Her geçen gün mültecilerin yollarda ölüm haberlerini daha sık duyar olduk. Sığınacak bir liman bulamayanların mezarıdır denizler. Öyle ki küçücük teknelere 70 kişinin umudu sığmıyor. Kapitalizm umutları denizin karanlık ve soğuk sularında boğuyor. Hayatta kalanlarıysa daha korku dolu günler bekliyor. Daha önceki yıllarda olduğu gibi 2022 yılında da Ortadoğu ve Afrika’dan göçen halklar, yarı aç yarı tok yollarda, Akdeniz suları ile boğuştukları derme çatma teknelerin üzerindeydiler. Yollarda ölmez de sağ kalırlarsa, bu kez, “modern toplama kampları” tarzındaki yeni göçmen kamplarındaydılar. Kendi ülkelerinde sömürüden baskıdan söz eden yerel ülke devrimcileri mülteciler ve göçmenler üzerindeki iğrenç uygulamalara neden ve nasıl kayıtsız kalır?
Ekonomik kriz tüm dünyayı etkiliyor. Özelde Türkiye’de ise her gün kapı önünde kalan kiracılar, elektrik, su, doğalgaz faturalarını ödeyemeyen, en temel yaşam ihtiyaçlarına kavuşamayan yoksul emekçilerin haberleriyle hiç olmadığı kadar yoğun bir şekilde karşılaşıyoruz. Öte yandan devrimci hareket bugün, 3. Emperyalist Paylaşım Savaşının içinde miyiz yoksa ön günlerinde miyiz diye tartışıyor. Bilindiği gibi göçlerin en temel sebeplerinden biri savaşlardır. Dünyanın mültecileşebileceği bir konjonktürün eşiğindeyiz. Türkiye’de ise evinden atılan, temel yaşam ihtiyaçlarını karşılayamayan yoksul emekçilerin yaşamları ile mülteci yaşamlar arasında bir tıklık mesafe kalmış veya kalmamıştır. Aslında mültecilik, istisna hali, yerli yoksul emekçilerin dışında bir olgu olmaktan çıkıyor.
Savaş, ölüm, yoksulluk, siyasi baskılar dolayısıyla insanlar topraklarından koparak göç etmek zorunda kaıyor. Yanı sıra göçmenler gittikleri ülkelerde ırkçı, şoven politikaların, şiddetin, dışlayıcı toplumsal pratiğin mağduru oluyorlar. Göç yeni bir durum değil. Ancak bugün ekonomik, askeri, dinsel, siyasal vb. sebeplerden kaynaklı tarihte daha önce görülmemiş bir düzeyde göç yaşanıyor. Resmi kayıtlara göre dünyada bugün 270 milyondan fazla göçmen var.
Göç yollarının çetin şartlarının yanı sıra, mültecilere geçtiğimiz aylarda yoğun bir şekilde sürek avı diyebileceğimiz tarzda saldırılar da başladı. Hatay’da kamptan kaçan 35 mülteci, halkın da katıldığı vahşi hayvan yakalanıyormuşçasına elde silahlar, sopalarla sürek avına maruz kaldı. Üstüne valilik korkulacak bir şey olmadığını belirtti. Öyle ya 35 “vahşi”nin hepsi yakalanmış, kampa hapis edilmişti. Sonrasında ise Van’da mültecileri taşıyan kamyon tarandı ve 10’u yaralanırken 3 mülteci yaşamını yitirdi.[1] Elbette devlet bunun da mantıklı bir açıklamasını yapacaktı. Aracın tekerlerine ateş açılmıştı. Seken kurşunlar sonucu mülteciler yaralanmış ve yaşamını yitirmişti. Şansızlık! Buradan anlıyoruz ki; faşizm el yükselttikçe, siyasi ve ekonomik kriz derinleştikçe, seçimler yaklaştıkça bu gibi; faşist güruhları da içine çekebilecek “sürek avı” tarzındaki katliam girişimlerini daha çok göreceğiz.
Son olarak Bursa’da yaşayan Suriyeli bir ailenin 9 ferdi yanarak yaşamını yitirdi. Elbette bu bir trajediden ziyade kapitalizmin mültecilere sunduğu imkansızlığın bir ürünüydü.
Devlet saldırırken ve mültecileri çaresiz bırakırken halk da boş durmuyor. Kendine laik diyen bir kesim, şeriat getirecekler, mekanlarımızın ayarlarını bozuyorlar, yaşam tarzımızı etkiliyorlar, diyerek saldırıyor. Diğer bir kesim ise devletin ve sermayenin danışıklı olarak mülteciler üzerine oynadığı oyunu görmezden geliyor, alım gücündeki düşüşün, konut fiyatlarındaki artışların, krizin sebebini mültecilerden biliyor.
Buradan doğru mültecilerin sadece ucuz işgücü olduklarını, trajik yol hikayeleri üzerinden dile getirip sermaye, devlet ve işçilerle girdikleri özgül ilişkileri incelemez ve mültecilerin sermayenin elinde nasıl bir enstürüman haline getirildiklerini anlamazsak denklemi doğru kuramayız. Türkiye’nin mülteciler üzerinden döndürdüğü politikalar onları bir kıskacın içinde bırakıyor. Öncelikle 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’ndan bugüne 5 milyona yakın Suriyeli mülteci hayatta kalma, bir şekilde yaşamaya devam etme güdüsüyle Türkiye’ye akın etti. Suriye üzerinde hamilik kurmak isteyen Erdoğan ise mültecileri seve seve kabul etti. Erdoğan’ın bir amacı, Suriye İç Savaşı ile birlikte oluşan otorite boşluğunu kendi ‘konukseverliği’ ile kapatma çabasıyken diğer amacı sermayeye ucuz iş gücü sağlamak ve ekonomiyi büyütmekti.
Bunu sağlamak için 2014 yılında mültecilere dönük “Geçici Koruma Yönetmeliği” çıkarıldı. Zaten en temel insani haklardan yoksun olan mültecilerin bu durumu, çıkarılan yasa ile beraber, devlet-sermaye işbirliği temelinde yasallaşmış oldu. Devletin ve sermayenin mülteciler konusundaki işbirliğini en iyi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun şu sözlerinden anlıyoruz: “İstanbul’da fabrikanda Suriyeli çalıştır, sigorta da yapma. Sonra ‘Bu Suriyeliler’ ne olacak de. Önce iş insanları isyan edecek. Benim Çalışma Bakanlığı döneminde iş insanları geldi. Suriyelilerin çalışması için düzenleme yapılmasını istedi.” Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi kayıtdışı çalışma, kayıtdışı ekonomi diye adlandırılan kavramlar o kadar da kayıtdışı değilmiş. Sermayenin çıkarları gereği devlet gözlerini kapar, vazifesini yaparmış. Yeter ki ekonomi canlansınmış.
Geçici Koruma Yönetmeliği (GYK) elbette sermaye birikimi lehine bir düzenlemeyi esas alarak düzenlenmiş bir yasadır. Buna göre mülteci işçiler geçici, belirsiz, kolaylıkla işten çıkarılabilir, sınır dışı edilebilir bir pozisyonda konumlandırıldı. Mülteciler yedek işçi ordusunun azımsanmayacak bir parçası olarak sahnede yerini aldı. Yani onlara sadece mülteci olarak değil de yerinden yurdundan edilmiş, proleterleşmiş göçmen işçiler olarak bakarsak durum daha anlaşılır olur. Yedek işçi ordusu her zaman için kapitalizmin vazgeçilmezidir. Öte yandan GYK ile birlikte emek gücü hiyerarşisi, yani yedek işçi ordusu yeniden yapılandırıldı. Yerleşik konumdaki işçilerin yapmak istemediği, tercih etmediği, görece ağır işler, daha düşük ücret karşılığında mülteci işçilerle dolduruldu. Böylelikle mülteci işçiler belirli iş kollarında daha yüksek sömürü oranlarıyla çalışmaya mecbur bırakıldılar. Öte yandan ise bu şartlarda çalışmak istemeyen yerleşik işçilerle mülteci işçiler bu politikalarla karşı karşıya getirildiler. Çünkü yerli işçilere göre, mülteci işçiler ücretlerdeki düşüşün, sigortasız, güvencesiz çalışmanın önünü açtı.
Mülteci işçiler tarafında ise durum tam tersi. Ücretleri, çalışma koşulları insanlık dışı bir durumda olmasına rağmen bunu protesto edebilecekleri, greve gidebilecekleri bir zeminleri yok. Öncelikle GYK ile birlikte zaten herhangi bir eyleme katılmaları durumunda sınır dışı edilebilecekleri ya da işten çıkarılabilecekleri bir kanuni zemin var. Öte yandan toplumun büyük bir kesiminin krizin faturasını mültecilere kesmesi dolayısıyla mülteci işçilerle, yerli işçiler arasına bir duvar örmüştür. Bu şekilde sermaye ve devlet, işçi sınıfının kendi içinde çelişki yaratmaktadır. Böylece asıl düşman olan sermaye sınıfı ve burjuva devlet gözden kaçmaktadır.
Öyleyse bu noktada sorulacak soru; devlet ve sermaye politikaları ile birlikte aralarında toplumsal ve sınıfsal hiyerarşi yaratılan parçalanan ve düşmanlaştırılan emekçi sınıflar, mücadele içinde ve düzen karşısında nasıl birleştirilir? Başka bir deyişle mültecilerin sorunlarını toplumsal proletaryanın gündemine getirmemiz gerekir. Diğer türlü mülteciler sömürü çarkının en altında ezilmeye ve işçi sınıfı krizin faturasını mültecilere kesmeye devam edecek. Çünkü yerli işgücü ve mülteci işçiler arasında yaratılan çatışma sömürü oranlarını her iki taraf için de artmasının sebebidir.
Bilindiği gibi işçilerin hakları belli yasalarla “koruma” altındadır. Ayrıca mücadele içinde gelişen ve toplumsal olarak normlaşan durumlar yine işçi haklarınının belirlenmesinde önemli bir etkendir. Ancak mültecilerin ülkedeki varlığı, devlet ve sermaye için bu hukuki ve toplumsal sınırları rahatlıkla aşmanın bir fırsatı haline dönüşmüş, işçi sınıfına ayar veren bir enstrüman halini almıştır. Emek gücünün yeniden üretim düzleminden ele alırsak mülteci işçilerin emek gücünü yeniden üretebilmesi için gerekli koşullar, asgari ihtiyaçlar yerli işçiye göre daha düşüktür. Çünkü mülteciler hayatta kalma güdüsüyle savaştan kaçmıştır. Bu yüzden onun asgari yaşam standardını gittiği ülkedeki toplumsal yaşama göre değil, hayatta kalma düzeyinde bir ücret üzerinden belirlenir. Bu sayede sermaye, mülteciye verdiği asgari ücreti daha düşük tutabilmektedir. Aynı zamanda bu durum yerli işçileri de etkileyen bir durumdur. Farz-ı misal tekstilde herhangi bir iş daha düşük ücrete kabul edilmezse, mülteciler zaten o işi daha düşük ücrete kabul edecektir, herhangi bir sözleşme veya sigortaya da gerek yoktur, ayrıca gerekirse daha fazla mesai de yapar. Çünkü yaşamak için buna mecburdur.
Kürtler de devletin kirli savaşı nedeniyle 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başında toprağını terk edip büyük şehirlere göç etmek zorunda kaldığında proleterleşmişlerdir. Proleterleştirme süreci, mülksüzleştirme, geçimlik üretimin tasfiyesi ve sonuç olarak mülksüzleştirilenlerin emek gücünü satmak ve yaşamını idame ettirmek zorunda kalması sürecidir. Öte yandan Türk ve Kürt işçiler arasına duvarlar örülmüştür. Tabii ki bunda en büyük pay, sistem aktörlerinin geliştirdiği ırkçı-şoven politikalardır. Direnişin başını bir Kürt işçi çekiyorsa o mutlaka “terörist”tir. Hele ki “devletin bekası”nın söz konusu olduğu bugünlerde işçilerin ulusal kimliği fark etmeksizin yapılan direniş “teörist faaliyet”tir. Bugün bu söylemin etkisi, eskiye göre daha aşılabilir bir pozisyon almıştır. Bunun temel sebebi Kürt ve Türk işçinin birlikte mücadelesi içinde gelişen dinamizmdir. Kürtler, özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin sahneye çıkması ile birlikte örgütlü bir halktır. Bir anlamda “Kürdüm” demek örgütlü olmayı, direniş halinde olmayı gerektirir. Bu doğal bir örgütlenme halini almıştır. Bu özellik, toprağından koparılan, büyük şehirlere göçertilen Kürtlerin işyerindeki mücadelesine de yansımıştır. Yani Kürtlerin iş yerindeki direnişini, muktedirliğini gören Türk işçiye, sermayenin ırkçı politikaları bir zamandan sonra nüfuz edememiştir. Çünkü alanda, mücadelede görülen gerçeklik zamanla sermayenin yarattığı ırkçı çelişkiyi ortadan kaldırmıştır. Bu, elbette bir bütün olarak Türkiye işçi sınıfının tamamında söz konusu değildir, fakat en azından Kürt ve Türk işçilerinin birlikte direnişe geçtiği iş yerlerinde bu çelişki silikleşmiştir. Örnek vermek gerekirse, Tekel Direnişi’nde devlet, örgütlerle işçiler arasına set çekmek, Kürt ve Türk işçiler arasına duvar örmek için terörist gündemini oluşturdu. Ancak mücadelenin dinamizmi bu kara propagandayı mahal vermedi. Sermayenin iş yerinde ırkçı politikaları tutmayınca, Kürt işçilere yönelik saldırılar daha çok dışarıdan, faşist güruhlar aracılığıyla, yapılmıştır. Türkler, Kürtler ve mülteciler içindeki ulusal kimlik eksenli ayrışma, dışlama ve ırkçı eğilimler kavranmadan, işçilerin birliğinden halkların kardeşliğine uzanan bir mücadele hattı çizmek olanaklı değildir. Bu yapay çelişkileri bozup başat çelişkiyi, yani emek sermaye çelişkisini ön plana çıkaracak bir hatta ihtiyaç vardır. Bu denklem kavranmadan verilen mücadelenin galibi sermayeden başkası olmayacaktır.
İşte bu anlamda sömürgeleştirilen, yerinden yurdundan edilen Kürdistan halkının o yıllarda yaşadığı süreçle, savaş, ekonomik, askeri, siyasi baskı gibi sebeplerle yerinden yurdundan edilen ve göç yollarına revan olan Ortadoğu’lu ve Afrika’lı mültecilerin durumu aynı olmasa bile benzeyen yanları var ve buradan dersler çıkarılabilir. Gerekli olan yerli işçiler ile mülteci işçilerin birlikte mücadele edebilecekleri, birbirlerini anlayabilecekleri zeminleri yakalamaktır. Böylece sermayenin ve devletin elinden mültecileri ve yerli işçileri dizayn eden, kıskaca alan, enstrümanını elinden alırız.
Marx’ın 1870’de, bir mektubunda İngiliz ve İrlandalı işçiler arasındaki ilişkiler üzerine yazdıkları, günümüz dünyasına ışık tutar:
“Sıradan İngiliz işçi, İrlandalı işçiden kendi yaşam standardını düşüren bir rakip olarak nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında kendisini hâkim milletin bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucu olarak İngiliz aristokratlarının ve kapitalistlerinin İrlanda karşısındaki bir aracı haline geliyor, dolayısıyla onların kendisi üzerindeki tahakkümünü de güçlendirmiş oluyor. İrlandalı işçiye karşı geliştirilmiş dinî, sosyal ve millî önyargıları benimsiyor. … İngiliz işçi sınıfının, örgütlülüğüne rağmen güçsüz oluşunun sırrı bu antagonizmadır. Kapitalist sınıfın iktidarını idame ettirmesinin sırrı buradadır.”(Karl Marks Siegfried Meyer ve August Vogt’a mektup [9 Nisan 1870]
Ekonomik kriz sebebiyle coğrafyamızda gelişen işçi hareketinin güvencesiz işçiliğe karşı mücadeleyi gündeminin ilk sırasına yazabilmesi için işçi sınıfı saflarındaki bu düşmanlıklarla baş etmesi gerektiği su götürmez bir gerçektir. Sınıf içi sermayenin yarattığı yapay çelişkilerle mücadele edilmediğinde, sermaye yerli işçinin karşısına mülteci işçileri rakip olarak konumlandırmaya devam edecektir. İşte gelişen işçi hareketine kavratılması gereken başat hususlardan biri budur. Bu aynı zamanda ekonomik temelde başlayan işçi hareketinin politikleşmesini sağlayacak ve bütünlüğün bilincini getirecek bir hattın sac ayaklarından birini oluşturacaktır. Çünkü işçi sınıfı içerisindeki mülteci-öteki düşmanlığı sınıf içi rekabet koşullarını sağlayan ve sınıf hareketini sermaye tarafından kontrol edilebilir düzeyde tutan temel araçlardan biridir.
Bugün, güvencesizliğe karşı mücadele ederken, her türlü güvenceden yoksun mültecilerin durumu, ölümcül çalışma şartlarına karşı mücadele ederken, ölümcül koşullarda çalışmaya “gönüllü” olan işçilerin durumları görmezden gelinerek bütünlüklü bir mücadele hattı oluşturulabilmek mümkün değildir. Tersine bugün gelişen işçi hareketi, güvencesizliği aşmak için en güvencesiz şartlarda çalışan mülteci işçiler, haklarını aradığında onlarla birlikte duracak, işten atılmasını, sınır dışı edilmesini engelleyecek, mültecilere güven verecek bir mücadele hattı oluşturmalıdır. Tarımsal alanda sistemin naylon çadırlara mahkum ettiği Kürt ve mülteci mevsimlik işçilerin durumu gözardı edilerek neoliberalizmin tarımsal yıkımına karşı mücadele etmek mümkün değildir. Şehirlerde bugün kiralar, yaşamsal temel ihtiyaçların karşılanması neredeyse imkansızlaştı. Fakat eğitimden, sağlıktan, ulaşımdan, enerjiden, sudan vb. koşullardan iki kat mahrum olan ve metruk binalarda ateş pahası kiralarda yaşayan mültecilerin yakıcı talepleri görmezden gelinerek, mülteciler böyle bir düzlemde mücadele zeminine çekilmeden sermayenin politikalarına karşı bütünlüklü bir mücadele söz konusu olamaz. Diğer bir deyişle bugünkü güvencesiz çalışmaya karşı ve ekmek davasına sahip çıkan bir mücadele, ulusal baskı ve göçmen karşıtlığı dahil, Türkiye toplumundaki bütün eşitsizlik, baskı ve sömürü mekanizmalarını hedeflemeden yürütülemez.
Mültecilerin ve yerli işçilerin birlikte çalıştıkları organize sanayi bölgeleri, tekstil, inşaat, katı atık, hamallık vb. gibi alanlarda, sermayenin yumurta tokuşturur gibi birbirine kırdırdığı işçi sınıfının bölüklerini birleştirecek pratiğe ihtiyaç vardır. Bunun için her nefes alan insanın eşit olduğunu yani eşitliğin bir hedef değil, doğal bir durum olduğu bilinci gerekiyor. Öte yandan gelişen işçi hareketinin öncülleri, taleplere mültecilerin gözünden bakabilecek, onların özgünlüklerini gözetecek, onları mücadeleye çekecek ve mücadeleyi zenginleştirecek bir pencereden bakabilmeleri gerekmektedir. Mülteciler mücadele içinde özneleşsin ki, yerli işçi de mültecilerin muktedirliğini, amaç birliğini görsün, faşizmin boyunduruğundan kurtulsun. Böylesi bir hat, işçileri faşizmin kıskacından kurtaracak, sermayenin kaldıracı olan politikaların altına dinamiti koyacaktır.
Sonuç
Kapitalist ulus devletler teknolojileriyle ve sınırlara ördükleri duvarlarla ülkeleri büyük hapishaneye çeviriyor. Kapitalizmin ürünü olan, ekonomik, siyasal, askeri, ekolojik… krizler dolayısıyla büyüyen kaos, dünyanın yoksullarının yaşam damarlarını kesiyor. Gelişen tepkilere karşı devlet terörü şiddetleniyor. Büyüyen kaos beraberinde öngöremeyeceğimiz yeni direniş ve hareket biçimlerini getirecektir. Ve bu direnişler kararlılık kazandığında, dünyadaki diğer direniş odaklarını da etkileyecektir. Bugünkü kavimler göçü, barbarların dünya egemenlerinin şatolarına saldırısıdır. Mülteci akınlarını, yaşam trajedisi olarak değil, yeni yaşamı kurma hareketi olarak görmek gerekir. Mültecilere yapılan ırkçı-faşist saldırılar ise yeni yaşamı engelleme çabasından başka bir şey değildir. Onları sınırlarda alınan Çin Seddivari önlemler durduramaz. Çünkü onlar denizlerin-okyanusların soğuğuna, karanlık sularına, devletlerin kurşunlarına, faşizmin tehditlerine rağmen, ölümün üstüne yürümeye devam ediyorlar.
Köleciliğin çağdaş bir biçimi, insanı aşağılamanın en iğrenç biçimi olan göçmen politikalarına, en uç sömürü ve baskıya tavır geliştirmeyenler ülkedeki emekçileri asla kazanamazlar. Tersine, bu ilgisizlik en yoksulların faşizme kaymasına hizmet eder. Tarih, en büyük kavimler göçüne sahne olurken, dünya devrim güçleri, artık mülteci ve göç sorununa ilgisiz kalamaz. Bu devasa yıkıcı potansiyele ilgisizlik, “beyaz adam” ideolojisinin etkisidir. Savaş, kriz ve gıda krizi göç dalgalarının tsunamiye dönüşeceğini gösteriyor. Dünya mültecileşiyor. Kolaycılığı bir kenara koyup yeni dünyanın “zenci”leşen figürü mültecilerle aktif ilişkiye geçmek gerekiyor. Bu, aynı zamanda toplum eleştirisini yeniden formüle etmeyi de gerektirir.
[1]https://amp.artigercek.com/haberler/van-da-acilan-atesle-olen-multeci-sayisi-3-e-yukseldi-minibusten-inenlere-de-ates-acilmis