Köklerini bu toprakların tarihsel-komünal değerlerinde arayan, gücünü ve haklılığını yine bu tarihsel değerlerden alan; halkların vicdanında yer etmiş, yerel bir devrimci dinamik yaratmanın uğraşısının bir parçası olarak din üzerine düşünceler ifade edeceğiz. Devrimci hareket tarafından netameli olarak görülen bir alana, bize yabancı bir alana girdiğimizin farkındayız. Ama yeni mecralara atılmaya cüreti olmayanlar ileriye gidemez. Bu toprakların gerçeğini anlamaya ve bu gerçeğe uygun bir tarza bir parçası yapmaya çabalıyoruz.
İnsanın doğanın bilinmezlikleri karşısında, kendi dışında gelişen olayları açıklayamadığından bunların kaynağı olarak gördüğü bir doğa üstü güçle başlattığı din olgusu eski zamanların bir olgusu olmasına karşın hala varlığını devam ettiren bir gerçek. Bu yüzden kolaycı yaklaşımlarla ele alınamayacak kadar da karmaşık bir sorun. Eğer bu sorunu sadece uhrevi nitelikleri dikkate alınarak tek yönlü bakılırsa, dinin kapsadığı gerçek göden kaçırılır. Çünkü din, uhrevi niteliğinin yanında hem tarihsel hem de politik, sosyolojik, felsefi, kültürel bir meseledir. Ali Şeriati’nin dediği gibi ‘’Bu dünyası olmayan dinin öbür dünyası da yoktur.’’ Tüm bunların ötesinde sokaktaki insanın iç dünyasını kuşatan, onu belirleyecek kadar etkili, çok yönlü ve karmaşık bir olgudan bahsediyoruz. Her şeyden önce binlerce yıla dayanması, varlığını devam ettirmesi ve hala milyarlarca insanı etkilemesi bile üzerinde uzun boylu düşünmemiz gerektiğinin kanıtıdır.
Eğer karşımızda bir olgu olarak bir sorun duruyorsa, bizim ona arkamızı dönmemiz, yokmuş gibi davranmamızla o sorun ortadan kalkmıyor. Dahası insanların gündelik yaşamlarında bu kadar etkili olan din olgusunu kaba materyalist yaklaşımla “safsata, idealizm, ilkellik, gericilik” gibi sıfatlarla niteleyip reddetmek, sorunu anlayıp çözmek bir yana onu daha da ağırlaştırdığı bir gerçek. Bu söylediğimiz nitelemeler bu ülkede “ilericilik” adına yapıldı. Buna rağmen din olgusu taş gibi bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Kaba yaklaşım dini insanların bazı ekonomik ihtiyaçları karşılandığında ve biraz da “aydınlandığında” hemen vazgeçilecek bir unsur olarak gördü. Oysa bu yaklaşım insanın manevi dünyasını kavramakta yetersiz kaldığından dinin insanı nasıl derinlemesine kavradığını, onun iç dünyasında nasıl güçlü ve coşkulu bir hakimiyet kurduğunu anlayamıyor, kavrayamıyor. Çünkü nasıl olur da uzay çağında, bilim ve teknolojinin inanılmaz gelişmesine sahne olunan bir dönemde insan hala bu “hurafelere” inanıyor anlamak zor. Oysa burada asıl sorun bu vahşi, sömürücü sistemle beraber yaşayan “din”in neden insanlığın gördüğü en eşitlikçi ve özgürlükçü sistem olan komünizme düşman(!) olduğudur. Bu soruna bulacağımız yanıtlar bizi bu silahı egemenlerin elinden nasıl alıp kullanacağımıza götürebilir. Olgu ya da soruna doğru yaklaşmak durumundayız. Ama doğru teorinin her zaman ve kendiliğinden doğru pratiği getireceğini iddia etmiyoruz. Lenin’in ifadesiyle “Din ile savaş ideolojik savaşla sınırlanamaz.” Marx ve Engels dine daha çok teorik ve felsefi açıdan, manevi olarak insan topluluklarını neden ve nasıl etkilediği açısından yaklaşmıştı. Lenin ise soruna pratik olarak dinin sınıflar mücadelesinde oynadığı rol ve Rusya özgülünde dine karşı mücadelenin nasıl ve hangi taktiklerle yürütüleceği açısından yaklaşmıştı.
Ülkemizde geleneksel sol teorik yaklaşımın din üzerine eleştirilerinin temel kaynağı Marx’ın “Din halkın afyonudur” makalesidir. Marx bu metnin tamamında dine basitleştirici bir “afyon” benzetmesinden başka çok daha fazla şey söyler. Marx’ın dine daha çok teorik ve felsefi olarak yaklaştığını belirtmiştik. Daha açık ifadeyle iki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir: “Dinin afyon olmasıyla, bu afyonun etkileri ve buna karşı nasıl mücadele edileceği.” Afyon kullanan birine afyon bir zehirdir demek ne kadar doğru tedavi yöntemi olabilir ki? Elbette diyalektik materyalist yöntemin idealizm ile mücadelesinde din afyondur. Teorik olarak sorun ortaya böyle konmalıdır. Felsefi olarak dine karşı Marksist tavır tartışmasız budur. Ama yukarda bahsettiğimiz Lenin’in ifadesindeki gibi din sorununa Marksist yaklaşımın özü budur. Lenin bu tespiti mistisizme kayan ve din ile Marksizmi uyuşturmaya çalışanlara, buna açık kapı bırakanlara karşı bu tespiti yapar. Oysa bir üst yapı kurumu olarak dinin tarihsel ve maddi bir ekonomik-toplumsal kaynağı var. Alt yapı üst yapı ilişkilerine kaba ve basitleştirilmiş bir yaklaşım burada da çuvallar. Elbette din egemen üretim ilişkilerine göre son tahlilde kendini uyarlamıştır. Ama bu hiç de kendiliğinde ve kolayca olmadı. Toplumların tarihinde büyük çalkantılara, alt-üst oluşlara sahne oldu bu dönüşümler. Dinin her zaman egemen sınıflarla uyumlu olduğu ve hep onlara hizmet ettiği son tahlilde doğrudur. Ama böylesi bir toptancılık somut tarihsel dönemlere yine kabaca bir yaklaşımdır. Engels, Hristiyanlığı Roma İmparatorluğu’na karşı mücadele eden “Ortalığı kasıp kavuran, gizli örgütlenen, vatansız, enternasyonalist, tehlikeli bir devrimci parti” olarak tanımlamıştı. İmparatorluğun Hristiyanlara karşı uyguladığı yasakları, Almanya’da sosyalistlere karşı çıkarılan yasaklarla karşılaştırıyordu. Bunlar unutulmamalıdır. Unutanlar coğrafyamızda Şahkulu, Nur Ali Halife, Şeyh Celal, Baba İlyas, Baba İshak gibi tarihsel kişiliklerde somutlaşan Pir Sultan Abdallar’dan bugüne ulaşan Alevi isyan geleneğinin egemen iktidarlara teslim olmadan, onunla uzlaşmadan direnişini sürdürdüğünü de göremez.
Lenin “İşçi yığınları üzerinde sonsuz baskıya ve kabalığa dayanan bir toplumda, dinsel önyargıları yalnız propaganda yöntemleriyle giderilebilir sanmak aptallık olur” diyor. Devrimci hareketin yaşadığı durumu sanırız en iyi bu tarif ediyor. Hiçbir dinin ya da mezhebin kendi tabiatından kaynaklanan değişmez bir “ilerici ya da gerici” niteliği olamaz. Her din doğduğu koşullarda ve ileriki safhalarda kendi bayrağı altında birleşip o bayrağı kullanan sosyal güçlerin oynadığı tarihsel rol neyse onun hizmetinde olmuştur. Devrimci hareket Türkiye’yi tüm gerçeklikleriyle birlikte sahiplenmelidir. Halklarımızın tarihi ve kültürel değerlerini basitçe eleştirerek alay eden her tür seçkincilikle, özellikle dogmatik “Marksist” seçkincilikle her alanda kopuşmalıyız. Burjuvazinin sahte laiklik ideolojisinin kirlerine bulaşan her türlü solculukla kendimizi ayrıştırmalıyız. Ancak böyle halklarla var olan yabancılaşmayı kırabilir, onlarla bütünleşmenin yolunu açabilir, bu toprakların vicdani sesi olabiliriz. Devrimcilerin görevi insanların dini inanışlarıyla uğraşmak değil; sömürü ve zulüm saltanatını yıkmaktır. Lev Troçki’nin sözü tam yerinde: “Bırakın din adamları başka bir dünya vaat etsinler. Biz cenneti yeryüzünde kuracağız.”
Not: 22 Haziran 2016 tarihinde İbrahim Tufan Eroğluer tarafından kaleme alınan bu yazı Umut Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.