirlerini alır ve sorunların büyüyerek ağır hasarlara yol açmasına izin vermez. Bu anlamda partimizde yaşanan tasfiyenin birinci dereceden sorumlusu dönemin parti önderliğidir.
Ahbaplık, arkadaşlık, akrabalık ilişkileri içinde düzeni hoşgören, düzene tolerans tanıyan; sahte ilişki biçimlerini geliştirir, örgüt içinde birbirini kayırmayı, birbirini idare etmeyi hakim kılar. Bunları yaşıyor, yaşatıyor bunlara tahammül ediyorsak, bizler bırakın dava insanları ve savaşçılar topluluğu olmayı, ancak günü kurtaran devrimcilik görüntüsünde kendini yaşatanlar topluluğu oluruz. Biz ya profesyonelce davranan, ilkeler temelinde yaşayan, kadın ve erkek savaşçılar topluluğu veya düzeni yaşayan sahte solcular topluluğuyuzdur, ortası yoktur.
Devrimci ortamımızı kırıp geçiren ve tasfiyeye yol açan esas hastalıklar bunlardır. Bu hastalıkları devrimci ortamımızdan ve örgütlü yaşamdan tasfiye etmek için belirli çabalar gösterdik ve az çok yol aldık, ama daha almamız gereken çok mesafe var. Bulunduğumuz her alanda, her düzeyde, her gün mücadelemizde yenilikler yaratamıyor, sıçrama yapamıyor, güçlü propagandacılar, örgütçüler, ajitatörler çıkaramıyor ve bu yönde kendimizi aşamıyorsak, biz idareciyizdir. Bu toprakların büyük birikimini, kültürünü, değerlerini yeniden ve devrimci temellerde üreten ürünler veremiyorsak, bu, hala sıradanlığı aşamadığımızı gösterir. Yaratıcılık, büyüme, devrimcileşme büyük emek ürünleri ortaya çıkararak olur ve herkesin saygı duyduğu, değerini kabul ettiği eserler ile olur. Bunlar yoksa yaratıcılık ve devrimcileşme eksiktir ve biz daha geri ilişkileri kabul edemeyiz.
Her gün, yeniden başlar ve yeni şeyler getirir, ideoloji ve politika bu hıza yetişemez. Kapitalizm, günlük hatta anlık değişiyor, teori bu hızda ilerleyemiyor. Bilinçteki gerileme, çarpılmaları doğurdu, dev sosyalist ülkeler böyle çöktü. Biz de adanmış devrimci komünarlardık, çok iyi savaştık. Ancak kolektifimizde komünal ilişkileri yaşatamadık, savrulduk. Komün gücüydük, devrimci kültür yüksekti; disiplin, fedakarlık yüksekti; bizi kimse yenemezdi; bu uğurda öldük, öldürdük. Ancak kolektivizm, yoldaşlık, eleştiri-özeleştiri olmayınca nasıl her şeyin alt üst olacağını yaşayarak öğrendik. Bazılarımız düştü, bazılarımız kaçtı, kalanlar buradayız. Kitaplardan öğrenmedik kan ve can verdik, içimizde dövüşerek, birbirimizi yiyerek; yanlışlarla, çatışmalarla, çarpılmalarla öğrendik. İyi öğrendik.
Gerek sosyalist ülkelerdeki, gerek komünist partilerdeki yozlaşma ve çözülüşün önemli sebeplerinden biri eleştiri özeleştiri silahının işletilmemesidir. Eleştiri özeleştirinin olmadığı yerde, sahte burjuva ilişkileri egemen hale gelir ve her şeyi çürütür. Eleştiri özeleştiri, devrimci partinin iç ilişkilerini, kitlelerle ilişkiyi, örgütsel ilkelerini, ideolojik gelişme dahil mücadelemizin tüm alanlarını kesen bir yerde durur. Eleştiri özeleştiri yoksa devrimci bir örgüt; eleştiri özeleştiri yoksa yoldaşlık; eleştiri özeleştiri yoksa doğru bir önderlik çizgisi ve kadro anlayışı, kolektivizm yok demektir. Devrim örgütünde, eleştirinin yasaklanması, dondurulması, şu veya bu sebepten geriye çekilmesi, en başta ideolojik mücadelenin dondurulmasıyla, daha öteye ideolojik ölümle sonuçlanır. İdeolojik mücadele, bir partinin olmazsa olmaz hayatiyet kaynağıdır. İdeolojik mücadelenin dondurulması, buraya kadar saydığımız tüm ilke ve esasların kabuk haline dönüşmesi, ölüme yatırılmasıdır. İdeolojik mücadele, yalnız içe doğru yaşamsal bir yöntem değil, daha önemli olarak dışa doğru, sınıfla ve kitlelerle doğru temellerde ilişkilenmenin vazgeçilmez yöntemidir.
Profesyonel devrimciler örgütü
Devrim yapacak bir parti, hem merkezi bir örgüt ama aynı zamanda bir örgütler bütünüdür. Nasıl devlet bir örgüt ve örgütler topluluğuysa -bu tabi ki, biz devlet gibi olacağız anlamına gelmiyor- örgüt de böyledir. PKK, bir örgüt, aynı zamanda örgütler bütünlüğüdür. Askeri olarak HPG’de ifadesini buluyor. HPG, kendi içerisinde farklı askeri birimler temelinde örgütlenmiştir. Bir PKK var, ama alta doğru, onlarca salkım saçak örgüt yer alıyor. Kadın, gençlik, işçi, esnaf benzeri kitle örgütleri, farklı din ve mezhepleri kucaklayan inanç örgütleri vb. Parti tüm bunların sonucu olarak vardır ve bir örgütler bütünüdür. Güçlü dönemlerinde tüm klasik Komintern partileri de benzer bir örgütsel yapıya sahiptiler.
Devrim partisinin bu özellikleri ve örgütleri, döneme, koşullara, içinde yer aldığı ülkeye vs. göre değişik biçimler alır. Bütün bu örgütlülüklerin motor gücü, lokomotifi partidir. Ama bunun merkezi bir yapıda yükselmesi, bütün o örgütlerin tepeden yönlendirileceği, kendi inisiyatiflerinin olmadığı anlamına gelmez. Özel görevler için yaratılan örgütler, daha hassas denetim ve kontrol ilişkilerini zorunlu kılar. Ama partinin kendi alt birimleri dahil, bütün diğer örgütlenmeler; kendi alanlarında karar almada, yetki kullanmada inisiyatif sahibi, kitle mücadelelerinden beslenecek, mücadeleyi büyütecek şekilde yerel kararlarda özerk örgütlerdir. Zamanla, yukarıdan aşağıya tüm alt örgütlenmeleri ve kitle örgütlerini emir komuta zinciri altında yan avadanlıklara dönüştürerek tümüyle merkezin denetim ve kontrolüne sokan partiler, bir yerden sonra devrimden koptular ve kendi iktidar alanlarını korumayı görev bildiler. Devrim yapan partilerin yanı sıra büyük devrimci mücadeleler yürüten birçok parti de bu şekilde yozlaşıp çürüdü.
Bu gerçekleri gözeterek, yeni devrimci tarzı gücümüz oranında pratiğe geçirmemiz ve her pratiğimizden sonuçlar alarak devrimci savaş stratejimize uygun yeni örgütlenmeyi ve mücadele tarzını oturtmalıyız. Yeni bir devrimciliğin ve mücadele tarzının yaratılması, yalnız Türkiye devriminin sorunu değil tüm dünya komünist hareketinin önündeki görevdir. Klasik tüm örgüt ve mücadele tarzları, dünya çapında yükselen kitle hareketleri karşısında işlevsiz ve boşluğa düşmüştür. Dünya çapında yükselen kitlesel isyan ve ayaklanmaların siyasal perspektiflerinin zayıflığı gerçektir ama mücadelede kararlılıkları, militanlıkları ve radikal yıkıcılık eğilimlerinin yükseldiği de bir gerçektir. Bu durumu, tek boyutlu, kitlesel yeni hareketlerin siyasal örgütlenmelere uzak durması olarak okumak yanlıştır. Kitleler, yeni şeyler arıyor ama bizim yüzyıl önceki tarza kilitlenmiş örgütlerimizde bunları bulamıyorlar. Bu gerçekler, örgüt anlayışında, kitle ilişkilerinde, örgütlenme ve çalışma tarzında yeni ve yaratıcı mücadele ve örgüt tarzını zorunlu kılıyor.
Sorunlara kendi gerçekliğimizden kopuk yaklaşırsak, genel doğruları ve yeni devrimci tarzları dillendirmek bir işe yaramaz, boşlukta kalır. Bu anlamda tüm görüş ve devrimci hedeflerimizi kendi gerçekliğimizin üzerine kurmak zorundayız.
Bu sonuçlardan dersler çıkarılarak, partinin sınıf çalışması, gençlik, kadın örgütlenmesi, meşru alan örgütlenmeleri ve silahlı mücadele birimleri; sınıf mücadelesinin düzeyi, ülkenin politik koşulları gözetilerek ve dönemin ihtiyacı mücadele biçim ve araçlarıyla doğru ilişkilendirilerek, temel mücadelemize uygun olarak koordine edilmelidir. Komünarlar açısından temel mücadele, silahlı mücadeledir. Ve bugünün tüm faaliyeti, tüm örgütsel ve siyasal çalışmamızın silahlı mücadeleyi beslemesi ve aynı zamanda kitlelerin hem yaşam alanlarında hem kitlesel örgütlü faaliyetlerinde öz savunma temelinde kitle şiddetini uygulayacak tarzda hazırlanması gerekir.
Profesyonellikte doğru bir çizgiye ulaşmak için, önce devrim partisinin doğru bir stratejik ve taktik bütünlüğü kurmuş olması gerekir. Ama bunlar ayrı kompartımanlar değildir; birlikte ve birbirini tamamlayarak kurulabilir. Sorunu daha da somutlaştırırsak, Türkiye’deki bir partinin nasıl örgütlenmesi, nasıl kadrolara sahip olması ve nasıl bir mücadele çizgisi izlemesi gerektiğini kendi gerçekliğimiz üzerinden somutlaştırmak zorundayız. Devrim partisinden, devrime kilitlenmiş, devrim yapacak partinin nasıl örgütlenmesi, nasıl mücadele etmesi gerektiğini netleştirmek zorundayız ama yetmez, biz genel ve soyut bir parti üzerine konuşmuyoruz. Türkiye’de devrim yapacak parti üzerine konuşuyoruz. Profesyonel devrimcilik dahil, bütün sorunlarımıza bu eksen üzerinden bakmak durumundayız.
Türkiye’de devrim yapmak isteyen bir parti tartışmasız olarak profesyonel devrimcilerin örgütüdür, başka türlüsü olamaz. Ama Türkiye’de var olan profesyonellik anlayışıyla yol alamayız, mevcut durumda profesyonellik başka bir iş yapamaz, boşta gezer insanlar topluluğuna dönüştü. Yeni bir devrimci kadro tipi yaratılmadan eskiden kopamayız. Ama bu sorun eğitimlerle, kural kaideler işletilerek ve bir anda çözülemez. Devrimci kadronun sistemden köklü bir kopuşu gerçekleştirip örgütlü mücadeleyle bütünleşmesi, mücadeleyi yaşamsallaştırması gerekir. Örgütün de bu düzeye yükselmiş profesyonel devrimcileri, öncelikleri belirlenmiş, doğru hedefler üzerinde, kolektif olarak yönlendirecek yetkinliğe ulaşması gerekir.
Devrim partisi ve kitle örgütleri ilişkisi
Günümüz dünyasındaki hızlı değişimler, toplumsal ve siyasal yaşamı daha hızlı dönüşümlere uğratıyor. Bu durum on dokuzuncu veya yirminci yüzyılın siyasi modellerine geri dönemeyeceğimizin açık göstergesidir. Birileri dönmek istese bile, yapısı ve mekanları parçalanan işçi sınıfı siyaseti, bugün önceki dönemdeki gibi, diğer kesimleri de arkasından sürükleyen öncü roller oynayacak kurumlardan yoksundur. Daha önemli olarak, bugünün işçi sınıfı, yirminci yüzyıla ait deneyimleri istese de tekrarlayamayacaktır. Günümüz işçi sınıfı siyaseti: Birincisi, işçi sınıfı siyaseti ile parti siyaseti arasındaki organik örgüt birliğini ve bilincini kaybetmiştir. İkincisi ise, üretim tarzındaki keskin değişiklikler; sınıfın sürekli akışkanlıktaki bir üretim tarzında kalıcı ve kararlı bir örgütlenme yaratması eski biçimlerde olanaksızdır. Bu özellikler, bugünün işçilerini hem sanayileşme dönemindeki işçi sınıfından hem de işçi sınıfının mücadelesinin yükseldiği daha önceki dönemlerden ayırmaktadır. Sınıfın “anatomik yapısının parçalanması”, siyasi, sosyal ve örgütsel yapılarının arasında kopuş yaratmıştır.
O halde hangi siyasi biçimlerle, bugünün sosyal yapıları ve örgüt biçimleri arasında organik ilişki nasıl kurulacaktır? Günümüzde kitlelerde giderek yükselen bir arayış mevcuttur. Ama günümüzde kitlelerin yüzyıl önceki mücadele tarz ve yöntemleriyle devrimci özne haline gelmeyecekleri çok açık bir gerçektir. Dolayısıyla örgütlenme ve çalışma tarzında yeni ve yaratıcı şeyleri tartışarak, bu esas ve bilinçle kadrolarımızı yetiştiremezsek devrimci örgütün esas misyonunu karşılayamayız. Eskinin tabularını yıkmak zorundayız.
Çok karmaşık bir tarihsel süreçte, devrimci örgütler kendilerini özelleştirdiler. Bu çok boyutlu sapmaları içinde taşıyor, komünizm toplumsallaşmadır, örgütler özel hallerini mutlaklaştırdıkça komünizmden uzaklaşmış özel aygıtlar haline gelmiştir. Devrimci örgütler, bir zamansallığın zorunlulukları sonucu doğmuş, gelişmiş ve yeni bir uygarlığı ortaya çıkaramadıkları için, geçmişte donmuştur. Donmuş yapıları değiştirmek olanaksızdır, tümden parçalanıp yokedilerek yeniden ve yeni toplumsallığın doğal, organik biçimleri olarak kurulmalıdır.
Devrimci örgütler, bir alt üst oluş döneminde, sürekli saldırı altında, zor koşullarda var olmak için içe kapandılar. Topluma açık yeteneklerini kaybettiler ve “bize ait”, “bizim” örgütlerimize dönüştüler. Bizim örgütlerimize dönüşmeleriyle, dışarıya kapalı özel avadanlıklar halini aldılar. Biz yalnızca bu özel avadanlığa uygun insanlarla, seçilmişlerle ilgileniyoruz ve dışımıza kapalı örgütleriz. Bizim en büyük prangamız budur ve kolay kurtulamayız.
Devrimci örgütler, özel mekanlar ve özel insanların birlikteliğine dönüştü. Özel dünyalar halini aldı ve özel aparatlara dönüştüler. Bu yapılar, kolay kolay dışına açılamıyor, her şeyi kendi içine almak için çabalıyor. Bu özel bir birim için zorunlu olan hal, genelleşmiş ve bir bütün olarak parti örgütleri toplumsallıktan kopmuştur. Bu özel yapıya girecek insanları arıyor ve yalnız onlarla birleşebiliyoruz. Toplumsal yaşam, bu tek biçimin içine sığmaz. Örgütleri dışa döndürmeli ve dışarıyı örgütleyecek yeni tarz ve biçimler yaratmalıyız. Yalnızca örgüte daralmış çalışma yapabiliyoruz, bu öldürücüdür ve yıllardır kastlaşmış haldeyiz. Dünya, hareket halinde ve sürekli devinim içindedir, toplum hakeza, toplum hayata her gün yeniden başlar.
En kısır yanımız mekanlara ve örgüte daralmış bir tarza kilitlendik ve daraldık. Oysa dünya, bizim daralmış özel avadanlıklarımıza sığmaz. Kitleleri örgüte kazanmaya dönük klasik anlayışın yerine, kitleleri bulunduğu yerde, kendi örgütlülüğünü yaratması için yönlendirmeyi ve bu hareketlilik içinde önce siyasete çekmeyi, siyasete girdiği oranda örgütleştirmeyi ve örgüte döndürmeyi becerebilmeliyiz. Günümüzde kapitalizme karşı muhalefet toplumsallaşmıştır. Toplumsal ilişkiler de muhalefet dinamikleri de geçmiş kurumsallıkların dışına taşmış, üretimden tüketime, mekansal alanlardan yaşam biçimine toplumsallaşarak, yaşamın her alanına sirayet etmiştir. Artık bu muhalefet, ne tekli örgütlere ne klasik örgütsel formlara ne de özel mekanlara sıkıştırılabilir.
Gerçekler devrimcidir, herkesin “motto” olarak kullandığı bu tanım doğruysa; devrimci gelişme için bakacağımız tek şey olaylar ve olgulardır. Teoriler ve ideolojiler ikincil değildir ama gerçeğin üzerinde de değildirler ve gerçeğin yerine ikame edildiklerinde yıkıcı etkilere sebep olurlar. Devrimler tarihi, bu yıkımın örnekleriyle doludur. TDH, değişik kesim ve alan örgütlerini yukarıdan emir ve talimatlara bağımlı, inisiyatifsiz yan avadanlıklara dönüştürmüştür. Devrim partilerinin mücadele tarihinde en etkili ve kitlesel güç kazandıkları dönemler, kitlelerin kendi inisiyatifleriyle, kendiliğinden sendikalar, konseyler, komiteler, sovyetler olarak örgütlenerek sokaklara çıktıkları dönemlerdir. Partiler, kitlelerin bu bağımsız inisiyatifleriyle doğru temellerde ilişkilenerek güçlenmiş ve mücadelelerini daha üst düzeylere sıçratmıştır. Bu deneyler, literatüre can alıcı önemde “volan kayışları” olarak geçmiştir. Biz bu gerçeklikten dersler çıkararak, hem partinin kitlelerle ilişki biçimini hem de kitle örgütlerinin inisiyatif ve etkinliğini gerçekleştirebildikleri yeni biçimleri yaratmak zorundayız.
Devrim partisi ve kadın hareketi
Kadın sorunu ve kadınların kurtuluşu, sınıflar mücadelesinin özgün bir alanını oluşturuyor. Sınıfsal baskı ve sömürünün yanında, kadınlar, sınıfsal baskıdan daha ağır ve aşağılayıcı, cins olarak kölelik koşullarında yaşıyorlar. Bu çifte baskı ve kölelik koşulları, kadınların birliği ve mücadelesini doğuruyor. Komünistler, kadın mücadelesinin bu özelliklerini gözeterek, partili kadınların yanında tüm kadınların mücadelesini gerçekleştirmek için kitlesel kadın örgütlenmeleri kurdular. Bu örgütlenmeler, bir dönem aktif mücadeleler yürüttü, ancak giderek yan örgütler durumuna dönüştü ve başarısız oldular. Ama kadınların köleliğe karşı mücadelesi durmadı, bağımsız bir çizgiye sıçrayarak, tüm dünyada erkek egemen sistemlere karşı büyük bir isyan hareketi düzeyine yükseldi. Kadınlar, bugün tüm dünyada isyan halindedir ve en fazla patlayıcı potansiyeli barındıran kesim durumundadır.
Komünistlerin kadınların örgütlenmesi ve mücadelesine klasik yaklaşımı iki yönden aşılmıştır. Bir, kadınların mücadelesinin ve kurtuluşunun devrim ve sosyalizm sonrasında kendiliğinden çözüleceği anlayışı, bu yaşanan sosyalizm deneyleriyle başarısız olmuştur. İki, kadınlar patriyarkal kapitalist sisteme karşı kitlesel ve küresel düzeyde tarihsel bir isyanın içindedir ve kendi kurtuluşlarını kendileri gerçekleştirmek için harekete geçmiştir.
Kadın komünarlar, kadınların mücadelesinin yeni biçimler ve boyutlar kazandığını görüyor ve kendi mücadelelerini bu gerçeklik üzerine kuruyor. Kadınlar, dün birçok alanda ikincil rollere zorlanmaktaydı ama bugün hiçbir alanda ve hiçbir yöntemde ikincil rolleri kabul etmiyorlar, reddediyor ve erkekliğin sahip olduğu tüm avantajlara savaş ilan ediyorlar. Bu yepyeni bir politik gerçekliktir. Kadın hareketi, kadın düşmanı erkek egemen kapitalist sistemle çatışıyor. Kadınlar aynı zamanda, mücadelenin diğer alanlarında, sisteme cepheden saldıran öncü bir rol oynuyor.
Kadınlar, öncesini saymazsak 1789’dan bugüne tüm toplumsal ve siyasal çatışmalarda öne çıktılar ve sonra geri kadınlık rollerine itildiler. İlk defa kendi kurtuluş hedeflerini başa alarak ve sistemin karşısında savaşıyorlar. Son bir yılda; Polonya, Macaristan, Sudan, Kolombiya, Peru, Şili, Irak, Hindistan, Lübnan, Cezayir, İran’da peş peşe yükselen direnişlerde onlarca kadın katledildi ama kadınlar mücadeleden vaz geçmedi, hep öndeler. Bugün İran’ı sarsan ayaklanmanın doğrudan bir kadın isyanı olarak başladığını da not edelim. Tarihte bütün gerilla mücadelelerinde aktif olarak savaş gücüyle; dünyada nerede silahlı direniş yükselmişse kadınlar kitlesel olarak en ön cephede savaşmaktadır. Türkiye’de yükselecek devrimci silahlı mücadelenin hem kuruculuğunda hem askeri görevlerinde, kadınlar en büyük potansiyel savaş gücüdür.
Engels, tarihte ilk sınıfsal farklılık ve ilk ayrımcılık kadın erkek arasındaki çelişkidir ve ilk ezilen sınıf kadındır, der. Sosyalist toplumlarda, sömürü ve ezme-ezilme ilişkisi ortadan kalkmış olsa da, toplumsal iş bölümü temelinde bu çelişki devam etmiştir. Bu gerçeklerden dolayı kadınların özgürlük savaşı, devrim öncesinde olduğu gibi devrim sonrasında da bu çelişki sona erinceye kadar, değişik örgütsel biçimler altında devam eder. Kürt devrim sürecinin en parlak ve en devrimci kazanımı kadın mücadelesini yepyeni boyutlara taşımasıdır. Bu deney, dünya çapında tüm kadınların ve devrimcilerin ilgisini çekmektedir. Kürt kadınların bu başarısı taklit edilmemeli, örnek alınmalıdır. Türkiye devrimci hareketi, kadınların mücadelesini, klasik, tek boyutlu yaklaşımları aşarak, hem özgün örgütlenmeler hem de devrim partisinde oynayacakları rol temelinde zenginleştirmelidir.
Kadın komünarlar, bugünlerde devrimci çevreler ve kadın hareketi arasında çokça tartışılan öncülük sorununa farklı yaklaşıyor. Kadın komünarlar, sınıflar mücadelesinde ve kapitalist sisteme karşı mücadelede öncü örgütlenmeleri zorunluluk olarak kabul ediyor, ancak kendinden menkul bir sav olarak öncülük iddiasında değil. Kadın komünarlar, erkek egemenlikçi kapitalist sisteme, faşizme karşı kendisini gerçek bir savaş gücüne yükseltmek için mücadele ediyor ve erkek dünyaya karşı mücadelesini, kapitalizmi yıkacak devrim mücadelesiyle birleştiriyor. Aynı zamanda kendi mücadelesini, patriyarkal sistemi yıkmak için mücadele eden dünya kadın hareketinin bir parçası olarak görüyor.
Bugün Türkiye’de kadınların mücadelesi, değişik eğilimleri içinde taşıyan, bağımsız bir çizgide gelişiyor. Kadın komünarlar, bağımsız kadın hareketini karşıt veya rakip olarak görmüyor, tersine olumluyor, çeşitli konularda eleştirilerini sürdürerek dayanışma ve eylem birliğini güçlendirmek için çalışıyor.
Kadın komünarlar, Kürt kadınlarının dağda, şehirde hayatın her alanında yürüttükleri çok yönlü mücadeleleri kendi mücadeleleri olarak görüyor ve destekliyor. Kürt kadınları, kendi parti ve silahlı örgütlerini yaratarak, sömürgeci faşizme ve erkek egemenliğine karşı ölümüne savaşıyorlar. Türkiyeli kadınlar savaşmaz, savaşamaz diye bir kanun yok. Kadın komünarlar, bütün mücadelelerini bir kadın savaş gücü yaratmaya tabi olarak yürütüyor.
Devrim partisi ve gençlik hareketi
Komsomol örgütlenme, Ekim Devriminden sonra kuruluyor ve Komintern’le birlikte gelenekselleşiyor. Bu geleneği savunan Troçkistler, Maocular Sovyetçiler, Komintern’de kabul gören komsomol örgütü savunuyorlardı. Komsomol örgütlenme, gençliği kontrol etmenin denetim altında tutmanın, kaşarlanmış bürokratlaşmış partiden daha bürokratik bir alt kurum olarak iktidarın bir parçasına dönüşmüştü. Sovyetler Birliği’nde Komsomol’un son başkanı 60 yaşındaki bir adamdı, Sovyetler yıkılınca dünyanın zengin oligarklarının en büyüğü olarak ortaya çıktı. Bizim bunları değerlendirmemiz lazım. Bildiğimiz kadarıyla Çin’de, Küba’da Vietnam’da komsomol tipi gençlik örgütlenmeleri yok. Türkiye’de geniş bir kesim komsomol tipi örgütlenmeleri savunuyor ve örgütlemeye çalışıyor. 40 yıllık bürokratik eğilimlerin hakim olduğu, pratik ve günlük işlerden yorulmuş örgütler, bu işleri koşturacak yan örgütlerden başka bir fonksiyonu olmayan gençlik örgütleri kuruyorlar; Komünarlar, bu tarzı aşmak iddiasındadır.
Gençlik sorununu çok geniş bir açıdan değerlendirmek ve tartışmak durumundayız. Alışılmış kalıp cümlelerden ve yerleşik anlayışlardan koparak yaklaşmalıyız. Ne sınıf ne gençlik yüz yıl önce kavramlaştırıldığı durumda değil, sınıf ve gençlik kategorilerinin teorideki rollerini ve örgütlenmelerini yeniden kurmak zorundayız. İşçi sınıfının bugünkü toplumsallığı geniş çevrelerce, katıldığımız “toplumsal proletarya” kavramıyla ifade ediliyor, bu konuyu tüm kuramsal değerlendirmelerimizde ayrıntılı tartışıyoruz ve tartışacağız. Burada, gençliğin devrimdeki rolünü tartışıyoruz.
Gençliği çok boyutlu ve birçok açıdan toplumsal ve sosyolojik özelliklerinin yanında, tarihsel devrim süreçlerinde oynadığı roller ve Türkiye, Kürdistan devrim mücadelesi tarihindeki rolü üzerinden değerlendirmeliyiz. Bütün devrimler gençtir ve gençlik bütün devrimlerin en aktif gücüdür. 1800’lerin işçi ayaklanmalarında, Paris Komünü’nde, Ekim Devrimi’nde, Çin Devrimi’nde ve Komintern partilerinde gençliğin rolü ve önemi, bu devrimlerin tarihinde işlenmiştir, bu konuda fazladan ekleyebileceğimiz şeyler sınırlıdır. Ama sonrasındaki tüm toplumsal ayaklanmalar ve devrimlerde gençlik daha temel, öncü rol oynamıştır. ‘68 hareketi, dünya gençliğinin kapitalizme topyekün itirazı olarak emperyalist metropollerde başlayarak tüm dünyaya yayılmıştır. Vietnam, Küba ve Nikaragua devrimleri gençliğin devrim sürecine fiili önderlik yaptığı devrimlerdir. Daha yakın ve somut bir örnek olarak Kürdistan Devrimi gençliğin öncülüğünde başlayan ve kadınların katılımıyla devam eden bir devrimdir.
Mevcut Türkiye devrimci örgütlerinde gençlik, yan kol faaliyeti veya “yavru örgüt” olarak anlaşılmakta ve örgütlenmeye çalışılmaktadır. Gençliği yan örgütlenme, pratikçi aparat olarak kavrama ve buna uygun örgütsel biçimlere sıkıştırma anlayışından kurtulmalıyız. Bu anlayış, gençliği tümden günlük faaliyetlere ve sıradan pratiklere kilitleyen, ayak işlerine koşturan konumda tutarak tüm inisiyatifini kırmaktadır. Bugünkü Türkiye’de sınıfın mücadelede rolünü oynayacak örgütlülük ve bilinç düzeyine yükseleceği döneme kadar, gençlik, mücadelemizin asli unsurudur ve bizim partimiz gençliğin partisidir, gençlik partisidir. Gençlik, partimizin pratik koşturucusu olarak, fiili eylemciliğini sürüklediği gibi, ideolojik, politik gelişmesine yön veren konuma yükseltilmelidir. Türkiye Devrim sürecinin 1960 sonlarındaki yükselişine gençlik öncülük etmiştir ve yeni devrimci yükseliş de gençlikten başlayacaktır.
TDH mücadele tarihinde tek bir gençlik örgütü vardır, o da Dev-Genç’ti. Başka iz bırakan bir gençlik örgütünden söz edemeyiz. 1975 yılında kurulan ADYÖD, İYÖD, İZYÖD (Ankara, İstanbul, İzmir yüksek öğrenim dernekleri) gençlik örgütü gibi kısa dönem çalıştılar ve dönemlerinde gençliğin yeniden ayağa kalkmasında önemli roller oynadılar. Üniversite gençliği, bu örgütlerde toplanarak 12 Mart faşizminin yarattığı pasifikasyon ortamını kırdı. 1975 sonrası sert mücadele dönemi ve yükselişine hazırladılar. Ama kısa dönem sonra, keskin ve kuralsız örgütsel rekabetin alanı haline gelerek tasfiye oldular.
Gençliği ve gençlik hareketini, andaki durumuna bakarak değerlendiremeyiz. Günümüzde gençlik dahil bütün ilerici birikim, örgütsellikten ve gelecek tasavvurundan uzak ideolojik etkiler altında. Ama toplumsal hareketleri andaki durumları üzerinden değerlendiremeyiz. Kitle hareketleri gibi toplumsal kesimlerin hareketliliği de evrimci biçimde gelişmez, sıçramalı ve devrimci biçimde gelişir. Bugünkü durumu, bir geçiş dönemi olarak anlamalıyız, dönemler değişince ideolojik akımlar da radikal biçimlerde değişir. Sessiz topluluklar konuşmaya başlar, durgun sular sellere dönüşür. O zaman bütün düzen içi eğilimler tarumar olur, yükselen hareket kitleleri arkasından sürükler. Türkiye toplumu böylesi süreçlerden geçmiş, 1968’le birlikte gençlik hareketi patlama yapmıştır.
Bugünkü gençlik örgütleri, yavru örgütler olmanın yanında, birbirleriyle rekabet içinde milyonlarca genci gerici ve faşistlere terk etmiştir. Türkiye’de çok özgün durumlar gelişebilir, gençlik içerisindeki birikim bu örgütlere akmaz. Bütün kitle örgütlerini soldaki benmerkezci örgüt yaklaşımı öldürdü. Gençlik örgütlerinde gençler, bu hastalıkları daha keskin taşıyorlar. Bizim hedefimiz, mutlaka üniversite ve liseler başta olmak üzere, tüm gençliği, yavru örgüt olarak değil, kendi inisiyatifi olan bağımsız kitlesel mücadele dinamiğine sahip örgütlenmeler temelinde örgütlemek, bu tarz örgütlenmelerin gelişmesini başa almaktır. Mevcut gençlik yapıları arasındaki rekabetçiliği aşarak ortak birlikler oluşturduğumuz diğer devrimci güçlerle, gençliğin kitlesel mücadele örgütünün yaratılmasını hedeflemeliyiz. Mücadeleci bir gençlik hareketinin zamanı gelmiş ve geçiyor. Gençlik örgütlenmesinin yukarıdan kurulmasından çok aslolan kendi dinamiğiyle mücadele sahasına çıkmasıdır.
TDH’nin bütün eğilimleri, genel klasik anlayış üzerinden kendisini işçi sınıfının partisi olarak tanımlıyor. Örgütler, hangi sınıfa dayandığını, hangi sınıfın öncüsü olduğunu iddia ederse etsin, gerçekler değişmiyor; TDH, hiçbir dönem işçi sınıfına dayanan bir tabana ve işçi sınıfı içinden gelen kadrolara sahip olmadı. Türkiye solunun örgütlü unsurlarının ezici çoğunluğu gençlik, aydınlar ve küçük burjuvazi içinden gelmektedir. Türkiye ve Kürdistan devrimini her dönem gençlik ve aydınlar omuzladılar. Önümüzdeki dönemde de bu durumun kısa vadede değişmeyeceği açıktır, devam eden ve giderek sertleşen siyasal direniş ve mücadele, gençlik ve aydınlar üzerinden yükselecektir.
Türkiye bir geçiş toplumudur ve sürekli bir çatışma dinamiğini içinde taşımaktadır. Türkiye tarihinde siyasal mücadelede gençlik, her dönem, politik süreçlerde kitlesi ve kadrolarıyla politik olarak öncü rol oynamıştır. Devrim mücadelemizin yakıcı sorunu, sınıf mücadelesiyle bütünleşmiş kadro yoksunluğudur. Her dönem ve her yerde, en hızlı kadrolaşacak devrimci bilinci ve öfkeyi taşıyan, kurucu dinamiğe sahip potansiyel, gençliktir. Bugünkü Türkiye’de gençlik, toplumun yarıya yakınını oluşturmakta ve hiçbir geleceği yoktur. Bu büyük potansiyeliyle gençlik, devrim savaşını üzerine inşa edeceğimiz en dinamik kesimdir. Türkiye’de devrimci ve isyankar öfke, her dönem ilk önce gençlik üzerinden yükselmiştir. Önümüzdeki sert mücadele sürecinde de gençlik bu tarihsel bilincini kuşanarak devrim savaşında, öncü rolünü oynayacaktır.
Devrimci partide kişi-örgüt ilişkisi
Birey ve örgüt ilişkisinde sıkça yapılan en öldürücü iki yanlış anlayış: Bir, kişi ve kolektifin karşı karşıya konulmasıdır. İki, birinin veya diğerinin öne çıkartılması, aşırı abartılmasıdır. Kolektifin öne çıkarılması ve her şeyi belirleyen konuma yükseltilmesi kişi inisiyatifinin ve yaratıcılığının gerilemesine, edilgenliğe ve boş vermişliğe kapı aralar. Kişinin öne çıkarılması ve bireyciliğin özgürleşmesi kolektifi öldürür. Doğrusu ikilinin organik bütünlük oluşturan diyalektik ilişki içinde ele alınmasıdır.
Devrimcilik, kendinde bilince çıkarılarak kurulan bir yaşam biçimidir. Yaşamın önümüze getirdiği tüm sorunlarla olduğu gibi değerlerle de devrimci bir ilişki kurabilmektir. Devrimciliği kendinde kazanamayan biri, kolektife bir şey katamaz, daha önemlisi kolektifleşemez. Devrimcilik kurallarla, denetimle, kolektifin iradesiyle, ite kalka bir yere kadardır. Bu aşamada kalanlar devrimcileşmiş olmazlar, devrimcileşme bundan sonra başlar. Bu aşamadan sonrası için devrimcilik, kişide başlar diyebiliriz. Kişi bundan sonrasında çıtayı sürekli yükselterek, kendi devrimci misyonunu oynar. Bu, kolektife aykırı değil, kolektif yaşamı kurmanın ve yükseltmenin temel şartıdır.
Kişi ve kolektif ilişkisini somut bir alan üzerinden irdeleyelim. Devrimci örgütlerde eğitim kesintisiz ve kolektif yürütülür ama bir aşamaya kadar, sonrası tümüyle kişinin kendisine kalır. Kişi bunların üzerine kendisi olarak kesintisiz bir öğrenme, öğrendiklerini yaşama geçirme, tüm ilişkilerine taşıma ve kendisini dönüştürme faaliyetine daha büyük bir coşkuyla girişmek durumundadır. Kolektif eğitimde kazandıklarının üzerine yatmakla yetinirse kısa zamanda geriye düşer. Bu anlamda devrimcilik kolektif olarak başlar ve kişi bunu yükselterek devam ettirir. Bunu uygulamadığı koşullarda devrimcilik biter diyebiliriz ve bu bütün alanlar için geçerlidir. Bu anlamda kişi kendi devrimciliğini kendisi kurar veya kuramaz.
Kişilik gelişimi farklılıklar taşır ve eşitsizdir. Bu farklılıklar ve eşitsiz gelişme, kolektifi ileri çekmenin motorudur. Kolektifte kişiler, sera domatesleri gibi herkes birbirinin kopyası veya benzeri değildir. Herkes hem kendisi hem kolektifin bir parçasıdır, kolektif kişiyi ortak akla zorlar, kişi kolektifi yeni ve yaratıcı fikirlerle ileri atılımlara çekmeye çalışır. Birey örgütle bütünleşerek örgüt içinde tamlanır, güçlenmiş kendisi olur. Örgütlü topluluklar hem güçlenmiş kendisi olan bireylerdir hem kendilerinin toplamından çok daha gelişkin bir birlikteliktir.
Kolektifin birliği ideolojik ve politik eksenler üzerine kurulur, mutlak değil açık uçludur. Bu, ileriye sıçramanın ve gelişimin dinamiğidir. Kolektifte ortaklık bu diyalektik birlik ve zıtlık üzerinden kurulur, ortak olan temel amaçlar ve hedeflerdir. Kolektif, bu hedeflere bütün potansiyeliyle yüklenir, her kişi kolektif içinde kendi yetenek ve yaratıcılığıyla yer alır. Kolektifin ortaklığı ve bütünlüklü hareketi, kişinin yaratıcı yeteneklerini sınırlamaz. Kişi, yaratıcı yeteneklerini kolektifin iradesi ve bütünlüğü aleyhine kullanamaz. Kişi ve kolektifin uyumu esastır ama bu bir makinanın dişlileri gibi mekanik işlemez. Kişi ve kolektif ilişkisi sürekli arıza verir, bu mekanik hareket ve canlı ilişki arasındaki farklılıktır.
Sonuç yerine
Komün gücü, yeni bir toplumsallığı aramaktır. Yeni bir toplumu aramak, yeni bir yaşamı ve yeni insanı yaratmak ve bunun gereğini bilincimize kazımak, bunun için büyük arayış ve yoğunlaşma içine girmek; sanıldığı gibi yalnız gelecek arayışı değildir. İnanılırlık ve sahiciliğimizin somutlanması olarak, şimdiye kadar hep aldatılmış milyonların kendi güçlerinin bilincine kavuşmaları için, asıl bugün bunlara daha çok ihtiyacımız var. Eskiyi nefretle reddedip, ezip, kırıp, dağıtmak, paramparça etmek için proletaryanın ve milyonların gücüne ihtiyaç var ve yeni toplum ancak onların eseri olacaktır. Halk yığınları, yeni bir toplum bilinci bir yana, bunun hayalini dahi unutsalar, yanılsamalı olarak bilinçlerinin derinlerine kazıdıkları cennet beklentisi, gerçek yaşamda kaybettikleri dayanışmacı yaşam ortaklığı komün toplumuna özlemin ifadesidir. Şimdiden yapmamız gereken, nüveler halinde yaşam ve kültürde komün ilişkilerini gerçekleştirmektir.
TDH, teoriye yaklaşımda ciddi sorunlar taşıyor. En temel sorunu da Marksizm’in bütünselliğini unutup onu seçmeci yaklaşımlara kurban etmesidir. Bu bütünsellikten uzak seçmecilikten Marksizm değil eklektizim ve oportünizm çıkmıştır. TDH, teorik temellerini yeniden inşa etmek zorundadır. Zor zamanların bizleri beklediği bugünlerde, her zamankinden daha fazla, bütünsel bir dünya görüşüne, Marksizm Leninizm’e ihtiyacımız var. Teorik temelimizi güçlendirmek için genel yönelimleri belirledik. Bütün kadrolarımız kendilerini Marksist teoriyle donatmalıdır, ama yetmez. Herhangi bir akademisyen, bir profesör de Marksizm’i inceleyebilir ve bu konuda kendisini otorite bile ilan edebilir, böyleleri çoktur. Ama bu Marksist devrimci olmaya yetmez ve aklımızdan çıkarmamalıyız ki Marksizm, yalnızca eğitim ve okumayla kavranamaz. Aslolan onu değişmez hakikatler benzeri, donmuş kalıplar olmaktan kurtarıp, günümüzün temel ve ağır sorunlarını Marksist yöntemle yeniden yorumlamak ve Marksizm’i ülke gerçeklerimizde yeniden kurmaktır. Aslolan Marksizm’i yalnızca teorik kavramlar dizgesi olmaktan çıkarıp güçlü bir ideolojik mücadele aracı haline getirerek, sapmalarla mücadelede kılavuz olarak kullanırken, aynı zamanda bunun pratik ayakları olarak program, örgüt, strateji ve taktikler alanında pratik mücadelemizin yol gösterici temel yöntemi olarak tüm kadrolar topluluğumuza mal etmektir.
Savaşmak için Marksist teoriye ihtiyacımız olduğu kadar gelecek kuruculuğu için daha fazla teorik donanıma, yani gene Marksizm’e ihtiyacımız var. Kapitalist sömürüyü ve tüketim toplumunu hangi şiddetle eleştiriyor ve ondan nasıl nefret ediyorsak, yerine neyi kuracağımızı bugünkü zor savaş koşullarında, ateş altında olsak da, bizzat bu şartlarda yeni bir yaşamı ve yeni insan ilişkilerini küçük küçük de olsa, nüve halinde de olsa ortaya koymak ve örnek olarak göstermek zorundayız. Bu küçük değerleri yaratabilir ve kuşanabilirsek, başka bir şekilde kazanamayacağımız; hiçbir güç karşısında kırılmaz, bükülmez ve yok edilemez muazzam bir mücadele gücüyle donanmış olacağız.
Bizleri bugünkü kavgaya iten en büyük itici güç, yukarıdaki değerlerdir. Ama hayalci değiliz ve bu ateş çemberinde hemen bugünden yarına kendimize özgür alanlar yaratarak ütopyalarımıza kavuşamayacağımızın bilincindeyiz. Ancak her koşulda geleceğin özgür toplumunu ve insanlarının nasıl olması gerektiğini, bugünkü sert savaş koşullarında bile kendi içimizde yaratmak ve yaşatmak için azami çabayı göstererek, küçük örnekler oluşturarak bile topluma örnek olmaya mecburuz. Sosyalizmin temsilcileri, devrimciler olarak büyük bir bilinçlenmeyi yakalayan, cesaret ve atılganlıkla mücadeleye sarılan, fedakarlık ruhunu en yüksek düzeyde temsil eden ve hiçbir karşılık beklemeden halkın çıkarlarına hizmet eden, maddi teşvikler ve meta tüketme kültüründen nefret eden, makam, mevki, kariyer vb. burjuva toplumsal hastalıklarına tenezzül etmeyen, ideallerine kopmaz bağlarla bağlı kadın ve erkek dava insanları olarak örnek olabilmeliyiz.
Devrimcilik en başta bir varoluş sorunudur. Kendini tüm yeti ve yetenekleri ile sınırsızca gerçekleştireceği bir dünya için mücadele ederken özgürleşme meselesidir. Komünarlar için en yüksek mertebe ve makam dava yoldaşlığıdır. Ancak burada söylenenlerle yetinemeyiz. Bu değerleri mistik adanmışlıkla anlayan ve uygulayan bir gelenekten geliyoruz. Bu değerler bir yerlerden alınarak mutlaklaştırılamaz, devrimci hareketimizde militanlık bu tarzda anlaşılmaktadır, böylesi anlayışlar ilk tökezlemede çabucak kırılır. Devrimci militan tüm bu değerleri yaşam biçimi olarak içselleştirendir. Tarih ve toplum ötesi didaktik, katı bir ahlak öğretisi değil, yaşayan ve devinen mücadele içinde doğan yeni bir değerler setinden temellenir.
Bizler, ya örgütlü, örgütlenerek özgürleşmiş, kendini dönüştürmüş yoldaşlar topluluğuyuz ve sınıflı toplumun hastalıklarını yenmişizdir ya da bunu başaramayıp, eskiyi yeni kabuklar içinde ve daha güçlü olarak yaşatıyoruzdur. ‘Yeni’ olana yapacağımız en büyük kötülük, hatta ihanet bu olur. ‘’Biz yola koyulalım gerisi kendiliğinden gelir’’ demek, baştan sona çok kötü bir biçimde düzene teslim olmaktır. Evet biz, eskiyi yıkmak için ve bu yolda yürürken her an, her saniye, her adımda yeni bir yaşam için savaştığımızı unutmayacağız. Kendimize, yeninin ve özgürlük toplumunun temsilcileriyiz diyorsak, bu yeninin en güzel örneklerini cismimizde de somut olarak yaratmalıyız.
Partimizin her savaşçısı, her komünar, bulunduğu her ortamda farkındalık yaratır, bilinç ve ışık taşır. İlişkilendiği her kesimde mücadele ve savaş azmini güçlendirir, düşmanı korkutur, halka umut taşır. Bu düzeyi kendisine düstur edinir, kendini buna göre ölçer, daha gerisini kabul etmez. Geri düştüğünü hissederse çabalar, çırpınır, komünar düzeyini yakalar. Hatta bir adım ileri atarak yeni çıtayı kendisi çizer. Tüm militan topluluğumuz, kadro adaylarımız, sempatizanlarımız, taraftarlarımız ve bize güvenen çevre ilişkilerimiz kendilerini bu zor zamanda bu yeni ölçü ve hedeflere göre hazırlamak ve yeniden yaratmak durumundadır. Yüzyıllık geçmiş birikimimizi doğru sahiplenir, dönemin militan savaşçılığının hizmetine koyabilirsek, Türkiye devrimini bir üst düzeye, yeni bir eşiğe sıçratabiliriz.