Kaos, yaygın bilinen anlamıyla insana korku salan, irkiltici bir şey olarak canlanıyor kafada. Düzensiz, dağınık, yaşamın alabora olduğu bir dünya… Oysa kaos ve düzen arasındaki devinim, evreni ve içinde yaşadığımız dünyayı yaratandır. O devinimdir ki milyar yıllık yıldız tozları yeniden başka formlarda birleşip evreni yeniden şekillendirmiş, doğaya ve insana hayat vermiştir.
Kozmosun etimolojik kökeni kozmetikten (güzellik) gelir. Bugün düzenin bir güzelliğe varamaması, dünyadaki kaos ve düzen arasındaki ilişkiye kapitalist sömürü ve iktidar mekanizmasının hakim olmasındandır. Bu anlamıyla yaşamın ve mücadelenin güzelliğini açığa çıkarabilmek için kaos ve kozmos arasında devinen yaşamın sırrına ermek, kapitalist sistemin egemenliğinden çıkma yolunda önemli bir yerde duruyor. Kaosun ve kozmosun sırrına eren Şems-i Tebriz-i yüzyıllar evvel şöyle belirtir: “Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
Kendiliğinden şartlarda kaos beklenmeyendir, korkulandır. Fakat kaosu yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak görürsek; kaos, yeni bir düzenin müjdeleyici imgesini yaratır. Zaten insanlık beklenmeyeni aştıkça gelişim göstermiş, beklenmeyen güzelliği açığa çıkarmıştır. İlk oluşumunda ateş topu olan dünya sonrasında dört kez buzul çağı yaşar. Dünya, bu oluş halinde bir çok evrim geçirir, yaşamı var eden koşulları oluşturur. Yaşam, dünyadaki birbirini takip eden kaos ve düzen haline göre oluşur ve değişimler geçirir. Sözgelimi 2.4 milyar yıl önce dünyada yaşanan Büyük Oksidasyon Olayı, atmosferdeki oksijen oranlarının %1-2’den %30’un üzerine çıkmasına neden olmuş ve dünyadaki oksijen miktarının artışı dünyadaki canlılık çeşitliliğini arttırmıştır. Günümüzden 65 milyon yıl evvel devasa bir gök taşının dünyaya çarpması sonucu, canlılığın yüzde 75’ini yok etmiş, evrim sürecini başka bir yola çevirmiştir. Bu süreçte dinozor gibi insanın aynı gezegende yaşayamayacağı devasa canlılar yok olmuştur. İnsan, dünyanın bu içsel ve dışsal döngülerinin sonsuz olasılığında ve milyarlarca yıllık süreç sonucunda evrimleşir. Tüm canlıların ortak evrimi, cansızlıktan canlı mikro organizmalara ve sonrasında mikro organizmaların simbiyoz evrimi ile başlar. Canlılık türünde evrenin ve dünyanın devinimindeki değişimlerle bağlantılı olarak evrimde milyonlarca çatallanma yaşanır. İnsan, bu çatallanmalar sonucu yaklaşık olarak son 250.000 yıldır dünyada varolan bir türdür. Bu sıçramalı devinim içinde bugünkü insana varıncaya kadar Hominid’den (insansı maymun), Homo Habilis’e (yetenekli insan), Homo Erectus’a (dikilen insan) ve Homo Sapiens’e (düşünen ve konuşan insan) geçiş, insanın dünyanın değişen düzenine uyum sağlayabilmesiyle gelişmiştir… Afrika’da insansı maymunu ağaçtan inmeye, Afrika’dan Süveyş Kanalı yoluyla Cebelitarık Boğazı’na, Avrupa’ya, Asya’ya ve Bering Boğazı üzerinden dünyanın dört bir yanına gitmesine zorlayan koşullar bahsettiğimiz evren ve dünya döngüsünün, akış içinde oluş halinin bir ürünüdür. İnsanlık, dünyanın değişen yaşam koşullarına, yeni devinim haline uyum sağlamaya çalışırken yeni yetenekler kazanmış, toplumsallaşmıştır.
İnsan zihni de bu oluş halini kavradıkça yaşamın içinde bir düzen oturtabilmiştir. Buzul döneminde mağaralara çekilmiş, son buzul dönemi bitince ise tekrar kapıdan dışarı adımını atınca kaotik bir dünya ile karşılaşmıştır. Aslında dünya kendiliğinden kaotik değildir. İnsan onun devinimini anlayıp kendini de onun içinde anlamlandırdıkça kaosu düzene oturtabilmiştir. Verimli, sulak, av hayvanı bol coğrafyalar insanın düzen kurması için önemli faktörler olmuştur. Bu anlamda Dicle-Fırat-Nil-Pencap-Aral nehir vadileri verimli topraklarıyla ve iklimsel koşullar açısından düzenin oturtulabileceği coğrafi özellikleri dolayısıyla uygarlıkların doğuşuna, kültür birkimine beşiklik etmiştir.
Yaşamın içine sömürü ve iktidar mekanizmaları girince ise durum bambaşka bir yere evrilmiştir. Doğal kaos ve düzen döngüsünün yanı sıra işin içine kaosu yaratan ve o kaos içinde düzeni sağlayan sömürü ve iktidar mekanizmaları olmuştur. Kölecilik, feodalizm, kapitalizm bu anlamda insanlığın kaosunu ve düzenini önemli ölçüde belirlemiştir.
Evren (makro kosmos) ve insan (mikro kosmos) bağlamında düşündüğümüzde; evren yaşanabilir olma süreci kaosu gerektirmiştir. Bunu yaşama vurduğumuzda hayatı yaşanabilir olmaktan çıkaran, kaosa sürükleyen kapitalist sistemi devirmek başat bir husus olarak karşımıza çıkıyor. Öte yandan geçmişten devreden ve kapitalist sistemle birlikte gelişen, artan iç içe geçmiş toplumsal ve bireysel kaosları aşmak, kapitalist sistemi devirme yolunda önemli kilometre taşı olarak önümüzde duruyor. Yani makro bağlamda kaos aralığında insanı daha güçlü kılmak için mikro kaosları yenmek gerekiyor. İnsanın her özelliği evren gibi kaos aralığında oluşmuyor, doğduğu toplumsal düzenin içinde şekilleniyor. Bu anlamıyla insanın kaosu toplumsal düzene içkindir diyebiliriz. Kaoslar, insanın kendinden dehşete düştüğü mikro kaos aralığında açığa çıkıyor. O kaos kadında 5000 yılı aşkın sömürü ve iktidar sisteminin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Kadının kaosu yenmesi için 5000 yıllık ataerkil düzenle savaş vermesi gerekiyor.
Marks, Alman gericiliğine karşı yapılması gereken politika üzerine “Halka cesaret vermek için halkın kendisinden dehşete düşmesine yol açmak gerekir” der. Benzer bir biçimde insanın özgür iradesini açığa çıkarması için de kendinden dehşete düşüp kaosa girmesi ve yeni bir düzene sıçraması gerekir. Bu durum sağlıklı bir yöntemle karşılanmadığında insan ya tekrar düzenin tüketici-bağımlı ağlarına kaçıyor ya da yöntemsiz bir şekilde kaosuyla karşılaştığı için psikolojik hastalıklarla boğuşuyor. Hayatın akışı, kendinden dehşete düşme eğilimini ortaya çıkarabilir. Bunun yanı sıra örgüt; birey ve toplumla kendinden dehşete düşme ilişkisini daha sağlıklı geliştirebilendir. Çünkü kaos aralığı doğru değerlendirildiğinde örgütsel ve toplumsal düzeyde küçük ama yetkin başlangıç hamleleriyle kısa sürede uzun dönemleri belirleyecek oluşumlar sağlanabilir. Bu hareket tarzı, kalıcı mevzilerin oluşumunda önemli bir faktördür. Kaos aralığında inşa edilmiş mevziler nicelikten niteliğe doğru geçiş yapma eğilimindedir.
İnsanın doğumundan ölümüne geçen sürede hareket halinde oluş vardır. Bu öylesine bir hareket değildir. Evren gibi belli ağırlık merkezleri etrafında deviniriz. Yaşamsal zorunluluklar, inançlar, üretim biçimi, kültür, ekonomi bu devinimi belirleyen önemli faktörlerdir. Kendiliğinden şartlarda insan, doğduğu dünyanın anlam ve zorunluluk dünyası içinde devinir. Bugün kapitalist sistem pozitivizmle, post-modernizmle, post-truth era (gerçek ötesi çağ) gibi algı sistemleriyle yapay anlamlar inşa ederek ve bunları birbirine eklemleyerek insanın anlam dünyasını anlamsızlaştırma ve insanın kendine yabancılaştığı yapay anlamlar üretme çabasındadır. Ve ayrıca kapitalist sistem, yapay anlamları sadece an’ın içinde üretmez. Geçmişten devreden ataerkillik, din, ulus, sınırlar, mülkiyet ilişkileri gibi anlamları da an’ın ihtiyacı doğrultusunda yorumlayarak kullanır. İnsanı iktidar ve sömürüyü besleyen anlamlar içerisinde devindirmeye çalışır. İnsanın, varlığını sömürü sisteminin varlığına gönüllü bir biçimde armağan etmesinin anlamını yaratmaya çalışır. İnsan, sonsuz evrende kendi anlamını bulamadığında kendini egemenlerin varlığına feda etmeyi, “yüceltilmiş” yok olmayı tercih eder. Devrimci kültürde de feda vardır. Fakat aradaki ayrım çizgisi devrimci fedanın “yaşamı uğrunda ölecek kadar çok sevenlerin” fedasıdır. Büyük bir organizma olan yaşamın, devamı için onun bir parçasının kendini feda etmesidir.
Devrimi devinim ile birlikte düşünürsek; devrim sadece kapitalist düzeni devirmek değildir. Toplumsal bağlamda yeni bir devinime de sıçramaktır. Devrimci devinim, kapitalizm etrafında şekillenmiş toplumsallığı ve bireyi yıkıp, devinimi komünar bir temel üzerinden şekillendirir. Örgüt, hamlelerini bu sıçrama üzerine kurar. Devinimi birey-örgüt-toplum gibi bir çember üstüne kurduğumuzu düşünürsek; devinim sıçratılacaksa bu sadece örgütsel bir sıçramayla değil, örgütsel sıçramanın bireyi ve sınıfsal mücadeleyi etkilediği, aralarında pozitif kolerasyon kurulduğu şartlarda mümkündür. Bunu, ulaşılmak istenen gelecekteki toplumun bugünden yansıtılmasını amaçlayan örgütlenme ve sosyal ilişki biçimleri olarak tarif etmek de mümkün. Raoul Vaneigem, kendinde devrim ve kapitalist devleti devirme arasındaki ilişkiyi tarif ederken şöyle belirtir: “gündelik hayattan açıkça bahsetmeden devrimden ve sınıf mücadelesinden bahseden insanlar, aşkın düzeni yıkıcılığını anlamayan, kısıtlamaları reddetmenin gerekliliğini anlamayan insanlar, bu insanlar ağızlarında birer ceset taşıyorlar”. Çünkü devrim, yeniden doğuştur. Özgürlük diyalektiği; ekmek, su gibi yaşamsal bir ihtiyaç olduğunu kavranmayanlar, her çatallanma ve yol ayrımında kendini yeniden doğuramayanlar, düzenin ağlarına takılmaktan ve o ağlara dolanarak can vermekten kaçınamayacaktır. Elbette hatasız insan olmaz. Hatasız insan ya hiç doğmamıştır ya da ölüdür. Fakat hatadan öğrenmek böylesi bir kavrayışı gerektiriyor.
Siyasal literatürde de devrim kelimesi birkaç anlamda kullanılır: Siyasal iktidarın devrilmesi (Fransız Devrimi, Sovyet Devrimi, Çin Devrimi…), üretim ilişkilerinde köklü değişiklikler (Neolitik Devrim, Tarım devrimi, Sanayi Devrimi, Bilişim Devrimi) gibi. Siyasal iktidarın devrilmesi her zaman üretim ilişkilerinde köklü değişiklikler beraberinde getirmediği gibi, üretim ilişkilerinde köklü değişiklikler de siyasal iktidarda devrim anlamına gelmez. Ayrıca üretim ilişkilerinde köklü değişim için illa teknolojik bir gelişim gerekmez. Üretim araçlarına üretim araçların bir avuç azınlıktan alıp toplumsallaştırmak da üretim ilişkilerinde köklü değişim yani devrim demektir.
Hatta devinimle birlikte devrimi düşünme dersek daha doğru olur. Kapitalizmden memnun olmayan kitleler, kendiliğinden bir süreçte komünizmi istemeyecek. Kaos aralığında, insan ırmağının eğimini komünizme yönlendirmek için en azından toplumun belli bir bölüğünde çekim merkezi yaratacak, çağın gerekleri doğrultusunda ideolojik, bilimsel, felsefi, siyasal, devingen akış halinde donanmış bir örgüt-toplum diyalektiği inşası gerekiyor. Ki kaos aralığında yönünü kaybetmiş, gerek yaşamsal ihtiyaçları yönüyle gerekse ideolojik olarak devinemeyen insanlar; devrimcilerin inşa ettiği çekim merkeziyle buluşabilsin. Bu anlamda örgüt, kapitalizmin her türlü saldırısına rağmen devrimci devinimi şimdiden inşa edendir, geçmişin birikimiyle geleceğin umutlarını şimdide, kavganın içinde buluşturandır.
Yakın tarihten örnek verecek olursak; Elbistan ve Pazarcık depremleri bölgede bir kaos aralığı yarattı. Devlet – her ne kadar sosyalist örgütlerin donanımı yetersiz olsa da – depremzedelerle devrimci dayanışmayı engellemek için elinden geleni yaptı. Bu anlamıyla devletin yolları, iletişim hatlarını kesmesi, erzak, barınma gibi yardımları engellemesi bir akılsızlık ürünü değil, tam da devlet aklının ürünüydü. Devlet, depremin yarattığı kaos aralığında toplumsal devinimin dayanışma dolayısıyla başka bir faza geçmesinden korktu. Devlet, elindeki tüm gücü kullanıp, kaosu daha da büyüterek “bugün yanımızda olmayan devlet batsın” diyenlerin sesini kısmanın pratiğini sergiledi ve kendi yarattığı düzenin dışına çıkılmasını engelledi. Bunu dayanışma ile kurtarılacak binlerce insanın ölümünü göze alarak yaptı. Çünkü devlet için beka-düzen, yaşamdan önce gelir.
Yine Gezi süreciyle başlayan, Kobane süreciyle başka bir faza geçen TDH’nin belli bir bölüğü ve KÖH’ün toplumsal bağlarını güçlendirerek yükselişi; Ankara, Suruç, Antep, Amed katliamları ve çöktürme planı devreye sokularak engellenmeye çalışıldı. KÖH zaten böylesi bir sürece antrenmanlıyken, TDH devletin geliştirdiği hamlelere cevap veremediği için devletin yarattığı kaosu aşıp devrimci bir sıçrayış gerçekleştiremedi. Özgürleşme diyalektiğini sürdüremedi.
Son kertede kapitalist iktidarın çabaları boşunadır. Evrenin hareketi ve onun bir parçası olan dünyanın ve insanın yani yaşamın devinimini hiçbir güç durduramaz. Evrenin hareket tarzıyla uyumlu olmayan her yapı her halükarda yıkılmaya mahkumdur.
Barajlarla suyu biriktirebilirsiniz ama akışı durduramazsınız; nehir ya taşarak ya da önündeki betonu patlatarak akar geçer. Yaşamın akışı, dondurulmuş gerçekliğin duvarlarına çarpa çarpa yıkacaktır. Bu anlamda “İşçisin sen işçi kal” dondurulmuş gerçekliğini ebedi kılmaya çalışan, kölelik şartlarını giderek ağırlaştıran kapitalizmin duvarları da yaşamın/hakikatin kendisi tarafından yıkılacaktır. Yaşam ırmağının akışı dahilinde, insan yabancılaşmasını aşamasa dahi, kapitalizm yıkılıp başka bir “canavarlar çağı” açılacağı gibi insanın makro-mikro kaos ve düzen arasındaki sırra ererek hareket ettiği, kaosun beklenmeyen güzelliğini yaratmaya çalıştığı koşullarda kapitalizmi yıkarak yeni bir düzene; komünizme sıçraması da mümkündür.
Bu sırrın farkındalığı önemlidir. Çünkü insan kaosun ve düzenin ne olduğunun farkına varırsa her halükarda kaosun nedenlerini kavrayabilir, üzerine hiç yılmadan yürüyebilir. İnsan, kaosu ve onu yaratan nedenleri hemen anlayıp üzerine gidemeyebilir. Fakat doğru yola girmiştir. Önemli olan da budur. Kendini devrimci temelde dönüştürmenin ilk adımlarını atmıştır.
Bu doğrultuda örgüt; farklı birey ve toplulukların güncel ve geçmişten devreden kaoslarını aşmalarına; deneyim ve birikimiyle yardımcı olan; böylelikle örgütü bireyde bireyi örgütte inşa eden bir yapı olmak durumundadır. Örgüt sadece dönüştüren değil, diyalektiğin özünü kavratan ve dönüşüm yolunu gösterendir. Çünkü dönüşüm yolunu kavramak, dönüşümü sadece kendinde değil, ilişki kurduğun tüm birey, yapı, varlık ve anlamlarda da dönüşümü beraberinde getirecektir. Sadece dönüştürmek, dışsal bir ilişki iken dönüşüm yolunu kavramak-kavratmak içsel bir ilişkiyi ve dönüşümün paylaşımını da beraberinde getirir.
Kaosu yenip yeni düzene kavuşmak, kendini yeniden doğurmaktır. Bu süreçteki kaosu aşma sancıları, doğum sancıları gibidir. Bu anlamıyla yeniden doğmak; varolan düzenin insanı saran tüketici ilişki ağını, konfor alanlarını, bağımlılık ilişkisi yaratan kozasını parçalamaktır. Eğer yaşamı bu diyalektik üzerine kurarsak, her zaman kendimizi geliştirebilir ve yenileyebiliriz, önümüze çıkan kaosları aşabiliriz. Düzende konfor-bağımlılık alanları oluşturmadan kendi düzenimizi sağlayabiliriz.
Evrim üzerinden örnek verecek olursak; evrim her zaman için bir gelişimi göstermez. Söz gelimi bugün fillerin büyük bir çoğunluğu dişleri için avlanıyor. Ve bu bağlamda dişsiz filler hayatta kalabiliyor. Dişsiz fillerin gen yapısının baskın olduğu filler üremeye devam edebiliyor. Az çok dişli filler kalmışsa da Afrika çöllerinde koruma altında yaşayabiliyor. Bu dişsiz fillerin gücünü değil, varolan dünyaya uyumlu oluşunu gösteriyor. Kapitalist sistemin gelişen bağımlı tüketici ilişkilerini çözümlemeyen, ona göre konumlanmayan insan da; tıpkı filler gibi sistemin tutsaklık ağına düşmüş demektir. Bu anlamıyla evrim; negatif, insani değerleri aşındıran bir evrimdir.
Gelişim açısından ise tırtılın kelebeğe dönüşümünü örnek verebiliriz. Sadece tırtıl olarak yaşamak, biyolojik olarak yaşamak ve ölmektir. Kelebeğe dönüşmek ise devrimsel bir tercihtir, kadere itirazdır. Tırtılın kozayı örmesi ve kendini koza içinde geliştirmesi aksiyoner bir bekleyiştir adeta. Tırtıl, varlığını gelecekte ulaşmak istediği kelebek için eritir. Her tırtıl kelebek olamaz. Dönüşüm için tırtılın yaşamı seçen hücrelerinin belli bir kritik eşik değeri aşması gerekir. İnsan için kritik eşik, kaos aralığında verdiği kavgada kaosun üzerine gidebilme ve yenebilme gücüdür. İnsanı, o güce ulaştıracak, kaosun güzelliğini açığa çıkaracak olan kavgasında kullandığı yolu, yöntemi, mücadele üslubudur. Bu bağlamda devrim; kaosun, ölümün ve savaşın hakim olduğu dünyadan yaşamın ve yeniden doğuşun hakim olduğu, bir tırtıldan kelebeğe dönüşen dünyayı hayal etmedir, bu yolda mücadeledir. Bu devrimin öncülüğünü kendi kader ağını yırtanlar gerçekleştirecektir.
Bir yaşam ezgisi yükseltelim. Dünyada yükselen kaosu ve evrenin derinliğinden gelen kadim korkuyu selamlasın!