Burada devrimciliğin bütün boyutlarını ele alma imkânı olmadığından, yalnızca kimi boyutlarını değerlendirmekle yetineceğiz. Devrimcilik, stratejik hedeflerin gerçekleşmesini sağlayacak olan tüm faaliyet alanlarını kapsar. Strateji, mevcut koşullar gözetilerek nasıl bir devrim tahayyül edileceğinin önceden planlanmasıdır. En genel anlamıyla da devrimcilik bu planlamanın en içindeki insan eyleyişi ve stratejisinin belirlediği hedefleri gerçekleştirmeye çalışan tüm insan faaliyetlerinin toplamıdır. Bu nedenle devrimciliğin içeriğini, stratejiden bağımsız ele alamayız. Devrim stratejileri esasında devrimciliğin de içeriğini belirleyen nosyondur. Her ağaç kendi meyvesini vereceği gibi her stratejinin de açığa çıkacağı devrimcilik kendine has olur.
Devrimcilik; sömürüye, eşitsizliğe, adaletsizliğe, cins ayrımcılığına, doğanın talan edilmesine karşı doğayla karışık, adil eşitlikçi, sömürüsüz bir dünyada yaşama iradesini ortaya koyan özgür insan eyleyişidir. Kapitalizmin enkaz altına getirdiği toplumu diriltip ayağa kaldırabildiği, toplumun sorunlarına köklü çözümler üretebildiği takdirde bu sıfatı hak eder.
Kapitalizm doğası gereği, umut yerine umutsuzluğu, çare yerine çaresizliği, yılgınlığı, boyun eğmeyi sürekli üretir ve tüm imkanlarını kullanarak bunları topluma dayatır. Umutsuzluğa karşı umudun, çaresizliğe karşı çarenin, sorunları çözmenin yolunu yordamını gösteren, çözüm gücü olan özgür insan eyleyişi olarak devrimcilik bu anlamıyla kapitalizmin tam karşısında yer alır.
Günümüz devrimciliği toplumun tüm sorunlarının köklü çözümünü iktidar mücadelesinde görür. Bunda yanlış bir şey yoktur. Bu bakış açısında yanlışlık yoktur; ama eksiklik vardır. Eksiklik, devrimciliği sadece iktidar mücadelesine indirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum devrimci mücadelede kimi zaaflara yol açmaktadır. Yetersiz ve eksik devrimciliğin açığa çıkardığı zaaflar deyim yerindeyse kendi elimizle önümüze koyduğumuz bentlere benzer.
Toplumun sorunlarını çözüme kavuşturmayı, toplumsal dönüşümü ve yeni toplumun inşasını devrim sonrasına ertelemek bugün yapılması gereken devrimci görevlerin de devrim sonrasına ertelenmesi anlamına gelir. “Bir gün mutlaka…” ile başlayan sloganlarda vücut bulmuş devrimcilik tarzı bugünün görev ve sorumluluklarını görmeyen ya da görmezden gelerek küçümseyen her şeyi büyük dönüşümün gelecekteki bir güne indirgeyen bir anlayışın sonucudur. Bu anlayış aynı zamanda ezilen halk yığınlarına alternatif bir yaşam sunamadığı gibi ezilen halk yığınlarını kapitalizmin insafına terk etmiş olur. Niyetlerden bağımsız pratikte olup biten böyledir.
Devrimi, “koşullar uygun olduğunda” gelecekteki bir tarihte iktidarı alma ve mevcut devlet iktidarını inşa etmeye indirgeyen bir mücadele anlayışı devrimciliği daralttığı gibi hareket alanını da kısıtlar.
Marks’ın Komünist Manifesto’da ki “Komünizm bugünkü gerçek hareketin kendisidir” perspektifini hatırlatmakta fayda var. Komünizm gökten zembille inmeyeceği gibi gelecekte de nasıl yaşanacağı sırlarla dolu bilinmeyen bir sistem değildir. En azında yukarıda ifade edilen önermeden bunu anlıyoruz. Bugün nüve halinde olan gerçek hareketin kendisi toplumda yaygınlaşıp, tüm toplumun benimseyip yaşam kültürü haline getirdiği anda amaçlanan nihai hedeflerde hasıl bulmuş olur.
Gelecek toplumu “gerçek hareketin kendisi” bir nüve olarak bugünden temsil ediyorsa devrimci mücadelenin tüm dinamikleri bu nüveyi referans olarak kendi faaliyetlerini örgütlemelidir. Sosyalizmin inşasını gelecekteki bir tarihe ertelemeden bugünden işe koyulma devrimciliğin temel görevleri arasında yer almalıdır. Böyle bir perspektifle hareket etmeyen devrimcilik eksik ve yetersiz devrimcilik olarak değerlendirilmelidir.
Bu çerçevede günümüz devrimciliğine hâkim olan geleneksel yol ve yöntemler, davranış şekilleri, yaşam alışkanlıkları eleştiriye tabi tutularak düzeltilmelidir. Ezilen halk kitlelerine kapitalizme alternatif bir hayatın da olabileceğini gösteren, somut elle tutulur gözle görülür örneklerini, prototiplerini oluşturmak devrimciliğin temel görevleri arasında yer almalıdır.
Günümüz devrimciliğine hâkim olan anlayış, iktidarı ele geçirdikten sonra toplumsal değişimi gerçekleştirme üzerine kuruludur. Kuşkusuz insanlığın en derin ve köklü sorunları sömürü düzenine son vermeyle çözüme kavuşacaktır. İktidar perspektifli bir mücadeleyi yadsımıyoruz. Elbette temel hedef bu olmalı. Ezilen sınıfların ve ona öncülük eden güçlerin sadece iktidar olma anına endeksli hareket tarzı ve mücadele yöntemi mücadeleyi geliştirmediği gibi sürekli kendini tekrar etme ve kısır döngü içine hapsolma gibi durumlara da sebep olmaktadır. Ezilen sınıfların iktidar olma perspektifinden kopmadan bu perspektifi temel alan nihai hedefin gerçekleşmesini hızlandırarak, ezilen halk kitlelerinin bilincinde bu perspektifi sürekli canlı kılacak yol ve yöntemlerle özgürlük mücadelesini geliştirmek mümkündür.
Devrimcilik dünyayı değiştirmek gibi büyük bir iddiayla yola çıkar. Bu büyük iddiaya sahip olanların öncelikle bu değişimi kendilerinden başlatma yükümlülükleri olduğunun da altını çizmekte fayda var. Dünyayı değiştirme işine bugünden başlamayıp değişimi iktidar olduktan sonra gerçekleştirebileceğini düşünenlerin mücadele yöntemlerinin (geçmiş ve günümüz mücadele deneyimlerine bakıldığında) başarısız sonuçlar doğurduğu ve mücadeleyi geliştiremedikleri anlaşılmaktadır. Bu tarz mücadele anlayışı devrimci mücadeleyi gerçekleştiremediği gibi ezilen halk kitleleriyle de güçlü ve sağlam bağlar kuramamaktadır. Bu tarz bir devrimcilik kısır döngü içinde sürekli kendini tekrar edip kabuğunu kırıp gelişme, sıçrama imkânı yakalayamıyor. Kendini tekrar adeta kanıksanmış bir davranış şekline dönüşmüştür.
Sosyalizm mücadelesini salt iktidar olma mücadelesine indirgeyen devrimciliğin zaaflı yönleri de bulunmaktadır. Protesto devrimciliği de bu zaaflı yönlerden birisidir.
Devrimcilik sadece eşitlikçi, adil, vicdanlı vs. olmak değildir. Aynı zamanda bunlar eyleyen ve dönüştürme gücü olandır. Protesto bir düşünceyi, davranışı kabul etmeme, karşı koyma anlamına gelir. Devrimciliğin bir yönünü de protestoculuk oluşturur. Protesto, protesto edene göre olumsuz bir durumu kabul etmeme ve karşı çıkmadır. En genel anlamıyla protestonun bir eleştiri biçimi olduğunu söylersek yanlış olmaz. Buradan da protestonun kendini ifade etme biçimi olduğu anlaşılıyor. Devrimciliğin bir yönünün de protestoculuk olduğuna itirazımız yok. Kapitalizmin sebep olduğu toplumu olumsuz etkileyen her durum karşısında protestoda bulunmak devrimciliğin gereklerinden biridir. İtirazımız devrimciliğin tüm faaliyetlerinin protestoculuğa indirgenmiş olmasıdır. Yanlış bir işi, davranışı, uygulamayı, düşünceyi protesto etmek elbette gereklidir. Protesto sağlıklı bir insanın davranışı olarak açığa çıkar. İtiraz yetenekleri körelmiş, ‘bana ne’ci, bencil, kaderci bir insan prototipinin protesto etme yeteneği de olmaz. Protesto etme yeteneğini yitirmiş birey veya topluluklar sisteme boyun eğmekle kalmazlar, kölelik düzenini koşulsuz gönüllü neferleri olurlar. Bu yüzden protesto akıl sağlığını kapitalizmin cehenneminde yitirmemiş olan sağlıklı bir insanın davranışı olarak açığa çıkar.
Protestoyla sadece tepki gösterilmekle kalınmaz. Aynı zamanda bu tepkiyle birlikte doğrunun da ne olacağı ifade edilmiş olunur. Ama sadece ifade edilmiş olunur, bunun ötesine geçilemez. Burada sadece söz vardır, razı olmama vardır. İnsanlığın başına bela olmuş egemenlikçi sistemlerin neden olacağı tüm olumsuz durumlara karşı rıza göstermeme durumu vardır. Elbette bunlar devrimci mücadelenin gereği olarak olması gereken davranış şekilleridir. Buna da itirazımız yok. İtirazımız mücadelenin tüm dinamiklerinde bu tarzın belirleyici ve ona hareket biçimi oluşturmuş olmasıdır. Bugüne kadarki deneyimlerinizi göz önüne getirdiğimizde mücadeleyi geliştirmememizin en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Günümüz devrimciliği mücadelenin ana eksenini protestoculuğa indirgemiştir. Siyasi faaliyetler; egemenleri eleştirmenin, kapitalizmin açığa çıkardığı olumsuz durumları protesto etmenin, dergilerde yüksek siyaset yapmanın ötesine geçememektedir. Farklı alanlarda yapılan işler de yine bu çerçevenin içinde kalmaktadır. Sadece protestoyla yetinen devrimcilik eksik ve yetersiz devrimciliktir. Yeni bir anlayış ve stratejiyle devrimciliğin bu eksik ve yetersiz yönleri tamamlanmalıdır.
Protestoculuğun hâkim olduğu devrimcilik modeline göre devrimi bir süreç olarak görme ve bu süreci de bugünden başlatarak alternatif bir yaşamı bugünden inşa etme perspektifi yoktur. Protesto devrimciliğinin sisteme karşı anlık ya da birikmiş öfkeyi deşarj etmeden başka bir işlevi yoktur. Enerjisini boşaltan kitleler tekrar düzen içi yaşamlarına geri dönerler ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına kaldıkları yerden devam ederler. Sistem de bu tarz devrimciliği kendine tehlike olarak görmez. Ne kadar keskin laflar edilirse edilsin ne kadar sekter tutumlar geliştirilirse geliştirilsin, niyetlerden bağımsız olarak bugüne kadar ki devrimci mücadele deneyimlerinin gözümüzün içine soka soka gösterdiği acı gerçek maalesef böyledir.
Protesto, devrimciliği reddetme üzerine kuruludur. Her reddediş aynı zamanda kabul edilecek olanı da reddedişin içinde gizli önerme olarak içerir. Yani sömürüyü reddetmekle sömürmenin esas alındığı da belirtilmiş olunur. Reddediş sadece düşünce boyutunda kalıyorsa, davranışa dönüşmüyorsa, Marks’ın 11. Tez’inde belirtmiş olduğu durumun ötesine geçemiyoruz anlamına da gelir. Bu bağlamda günümüz Marksizm’i, Marks döneminin de gerisindedir. Düşünce-davranış birliğine göre ölçüp biçtiğimizde sadece tek başına reddedişin yaşamda hiçbir karşılığı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dünyayı değiştirmek gibi büyük bir iddiayla yola çıkanların yöntemi böyle olmamalıdır.
‘Protesto’nun içinde bir başka önerme daha vardır. Razı olmama dile getirilirken, protestonun muhatabına da tüm bu sorunlara son ver de denilmiş olunur. Kime diyoruz bunu, egemen sınıflara… Oysa tüm bu sorunlara sebep olmak egemen sınıfların doğası gereği ve varoluş koşuludur. Her tür sömürüye son verecekse egemen sınıf, egemen sınıf olmaktan çıkar. Sömürü düzeni egemen sınıfların varoluş koşulu olduğundan, egemen sınıflara bu sorunlara son verme çağrısında bulunmanın yaşamda bir karşılığı yoktur. Razı olmama (protesto) yalnızca bir amaç güder; o da bilinç oluşturmaktır. Bilinç oluşturmanın ötesine geçemeyen bu tarz bir devrimcilik düzenin sınırlarını aşma becerisi gösteremeyeceğinden düzen içidir. Alternatif yaşam oluşturulmadığı sürece düzenin içinde kalmaya mahkûm olacaktır.
Sözün hükmü bir yere kadardır. Çok doğru şeyler söyleyebilirsin, tamamen haklı olabilirsin ama doğru söylemenin ya da haklı olmanın halkın somut yaşamında bir karşılığı olmuyorsa ya da onların yaşamını değiştirecek, dönüştürecek maddi bir güce dönüşmüyorsa o zaman haklılığımızla yalnız kalmaya mahkûm oluruz. Sadece haklı olmak, doğruyu, yanlışı göstermek de bir yere kadar. Değiştirmek, dönüştürmek gibi temel görevlerimizin de olduğunu unutmamak gerekiyor. Değiştirip, dönüştüremiyorsak, bunun kurumlarını açığa çıkaramıyorsak, haklılığımızı maddi bir güce dönüştüremiyorsak haklı olsak ne olur olmasak ne olur! Bizler sadece iyiyi, güzeli düşünen vicdanlı insanlar topluluğu değiliz! Aynı zamanda dünyayı değiştirme gibi temel misyonu kendimize görev bilmiş insanlar topluluğuyuz. Devrimciliğin bu misyonu devrimciliğin olmazsa olmazıdır.
İktidar olma perspektifinden şaşmadan, kapitalizme alternatif bir yaşam örgütleyemeyen bir devrimciliğin başarılı olma şansı yoktur. Protestoyla yetinip, direnişi esas alan devrimcilik son kertede düzen içidir. Esasında direnişçilik mevcut durumu korumayı amaçlar. Atak yapan değil savunma pozisyonunda olandır. Direnişçilik var olanı koruma, yitirmeme üzerine kuruludur. Elbette devrimci mücadelede kazanımları koruma olan mücadelenin bir yönünü, boyutunu oluşturur. Ama tamamını ya da bir başka şekilde söylersek mücadelenin genel davranış şeklini oluşturmaz. Direnişçiliği mücadelenin ana eksenine oturtan bir anlayışın başarma, mücadelesini geliştirme şansı yoktur. Bu tarz bir devrimcilik olduğu yerde çakılı kalıp sürekli kendini tekrar eder. Hâkim tarz olarak direnişçilik var olanın ötesine geçemeyen statükoculuktan başka bir şey değildir. Direne direne kazanılmaz en fazla var olan elde tutulur. Bu tarz bir devrimcilik sistemin sınırlarını aşma becerisi gösteremediğinden düzen içidir.
Karşıt güçlerin özgürlük mücadelesini boşa çıkarma, yenilgiye uğratma istek ve çabaları her daim olacaktır. Eşyanın tabiatı gereği bu böyledir. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Lakin, devrimciliğin kendisi-yöntem, yaşam alışkanlıkları, hareket tarzı, temposu bakımından başarısızlığı kendi var oluş sebebiyle üretiyorsa o zaman bu durumun kendisine şaşmak icap eder. Başarısızlık kendi pratiklerimizden kaynaklanıyorsa, o zaman işe buradan başlamak gerekir. Eksikliklerini tamamlayamayan, zaaflarını gideremeyen, hatalarını düzeltemeyen bir davranış şekli ya da hareket tarzı sürekli aynı sonuçları doğuracaktır. Devrim stratejisi doğru kurulamadığı sürece bu kısır döngü içinden çıkmanın imkânı da bulunmuyor.
Büyük toplumsal dönüşümün, ast-üst oluşun ne zaman olacağını önceden kestirmek güçtür. Bu sürecin uzun soluklu olacağını öngörmek gerekiyor. Sürecin nihayete ermesi kuşkusuz insan emeği, çabası ve iradesiyle olacaktır. Kendiliğindenci kitle hareketine bel bağlamadan, ekonomizme düşmeden, gelecekteki bir anı beklemeden bugünden işe koyulmayı esas alan bir devrimci tarz geliştirilmelidir.
Devrimciliğin kendisini sürekli tekrar etmesi hem kitle hareketinde hem de devrimin kadrolarında umutsuzluk, inançsızlık gibi negatif duyguların gelişmesine de zemin sunar. Devrimciliğin motor gücü insan iradesidir. Güçlü irade olmadan, iradeleşmeden devrimci mücadeleyi geliştirmenin, güçlendirmenin imkânı yoktur. O zaman iradeyi zayıf düşürecek, geliştirmek yerine geriletecek bir mücadele tarzını eleştiriye tabi tutup düzeltmek gerekir. Bu yapılmadığı sürece kısır döngünün içinden çıkılamaz. Umudu güçlü kılacak her daim canlı tutacak bir tarzı ortaya çıkarmak zorundayız. Sosyalizmin inşasını uzun soluklu bir süreç olarak düşündüğümüzde bugünden atılacak adımların sosyalizmin inşasına katkısı azımsanmayacak ölçüde büyük olacaktır. Alternatif bir yaşamın olabileceğini ezilen halk kitlelerine söylemin de ötesine geçilerek gösterilebilirse devrime olan inanç ve umut her daim canlı kalacaktır.
Devrimci hareketin terminolojisi içinde yer alan “meşru mücadele”, “legal mücadele” kavramları üzerine durmak gerekiyor. Devrimci hareket tarafından da benimsenmiş mücadele tarzına ve davranış şekline dönüşmüş bu kavramlarla ifade edilen bu tarz mücadele felsefi boyutlarıyla da değerlendirilmeli ve gerekli düzeltmeler yapılmalıdır.
”Meşru”, “legal” veya “yasal” mücadelenin çerçevesini çizen nedir? Bu sorunun cevabı doğru sonuçlar çıkarmamıza zemin oluşturacaktır. Yasal mücadele deyince hemen hemen herkesin kabul edip benimsediği şekliyle; sınırları burjuva hukuku tarafından belirlenmiş sistemin tahammül sınırları içinde kalan bir hareket tarzından mücadele biçiminden kastedilmektedir. Burada üzerinde durulması gereken husus; burjuva hukukunun ve kapitalist sistemin belirlediği yaşam ve yaşama biçimidir. Kapitalizmi sadece üretim ilişkilerine indirgemek çok kaba bir yaklaşım olur. Üretim ilişkileri sömürü sisteminin en temel argümanıdır. Buna bir itirazımız yok. Kapitalizm sadece üretim ilişkileriyle sınırlı tutmak düşünce ve davranışta darlaşmaya yol açar.
Toplumsal yaşamın nasıl olacağını her yönüyle belirleyen tek irade egemenlikçi sistemin kendisidir. Eğitimden sağlığa, düşünce hürriyetinin sınırlarından aile yaşamına, üretimden tüketime vs. toplum yaşamıyla ilgili akla gelebilecek her konuda kuralları belirleyen irade egemenlikçi sistemin kendisidir. Bu sebeple egemenlikçi güçler tarafından çerçevesi çizilmiş bir hayatı yaşayan toplumun bütün bireyleri nesneye dönüşmüş olur. İnsan iradesi hiçe sayılarak nesneleştirilmiş bu hayata modern çağın kölelik sistemi de diyebiliriz. Kölelik sistemi, topluma özgürlük ya da özgür yaşam adı altında hayatın beslendiği tüm kurutan altın tepside sunulmuş zehir gibidir. Toplumu, toplum olma duygusunu, kolektif aksiyonu, dayanışmayı her gün her an parçalayarak yok etmeye çalışır. Bu yaşam kolektif aksiyonu, dayanışmayı bitirmek insanı bitirmekle eşdeğerdir. Bireycilik ve bireysel yaşam hayatın her alanında dayatılır, kışkırtılır.
Kolektif aksiyonun körelmesi, bireysel yaşamın ve bireyciliğin topluma egemen kültür haline gelmesi kapitalizmin zaferi devrimci hareketin de başarısızlığı sonucu gelişir. Bütün suçu kapitalizme yüklemek işin kolayına kaçmak olur. Kapitalizm doğası gereği insanı ve doğayı yıkımın eşiğine getirir. Meydan boş olduğunda at oynatan çok olur. Devrimci hareketin güçsüzlüğü ve yetersiz devrimcilik, kapitalizme tahrip etmede sınır tanımayan bir zemin sunmuş olur. Devrimci hareketin ezilen halk kitleleri üzerinde etkisinin olmayışı egemen güçlere istedikleri politika ve uygulamaları rahatça hayata geçirme zemini sunar. Ezilen halk kitlelerine onca şeye rağmen niye böyle düşünüyorlar diye kızmak kafayı kuma gömmekle eşdeğerdir. Halkın içinde, onu yaşamında olmayan bir devrimciliğin suçunu itiraf edip, serzenişleri; görevlerini sorumluluklarının yerine getirmeyenlerin samimiyetsizce başarısızlığın üstünü örtmeye çalışmadır bu tarz çıkışlar. Bu konuda sorumluluğu üstümüze almalıyız. Kapitalizme üç laf edeceksek, kendimize beş laf etmeli ve kendimize yönelmeliyiz. Bizim başarısızlıklarımız karşı tarafın hanesine başarı olarak yazıldığını unutmamalıyız. Etkin, doğru tarzda mücadele yürütülürse ezilen halk hareketini geliştirmenin, kapitalizmi alt etmenin imkânı yaratılabilir.
Kapitalizmin bütün hayata egemen, her şeyi belirleyen oluşu ve devrimci hareketin ezilen halk kitleleri üzerinde etkisinin olmayışı aynı zamanda kolektif aksiyonu da tersinden işletir. Yani düzen kendi yaratıcılığı bilinç, kültür ve yaşama biçimleriyle kitleleri kendine bağlar. Ezilen halkı bu bilinçle kendi etrafında toparlar ve onları sistemin bir savunucusu haline getirir. Böyle bir ortamda ezilen halk kitlelerini sadece söylemle etkilemenin ne kadar güç bir iş olduğunu anlatmaya gerek yok.
“İnsanım ve insana özgü hiçbir şey bana yabancı kalamaz” Marks’a mal olmuş Kartacalı şair Terentius’un bu dizelerini hepimiz biliriz. Bu sözle anlatılmak istenen en genel anlamıyla ‘komün’dür. Komün ne sadece ekonomik ne de siyasi bir örgütlenme biçimidir. Bunları da içine alan ve daha fazlasını da içeren bir yaşama biçimi, yaşam kültürüdür. Komün insan ya da topluluklarının düşünüş, eyleyiş biçimidir. Komün hayata sınıflardan ya da sınıf çıkarlarından bakmaz. Tam aksine sınıfsızlıktan bakar; komünist toplum da bu kültür üstüne kurulur.
Kapitalist sistemin gözünde komünün, komün yaşamının meşruiyeti yoktur. Komün hayatı kapitalist yaşam alışkanlıkları dışında örgütlediğinden sistem tarafından meşru olarak görülmez. Başta da kısaca değinmiştik; meşru mücadele kavramı üzerine. Sol literatürde meşru mücadele sınırları yasalarca (‘burjuva hukuku’nca) sınırlanmış hareket serbestliği olarak değerlendirilir. Burada belirleyici olan burjuva hukuk olduğu sürece bu mücadeleyi yürütenler kim olursa olsun mücadele sistem içidir. Kapitalist sistemde bir şeyin meşru olup olmaması onun koyduğu kurallara uygun olup olmaması ile ilgilidir. Kurallara uygunsa meşru; uygun değilse gayri meşrudur. Basit bir örnek verecek olursak; basın savcısının denetiminden geçmiş, bandrolü alınmış, vergisi ödenmiş bir kitap, dergi veya gazete basılıp çoğaltılabilir, her yerde serbestçe dağıtımı ve satımı yapılabilir. Bu prosedüre uymadan basılmış bir kitap içeriği her ne olursa olsun, ister çocuk kitabı olsun isterse ders kitabı… sistemin gözünde yasadışıdır. Bu örneği mantığıyla birlikte yaşama uygularsak yaşam alışkanlıkları ve kültürü kapitalist sistem tarafından belirlenmemiş, sınırları çizilmemiş bir hayat kapitalizmin ve egemen güçlerin nezdinde yasadışı olarak görülür. Komünarların gözünde ise böyle bir hayat ana sütü gibi helal ve meşru bir hayattır.
Meşru mücadeleyi tanımlarken bir çıkış noktası aranacaksa bu kapitalist sistemin sunduğu sınırlar değil de özgür insan eyleminin bir sonucu olan komün esas alınmalıdır. Burjuvazi kendi yasallığını meşru görür. Bunun dışında meşruiyet tanımaz. Biz ise açık çalışmalarımızda toplumsal meşruiyeti esas alırız. Toplumun meşru gördüğü imece, toplumsal dayanışma, komün gibi toplumsal ilişkiler yaratır geliştiririz. Mücadeleyi kapitalist yaşamın sınırlarına hapsetmekle komün kültürü geliştirilemeyeceği gibi geriletici sonuçları da olur.
Elbette komünizm gökten zembille inmeyecek, özgür insan eylemiyle yaratacaktır. Bugünkü komünist hareket eksikleriyle, yanlışlarıyla, günahlarıyla, sevaplarıyla komünist toplumu bugünden temsil eder. Marks demiyor muydu; komünizm bugünkü gerçek hareketin kendisidir, diye. Henüz embriyon halinde olan komünist hareket, ezilen halk kitlelerine komünal yaşamı rızayı esas olarak benimsetmek, yaygınlaştırmak ve “egemen” yaşam kültürünü haline gelmesini sağlamak için faaliyetlerini yürütür. Ezilenlerin iktidarı alma mücadelesine öncülük etme görevi yanında komün kültürünün toplumda yaygınlaşmasını sağlamak için tüm faaliyetlerini bu çerçevede planlar, örgütler ve uygular.
Gelecek toplum tasavvuru nasılsa komünist hareket ve ezilen halk hareketinin öz örgütlülüğü bu esaslara göre kendini yapılandırmalıdır. Toplumun yaşayış, düşünüş, alışkanlıklarını dönüştürerek kapitalist yaşamı dışlayacak, komünal yaşamın toplumunda yaygınlaşmasını hedefleyecek bir hareket tarzına, perspektifine ihtiyaç olduğu aşikârdır. Mücadeleyi yasal sınırlar (kapitalist yaşam) içinde hapsetmek ile kapitalizm aşılamayacak gibi halk hareketinin de boğuntuya uğramasına sebep olunur. Sistem içinde kalarak onun dayattığı yaşamın ötesinde geçilmezse, alternatif yaşam oluşturulmazsa sistem karşıtlığının pratikte bir anlamı olmaz. Alternatif bir yaşamı bugünden inşaya koyulmak toplumu geleceğe hazırlanma işlevi görecektir. Ezilen halk kitlelerini özneye, iradeyi dönüştürmenin yolu buradan geçer.
Ezilen halk hareketi kendi sorunlarını çözebilecek kurumlara, örgütlülüğe sahip olmalıdır. Halk hareketine sadece sistem karşılığı misyonu yüklemek, onun hareketsiz ve atıl kalmasına yol açar. Statükoculuk, kendiliğindenlik (ki geliştirmeyen yoktur bunları) bu zeminde kendini var eder ve düşünce ve davranış biçimi olarak açığa çıkar.
Devrimciliği sadece protesto ile sınırlamayan, sosyalizmin inşasını bugünden kendine görev biçen komün, halk meclisleri, dayanışma ağları gibi örgütlenmelerle sorunlara somut çözümler üreten, kapitalizme alternatif bir yaşamı, pratikte uygulamayı hedefleyen, yeni bir anlayışla devrimci mücadele kendini baştan aşağı gözden geçirip yenilemelidir. İnşaya dayalı ya da sosyalizmin değerlerini bugünden uygulamaya koymuş bir mücadele anlayışı kitlelerin bilincinde ve yaşam alışkanlıklarında değişimi esas alır. Bir anlamda buna toplumu sosyalizme hazırlama süreci diyebiliriz. Değişimi, dönüşümü bugünden başlatmayan sadece iktidar olma mücadelesine indirgenmiş bir mücadele anlayışının başarma şansı yoktur.