“Geçmiş zaman da gelecek zaman da
Bilince izin vermez pek.
Bilinçli olmak zamanda olmamaktır
Ama gül bahçesindeki an,
Çardağa yağmurun bastırdığı an,
içinden rüzgar geçen kiliseyi sisin bürüdüğü an
Ancak zaman içinde hatırlanabilir;
geçmiş ve gelecekle.
Zaman ancak zamanla fethedilebilir.”
(T. S. Eliot, Burnt Norton)
Örgütsel anektodlara dair notlar
1848 Fransa Devrimi’nde işçilerin devrimci gazetelerinden biri, Le Tocsin des Travailleurs, “apolitik” görünen bir metin yayınlar. Bu, patronu ve o yerin mülk sahibi için bir odaya parke döşemekte olan marangoz işçisinin bir gününün betimlemesidir.
“Sanki evindeymiş gibi, parke döşediği odayı bitirinceye kadar, bulunduğu yerin keyfini çıkarır; eğer pencere bahçeye açılıyorsa veya göz alıcı bir ufka bakıyorsa, bir an kollarını iki yana ayırıp komşu konutların sahiplerinden daha fazla tadını çıkarabilmek için ferah manzarayı seyrederek düşüncelere dalar…”
Kol emeğinin zorunluluğuna itaat etmek ile bakışın özgürlüğüne sahip olmak arasındaki karşıtlıkları irdelemeye çalışan bu “apolitik” metnin, devrimin baharında bir işçi gazetesinde yayınlanması tesadüf değildir. Çalışma şartları, sınıf bilinci gibi şeyler beklediğimiz yerde, bir benzerlik hissi ve özgürlüğün (klasik tabiriyle sınıf bilincine içkin ya da onun tezahürü) ispatının betimlemesinin karşımıza çıkması tesadüf değildir. Betimlenen şey, aslında toplumsal ilişkilerin alt-üst olma durumunun minimal bir örneğidir. Her ne kadar “minimal” de olsa, dozajı ne ölçüde olursa olsun, bilince dair olan bu mesele göründüğünden çok daha ciddi bir olaydır. Bu “basit” boş zamanın anlatımında bir hayalet uyumaktadır; o da başka bir şeye adanabilecek bir beden edinebilme arzusudur. Bu betimleme, kurulu boyun eğdirme yapısının dışına çıkılabilirliğin bir göstergesidir. İsyan hareketinin tezahürüdür, zerresidir.
Aslında bir anlamda, bu betimlemedeki anlatım, bizi görmek, yapmak ve konuşmak arasında kurulu bağları yeniden formüle etmeye yöneltir. Bu yöneltme, mekanın ve zamanın, emeğin ve boş zamanın paylaşımının, şimdi ve burada yeniden yapılandırılmasıdır. Zamanın tam merkezinde gerçekleşen bu kırılmayı anlamak, indirgenemez mesafeyi indirgemeye çalışarak sonu gelmez bir iş ile egemenliğini pekiştirmektense, benzerlik ve özgürlüğün içerimlerini geliştirmek demektir.
İçerimlerin geliştirilmesi, içerim anlatımlarının doktriner ya da ütopik biçimlerinin aşılanma sürecini anlatmaz. Doktriner iletiler bu noktada geçersizdirler. İçerimler “ittirerek” gelişmezler. Diğer yandan, pratik değişimin temellerini içermeyen her kuramsal gelişim uygulamada ütopik olma niteliğine sahip olacaktır. Bu yönde hamleler, kapatılması zor mesafeler yaratacaktır. Bu anlamıyla da zaten hali hazırda devrimciler ile işçiler arasında kapatılması gereken bir mesafe yoktur. Ve dışarıdan bilinç gibi bağlamından koparılmış söylemler, bunu oluşturma noktasında yapılan tarihsel hatayı meşrulaştırmayacaktır. Eğer kapatılması gereken bir mesafe varsa, o da “devrimci” ile “devrimcilik” arasındaki mesafeden başka bir şey değildir. Altı çizilmesi gereken yer, sınırların belirsizleşmesidir. Disiplinler arası sınırların, söylem düzeyleri arasındaki hiyerarşilerin belirsizleştirilmesi gerekir. Bunu oluşturma meselesindeki aralıkta; bir taraftan olguların anlatımı, öbür taraftan tarihin aklını veya ardındaki saklı “ hakikati” keşfeden felsefi ya da bilimsel açıklama diye bir şey yoktur. Olgular ve anlatımları diye farklı ve ayrı şeyler yoktur. Geçilmesi gereken sınırlar, belirsizleştirilmeyi bekleyen rol dağılımları vardır.
Bütünlük bilinci
“Denilebilirki hiçbir gerçek hareket birdenbire bütünlüğünün bilincine varmaz, tersine sonraki deneyimler ile, yani olayların ve bunların hiçbirinin (sözcüğün alışılmamış anlamıyla) doğal olmadığını, yalnızca bazı koşullar olduğundan böyle olduğunun ve bu koşulların ortadan kalkmasının sonuçsuz olamayacağının farkına vararak, (kendi) bütünlüğünün bilincine sahip olur. Böylece hareket olgunlaşır. <Ortak yaşam> keyfi olma niteliğini yitirir. Belirli sonuçları elde etmek amacıyla gerekli öncülleri yaratması ve bunların yaratılmasında tüm gücünü kullanması anlamında gerçekten bağımsız olur.” (Antonio Gramsci, 1933)
Eğer ki her hareketin, kendi ölçülerince belirlediği ortak amaç doğrultusunda kurulduğu ve o yönde ilerlemeyi esas aldığı varsayımından hareket edersek, bu varsayımla hareket içerisinde, halihazırda bu amacın ortak bilincinin de belirli ölçüde var olduğunu iyiden iyiye kabul etmiş oluruz. Bunun ön kabulünü göz önünde bulundurduğumuzda karışımıza çıkan şey, hareketin bütünlüğünün, bağımsızlığının, keyfiliğinin ve tüm gücünü kullanmasının aslen ne anlama geldiği, neye tekabül ettiği sorusudur. Bu kavramlar neyi işaret ediyor olabilir diye düşünmek gerekir.
Feuerbachcı din eleştirisinden Marx’ın yabancılaşmasına, oradan Debordcu gösteri eleştirisine kadar geçen süreçte, yabancılık ve gösteri gibi kavramların işaret ettiği bir gerçeklik vardır. Bu gerçeklik örgüt düzleminde kendini çeşitli biçimlerle ortaya çıkartır. Bu durum, dışsallık, nesneleşme ya da en genel anlamıyla yine yabancılık gibi bir çok kavramsal tezahürle ortaya çıkabilir. Elbette bir çok farklı biçim ve gelişme evresinden bahsedebiliriz. Fakat genelde sorunun kaynağı şu soruda yatar: Sistemde ve toplumda bulunan bu olgu nasıl olur da örgütte yaşanmaz. Ya da örgütsel işleyiş sistemi bunu aşabilir mi, sorusudur. Ancak sistemin her alandaki hakimiyetinin yerle bir olmasıyla, yabancılaşmanın ortadan kalkmasından söz edebiliyorsak eğer; o zaman mevcut koşullarda, yabancılık (Gramsci’nin de kullandığı gibi sözcüğün alışılmamış anlamıyla) “doğal”dır. Fakat gerçek anlamıyla kişide ve toplumda yıkıcı sonuçlar doğurması anlamıyla, tezahür ve etkilerinin farkında olmak önemli. Fakat kimileri yabancılaşmanın kaynağının “kötü kişiler” olduğu yanılgısından beslenerek, sorunun ve çözümün kişilerde olduğunu sandı. Kaba bir bakışla bu çok da yanlış değildi, çünkü gerçekten de yabancılaşmanın en görünür olduğu yer, kişilikte somutlandığı yerdi. Diyalektik materyalizm, aksi bir bakış ile kişileri ve olayları yaratan maddi zemin ile ilgilenmeyi esas alır. Yabancılaşmanın yarattığı sorunları çözmenin yolu, kişilere kinlenmek ya da onları hedef almak değildir. Ortak amaç ile maddi zeminini hedef almaktır.
Bu aynı zamanda, öznele sıkışmış bir öznel kavrayışın da reddidir. Gerçekten de bu maddi zemin üzerine yoğunlaşan insanlar geçmişte iki şeyi fark ettiler. Birincisi komünal ilişkiler hakim olmadıkça bu durum kendini üretmeye durmaksızın devam edecekti. Örgütte ise, özellikle bir savaş örgütünde bunu inşa etmek çoğu zaman olanaksızdı. Olanaklı olduğu zamanlar ise oldukça zordu. İkinci meselede ise, bu duruma karşı savaşılmalıydı. Asla teslim olunmamalıydı. Bunun için belirli silahları kullanmak esas alındı. Fakat yine de sadece bu yöntemlere sıkıştıran bir şekilde değil, ortak yaşamın her alanında bu etkiyi kırmayı hedeflemek amaç haline getirilmeliydi. Eleştiri, platform, kültür vb… ve bunlar bir noktada etkili kullanıldığında gerçekten de sonuç veriyorlardı.Fakat kısa vadeli sonuç tek başına yeterli olmayacaktır. Sistem algısı ve mekanizmalarının egemenliğinde bu durum kendini üretmeye devam edecektir. Bunun içinse kimileri komünalizm, kimileri komün gücü gibi isimler ile sistemin kendi algılar yönetimine kaynağından savaş açmayı hedeflediler. Bu iki yönlü savaşım birbirini tamamlamayı esas alır.
Kendi koşulları içerisinde “doğal” olan bir şeyi çözmek için, kaynağından bir müdahaleyi esas alarak onun koşullarını ortadan kaldırmaya çalışırsınız. Bu komün gücüdür. Sistem ilişkilerini yerle bir ederek komünal ilişkileri egemen kılmanın zeminidir. Fakat bunun oluşmadığı koşullarda, ortaya çıkan duruma “doğal” bir gözle bakıp ona teslim olamayız. Örgüt içerisinde onun varlığını kabul edemeyiz. Yani örgüt içerisinde sistem içi ilişkiler mevcut, (bireycilik, grupçuluk, dedikodu kültürü, kariyerizm ve daha bir çokları…) fakat tek yol komünal ilişkileri tesis etmektir, dolayısıyla insanlar mevcut düşünüş biçimlerinden yola çıkarak kafalarında yanlış soyutlamalar kurabilirler ve biz de buna hiçbir şey diyemeyiz, yaklaşımı teslimiyetçi bir yaklaşımdır. Komün, komün ilişkileri yönelimini iddia etmek, tam teşekküllü uygulamanın garantisi hiçbir zaman olamayacağı gibi, aynı zamanda uzun vadeli bir süreci ifade eder. Bu uzun vadeli süreç kadro için olayları akışına bırakmak ya da kendiliğindenci davranmak anlamına gelirse sonuç yine teslimiyete götürecektir. Her ne olursa olsun, kesintisiz mücadele esas alınmalıdır. Ve bu sürecin en büyük dayanağı teslimiyet değil, sınıf savaşımının örgüt içerisindeki yansıması olan bu sorunla devrimci yöntemlerle savaşmaktır. İşte bu anlamıyla devrimci savaş örgütü olmak, sadece dışarı karşı savaşmak değildir. Aynı zamanda içerideki savaşı da yürütebilmektir.
Kimileriyse iç savaştan önüne gelene ajan yaftası takmayı ya da kişilerde buldukları eksiklikleri koyunlara yapılan damgalama yöntemi misali yoldaşlarını çoğu zaman damgalamayı anladılar. Bu çobanlar, kayıtsız şartsız yabancılaşmadan en yüksek düzeyde etkilenenlerdir. Öyle ki kendi sistem içi algılarını her düzeyde “devrimcilik” adı altında uygulamayı esas aldılar. Bu yaklaşım, örgüt içerisinde doğallaşırsa eline her sopa alan bir süre sonra kendini çoban, etrafındakileri de sürü sanacaktır. Kim olursa olsun, maddi zemin var oldukça sonuç değişmeyecektir. Bunun çözüm yöntemlerine ilişkin geçmişte ve şimdi de birçok tahmin yapıldı/yapılıyor, öneri ortaya atıldı/atılıyor. Bazıları sadece pratik yöntemlerle elde edilecek başarının bu sorunları çözeceğini düşündü. Ancak bu, en nihayetinde çelişkinin sadece daha fazla derinleşmesine yol açtı. Çözüm parametresi icra etmektir. Öte yandan icra anlayışı sadece dar anlamda icra etmek olarak anlaşılmamalıdır. Örgütü sadece pratik yapan bir şey olarak düşündüğümüz anda, şöyle bir yanılgıya düşeriz: Zaten bu işin teorisini yapan çok, akademisyenler var vb. vs… Biz pratik yapalım, işimiz bu. Oysa ki örgüt, mücadelenin öncüsüdür dediğimizde, söylediğimiz şey, mücadelenin sadece bir parçasında değil bütünüyle öncü olma iddiasıdır. Öbür türlü, soyutlamaları somut gerçekliklerinden ayırdığımız anda diyalektik bağı da göbekten kesmiş oluruz. Bunu bu şekilde kavramak gerekir. Bütünlüklü öncülük, her alanda öncülük yönelimine işaret eder. İcra da her alanda icradır. Gelişimdir, ilerlemedir, harekettir, fikirdir, öznedir. Diğer yandan yabancılaşmanın, sistem içi ilişkilerin sonucu olarak örgüt içerisinde tezahür eden her şeyin, maddi zemininin ortadan kaldırılmasından bahsediyorsak eğer, sadece yıkma eyleminden bahsetmek ya da buraya yönelmek yetersiz olacaktır. Yıkma eylemine anlamını veren ve hatta zaman zaman sonucunu belirleyen şey; bu eylemi gerçekleştirirken yerine koymayı amaçladığın şeyle kurduğun bağdır. Bu bağ, zamanla bir bilinç biçimi oluşturursa, hareketin icrası buradan örgütlenirse, işte o zaman bütünlüğe giden yolda ilerlemek de mümkün olacaktır.
Karşıda durmak
Bir şey’i nasıl tanımlayacağımız, hangi anlamı biçeceğimiz meselesinde belirleyici olan şey, o şeyin işleviyle birlikte etkisi ve etkilenmesi ile ilgiliyse eğer; o zaman, bu meselede başat faktör olan şey, konumdur. Yani tanımların ve anlamların belirlenmesindeki en önemli unsur konumdur. Bir devrimci için veya devrimci örgüt için de durum çok farklı değildir. Tabii burada bahsettiğimiz konum, en genel anlamıyla anlaşılan mertebe ya da unvan değil. Mevzu bahis olan, belirlenmişlikler çevresinde duran karşılıklar ile ilgili. Herhangi bir kişi şoför koltuğuna oturur ve arabayı kullanırsa o kişi sürücüdür. Birisi bir markete girer ve bir şey almak isterse o kişi (almasına gerek yok, almaya teşebbüs dahi yeterli) müşteridir. İnsanlar birbirlerine bakarken önce kişilerin konumlarına bakarlar. Bilimlerde de bu böyledir. Elbette arabayı kullanan herkes şoför olamaz denir; şoför dediğin arabayı şöyle iyi kullanabilmeli, yolları bilmeli virajlar şöyle dönmeli vs… diye anlatılır. Bu şartları yerine getiremeyen şoför sayılmaz, denir. Elbette ki bu yaklaşımın da devrimcilikte bir karşılığı mevcut. Ama bu, daha çok insanların kafasından geçenler ve ön kabulleriyle ilgili. Biz ise yazının devamında kişilerin kurgularından çok, gerçekliğin alanına giren bir yerden konum meselesine değinmeyi esas alacağız.
Konumlanan kişi için belki bulunduğu konum, sadece onun iddia ettiği ve kimsenin görmediği bir imge hissi verebilir. Ama sadece başlangıçta. Bulunulan konumda ısrarla birlikte, bu cüretli duruş gözden kolayca kaçabilecek bir şey olmayacaktır. Burjuvazinin ve sistemin tam karşısında, egemenliğin bütün o kabullerine karşı dik bir karşı duruş oluşturmak, dünyanın teorik olarak yanlış ama pratikte gerçek olan işleyişine kafa tutmak, kolayca gözden kaçırılabilinecek bir konum değildir. Ama asıl mesele devrimciliğin (iddiasının dahi) kendinden gerçekliğin alanına giren bir konuma sahip olduğudur. İsteyerek ya da istemeyerek. Bu iddia “kendinde gerçekliğin” konumu demektir. Egemenlerin karşısında konumlanmak demektir. Konum alındıktan sonra, ok yaydan çıkar. Nesnel gerçeklik artık o yönde akmaya başlar. Gerçeklik de muamelesini buna göre yapar. İddia ne kadar konum kazanırsa, gerçeklik o ölçüde nüfuz eder. Devrimcilik ne kadar özgürlük gücü ve komün gücüyle ilgiliyse, o kadar da bu anlamda kullanılan “konum” kavramıyla ilgilidir. Konumu korumadıkça özgürleşmenin olanakları da ortadan kalkacaktır. Burada konumu korumaktan kastımız, muhafazakar bir korumacılık değil, özgün kavrayışların dinamizminde gelişen devrimcilik anlayışının ve gerekliliklerinin süreklilik içinde korunmasıdır, yenilenmesidir, zuhur etmesidir. Konumlanmanın buradaki bir diğer karşılığı ise, karşıt gücün mevcut konumlanışı bertaraf etmek için kullandığı güce karşı uygulanan pratiğin kuramı olarak ortaya çıkar. Özgürlük gücü, bununla bütünleşerek kendini var eder. Tam da bu yüzden; icra anlayışı başta askeri alan olmak üzere, şu ilkeyi son derece dikkate alır: Bir şey gereklilik ise zorunluluktur, gereksizse sakıncalıdır. Şimdi, bu ya da bu gibi söylemleri ifade edince, özgürlük gücüyle çeliştiğini söyleyen bir yaklaşım ortaya çıkabiliyor. Ya da örgüte göre iş değil, işe göre örgüt dendiğinde, bunu farklı anlayanlar olabiliyor. Özgürlüğün bakışıyla çelişiyor gibi gösteriliyor. İşin bu kısmı gerçekten çok önemli bi konu. Dikkatle tartışmak gerekir. Çünkü eğer, özgürleşmenin bir altyapısı ve temel dayanağı var ise, o da icra anlayışıdır. İcra derken, katı disiplin ilişkileri içerisinde kast bir anlayıştan mı bahsettik? Hayır. İcra derken, özgürlük anlayışının uygulanma zemininin yaratılmasından bahsettik. Bunu uygulamaktan bahsettik. Fakat bunu uygulamanın zemini, devrimci eylemdir dedik. Bu ikisinin bütünlüğü olmadan her ikisi de mümkün olmayacaktır.
İcra, yabancılaşmanın ortadan kalkma zemininin tek yoludur, önermesine ezberci bir anlayış karşı çıkıyor. Bu anlayış diyor ki, yıllar boyu örgütler bunu denediler ama pratik, sorunu sadece daha da derinleştirdi. Bu anlayışın anlamak istemediği şey, icranın özgürleşmenin zemini olmasıdır. İcra anlayışı, sadece eylem pratiği olarak açıklanamaz. İcra anlayışı, örgüt içinde komün gücüne yönelik faaliyetlerden tutun yoldaşlığın örgütlendiği en küçük faaliyete kadar, her alanda hakim olması gereken olgudur. İcra anlayışı pratik değildir. Teori ile pratiğin arasındaki etkileşimdir, praksisdir. İcra anlayışı bu diyalektiğin kavranılması ve uygulanması zeminidir. Israrla, uzun zamandır şu soruları sorduk: Örgüt anlayışı özgürlük anlayışına ket mi vurur? Bu ikisi birbirinin zıttı mıdır? Cevap açık ve nettir: Devrimci örgüt, zaten aslen bu ikisinin bütünleşmesinin zeminidir. Devrimci örgütü, bütün diğer yapılanma tarzlarından ayıran esas etmen budur. Oysa ki ayrıştırmacı bir bakış, ısrarla bu ikisini zıt göstermekte diretiyor. Elbette sen eğer bu ikisininin ayrı olduğu bir algı yaratırsan ondan sonra örgüte dair olan meselelerin hepsi, özgürlük anlayışına da komün gücü anlayışına da aykırı gibi görünecektir. Oysa aşılması gereken sınırlar, belirsizleştirilmeyi bekleyen rol dağılımları vardır. Kadrolaşma ancak bu bakışın ürünü olabilir. Fakat kimileri meselenin esasını, temelini tartışmayı reddediyor.
Çıkar yolu çıkmazda beklemek
Sorunların çıkar yolu nedir? Mutabakat alanını yapılandırarak örgütü inşa etme süreci içerisinden, aynı zamanda devrimci örgüt gerekliliklerine yönelmektir. Yani inşa aşaması, aynı zamanda doğrudan devrimci eylemi yarattığı oranda başarılıdır. Bütünlüklü inşanın yolu bu ise eğer, o zaman inşa esnasında hareketsizlik ne anlama gelebilir? Çıkar yolu, çıkmazda aramaktır!
Devrimci savaşım dayatmayla olabilecek bir mesele değildir. Zorlama işi değildir. Gücünü bireyselliklerden ya da bireyselliğinden alamazsın. Gücünü sadece, arkamda şunlar var, diye düşünerek de alamazsın. Gücünü en temelde öz gücünden almazsan, geri kalan her şey bir süre sonra işlevsizleşir. Mesafeden bahsettiğimizde, neden konumlar hiyerarşisiyle ilgili değildir? Çünkü insanda da örgütte de toplumda da durum aynıdır. İnsan, gücünün temelini öz gücünden almazsa, kavgasını en nihayetinde oradan doğru kurmazsa, ürettiği enerjinin kaynağı belirli bilinç biçimlerinin özgün kavrayışından doğru ve doğrudan öz gücüne dayanan bir yerden çıkmazsa; hep kaynağını aldığı başka meselelerden beslenecek ve onlara bir yerde bağımlı olacaktır. Oysa insan, öz gücüne bağımlı olamaz. Ancak bağlı olabilir. Tabii burada bahsettiğimiz öz güç meselesi, idealist bir iradecilik değildir. Öznel, subjektif yönelimlerin yanıltıcı tespitlerinden bahsetmiyoruz. İrade ve idealin, akıl ve bilginin kılavuzluk ettiği eylem ışığında, gerçeğin alanına demir attığımız kömünarlıktan bahsediyoruz. Örgüt de kendi öz gücüne dayanarak hareketlerini geliştirmezse, politikasının kaynağı burası olmazsa, devrimci misyonunu karşılayamaz. Bu anlamda öz gücü, kendi kadrolarıdır. Kendi politikaları, kendi eylem gücüdür. Örgütlenmesi ve kendi çekim gücüdür. Bu böyle olmazsa, toplumsallaşması da mümkün olmaz. Ha keza bir toplumsal hareket (mesela bir ayaklanma, isyan) için de aynı şey geçerlidir. Kendi öz gücüne dayanmayan bir ayaklanma da başarıya ulaşmaktan uzak olacaktır.
Burada bir parantez daha açalım. Bütünlüklü inşadan bahsettik. Bu yolda ilerlerken, özellikle başlangıçta karşımıza şöyle bir denklem çıkıyor: Doğru ya da iyi kavramlarıyla ifade edebileceğimiz ve normalde (ya da eskiden) önemsenmeyecek bir takım ufak işler, başlangıcın özgün koşullarının da etkisiyle domino etkisi yaratarak, bir artı değerindeyken, tabiri caizse on artı değerinde etki yapıyor. “Yanlış” ya da “sakıncalı” diyebileceğimiz şeyler için de bu geçerli; bunu yadsıyamayız. Önceden çok da önemli olmayan, önemsiz diyebileceğimiz şeyler, şimdi on eksi yaratabiliyor. Bu biraz dönemsel bir mesele. Fakat dönemin gerçekliğidir. Şimdi bu noktada, domino etkisine yönelik, “insanlık için küçük, fakat bizim için büyük” adımları, küçük olması nedeniyle “biraz gereksiz” görebilen bir anlayış ortaya çıkabiliyor. Elbette her türlü fikri dinlemeye ve değerlendirmeye açık olmak gerekir. Fakat altın tepsi uzaksa bakır tepsiyi itmenin bir anlamı yok. Herkes altın tepsiden kahve içmek ister; ancak bugün onu alabilme koşullarını yaratacak yakınlaşma fırsatlarını değerlendirmek için, görece daha küçük basamakları çıkma çabası, hor görülmemelidir. Öte yandan bu mesele bir bakış yönü oluşturma meselesidir. Zira icranın etkisini arttırma üzerinden tartışırsak böyle bir sorun da ortada kalmaz. Bir diğer yandan bazı şeyler, icra yönünde atılan bazı adımlar gereksiz bir “göğüs kabartma” olarak da algılanabiliyor. İşin esası asla bu değildir. Ancak şu da unutulmamalıdır, “göğüs kabartma” taktiksel bir şeydir ve gerekirse uygulanabilir de. Öte yandan bir yönelim oluşturma ve işaret etme çabası, asla “göğüs kabartma” olarak değerlendirilemez. Zira attığın her adımda, yaptığın her işte aslında sen sadece bakılması ve yönelinmesi gereken yönü işaret etmiş olursun.
Kuşkusuz biz icra derken teorik-siyasal-örgütsel-pratik bütünlükten bahsetmiş oluyoruz. Bunlardan biri diğerlerinden kopartılıp kendinde bir şey olarak ele alınamaz. Örneğin teorik-siyasal bir çerçeve çıkarılmış ve de tartışmaya açılmışsa, onu tartışmadan, ona dair öneri ve değerlendirmelerde bulunmadan onun doğal bir sonucu olan örgütsel adımları ve de pratiği eleştirmek doğru değildir. Zira bu çerçeve zımmi olarak kabul edilmiştir ve artık pratikleştirmede rol ve sorumluluk almak, atılan adımları geliştirmekten başka bir şey yapılamaz. Yapıldığında da bu dağıtıcı bir rol oynar. Mutabakat zemini önemlidir. Ancak bu kolektif aklın inşa edilebileceği mekanizmaları oluşturmak, varolanları ise aktif kullanmaktan geçer. Burada parantezi kapatalım.
Hiç kuşkusuz öz gücüne dayanan cüretin örgütlenmesi ve pratiğe dökülmesi yöneliminin kendini gerçekleştirmesi için, kadronun/örgütün kendi zihnine, kendi kendisine vurduğu zincirlerden kurtulması gerekiyor, zira başka bir engeli yoktur. Bunun için kolları sıvayacağız. Harekete geçeceğiz. Bilginin kılavuzluk ettiği eylem, özgürlüğün gücüyle birleştiğinde, yaratmak istediğimiz çekim gücünü sağlamış olacağız. O halde, “Yürüyelim yağmur dinince, dünden sonra, yarından önce.” (Çağrı sinci/Kronik Kötümser)