Dirilen nesnelerin çağı; emek, simüle edilebilir gerçeklik, hakikat – Hikmet Acun

İnsanın ‘doğa nesneleri’ni kendi için nesne kılma hikâyesi, yaratıcı aklın tarihe girmesiyle başlar. O yaratıcılığın vardığı sonuçların da başka sonuçlara mahal vermesiyle yaratıcı da değişir. Her yaratma eylemi, insanın nesneye kendi ruhundan can üflemesiyle hakikatine ulaşır ve nesneler, öznenin tözünden bir dünyaya sahip olur, bizimle ilişki kurar, konuşur, dile gelir; canlı emek! Nesneler canlıdır ve eylemde bulunur. Burada tek fark, en azından endüstriyel topluma kadar fark, ilişkideki eşitsizliğin ‘hareket halinde’ olan insanın hanesine yazılı olmasıdır. En azından insanın nesneye yüklediği kartezyen anlam bakımından böyledir.

Son elli yıldır Kuantum Fiziğinin “nesneler dünyasında neler oluyor“ sorusuna aradığı cevaplar şaşırtıcı sonuçlara mahal veriyor. Her mahal veriş, yeni model arayışlarının önünü açıyor; soruları çoğaltıyor ve ‘varlık’ yeni anlamlar kazanıyor. Dahası bilgisayarların insan hayatına girişiyle oldukça hızlı yol alışı arasındaki kısa zaman aralığı, nesnelere dair ön kabulleri neredeyse kökten değiştirmek üzere. Bu durum, felsefeye de çok sevdiği spekülasyon konusu olarak geri dönüyor.

Endüstri 4.0 ve Endüstri 5.0 gibi kavramlar makinalar ve üretim süreci üzerine bir ‘maliyet’ sorunu olarak odaklanmışken, toplumun alabileceği biçimlerin cevabı henüz boşlukta. Ancak nesnelere vurgu; örneğin nesnelerin interneti (IoT), birbirleriyle konuşan nesneler, kendi deneyimlerinden öğrenen makineler, ‘obje’ değeri değişen yapay zekâ yazılım mimarileri gibi kavramlar öncül kavramlar olarak oldukça baskın ve hegemonik anlama sahip. Şunu söylemek mümkün; endüstri 4.0 ve endüstri 5.0 diye zikredilen yeni üretim modelleri bir bakıma, insandan azade ‘varlık sahibi’ nesneler dünyası tasarlama çabasından başka bir şey değil. Bu mümkün mü? Bu sorunun cevabını bize verebilecek yegane anahtar, canlı emektir. Bunu anlamak için bazı kavramları çağırmaya ve onları farklı anlamsallık üzerinden yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken bir konu var; birkaç on yıldır tınılarını giderek daha fazla duyduğumuz bazı kavramlar, örneğin simülasyon, Virtual, Virtualization, Artificial Intelligence, Machine Learning , Deep Learning, Multi Layer Artificial Neural Networks, Backpropagation gibi kavramlar yüklendikleri anlamsallıklarıyla, temsil ettiklerinin arasındaki boşluktur. Bu kavramlar bilgisayar elektroniği ve yazılım algoritmaları kavramları olmayla sınırlı değil, toplumsal uzamı işlevsel bakımdan oldukça ideolojik ve muazzam illüzyonlar yaratma gücüne sahip.

John McCarthy 1956 yılında bir konferansta makinelerin de zeka sahibi olabileceği tezini ortaya atar. Kuşkusuz yapay zekâ kavramının esas sahibi John McCarthy değil, Alan Turingdir. Hikâyenin peşinden koşan şirketlerin başını ise IBM ve Bell çeker. Peki, nesnelerin ‘dirilme’ çağında bu kuşatıcı dünyayı nasıl anlayacağız. Çoğu tüketimle sınırlılığa sahip katılık halinin yerini, ‘insansal üretim’ ve hareket halinde olan insanüstü nesnelerin alma ihtimali, gerçekte dolaşıma girdiği kadar mı? Gerçeklikleri, temsilleri gibi mi? Bunu anlamak için hayatımızın ve düşünsel envanterimizin içinde olan bazı sıradan kavramlar, bize yardımcı olabilir.

1- Animasyon ya da reanimasyon

2- Mimesis – Yansıtma

3- Simüle- Benzetim, uyarlama

4- Kripto emek

Bu kavramların üçü okuyucunun hiç de yabancı olmadığı, gündelik hayatında farklı anlamsallıklar üzerinden ilişki kurduğu kavramlar. Hastanelerin yoğun bakım bölümlerinde “Reanimasyon” birimleri vardır. Buralarda ölmek üzere olan ya da yarı ölü insanların hayata döndürülmeleri için özel cihazlar vardır. Reanimasyon tıbbi olarak “hayata döndürme” anlamına sahipken, sanatsal bakımdan örneğin, tarihte bir olayı yeniden canlandırma olarak da kullanımı söz konusu. Animasyon kavram olarak canlandırmadır. Bir tiyatro oyunu, animasyondur. Sahnede gerçek kişiler, gerçek zamanlı, gerçek bir mekânda bir olay örgüsünü canlandırırlar. Sinema da bir animasyondur; bu kez kişiler, mekân, olay örgüsü, fotoğraf kareleri olarak bir kurgu sistematiği içinde yan yana gelir ve perdede yansır. Burada, tiyatroda olan somut zaman yerine, soyut zaman vardır.

İngilizcede karton filmler diye zikredilen çizgi filmler, bilgisayar oyunları; bunların hepsi bilgisayar ortamında pixeller ya da vektörler tarafından meydana getirilen animasyonlardır. Yani canlandırmalardır. Bunlar okuyucu için bildik şeyler. Bu tür canlandırmaların sanatsal ya da sayısal olarak temsili canlandırmalar olduğunun da altı çizilmeli. Ancak canlandırma ya da yeniden canlandırma daha başka anlama da sahip.

Emeğin canlandırılması

Doğa nesnesinin, özne için nesne haline gelmesinin tarihi, yani doğanın insan için doğa kılınmasının tarihi bir canlandırma tarihidir. Bir doğa nesnesinin, örneğin demir cevherinin metale dönüşmesinin tarihi emek canlandırması tarihidir. Demirden metale, metalden, nesneye; metalden alaşıma, alaşımdan başka bir nesneye varma yaratıcı bir canlandırma zamandır. Dış dünyanın, “kendinde şey” olanını, “kendi için şey” kılma hali emeğin bir akla varma, akıldan bir işleve varma sürecidir. Bu bakımdan insan tarafından meydana getirilmiş nesneler birer emek canlandırmasından başka bir şey değildir. Bu emek canlandırması, aklın ve doğayı düşünce konusu yapmanın da bütün şifrelerini içerir. Bu süreç estetik bakımdan da böyle işler.

Tornavida, çekiç, pense, tekerlek, motor, çivi, daha karmaşık özelliklere sahip makineler, binalar, hatta kimyasallar… Bunlar ‘ölü şey’ler değillerdir; canlı emeğin maddi biçimleridir. Bir tornavida, bir tekerlek anlamına sahip olamıyorsa, bu durum bizim nesneleri öyle adlandırdığımız için değildir; bu, onların işlevlerinde taşıdıkları tözleri nedeniyle, yani o somutta emek canlandırması olmaları nedeniyle böyledir. Bir uyduyu, çengelli iğneden ayıran şey; onun içindeki emeğin, kodlarıdır. Yani onların farklı tasarım üzerinden biçimlenmiş farklı emek canlandırmaları olmalarıdır. Bu bakımdan her bir nesne bizim zihnimize içindeki emek aracılığıyla yerleşir ve biz bu emek aracılığıyla emeği yeniden canlandırmak üzere nesnelerle ilişkiye gireriz. Yani çekiçle ya da makineyle canlandırmayı durmaksızın yeniden üretiriz.

Eğer emek bir somutluk anında zuhur ediyorsa (bunu ister yatırılmış sermaye olarak sayın, isterseniz makineler ve üretim araçları olarak sayın) ölü emek diye bir şey yoktur. Dahası nasıl ki ölü nesneler diye bir şey yoksa ölü sermaye de yoktur. Bunların hepsi birer emek canlandırmasından başka bir şey değildir. Marx’ın bir ürünün değerini belirleyen şey, içindeki emek zamanıdır derken tam da bunu kastediyordu Burada sorun, tam da Marx’ın kafa yorduğu sorundur; emek canlandırmasının hangi üretim ilişkileri altında biçimler aldığıdır. Ya da emeğin kendi serüveni içinde hangi üretim biçimlerine vardığıdır. Demek ki hayatımızı kuşatan, düşünme ve yaşama biçimlerimizi değiştiren, algılarımıza yön veren, insan ilişkilerini belirleyen nesneler; canlı emeğin kendisini daha işlevsel kılmak üzere, dahası kendisini maddi araçlar üzerinden gerçekleştirmek üzere biçimler almasından başka bir şey değildir.

Nesne bir animasyon olduğuna göre, reanimasyon üzerine de biraz durmakta fayda var. Mimesis başlığı altında yazının konusu olacak ama kısaca bir vurgu yapmakta fayda var; reanimasyon, canlı emeğin en yaygın biçimlerinden biridir. Burada fark; mimesis taklit eder- yansıtır-, reanimasyon yeniden canlandırır.

İnsanlık tarihi için kullanılan afili kavramlar vardır; örneğin çağlardan çağlara, üretim ilişkilerinden üretim ilişkilerine…gibi. Bunlar ve benzer kavramlar neyden söz ederler? Zamandan mı? Yoksa tarihteki ‘farklılıklar’dan mı, aşamalardan mı? Elbette hepsinden söz ederler. Peki, bu ‘söz etmenin’ tözü nereden gelir? Kasıt nedir? Kastı ne oluşturur ve bu kasıt bir anlamsallığa varmaya mahal verir! Bunun cevabı hiç de sözün zikrettiği kadar yavan değildir. Tarihsel gelişme, ancak iki şey kerteriz alınarak anlaşılabilir; birincisi yeniden üretim. Yani emeğin reanimasyonu. İkincisi, birincisini de içinde taşıyan aklın yeniden üretimi. Yani aklın reanimasyonu. Burada aklın reanimasyonu cümlesini bilerek kurdum. Çünkü bu mesele anahtar role sahip. Çağlar, uygarlıklar, toplumlar derken bir aklın canlandırmalarını görürüz. Bir heykele, halıya, viyadüğe, kentlere bakarken, gerçek emek canlandırmalarına ve içindeki akla bakarız. Sanat eserlerinde, binalarda estetik emeğe ve akla bakarız. Aletlerde, makinelerde, silahlarda, su çarklarında, uydularda, bilgisayarlarda mühendislik ya da teknik emek canlandırmasına ve akla bakarız. Çağlar dediğimiz zamansallık, emeğin yeniden canlandırıldığı aşamayı açıklar. Yani emeğin ve aklın reanimasyonunu. Ve bizi bütün bunları anlamaya mecbur kılan, başına endüstri zımbırtısı, sonuna da yazılımlarda sürüm numaralandırılmasında kullanılan sıfır gelen endüstri 4.0, endüstri 5.0’ı anlama konusu yapmaya zorlayan zaman aralığı, aklın ve emeğin yeniden canlandırıldığı bir dönemin adından başka bir şey değildir. Buradan da anlaşılacağı üzere emeğin işleme süreçlerine bakıldığında ‘animasyon’ kavramı hiç de bilgisayarın icadıyla ortaya çıkmış “sayısal” kavram olmadığı anlaşılacaktır. Biz durmadan hayatı anime ederiz, bunu yalnızca hayallerimiz, imgelerimiz aracılığıyla yapmayız, tahayyüllerimizle de yaparız. Doğaya her dokunuşumuz, dışımızdaki dünyayı ‘şiddetle’ bir anime etme girişimidir. Ve biz zaten başından beri anime dünyada yaşıyoruz. İnsanın gerçeklik arayışı bir canlandırmadan ibarettir. Ve biz küçücük su gezegeninde fizik yasalarının sınırlılıkları içinde ancak canlandırabildiğimiz kadar dünyayı anlaşılabilir kılmaya yazgılıyız. Bu dünya, bizim dünyamız. Ve emek her bakımdan anahtar role sahip. Dahası var; insan dış dünyayı emek aracılığıyla canlandırırken, kendini de canlandırır. Bu döngü, sonsuz bir döngüdür, çağlara, yayılan reanimasyondur. Emeğin insanı da canlandıran bir role sahip olması demek, ‘ontoloji’ kavramıyla anlaşılamayacak kadar karmaşık süreçler dizilişi demektir.

Nesnelerin aldığı formlar, işlevsellikleri, sanat değerleri, meta değerleri ya da kullanım değerleri dediğimiz şey, emek sürecini yani reanimasyonu anlamak için başvurmak durumunda kaldığımız kategorik kavramlardan başka bir şey değillerdir. Ancak burada boşlukta bir soru var; yabancılaşma. Bu konuyu bir katarsis süreci olarak başka bir yazıda ele alarak anlamaya çalışmak daha verimli olacağından burada değinmeyeceğim.

Doğa güçleriyle savaş alanı; mimesis

Dabney Townsend “tinsel gelişimimizin bir aşamasında, gördüklerimizi yeniden üretme süreci tersine döner ve bu yolla öğrendiklerimizle görmeye başlarız. Doğal nesnelere sanki bunlar sanat yapıtıymış gibi tepki veririz” der. Burada ifade edilen yaklaşımı estetik olanla, gerçek olan arasındaki ilişkinin de dışına taşan bir süreç olarak anlamak gerekir. Ancak yine de estetiğin çözemediği karmaşık süreçler söz konusu. Fotoğraf bir yansımadır. Peki fotoğrafın içindeki yansıyan nesne, nasıl bir nesnedir. Yansıyan, yansıtılanın nesnesi olabilir mi? Yansıyan akıl yoluyla öğrendiğimizin yansıması mıdır yoksa yansıyandan bir temsili suret midir? Yoksa bu ilişkiyi kökten boşa düşüren bir andırma mı söz konusu. Andırma olduğu için biz fotoğrafa bakarken, doğal bir “şey”e mi baktığımız sanrısına kapılırız. Fotoğraf “mış” gibi olanın, gerçek olan gibi algılamamızı sağlayan bir hile süreci olarak mı işler? Yoksa biz fotoğrafa bakarken, fotoğrafçının görme biçiminin kurbanlarına mı dönüşürüz? Dahası dışımızdaki dünyayı bir fotoğraf olarak (sanat nesnesi) görme çabamız, öğrendiklerimiz yoluyla edindiğimiz fikri formlara bakmadan ibaret olmasın!.. İçinde fazlaca spekülasyon taşıyan örneği şunun için verdim; biz otonom karar verebilen bir makineye, bir katılık hali değil, süreç olarak baktığımızda bu makine bizim anlamlar dünyamıza nasıl yerleşir? Örneğin emek, bilgisayarların yürüttüğü sürecin içinde bir yansıtma olarak mı kalır, yoksa nesne, öznenin yerine mi konumlanır. Yani makineler, ‘akıl sahibi’ ve öğrenme yoluyla zamanda ‘var oluyorsa; burada öğrenmeyi mümkün kılan sürecin tanımı nedir; kripto emek mi? Bunun karşılığı düz cevaplar dizgesiyle anlaşılır değil. Çünkü buradaki sorun yalnızca göstergeye dair bir sorun değildir, içinde oldukça uzun geçmişten gelen hikâyeler barındıran bir “önce” vardır. Konu oldukça spekülatif ve nereden baksan girift sorunsallar üretmeye aday. Öyleyse Cemal Süreya’nın “tarih öncesi köpekler havlıyordu” sözünün anlamını değiştirip, süreci aramaya gayret edelim. Makinenin içinde zuhur eden “Artificial Intelligence” bir mimesis olarak “tarih öncesi köpeklerin” havlamasıdır ve bu durumun ortaya çıkması için makinenin ontolojisi bakımından bir tarih bağlamı söz konusudur. Çünkü akıl makineye taşınmadan önce, insanın imgesinde canlandırılmıştır. İnsanın doğayı yansıtmasıyla- taklit etmesiyle- başlayan süreçten, kendini yansıtan- taklit eden- sürece varması demek olan hareket hali; doğanın tarihinden azade olmaya çalışan insanın tarihiyle mühürlüyse bu bize bir anlam kurar; insan makineye varmadan çok uzun süre önce, kendine varmaya çalışmıştır. Bu varma süreci her bakımdan; ister fikri, ister estetik, isterse beceriler geliştirme bakımından bir mimesis süreci olarak işler. Ancak doğanın taklidi, ya da daha konsantre anlamıyla dış dünyanın taklidi biçimsel bir yansıtma değildir. Yani estetik kategori içine alınan kavramda ifadesini bulduğu gibi değildir. Daha başka bir içeriğe sahip; mimesis demek, verili maddi “şeyler” dünyasının sınırlarıyla belirlenmiş bir dünyayı anlama vardırma girişimidir. Burada “şeyler” artık, doğa nesnesi temsilini yitirir, insanın anlam alanına dönüşür. Ancak anlam tarihsel gelişme içinde hangi uğraklara mahal verirse versin “şeyler”in sınırlılığından tam kopamaz. Çünkü maddi dünya dediğimiz, oldukça geniş kurucu bir ontolojidir. Ve insan bu ontolojinin meydana getirdiği en gelişmiş sonuçlardan biri olarak, bu ontolojiyi anlam değişikliğine uğratma çabasında yine mimesise başvurmak zorundadır. Ancak bu kez işler değişmiştir; doğayı yansıtmak için, örneğin molekülü kimyanın içinde yansıtmak için ya da, elektro manyetiği bir alanda kullanmak için kavramlara, kavramlardan modellere, nihayetinde mimesisin sonuçlarına varmakla karşı-karşıya kalınır. Dolayısıyla, zekâ sahibi makineye gelen süreç, “tarih öncesi havlayan köpekler” diyarından gelmiştir. Eğer maddi evrenin ‘periyodik cetveli’ bize bir ontoloji sunmuyor olsaydı biz neyi tartışıyor olacaktık ki. Bir zekâ formu olarak konuşmaya başladığımız makine zaten doğada vardı. Ve bu en gelişmiş “yapay zekâ sahibi makine” de insandan başka bir şey değildi. Bu bakımdan en gelişmiş mimesis, doğanın kendini yansıtmasından başka bir şey değildir. Çünkü insan doğanın (oldukça arızalı) yansımasından başka bir şey değildir. Hatta bunun bir adım ötesi de var; belki de simülasyondan başka bir şey değildir.

Gizemli ve ağdalı kavram; simülasyon

Simülasyon kavramının, bilgisayarların dünyayı fethe hazırlandığı bir zaman aralığında ortaya çıktığını düşünmek oldukça yanıltıcı olabilir. Bu kavramın beş bin yıl gibi oldukça eski bir geçmişi var ve bu geçmiş; savaşları başarılı kılmak için Çin’de ‘savaş oyunları’ olarak bilinen stratejiyi çevre koşulları dâhil pek çok ihtimaller içinde test etmede kullanılmıştır. Kavram olarak simülasyon Latince’de bir şeyin benzerini (taklidini) yapmak demek olan Simülare sözünden gelir ve kullanımı 14. yüzyıla dayanır. Simülasyonu bugünkü anlamına kavuşturan ise 1940’lı yıllarda Los Alamos Scientific Laboratuvarında çalışmalarını yürüten Matematikçi John Van Neumann’dır ve nötron deneylerinde kullanmıştır. Simülasyon bilgisayarla anılmadan önce fizik labaratuvarlarında elli yıldan fazla zamandır kullanılmaktadır ve pek çok keşifler de bu simülasyonlar sayesinde mümkün olmaktadır. Simülasyonun bugünkü kullanılan anlamı ise; bilgisayar ortamında gerçekte var olan bir sistemi temsil etmekte olan modelin ortaya çıkarılması işidir. Bilgisayar ile simülasyon, gerçek hayatta yer alan olayların bir bilgisayar ortamına aktarılmasıdır. Burada temel mesele; bilgisayar ortamında model üzerinden kurulacak simüle -gerçekliğin, gerçekliğin bütün parametrelerine eksiksiz sahip olmasıdır. Yetmez, bu parametreleri doğru yürütecek ve model üzerinde deneyimi ortaya çıkarabilecek algoritmaların ve yazılım mimarisinin bir akla sahiplik etmesi gerekir. Çünkü simülasyonun anahtar kavramı analizdir. (Yapay zekanın anahtar kavramı ise; yorumlama ve öğrenmedir) Ve algoritmanın analiz becerilerine sahip olması, bilgisayardaki aklın açıklayanıdır. Kısacası somut anlamda belirli bir nesnenin modeli veya temsili, bir simülasyondur. Yapay zekâ ise simülasyondan daha farklı anlamlara ve niteliklere sahip. Yapay zekâdan kasıt; görebilen, duyabilen, konuşabilen, anlayabilen ve etrafındaki dünyayla etkileşime girebilen nesnelerin “can sahibi” olmasıdır.

Ancak mesele teknik bir kavram olmanın ötesinde içeriğe sahip. Nesnelerin dirildiği bilgisayarlar çağında hiper gerçeklik kavramı yalnızca bilgisayar ekranı kavramı değil, o bilgisayarın  oluşturabileceği bir gerçekliğin, bizim gerçekliğimize dönüşmesidir. Burada Virtual ya da Virtualization, gibi zikredilen kavramlarla karşı-karşıyayız. Simüle edilmiş gerçeklik, bir hayat formu olarak işlediği koşullarda, yalnızca alet, makine, araç anlam değiştirmez; bizim nesnelerle kurduğumuz ilişkiler değişir, dışımızdaki dünyayı algılama, tanımlama, bir varlık sorunu olarak anlamlandırmalarımız değişir. Dahası kavramsal envanterimiz değişir. Bu durumun esas ve büyük yıkıcılığı; ontolojiye yüklenmiş eski bütün anlamların boşlukta siluetlere dönüşüp, kaybolmasıdır. Kendini ikili bir gerçeklik içinde bulan insan için, binlerce yıl sürmüş yaşam formunu başkalaşıma uğramasının sonuçları ne olur, kestirmek kolay değil. Yanlış hatırlamıyorsam ünlü fizik insanı  Eugene Lamb; “Bu hiper gerçeklik gerçekten daha gerçek, güzelden daha güzel, doğrudan daha doğrudur. Simüle edilen gerçekler kendilerinden öte bir dönüşüme işaret ederler. Hiper gerçeklik dünyaya yayıldıkça dünyanın geri kalanı da hiper gerçek hale gelmektedir.” diyor. Bu bir fantastik önerme değil; aslında Kuantum gerçekliğinde, gerçeklik tam da böyle işliyor. Bu işin şimdilik spekülatif olmasa da toplum formunun geleceğine dair olasılıklar kısmı.

Makinelerde aklın zuhur edişi nesnelerin dirilmelerine işaret etse de boşlukta duran bir mesele hala cevabını arıyor; canlı emek! Burada biraz duralım. Ancak bu meseleyi ele almadan önce bir yanılsamaya dikkat çekmek gerekir. Bilimkurgu filmleri, uzay filmleri, animasyon oyunlar simüle edilmiş gerçekliğe dair bir alt metin sunarak, yanılgılar oluşturmakta büyük maharet sahibi. Ön kabul kurmada, manipüle etmede ve bilinç yanılmaları oluşturma konusunda oldukça etkili. Yukarıda sözünü ettiğimiz hiper gerçeklik sözünü okuyanlar, daha o kelime ile ilişkiye girdikleri anda, filmlerden, oyunlardan gördükleri bir sanal âlem imgesini çağıracaktır ve yazının kullandığı kavramlarla da bu ön kabul üzerinden ilişkilenecektir. Ancak hiper gerçeklikteki simülasyonun filmlerle, oyunlarla uzak yakın alakası söz konusu değil; biz zaten bir simülasyon içinde yaşıyoruz. Atomların oluşturduğu bir simülasyonun içinde bir yere yerleştirilmiş kendini de simüle edebilen akıllı nesnelerden başka bir şey değiliz.

Şimdi konumuza dönelim ve bu meseleyi bir de emek tarafından anlamaya çalışalım; nesnelerin bir akıl sahibi olarak dile gelmeleri ne demektir? Bunun tek bir cevabı vardır; insanda zuhur eden emeğin, emeği taklit ederek, insanın dışına çıkacak yüksekliğe ulaşması demektir. Yani emeğin kripto hale gelerek, başka gerçeklikler üretebilecek kadar yüksek düzeyde yetiler kazanması demektir. Burada dikkat çekici husus şudur; yeniden canlandırma- reanimasyon-;gösterge ve gerçeklik arasında bir eşdeğerlik ilkesi kabulüne dayanır. Ancak simülasyon için bu durum söz konusu değil. Kafa karışıklığına mahal vermemek için bu hususu başka bir yazıda ele alalım ve konuyu dağıtmadan devam edelim. İnsanın “ölü” nesneleri canlandırması demek, basit düzenekler üretmekten, oldukça karmaşık düzenekler üretebilir hale gelmesi demektir. Mesele sadece bilgisayarların emir kümelerini yöneten algoritmalarla açıklanabilir değil; algoritmalar bir düzenekte gerçeklik kazanabilir, onları yürütebilir, hareket meydana getirebilir, onları emeğin yeniden üretimine dönüştürebilir ve bir sonuç meydana getirebilir. Yani emek sürecin bütününde zuhur eder. İşte burada mesele değişmek üzere; öyle ki emek de eski emek formu olmaktan çıkmaktadır; emek, emek üreten emeği birkaç kez tekrarlayıp, her tekrarda başka anlamsallıklara varabilen sürece dönüşmüştür; kripto emek! Daha anlaşılır dille, bir nesnenin akıl sahibi haline gelmesi demek, insan emeğinin kriptoya dönüşmesi demektir. Yoksa hiçbir akıllı nesne, insanı birebir simüle edemez. Canlı emeğin sınırlılıklarını aşamaz. Bunun olabilmesi için emeğin, tahayyül sınırlarını zorlayabilecek kadar yüksek bir aşamaya gelmesi gerekir, yani doğanın kriptolarını çözüp, ona hükmedebilecek kadar yetiler kazanması gerekir. Kaldı ki burada daha çetin bir sorun var; o da insan denen canlı formunun öngörülemezliğidir. Dahası var, akıl bir düşünce ve biçimlerini de içerir ve matematiksel olarak hesaplanamaz. Ha keza mantık da bir yere kadar öyle. Oysa makinelere akıl bahşeden kök kaynak, matematik modellerinden başka bir şey değildir. Ancak buna rağmen temkinli olmakta fayda var; canlı emek tarih boyunca göz kamaştırıcı ve şaşırtıcı hamleler yaptı, sıçramalara mahal verdi, bir yere kadar doğanın ve evrenin sırlarını çözdü, onların yeniden üretimine mahal verdi. Kim bilir bir gün hiper bir gerçeklik kurabilecek zamana da erişebilir.

Teselli şu ki, canlı emeğin Kuantum seviyesine ulaşması ve o seviyede simüle gerçeklik kurabilmesi için daha epey bir zaman var. Ve bugünden kopartılan abartılı yapay zeka ve ona eşlik eden kavramlar da, mevcuttaki durumlarından çok, ideolojik işleve sahip. Ancak mesele yine de bu kadar ‘düz’ den anlaşılacak mesele değil; çünkü emeğin kriptolaşması demek, yalnızca bir anlam değişikliğini tanımlamaz, üretici güçlerin anlamından, bir canlı emek soyulması olan toplumun anlamına değin düşünsel, hukuki ahlaki, felsefi, epistemolojik hatta ontolojik olarak değişmekte olan eşiği işaret eder. Bu da dünyayı anlamak istiyorsan bu eşiğe odaklanmak zorundasın demektir

Bir zamanlar insanın ilahisi, mutlak güzellik arayışındaki yanılsamada gizliydi. Şimdi ise canlı emeğin ilahi simülasyonunda gizli. Kim bilir insanı ve doğayı ilerlemenin zincirlerinden özgürleştirmenin tek olanağı; canlı emeği, mutlak ilahi olanın hizmetkarlığından kurtarmaktır. Bu mümkün mü? Ya da devrimler canlı emeği ilahi ilerlemeden azade edebilir mi. Bunun cevabı meşakkatli yolları aşıp, komünist dünyaya ulaşabilecek insanda gizlidir ve o insan henüz yeryüzüne inmemiştir. Öyleyse dünyaya dair kötümserliği bir hakikate dönüştürmek, bizleri devrimci kılacak yegâne olanaktır.

.