Arpen Alasia’nın dergimiz için kaleme aldığı yazı, çeviri kolektifimiz tarafından Türkçeleştirildi. Bu yazıda Batı Avrupa’da 1970’lerde ve 1980’lerde kendini gösteren Doğrudan Eylem ve Komünist Savaşçı Hücreler’in oluşum ve eylemlilik süreci inceleniyor. Metin, partizan bir tarihin ortaya çıkmasını önlemeye çalışan ve silahlı mücadele teşebbüsünde bulunan herkesi cihatçılar veya faşistler gibi terörist olarak tanımlayan resmi hegemonyayı kırmayı amaçlamaktadır.
Giriş
Batı Avrupa’da 1970’lerde ve 1980’lerde kendini gösteren silahlı mücadele günümüzde ele alınması zor bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazıları artık toplumsal hafızanın bir parçası olan çok sayıda silahlı grubun ortaya çıktığı ve siyasal şiddetin bütün bir nesil tarafından benimsendiği bu yılların ardından uygulanan baskı silahlarını bırakmak istemeyenler için zorlayıcıydı. Bir kısmının bugün hala çektiği hapis cezalarıyla geçen yılların dışında, devlet baskısı da gerçek anlamda tarihsel bir mücadele biçimini aldı. Yakın zamana kadar Fransa’da Doğrudan Eylem’in eski üyelerinin geçmişleri hakkında konuşmaları yasaktı. Almanya’da, RAF tutsaklarının 1977’deki öldürülmelerine ilişkin devletin sunduğu versiyona karşı çıkmak hala yasak[1]. İtalya’da devlet, siyasi tutsaklara, silahlı şiddet ve “terörizm” ile bağlarını alenen koparmaları karşılığında cezalarının hafifletileceğini bildirdi. Bu tür tedbirler, partizan bir tarihin ortaya çıkmasını önlemeyi ve silahlı mücadele teşebbüsünde bulunan herkesi cihatçılar veya faşistler gibi terörist olarak tanımlayan resmi bir hegemonyayı sağlamayı amaçlamaktadır.
Bu durumlar göz önüne alındığında, Batı Avrupa’daki silahlı mücadele olgusuna ilişkin siyasi bir anlayışın sunulması gerekli görünmektedir. Öncelikle, anti-terörist söylemden ödünç alınan resmi anlatılara karşı koymak, aynı zamanda olaylara ilişkin vizyonumuzu inşa etmek için böyle biranlayışın oluşturulması önemlidir.
İtalya veya Almanya gibi ülkeler, silahlı gruplar ve devlet arasında gerçekleşen son derece şiddetli çatışmalara sahne olurken, silahlı mücadelenin İtalya ve Almanya’ya göre nicelik veya nitelik açısından daha düşük seviyelerde kaldığı Fransa veya Belçika gibi ülkeler için durum böyle değildi. Ancak, bunların hiçbir şekilde ortaya çıkmadığını söylemek mümkün değil; bu ülkelerde de çok sayıda kişi ve grup silahlanmayı seçti. Bunlar arasında, Fransa’da ortaya çıkan Doğrudan Eylem (AD) ve Belçika’da kurulan Komünist Savaşçı Hücreler (CCC) adlı iki örgüt, hem kronolojik hem de örgütsel anlamda silahlı mücadelenin doruk noktasını temsil ediyor gibi görünüyor. Hem kültürel hem de ekonomik olarak güçlü bağları bulunan ülkelerde kurulmuş olan AD ve CCC, aynı kökenleri paylaşmaları dolayısıyla birbirlerine bağlı ve varlıkları süresince de bağlarını koruyorlar. Ancak daha ilginç olanı, iki örgüt arasında silahlı mücadeleye ilişkin stratejik farklılıklar bulunması ve özellikle de Batı Avrupa çerçevesinde bunların uyumunu nasıl gördükleridir. Bu iki örgütün aynı tarihlerde etkinlik göstermesinin yanı sıra, ayrı tutulamayacakları söz konusu dönemin toplumsal dinamikleri de bu yazının amacını oluşturmaktadır.
Kapitalizmin yeniden yapılanması ve devrimci taarruz
Batı Avrupa’daki silahlı mücadele olgusunu anlamak için her şeyden önce bölgenin sosyal bağlamını anlamak gerekmektedir. 1960’lı yıllarda Avrupa’daki sınıf mücadelesi ani bir artış gösterdi ve dolayısıyla 1970’lere kadar devam eden toplumsal düzene yönelik protestoların da artmasına sebep oldu. Belçika’da 1960-1961 kışında, bir kemer sıkma politikasına karşı patlak veren bir genel grev daha sonrasında isyancı bir yönde ilerlemeye başladı. Bir aydan kısa bir sürede, 1350’den fazla sabotaj eylemi kaydedildi. Fransa’daki 1968 Mayıs olayları ülkeyi felç etti ve bazı Belçikalı öğrenciler de bu hareketi takip etti. Bunlar örneklerden sadece ikisi; ancak bu iki örnek de Batı Avrupa’da ve dünyanın diğer birçok bölgesinde işçi ve öğrenci çevrelerde meydana gelen bir dizi ayaklanmanın parçalarını oluşturmaktadır.
Bu mücadele döngüsünün ortak noktası kapitalizmin yeniden yapılanmasıdır. Söz konusu yeniden yapılanmanın iki ana sebebi var. Birincisi, 2. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da meydana gelen maddi yıkımın mümkün kıldığı bir ekonomik patlama döneminin ardından tekrar ortaya çıkan kapitalizme özgü bir değerlenme krizi. İkinci neden ise, üretim zincirine düzenli olarak müdahale eden ve fabrikanın normal şekilde çalışmasını engelleyen bu eylemlerin mücadeleci gücüdür. Grevlerden daha çok, “iş karşıtı /işin reddi” olarak nitelendirilen davranışların, genellikle, hem nesnel hem de öznel olarak geleneksel işçi hareketiyle çok fazla bağı olmayan düşük vasıflı işçilerden geleneksel işçi hareketine doğru yayılması problemidir[2]. Bu nedenle, o yıllarda meydana gelen kapitalizmin yeniden yapılanması süreci, yalnızca ekonomik bir sorunu çözmek için ekonomik bir araç olarak değil, aynı zamanda işçi mücadelelerinin radikal bir seyirde gittiği bir dönemde bir karşı-devrim aracı olarak da görülmelidir. Kızıl Tugaylar’ın eski lideri ve o dönemde Milano’daki fabrikada işçi olan Mario Moretti’nin ifadesi oldukça berrak: “Yeniden yapılanma süreci o zaman [1969] başladı, […] etkileri ise korkunçtu. Kelimenin tam anlamıyla “temizlediler”. Şirket, en çok mücadele veren atölyeleri kapattı, liderlik eden işçileri işten çıkardı ve üretim organizasyonunu, karşı çıkma olasılıklarını ortadan kaldıracak şekilde değiştirdi. Başlangıçta, sadece en bilinçli militanlar neler döndüğünü anladı; yani bunun üretkenliğe bağlı bir talep olmadığını ve aslında öncül bir siyasi saldırı olduğunu”.
Bu kapitalist değerlenme krizi, 1973 petrol krizi ile daha da güçlendi ve yeniden yapılanma sürecine daha fazla yoğunlaşılmasını sağladı. Fordist uzlaşmanın, iş örgütlenmesinin ve sağladığı sosyal korumaların yok edilmesi de bu süreçte oldukça önemliydi. Bu andan itibaren işçi hareketinin amacı, söz konusu yeniden yapılanmayı yalnızca işçilerin çıkarlarına aykırı olduğu için değil, aynı zamanda işçi birlikleri ve istihdamda nispi istikrar gibi işçi hareketinin temellerine saldırdığı için de engellemekti. Bu bağlamda, 1970’lerin sonundaki işçi mücadeleleri, mücadele döngüsünün sonlarına denk gelmiştir.
Silahlı mücadelenin önceki deneyimleri
Bu yıllarda, Fransa’da “Otonom Hareket” veya kısaca “Otonom” olarak adlandırılan hareket ortaya çıktı. İtalya’nın zaman zaman isyan öncesi bir karaktere ulaşan toplumsal durumundan ilham alan Fransa’daki otonom hareket, Mayıs 68 ayaklanmasından sonra ortaya çıkan ve sonradan dağılan ya da sosyal demokrasiye yönelen sol siyasi hareketlerin ayrışmasının bir sonucu olarak baş gösterdi. Daha genel bakacak olursak, bu yeni nesil, geleneksel siyaseti reddetmesiyle öne çıkıyordu; bir yandan devlet ve patronlar arasında “arabuluculuk” faaliyeti gösteren, diğer yandan da esasen devrimci fonksiyonu olan bir proletarya olarak görülen sendikaları ve partileri reddediyordu. Kapitalizm ile komünizm arasındaki herhangi bir geçiş aşamasını da reddederek o andan itibaren komünist toplumsal ilişkilerin inşa edileceğini vurguluyorlardı. Anarşizm, Heterodoks Marksizm ve aynı zamanda Proleter Sol[3] Maoizmi gibi görüşlerden gelen Otonom üyeleri, ne gerçekten Marksist ne de tamamen anarşistti.
Siyasal şiddet, bu konu etrafında şekillendiği için bu akımın önemli ve hatta belirleyici bir yönüdür. Nasıl ki hem resmi sol hem de Mayıs ’68’den sonra ortaya çıkan solun kalıntıları devrimi ya bir amaç olarak terk ederek ya da şiddete başvurma koşullarının sözüm ona mevcut olmaması nedeniyle şiddeti kullanmayı reddediyorlarsa, Otonomi de hem bir proletaryanın gerçekleştirdiği kendiliğinden gelişen örgütsüz şiddet hem de daha örgütlü, silahlı bir şiddeti savunmaktaydı. Bahsedilen ikinci şiddet türünün kökeni, Mayıs 68’den sonra meydana gelen farklı deneyimlere dayanmaktadır. Fransız ve Katalanlardan oluşan MIL (İberya Kurtuluş Hareketi), 1971’den 1973’e kadar devrimle ilgili yazıları (çoğunlukla Heterodoks Marksizm) basmak ve o zamanlar çok sayıda olan grevlere mali anlamda destek vermek için İspanya’da onlarca soygun gerçekleştirdi. Sonuç olarak grubun büyük bir kısmı tutuklandı ve üyelerinden biri, tutuklanması sırasında bir polis memurunu öldüren Salvador Puig Antich, ölüm cezasına çarptırıldı. Diğer üyeler ise ağır hapis cezaları aldı. Buna yanıt olarak, diğer üyelerinin yanı sıra MIL’nin eski üyelerini de içinde barındıran GARI (Enternasyonalist Devrimci Eylem Grupları) kuruldu. GARI, MIL’den farklı olarak, İspanya’nın çıkarlarına darbe vurmak ve yoldaşlarının devam eden davalarının seyrini etkilemek ortak amacı ile Fransa ve Belçika’da faaliyet gösteren küçük otonom grupların koordine edilmesiyle oluşturulmuştu. Puig Antich ise Mart 1974’te idam edildi.
1974 yılında, Pinochet’nin Şili’de yaptığı darbenin ardından, Fransız Maoist militanların çekirdeğini oluşturduğu Uluslararası Tugaylar (BI) örgütü kuruldu. Küçük ama öncekilere göre çok daha iyi yapılandırılmış olan grup, üçüncü dünya ülkelerindeki devrimci hareketlerle dayanışma amacıyla diplomatik temsilcilere suikastler düzenliyordu. Eylemlerinden bazıları: 19 Aralık 1974’te, birkaç yıl önce Tupamaros hareketini bastıran Uruguay eski askeri istihbarat başkanına suikast düzenlediler; 11 Mayıs 1976’da ise sıra, daha önce Che Guevara’nın aranması ve infazında albay olarak görev almış olan Fransa’nın Bolivya büyükelçisine geldi. 2 Kasım 1976’da, Şah’ın gizli servisinin bir üyesi olduğu ortaya çıkan İran Büyükelçiliği’nin bir kültür ataşesine suikast girişiminde bulundular. Eylem, İran Halkın Mücahitleri Örgütü’nün suikasta kurban giden bir üyesine adanmıştır. Grup, liderinin intihar etmesinin ardından kendisini feshedecektir. BI çevresiyle birlikte gelişerek şekillenen NAPAP (Halkın Özgürlüğü için Silahlı Odaklar) 1976’da ortaya çıktı. İki grup arasındaki bağ çok yakındı ve NAPAP’ın bazı üyeleri BI’den gelmekteydi.Bununla birlikte, söylemleri artık tam olarak aynı değildi, çünkü BI oldukça klasik bir Maoist ve anti-emperyalist çizgiye sahip olsa da, mirasçıları o yıl Fransa’da gelişen Otonomi tezlerine yöneliyordu. 1977’nin sonunda yayınlanan stratejik beyanları, Otonomi içinde söylenenlerin çoğunu sentezlemesi açısından ilginçtir: Mayıs ’68 solunun eleştirisi (“Solculuk”, ’68’den bu yana her şeyden önce stratejik alanda alenen gözlenen bir başarısızlıktır), aynı dönemde İtalya’da meydana gelen olaylardan esinlenmeleri (“Öte yandan Alplerin diğer tarafında, aşırı sol kanatta stratejik öğretiler açısından zengin bir militan deneyimi gelişti”), öncü olarak kabul edilen silahlı mücadele biçimlerinin eleştirisi (“Açık olan şu ki; ne herhangi bir şey için savaşan bir partiyiz ne de yeni bir “Baader Çetesi”. “Uzman” savaşçıları modern Devlet aygıtına karşı tek başına ve intihar eğilimli bir mücadeleye götüren yabancı siyasi-askeri uygulamaların değerlendirmesini yaptık.) vb.
1977, sadece Fransa’daki otonom hareket için değil, aynı zamanda Batı Avrupa’daki silahlı mücadele için de çok önemli bir yıldı. İtalya’da bir öğrenci ayaklanması, Şubat ayından itibaren şiddet kullanımının kitlesel olarak kabul edildiği yarı isyancı bir harekete dönüştü. Örneğin gösterilerde, göstericiler ve polis arasında düzenli olarak silahlı çatışmalar yaşandı. Kızıl Tugaylar ya da Prima Linea[4] gibi iyi yapılandırılmış silahlı örgütler daha sonra yine silahlı mücadelede de yer alan sayısız küçük grupla birlikte faaliyetlerine devam etti. 1977 aynı zamanda, Batı Alman devletinin RAF’ın ikinci nesli ile yüzleştiği “Alman Sonbaharı” olarak adlandırılan yıldı. Bu ikinci nesil, birkaç yıldır hapiste tutulan ilk nesli serbest bırakmayı amaçlamaktaydı. Henüz yılın başlarında, Batı Almanya savcısı, şoförü ve ona eşlik eden bir adli memur öldürüldü; bunun yanı sıra Dresdner Bankası başkanı da başarısız bir kaçırma girişiminde sırasında öldürüldü. Ancak 5 Eylül’de, Batı Almanya’nın en etkili adamlarından biri, işverenler sendikası başkanı ve eski SS (Nazi Subayı), H.M. Schleyer kaçırıldı, şoförü ve ona eşlik eden üç polis kurulan pusuda öldürüldü. Devletin, tutsakların serbest bırakılmasına yönelik müzakerelerdeki isteksizliği üzerine Alman ve Filistinli militanlardan oluşan bir komando birliği, 13 Ekim’de bir uçağı kaçırdı. Operasyon, Alman güvenlik güçlerinin neredeyse tüm komando birliğini ortadan kaldırmasıyla 18 Ekim gecesi başarısızlıkla sonuçlandı ve aynı gece RAF’ın kurucu üyeleri olan 3 tutsak ölü bulundu, 1 kişi de yaralanmıştı. Devlete göre bu toplu bir intihardı, ancak RAF ve destekçileri tutsakların öldürüldüğünü öne sürüyordu. 1 gün sonra Schleyer’in infazı ile bu mücadelenin başarısızlığı tescillenmiş oldu.
Buna bağlı olarak NAPAP, dağılmadan önce söz konusu yıl içinde birkaç saldırı daha gerçekleştirdi. Bunlar arasında, birkaç yıl önce Maoist bir militanın ölümünden sorumlu olan bir fabrika nöbetçisinin infazı ve Adalet Bakanlığı’nın bombalanması eylemleri bulunuyordu. Burada örgütlü gruplar tarafından yürütülen silahlı eylemler üzerinde duruyoruz, ancak o dönemde isimsiz ve genellikle kısa ömürlü olan başka otonom gruplar tarafından gerçekleştirilen birçok eylem olduğu da bilinmelidir. Bu gruplar bazı dönemlerde geçici olarak koordine olmuş ve birlikte hareket etmişlerdir. 4 Mart 1978 gecesi Fransa’nın güneyinde meydana gelen 7 patlamadan sorumlu olan İşe Karşı Otonom Koordinasyonu veya 1 Mayıs 1979 gecesi Paris’teki 12 saldırının sorumluluğunu üstlenen Devrimci Eylemler Koordinasyonu, bunlara örnek olarak gösterilebilir. Birkaç yıl sonra “otonom hareketin içindeki siyasi-askeri koordinasyon” olarak adlandırılan koordinasyonlardan biri, AD üyeleri tarafından 1977 baharında oluşturuldu. GARI, BI ve NAPAP’tan gelen silahlı mücadele alanında deneyimli üyeler ve Mayıs 68’i yaşamamış gençleri bir araya getiren koordinasyonun eylemleri, gösteriler için yüzlerce molotof kokteyli hazırlamaktan, silahlı eylemler gerçekleştirmek amacıyla silah ve patlayıcı paylaşımına kadar uzanıyordu. En bilinen eylemi, 19 Kasım 1977 gecesi diğer hedeflerin yanı sıra nükleer endüstri ile ilişkili binaları da hedef alarak eşzamanlı olarak yaptıkları 23 saldırıdır. Yaklaşık iki yıl içinde, bu koordinasyon yaklaşık olarak 60 saldırı gerçekleştirdi.
Bununla birlikte, 1970’lerin son yıllarına militan (ve askeri) bir coşku damgasını vurmuş olsa bile, işyerinde yeniden yapılanmayı engelleyemeyen bir işçi hareketinin son gösterileri gibi görünüyorlardı. Yine de risk oldukça yüksekti, çünkü işçi hareketinin temeli ve dolayısıyla varoluşu tehdit altındaydı. Bu eğilimin belirtisi olan ve Fransa’daki silahlı mücadelenin gidişatını etkileyen başka bir mücadele de Lorraine’deki çelik işçilerinin mücadelesiydi. Fransa’nın doğusunda ve Belçika’nın güneyinde yer alan Lorraine, çelik yapımı ve madencilik alanlarında gelişmiş bir sanayi bölgesidir. 1970’lerde bölge, bilhassa rekabet gücünün eksikliği nedeniyle yeniden yapılanmadan oldukça etkilendi ve bu endüstrilerin bölgenin ekonomik temelini oluşturmasına ve sakinlerinin çoğunluğunun geçimini sağlamasına rağmen iş sayısı düştü. 1968 ile 1982 arasında, Lorraine çelik endüstrisindeki iş gücü yarı yarıya azaldı. Sonrasında bölge sakinleri, fabrika kapanmalarına karşı çok şiddetli bir mücadeleye girişecek ve bu mücadele, daha sonra bu koordinasyonun da katıldığı ve AD’nin oluşmasına yol açacak olan 23 Mart 1979 Paris gösterisinde doruk noktasına ulaşacaktı. Otonomist eylemciler ve Lorraine’den gelen işçiler arasındaki işbirliği, gösterinin oldukça şiddetli bir isyana dönüşmesine yol açtı. Eskiden beri düşünülen gerçek bir silahlı örgüt, yani Doğrudan Eylem’i yaratma fikri, bu gösterinin ardından, gerçekçi bir hal alacaktı.
Doğrudan Eylem’in ilk yılları
Ancak otonom grupların koordinasyonundan gerçek bir örgüte geçiş oy birliği ile alınan bir karar değildi ve koordinasyonun bir kısmı, militarist ve öncü bir inisiyatif olarak gördüğü bu geçişi reddediyordu; buradaki ikinci terim daha sonra kitle hareketlerini mücadelede kendi kendine yeten aktörler olarak gören “hareketçi” pozisyonlara karşı olumsuz bir anlamda kullanıldı. Ancak koordinasyonun bu kısmı silahlı mücadeleyi bırakmadı ve AD’nin kurulmasından sonra yine otonom gruplar ve koordinasyonlar dahilinde ayrı faaliyetler yürütmeye devam etti. AD’yi kuranlar için ise bu tarz bir geçiş, tüm güvenlik sorunlarıyla birlikte grup ve bireylerden oluşan gayri resmi bir ağdan bir “gerilla örgütü” ne örgütsel bir sıçrama yapmalarına izin veriyordu. AD’nin 1983 tarihinde yayınladığı bir yazı, otonom gruplar ve koordinasyonları “eylem kapasitesi ve militan üslerinin önemi açısından hareketin potansiyel anlamda en güçlü bileşenlerinden biri, ancak […] parçalı yapısı nedeniyle hızlı analizler yapması, her zaman strateji eksikliğinin kurbanı olmasına neden oluyor; çünkü her zaman yalnızca kısmi sorunlara bir yanıt olarak veya bu sorunlara yönelik baskı uygulamak amacıyla hareket ediyorlar,” şeklinde açıklamıştır.
AD dönemini üç evreye ayırabiliriz. İlki, 1979’daki kuruluşundan, 1981’de Fransa’da solun iktidara gelmesine kadar olan dönem. İkincisi, örgütün 1981-82 yıllarında yarı gizli bir şekilde faaliyet yürüttüğü dönem. Sonuncusu ise yasadışı ilan edildiği tarihten 1987’de son üyelerin tutuklanmasına kadar süren üçüncü dönem.
AD tarafından üstlenen ilk eylem, Paris’teki işverenler sendikası genel merkezinin 1 Mayıs 1979’da taranması olayıydı. Bu ilk dönemde, eylemler, daha önce Otonomun çeşitli bileşenleri tarafından gerçekleştirilen eylemlere nispeten benziyordu. Bunlar genellikle önemli sembolik hedeflere karşı yapılan silahlı propaganda eylemlerinden (Eylül 1979’da yabancı işçilerin kontrolünden sorumlu bir kurumun genel merkezine yapılan saldırı, Nisan 1980’de Ulaştırma Bakanlığı’na yapılan roketatar saldırısı) veya örgüte fon ve ekipman sağlamaya yönelik kamulaştırma eylemlerinden oluşuyordu (Paris belediye binasının Temmuz 1980’de yağmalanması, bir sanat eserinin çalınması ve yeniden satılması, çeşitli silahlı soygunlar). Bu eylemlerden sonra, yalnızca AD üyeleri değil, aynı zamanda genel olarak toplumsal hareketle birlikte dağılmaya başlayan otonom hareketi içindeki çok sayıda kişi de tutuklandı.
1981’deki dönüm noktası
1981’de Fransa’da başkanlık seçimi yapıldı ve Sosyalist Parti ile Komünist Parti’nin oluşturduğu koalisyon seçimi kazandı. Bu, onlarca yıl iktidarda kalan sağcı hükümetten sonra oldukça önemli bir olaydı. Mayıs ’68 isyanının mirasçısı olduğunu iddia eden bir sol koalisyonun iktidara gelmesi, Mayıs ’68 ile Fransa’da başlayan mücadele döngüsünün sonunu işaret ediyordu. AD, seçim kampanyası süresince ateşkes ilan ederek saldırılarını durdurdu. Solun zaferi ilan edildikten sonra, cezaevindeki üyeleri ve tutuklu NAPAP üyeleri altı ay içinde iki kez açlık grevine girdi ve kademeli olarak serbest bırakıldılar. Bu sırada, AD ve NAPAP üyeleri ve destek eylemlerine katılmak için Belçika’dan gelen ve daha sonra CCC’yi kuracak olan kişiler arasında bağlantılar kurulmuştu.
Burada, AD’nin, artık gizlenmek zorunda olmadığı, ancak grubu doğrudan bastırmakta tereddüt eden solcu bir hükümet tarafından tolere edildiği bir dönem olan ikinci evresi başlıyor. 10 ay gibi çok kısa bir süre içinde teknik olarak yasal bir silahlı örgüt haline geldi ve bu sayede bir yandan silahlı mücadeleyi sürdürürken diğer yandan açık hava eylemleri gerçekleştirebiliyordu. Bu dönemde, özellikle 1980 darbesinden sonra ülkelerinden kaçmak zorunda kalan Türkiyeli sürgünleri barındırmak ve bir halk merkezi kurmak amacıyla bazı binalar örgüt tarafından işgal edildi. Türkiyeli sürgünlerle birlikte, özellikle Şubat 1982’de faşist bir Türk örgütünün karargahına yapılan saldırı dahil olmak üzere bazı eylemler gerçekleştirildi ve aynı yılın Mart ayında MLSPB üyeleriyle birlikte İsrail Savunma Bakanlığı’nın bir binasına saldırı düzenlendi.
1980’lerin başında, Paris bölgesinde otonom hareketten yalnızca birkaç işgalci birim kalmıştı; 1970’lerin sonundaki otonom grupların çoğu ortadan kayboldu. Otonom hareketindeki düşüş, AD’nin birlikte çalıştığı çevredeki değişimle tutarlı bir şekilde ilerledi. Örgüt, hem Türkiyeli siyasi sığınmacılarla işbirliği yapmasıyla, hem de yabancı gruplarla, özellikle FARL (Lübnan Devrimci Silahlı Gruplar) ve Prima Linea’nın İtalyan eski üyeleri ile ortaklaşa yürütülen eylemlerle birlikte kendisini “uluslararası” bir konuma getirmişti. O zamanlar Paris, çok sayıda yabancı silahlı grubun merkeziydi. ASALA (Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu), FARL ve Filistinli gruplar şehirde birçok saldırı gerçekleştiriyordu.
Bununla birlikte bu zamanda örgüt üç farklı fraksiyona bölünmüştü: “Hareketçi” çoğunluk, daha özgürlükçüydü ve gizliliği eleştiriyordu; silahlı mücadelenin devam etmesini isteyen diğer iki fraksiyondan ilki Lyon kentinde konuşlanmış, Maoizme çok daha yakın ve daha sonra militan anti-semitizme yönelecekti ve diğeri ise Paris merkezliydi ve daha çok uluslararası mücadelelere yönelmişti. Ağustos 1982’de örgüt, devlet tarafından yasadışı ilan edildi. Hareketçi fraksiyon daha sonra örgütten ayrılarak silahlı mücadeleyi bıraktı. Lyon merkezli olan fraksiyon Affiche Rouge (Fransızca “Kızıl Afiş”) adı altında devam etti ancak bazı saldırıları AD adını kullanarak üstlendi. Hakkında konuşmaya devam edeceğimiz ve yine silahlı mücadeleyi sürdüren diğer fraksiyon “gerçek” AD’yi temsil ediyordu.
1983 yılında, tekrar gizliliğe bürünen AD militanları ile Belçika’daki yeni CCC arasında bir işbirliği kuruldu. Silahlar ve sahte belgeler değiş tokuş edildi, soygun ve yağmalar birlikte yapıldı (ayrıca RAF üyeleriyle de işbirliği yapıldı). AD üyelerinin Belçika’ya geçici olarak yerleşmesine neden olan bir tutuklama dalgasının ardından bu ilişki Fransa’da yeni lojistik üsler oluşturulana kadar 1984 yılı boyunca devam etti. Bununla birlikte, iki örgüt arasındaki işbirliği önemli siyasi farklılıklarla karşılaşıyordu: CCC oldukça ortodoks bir Marksizm’den geliyorken, AD ise, uluslararası Marksist-Leninist gruplarıyla giderek daha önemli hale gelen işbirliği nedeniyle veya sonucunda 1980’lerde Marksizm’e doğru bir dönüş gerçekleştirse bile, otonom hareketten geldiği için, Marksizm ve anarşizmi oldukça karışık bir şekilde harmanlıyordu.
NATO’ya ve kapitalist yeniden yapılanmaya karşı yapılan eylemler
CCC ve AD’nin 3. evresindeki deneyimlerine bakıldığında, iki ortak konu ortaya çıkıyor. İlki anti-emperyalizm, özellikle de NATO’nun Batı Avrupa’daki varlığına karşı yapılan muhalefet; ikincisi, işçi sınıfını gittikçe daha sert vuran ve devam eden yeniden yapılanma. CCC, çağın iki stratejik çelişkisinden bahsediyordu, biri “kriz” bağlamında proletarya ve burjuvaziye karşı çıkılması, diğeri “halk kitlelerinin emperyalist savaşı destekleyen eğilimine” karşı çıkılması. AD, bu iki çelişkiyi “uluslararası proletarya” ve “emperyalist burjuvaziye” karşı çıkan tek bir unsurdan bahsederek sentezleyecektir.
1970’lerin sonunda, diğer olayların yanı sıra, kıtanın her iki yakasına nükleer füzelerin yerleştirilmesi üzerine Avrupa’daki Batı ve Doğu blokları arasında yaşanan bir kriz vesilesiyle SSCB ile ABD arasındaki gerilim yeniden tırmandı. Bu, batı kesiminde NATO’nun gözetimi altında yeniden silahlanma programlarının başlatılmasına yol açtı. 1979’da NATO genel merkezinin bulunduğu Belçika’da, söz konusu yeniden silahlanma programları çerçevesinde planlanan 48 Amerikan nükleer füzesinin kurulması, halk arasında büyük bir protesto dalgasına ve savaş karşıtı hareketin yeniden canlanmasına neden oldu. 1981’de 200.000 kişi projeye hayır demek için sokaklara döküldü. 1983’teki protestoda ise bunun iki katı insan toplandı. O yıl gösteriler sadece Belçika ile sınırlı kalmadı: Batı Almanya’da 1,3 milyon kişi, Roma’da ise 600.000 kişi benzer projelere karşı yürüdü. Buna bağlı olarak NATO’nun yeniden silahlanma programlarından ilişkin duyulan endişeler yalnızca devrimci çevrelerle sınırlı kalmadı, tam tersine Batı Avrupa’daki nüfusun büyük bir bölümünü etkiledi. Belçika’daki nükleer füzelerin kurulumu, öncesinde Amerikan ordusu tarafından Belçika topraklarına zaten yerleştirilmiş olsa da parlamentoda çok rağbet görmeyen bir oylama sonucunda onaylandı.
Bu çerçevede CCC, anti-emperyalizme karşı iki kampanya yürüttü. İlki, 1984’ün sonunda “Anti-Emperyalist Ekim Kampanyası” adı altında başlatıldı. NATO tesisleri (kuleler, iletişim-veri/boru- hatları, telekomünikasyon merkezi) ve bu füzelerin yerleştirilmesinden yana olan siyasi partiler bu durumdan iki ay içinde etkilenecekti. Bu kampanya dahilinde yapılan en önemli eylem şüphesiz ki 11 Aralık 1984 gecesi Belçika’da bulunan NATO iletişim hattının 6 kilit noktasında patlayıcılarla yapılan sabotaj eylemiydi. İkinci kampanya, “Pierre Akkerman Kampanyası”[5], ise bir yıl sonra başlatıldı. Örgüt bu kez, savaş karşıtı hareketin reformist ve pasifist liderlerine de saldırmaya karar verdi. Kampanyanın sloganı “Burjuva militarizmiyle ve küçük burjuva pasifizmi ile mücadele et” idi. Bu kampanya sırasında CCC, 6 Aralık 1985 gecesinde 3 eşzamanlı saldırı ile hem Belçika hem de Fransa bulunan NATO iletişim hatlarına yeniden saldırdı. Bu, üyelerin çoğunluğunun tutuklanmasından önce CCC tarafından üstlenilen son eylemdi. Fransız hükümetinin başlangıçta yeniden silahlanma programına dahil olmayı reddetmesi, AD’nin Fransa’da “emperyalist” hedeflere yönelik daha fazla eylem gerçekleştirmesini engellemedi. Aslında, AD’nin 1982’den beri yaptığı saldırılarının neredeyse tamamı anti-emperyalist bir perspektifle yapılıyordu. Eylül 1983’te Fransız Donanması’na, Ağustos 1984’te Savunma Bakanlığı tesislerine, Ekim 1984’te silah şirketlerine yönelik saldırılar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu eylemler, Batı Avrupa Gerillaları Anti-Emperyalist Cephesi’nin 1985’teki oluşumunun profilini çiziyordu.
Yeniden yapılanma konusuna gelince, her iki ülke de yıllarca süren dikkate değer bir rekabet krizi yaşadı ve daha önce de söylediğimiz gibi, burjuvazi ve devlet, bu durumu düzeltmek için iş gücü maliyetinin yanı sıra yasal ve sendikal korumalara da saldırdı. Bunu, işçi sınıfının ve buna bağlı geleneksel örgütlerin bir dizi yenilgisiyle sonuçlanan, son derece sert bir toplumsal çatışma dalgası izledi. CCC ve AD, sadece bu yenilgiye dayanarak değil, işçi sınıfının önemli bir kısmının reformist sendikalara ve siyasi yapılara karşı duyduğu öfkenin doğrultusunda da hareket ediyordu. AD bu meseleye isyancı bir bakış açısıyla bakıyordu çünkü liberal reformlar yoluyla sürekli olarak yapılan saldırılar AD’ye göre kaçınılmaz bir kırılma noktasına doğru yöneliyordu. AD’nin kurucu üyesi olan Jann-Marc Rouillan, bu konu hakkında şöyle diyor: “O anda [1982 civarında] şunu düşünmeye başladık: Artık gerçekten büyük bir stratejiyi yürütecek gücümüz yok, mümkün olduğu kadar uzun süre dayanmaya çalışacağız çünkü neo-liberalizm o kadar yıkıcıydı ki, birkaç ay içinde yeni, üçüncü bir sosyal ayaklanma evresi [1968 and 1977’den sonra] başlayacağını ümit ediyorduk, buna inanmıştık ve bu konuda yanıldık”. Grup, bu perspektiften yola çıkarak, örneğin her ikisi de o sırada birçok liberal reformun sorumlusu olan, Fransa patronlar sendikası başkan yardımcısına Temmuz 86’da suikast girişiminde bulunmuş ve Kasım 87’de Renault şirketinin patronunu suikast düzenleyerek öldürmüştür. Bununla birlikte CCC, Ekim 1985’te, sloganı “Kapitalizme ve krizine karşı: iç savaş!” olan “Karl Marx Kampanyası” nı başlattı. Bu kampanya sonrasında bir enerji tröstünün genel merkezi, bir işverenler derneği ve birkaç banka bombalandı.
Anti-emperyalist cephe ve uzun süre devam eden devrimci savaş
AD ve CCC arasındaki bu siyasi farklılıklar, farklı stratejik önerilerle birlikte ortaya çıkmaya başlıyordu. Bu öneriler sadece içerikleri açısından değil, aynı zamanda kendi organizasyonları içinde nasıl ortaya çıktıkları açısından da farklılık gösteriyordu. AD, pratik ihtiyaçlardan, yani silahlı mücadeleyi daha iyi bir şekilde organize etmeye duyulan ihtiyaçtan dolayı ortaya çıktı ve kuruluşunun ilk yıllarında silahlı propagandasını teorileştirmedi. Bu dönemde gerçek anlamda hiçbir stratejik belge yayınlanmadı. 1982’deki bölünmeden sonra, daha küçük ama ideolojik olarak daha homojen olan grup gerçek bir stratejik düşünce geliştirdi. CCC, kuruluşundan önce bile ideolojik olarak oldukça homojen bir gruptu ve bu da başlangıçtan itibaren oluşturulmuş stratejik bir önerinin olduğunu gösteriyordu.
15 Ocak 1985’te, AD ve RAF’ın “Batı Avrupa Gerillaları Anti-Emperyalist Cephesi” nin kurulduğunu ilan eden ortak bir bildirgesi geniş çapta yayıldı: “Bugün emperyalist merkezlere yönelik özgün ve devrimci bir stratejiye dair yeni bir gelişim aşamasına geçmek hem gerekli ve hem de mümkündür ve bu nitelikli sıçramanın koşullarından biri, metropollerdeki proleter mücadelenin uluslararası örgütlenmesinin, onun siyasi-askeri çekirdeğinin, Batı Avrupa Gerillaları’nın oluşturulmasıdır”. Bu inisiyatif öyle birdenbire ortaya çıkmamıştı; AD, bir önceki yıl kampanyalarından birini zaten “Batı Avrupa Devrimcileri Birliği” olarak adlandırmıştı. RAF, ise 1982’de “Gerilla, Direniş ve Anti-Emperyalist Cephe” başlıklı bir yazıda böyle bir projeyi tartışmıştı. Anti-Emperyalist Cephe, basit anlamda RAF, AD ve bir dereceye kadar Kızıl Tugaylar – PCC[6] arasında bir ittifak olarak yorumlansa da, Portekiz’den Hollanda’ya tüm Avrupa’da eylem gerçekleştiren silahlı grupları bir araya getiriyordu.
Bu cephenin stratejik gerekçelendirmesi oldukça basitti: birkaç yıl önce varlığını tehdit eden bir krize giren ABD emperyalizmi, düşmanlarına, Doğu bloğuna ve özellikle de ulusal kurtuluş mücadelelerinin yaşandığı Üçüncü Dünya ülkelerine karşı giderek daha saldırgan bir politika benimsemek zorunda kalmıştı. Batı Avrupa da, ABD emperyalizminin NATO aracılığıyla dünya çapında yeniden konuşlandırılmasında merkezi bir unsur olarak görünmekteydi. Batı Avrupalı devrimciler için, emperyalizminin yarattığı savaş eğilimine karşılık vermek ve Üçüncü Dünya ülkelerindeki devrimci mücadelelerin galip gelmesini sağlamak için ABD emperyalizmini kendi ülkelerinde vurmak gerekiyordu. Anti-emperyalist cephe, kıtanın batı kesiminde bulunan tüm anti-emperyalist grupların saldırı gücünü artırmanın ve böylece emperyalizme karşı kazanılacak her türlü zaferi kolaylaştırmanın bir aracı olarak ortaya çıkıyordu.
Bu anti-emperyalist cephe, AD için RAF ile önemli bir işbirliği kurulması anlamına geliyordu ve bu da çeşitli eylemlerle sonuçlanmıştı: Savunma Bakanlığı’nda görevli, yurt dışına silah satışından sorumlu ve Fransa’nın NATO temsilcisi olan bir generalin, cephenin kuruluş beyanından 10 gün sonra öldürülmesi; aynı yıl 27 Nisan’da Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) genel merkezine düzenlenen saldırı ve en önemli iki Fransız silah şirketine yapılan sabotaj eylemleri; 26 Haziran’da başka bir Fransız generaline yapılan suikast girişimi. 8 Ağustos’ta RAF-AD işbirliği ile oluşturulan bir komando birliği tarafından 3 askerin öldürüldüğü Almanya’nın Frankfurt kentindeki Amerikan hava üssüne yapılan saldırı.
AD veya RAF’ın bu anti-emperyalist cephe kapsamında gerçekleştirebildiği eylemler bazı durumlarda oldukça etkileyici ve sembolik olsa da, bu cephenin sadece yapamayacağı için değil, istemediği için de silahlı mücadelenin ötesinde var olamayacağı gerçeği hala duruyordu. Bu durum, FRAP’nin (Proleter Eylemler Devrimci Cephesi) kısa süreli varlığıyla net bir şekilde gösterilmişti. Belçika’da faaliyet gösteren ve anti-emperyalist cephenin bir üyesi olan grup, dağıtılmadan önce 1985 baharında silah şirketlerine ve NATO Parlamenterler Meclisi’ne karşı yalnızca üç eylem gerçekleştirdi. Polis baskınları, FRAP’nin lojistik üslerinin, AD’nin 1984’te CCC’nin yardımıyla oluşturduğu üslerden ibaret olduğunu gösterecekti. FRAP’nin oluşturulma nedeni, CCC’nin anti-emperyalist cepheye katılmayı reddetmesiydi. O zamanlar AD, Belçika’da bu yapay grubu herhangi bir kurum veya önceden siyasi çalışma olmaksızın, bu projenin orada bir yankı bulduğu izlenimini vermek için yaratmıştı. Bu olayı, AD’de ve cephenin belirli eylemlerinde bulduğumuz militarist ve öznelci bir sapmanın belirtisi olarak görüyoruz. Burada, pratikte, halkın politik ve ideolojik düzeyine aykırı ve halkın tanıyamayacağı veya sahiplenemeyeceği bir şiddet düzeyiyle; teoride ise kendi kendine yeterli olarak tanımlanan silahlı bir eylemle karakterize edilen bir sapmadan söz ediyoruz.
Yukarıda bahsedilen unsurların ötesinde cepheci strateji, devrimci mücadeleyi uygulandığı ülkelerdeki sınıf mücadelesinden ayrılmış basit bir Üçüncü Dünya dayanışmasına indirgediği için düzenli olarak eleştirilmekteydi. Aynı zamanda, devrimin aracını, yani partiyi göz ardı ettiği için eleştiriliyordu. CCC, bazı durumlarda Marksist-Leninist ilkelerine olan ortodoks bağlılıklarının bir sonucu olsa bile, cepheci stratejiye en çok eleştiri sunan gruplar arasındaydı. Kendilerini eleştiriyle sınırlamayan CCC, varlığını sürdürdüğü zaman içinde ve aynı zamanda bir kez de hapishanede, “Uzun Süreli Devrimci Savaş” (PRW) adını verdikleri kendi stratejik önerilerini geliştirdi.
Uzun süreli bir devrimci savaş fikri, önce Çin Komünist Partisi ve ardından dünyadaki diğer ulusal kurtuluş hareketleri tarafından geliştirilen Uzun Süreli Halk Savaşı (PPW) stratejisinin değerlendirilmesiyle ortaya çıktı. Gelişmemiş birçok ülkede zafer kazandırmış olsa da bunu Avrupa bağlamında coğrafi (erişilmez dağlar veya geçilmez ormanların olmadığı, sadece gerillaların hareket edebileceği kentsel ormanların bulunduğu) ve sosyal (köylüler yerine sosyolojik olarak baskın bir proletaryanın bulunması ve feodal bir rejim yerine liberal demokrasinin olması) açıdan uygulamak imkansızdı. PRW daha sonra gerilla ve isyancı stratejileri harmanladı; ilk önceki işlevi iktidarı ele geçirmek değil, daha çok sonrasında iktidarı ele geçirmek amacı olan isyancı karakterdeki ikinci aşamayı başarabilmek için gereken gücü biriktirmek olan bir gerilla aşamasını öneriyordu. Şehir gerilla savaşının ilk aşaması, 3 farklı evreden oluşuyordu: katı bir askeri hedefi olmayan daha çok siyasi ve ideolojik hedeflerin olduğu bir silahlı propaganda evresi; düşman gücünün askeri baskı altında tutulduğu ve partinin geliştirildiği ve kentsel ve endüstriyel yoğunlaşmalarda gizli ağların kurulduğu (PPW’nin teorisindeki kurtarılmış bölgelerin yerini almıştır) bir taciz evresi ve nihayet iktidarın toplumsal alandan çekildiği bir kuşatma evresi. Bu son evrenin zorluğu, öngörülemeyen bir devrimci krizin ortaya çıkışını ve ayaklanmanın patlak vermesini (ikinci ve son evre) beklerken inisiyatifi sürdürmeye çalışmaktı. Elbette CCC’nin kısa süreli varlığı, grubun silahlı propaganda düzeyini geçemediğini gösteriyor.
Tutuklamalar ve hapis
Polisle kedi ve fare oyununa indirgenmiş gibi görünen bir savaşta, AD ve CCC üyeleri bir şekilde tutuklanacaktı. Aralık 1985’te CCC üyelerinin çoğu tutuklandı. 21 Şubat 1987’de, yıllar önceki bir dizi tutuklamadan sonra, AD’nin çekirdek grubunun son üyeleri de tutuklandı. AD’nin 8 yıllık ömrü boyunca herhangi bir sosyal taban yaratamaması ve CCC’nin bunu yapacak zamanı bulamaması, yani kendi RPW planında ileriye gidememesi, iki örgütün sosyal izolasyonu anlamına geliyordu ve bu durum baskı ile tasfiye edilmelerinde büyük rol oynadı. Daha sonra adalet, bu mücadele döngüsünden doğan son savaşçı unsurlar gibi görünenlere karşı çok sert davranacaktı. CCC tutsakları duruşmalarının ardından ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. AD’nin çekirdek kadrosu da ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Tutukluluk yıllarına tecrit ve açlık grevleri damgasını vuracak ve burada Fransa ve Belçika’daki devrimci silahlı mücadele serüveni sona erecekti.
Sonuç
Yenilgilerinin ötesinde CCC ve AD’nin deneyimlerinden ne öğrenebiliriz? 1960’ların sonunda başlayan ve bir an için devrim perspektifini mümkün kılan mücadele döngüsünün başarısızlığını kabul etmeyi reddeden bireyleri bir araya getirdiler. Bu erkek ve kadınlar, sadece Fransa ve Belçika’da değil, tüm Batı Avrupa’da, oldukça çeşitli sonuçları olan bir kumar oynadılar. Son derece karşı-devrimci bir döneme rağmen devrimci konumlarını sürdürmeyi başarmış olmaları saygı duyulacak bir durumken, Batı Avrupa’daki riskli silahlı mücadele girişiminin başarısızlığa uğradığı ve o zamandan beri dünyanın bu bölgesindeki silahlı mücadele olgusunun çok marjinal olduğunun kanıtlandığı gerçeği de hala ortada duruyor. Ayrıca, bugünkü koşullar artık aynı değil; Berlin Duvarı ile birlikte işçi hareketi de çöktü. Bu nedenle Batı Avrupa’da silahlı mücadelenin seleflerimizle aynı formda geri döneceğini tasavvur etmek artık mümkün değil. Peki öyleyse bu tarihsel inceleme bize ne sunuyor? Artık var olmadıklarını görmek isteyen iktidarın sürekli saldırısı altında olan devrimcilerin anısını yaşatıyor. Devrimci hareketin tarihi, tarihindeki tüm yenilgilerin üstündeyse, geçmişteki devrimci olayların belleği, devrime yönelik tepkilerin hegemonyasının olduğu ve devrim ufkunun algılanmasının zorlaştığı bir zamanda en değerli kazanımlardan birini oluşturuyor.
[1] Bu olaya daha sonra tekrar değineceğiz.
[2] Örneğin Fransa’da, bunlar çoğunlukla eski Fransız kolonilerinden gelen göçmenlerden oluşan “özel işçilerdi” (başka bir deyişle “OS”, fabrika hiyerarşisindeki en düşük statülerden biri) . İtalya’da, ülkenin güneyindeki kırsal alanlardan kuzeydeki sanayi merkezlerine göç eden genç erkek işçilerdir.
[3] Proleter Sol, 68 Mayıs’tan kısa bir süre sonra ortaya çıkan ve Kasım 1973’te kendini fesheden Fransız Maoist bir örgüttür. Örgüt, Marksist-Leninist bir çizgide olmasına rağmen, otorite karşıtı isyan fikrine büyük önem veriyordu; bununla birlikte Fransa’da o dönemde silahlı mücadele veren ilk örgüttü.
[4] Prima Linea1976 ile 1983 yılları arasında İtalya’da faaliyet gösteren silahlı bir örgüttü. O dönemde, Kızıl Tugaylar’dan sonra insan gücü açısından en önemli ikinci silahlı örgüttü. Prima Linea yine de otonom harekete tam bağlılığı ile ikincisinden ayrılıyordu.
[5] Pierre Akkerman, İspanya iç savaşı sırasında savaşan ve ölen Belçikalı bir komünistti.
[6] Komünist Savaşçı Parti’nin kuruluşu için Kızıl Tugaylar, 1981’den sonra Kızıl Tugaylar’dan ayrıldı.