Dünya, emperyalist kriz ve savaşların tam ortasında, yıkımın eşiğinde. Emperyalist kapitalizmin hegemonya krizi tüm yönleri ile kendini çıplaklaştırarak, iç gerilim ve çatışmalarını keskinleştirerek sürüyor. Bugün eşitsiz gelişim yasasının daha da keskinleşerek hükmünü sürdürdüğü bir dünyada ve emperyalist savaştan başka bir seçeneğin kalmadığı bir zamandayız. Kapitalist zamansallığın ruhu belirsizlikler, kaos ve savaşlarla şekillenmekte ve ilerlemektedir.
Dünya, 2008 yılında başlayan neoliberalizmin krizi, toplumsal ayaklanmalar ve iç savaşlar, korona pandemisi ile devamlı ve birikerek ilerleyen daha şiddetli bir sürece evrildi. Kapitalist sistem; ticaret savaşları, teknoloji savaşları ve küresel lojistik-tedarik zincirleri savaşları ile her geçen gün daha da derinleşen bir topyekûn kriz döneminden geçiyor. Ve bugün emperyalist kapitalist krizin derinliği ve çözümsüzlüğü kendisini soykırımcı, yayılmacı, işgalci savaşlarda göstermekte. Dünya, yeniden bir “küresel savaş rejimi” içerisinde, bir dönüşüm sürecini yaşamaktadır. Kapitalist zaman-mekan, üretim ilişkileri, toplumsallık her bir biçimiyle “savaş rejimi”nin altında ve onun yönlendiriciliğiyle şekillenmekte.
Emperyalist kapitalist sistem, tarihin giderek hızlanan “savaş rejimi” döngüsünü, baş döndürücü bir şekilde gösteriye dönüştürmektedir. “Küresel savaş rejimi”, tüm dünya ölçeğinde, zincirinden boşalmış, dizginlenemez ve hükmedilemez bir durumda. Egemenlerin şiddeti, tüm çıplaklığıyla canlı-cansız her şeyi yok ediyor. Ve bunu toplumsal bir norma dönüştürmeye çalışıyor. Savaşın niteliği ve niceliği, tekniği ve araçları ile birlikte, öldürücü kapasitesi muazzam bir şekilde karşımıza dikilmektedir. Teknolojik gelişim, emperyalizmin yürüttüğü savaşın ihtiyaçları ve ürünleri olarak karşımıza çıkıyor. Bugün savaş, teknolojik gelişmelerin lokomotifi olmuştur. Gazze’de siyonist İsrail tarafından, Google’ın bulut sistemlerine, WhatsApp’ın kullanıcı veri depolarına entegre yapay zeka programlarıyla belirlenen “hedef”ler doğrultusunda yapılan bombardıman işte böylesi bir teknolojik gelişimin ürünüdür.
Emperyalist kapitalist sistem, kendi içsel şiddet dinamiklerini gizleme gereği duymadığı bir dönemde, dünyanın dört bir yanına yayılan ve yeni form ve biçimlerle ortaya çıkan bir ‘savaş rejimi’ inşa etmektedir. Bu “savaş rejimi” doğrultusunda, dünyanın yeni sınırları, savaş mekanları ve ilişki ağları yeniden oluşturulmaktadır. Emperyalist ve kapitalist tüm devletler, yeni ‘savaş rejimi’nin belirsiz dinamiklerine uyum sağlamakta; devlet yapısını, ekonomisini, sanayi ve teknolojisini bu rejimle entegre ederek hareket etmektedirler. Devletler, iç ve dış sınırlarını ortadan kaldırarak, savaş düzeni ile bütünleşen yeni bir devlet-toplum formu oluşturmaktadır. Bu durumu, uç noktalarda ve faşistleşme birikimi ile geriliminde gözlemleyebiliyoruz.
Savaş mekanizmalarının bir başlangıç ve sonu, sınırı yok; nerede başlayıp nerede bittiği anlaşılmamakta ve sürekli olarak yeniden dönüşmekte, hareket etmektedir. “Savaş rejimi”nden mevcut haliyle bir kaçış imkanı yok.
Bu “savaş rejimi”, yeni bir savaş zamanının ruhunu yaratmaktadır. Savaşın “bilinen” sınırlarını ve hukukunu askıya alırken, aslında yeni bir savaş hukuku ve şiddetin sınırsızlığını inşa etmektedir. Ölümün ve öldürmenin bir sınırı yoktur; bunun önünde hiçbir engel, kural veya kaide bulunmamaktadır. İsrail’in yürüttüğü soykırım savaşının niteliği ve araçları, aynı zamanda bu yeni savaş düzeninin “yasal”laşması ve bilinçlere kazınmasıdır. Dünya ezilen halklarına, işçi-emekçilere, kadınlara, mülteci ve göçmenlere karşı, egemenler tarafından sınırsız, kuralsız bir öldürme hakkını da içeren bir savaş politikası uygulanmaktadır. Filistin ve Kürdistan’ın karşı karşıya olduğu soykırım ve sömürgecilik, bu yeni savaş formunun kanlı ve dehşetli bir ön provasıdır.
Savaşın bu yeni formu, kendi düzenleyici olgularıyla “düşmanı” her yerde, her an savaş araçlarının ve aklın sınırsız yok ediciliği ile tanımlayarak oluşmaktadır. Burada “düşman” tanımı; sivil, asker, doğa, kent ve coğrafya vs her düzey ve kategoriyi kapsayacak şekilde genişletilmiştir. “Düşman”ın varlığı, aitlikleri ve onunla tanımlanacak her şeyin tamamen yok edilmesi üzerine kuruludur. Sınırların tamamen ihlal edildiği, ölüm tekniklerinin ve araçlarının çıplaklaştırıldığı bir şiddet döngüsü mevcuttur. Savaşı ve ölümü bir gösteriye dönüştürerek sergilemektedirler. İsrail ve TC, inşa edilen emperyalist kapitalist “savaş rejimi”nin tepeden tırnağa bölgesel temsilcileridir.
Emperyalist kapitalist sistem, tüm kurum ve kuruluşlarıyla savaş rejimini inşa etmezse iflas edeceği bir momentte. Sistemi oluşturan dişlilerin işlevsizleştiği ve mevcut durumuyla devam edemeyeceği gerçeği, tarihsel miadını dolduran ve kendi tarihini kapatan bir durumu dışa vuruyor. NATO, Ukrayna ve Rusya arasındaki savaş, siyonist İsrail devletinin Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşı ve TC’nin Kürdistan’da sürdürdüğü sömürgeci, yayılmacı ve ilhakçı savaş, bu gerçekliğin birer yansımasıdır. Bugün, kapitalist dünyanın dönüşmüş olduğu bu gerçeklik ve savaşlar, bir sapma değil, hızla şiddetlenerek ilerleyen tarihsel bir eğilimdir.
Bugünün dünyasını, hegemonya krizini ve savaşlarını kavrayabilmek için kapitalizme bu bütünsellik içerisinde bakmak, değerlendirmek ve ona uygun mücadele yöntem ve araçları geliştirerek konumlanmak gerekmektedir. Bu bütünselliği görerek, parçaların nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu, bütünü oluşturduğunu, olayların hızlı akışını ve bağıntılarını anlamalı; daha önemlisi, bütünlüklü bir mücadele anlayışı ile devrimci müdahalelerde bulunma sorumluluğuyla hareket etmeliyiz.
Gramsci’nin deyimiyle interregnum çağı ve canavarlar zamanındayız. Eski henüz ölmedi, yeni ise doğamıyor. Emperyalist-kapitalist dünyanın inşa etmeye çalıştığı savaş rejimi, yeninin doğum koşullarını içinde barındırdığı gibi yeninin doğmadan ölmesi için çabalıyor.
Savaş rejimi olarak Türkiye
Emperyalist kapitalist dünyanın bu bütünlüğünü ve bağlantısallığını kavramadan, kısa yoldan ve keskin çıkarımlarla TC devlet yapısını ve karakterini anlayamayız. Kuşkusuz burada anlatmak istediğimiz TC devletinin, dışarıdan yontulan ve belirlenen bir etkisiz eleman olmadığı, tam aksine dünyanın ve bölgenin bu kaotik, belirsiz ve savaş zemini üzerinde yol alarak, emperyalistler arası güç ve hegemonya mücadelesinin ona açtığı fırsat kapılarını değerlendirerek gayet etkin bir rol almak istemesidir.
AKP-MHP faşist iktidarının krizli yapısı ve bu krizlerden sürekli yeni ve yaygın bir şekilde krizler türetmesi, iç gerilimli, çelişkili ve çatışkılı bir duruma yol açmaktadır. Toplumsal rıza üretim mekanizmaları ve siyasal hegemonyasındaki tıkanmalar, Filistin hamaseti, dış siyasetteki ‘u’ dönüşleri ve özellikle ekonomik krizin yarattığı derin yoksullaşma gibi nedenlerden dolayı faşist iktidarın, artık yönetemez duruma geldiğini; bir çözülme ve çöküşün eşiğinde olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu çözülme ve çöküş süreci kendiliğinden ve boşlukta gerçekleşmez. Yükselen toplumsal mücadele zemini ve devrimci müdahalelerle gerçekleşebilir. Kapitalist devlet iktidarının krizlerini, iç gerilimlerini ve çelişkilerini kavrayarak doğru hamleler geliştirmeksizin, bu süreci daha da keskinleştirecek pratikler sergilemeksizin bir çöküş ve çözülme halinden bahsetmek tek yanlı bir süreç okumasının sonucudur ve düşman bilincinin zayıflığını göstermektedir. Ancak öncünün iktidarı hedefe oturtacak devrimci pratiği inşa etmesi ve bunu kitlelerle buluşturması faşist iktidarın çözülmesinin önünü açabilir.
Bulunduğu coğrafyada emperyal hedefler doğrultusunda politika güden, işgal hamleleri yapan, siyasi ve askeri olarak bölgeye nüfuz etmeye çalışan ve son on yıldır kesintisiz, topyekun bir savaş yürüten bir faşist devlet ve iktidarı ile karşı karşıyayız. Bu devlet, küresel üretim ve tedarik zincirlerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş; özellikle son yirmi yılda enerji ve uluslararası ticaretin önemli bir kavşak noktası olmuştur. Bu bağlamda, faşist devlet ve iktidar gerçekliğini yalnızca zayıflıkları ve açmazlarıyla ele alamayız. Bölgesel savaş denkleminden, Kürdistan’daki sömürgeci savaş politikasından ve içinde bulunduğumuz “küresel savaş rejimi” koşullarından ayrı bir TC okuması yapmamız mümkün değildir.
Esasta bu bütünselliği kavrayamadan devlet mekanizmasını, manevra ve hareket kabiliyetini anlayamayız. Bu nedenle TDH’de, kendi egemeninin bütünlüklü okumasının eksikliği olduğu sürece, kendi egemeninin gerçekliğiyle teması kaybetme tehlikesi her zaman var olacaktır. Nitekim bugün yaşanan budur.
TC’nin dönüşümünü anlamak
TC devleti, devlet krizi ve sermaye birikiminin tıkanma noktalarındaki krizin çakışmasıyla birlikte, çözülen egemen aklın kendisini yeniden üretmesi temelinde ilerleyen bir faşistleşme süreci yaşadı. Bu süreci, belirli bir konjonktürün ve kurucu iç dinamiklerin ürünü olarak tanımlamamız gerekir. Faşistleşme süreci, tarihsel çatallanmalar, kırılmalar, çelişkiler ve çatışmaların bir nedeni ve sonucudur.
AKP iktidarının krizi ve çözülüşü, aynı zamanda devlet krizini ve kurucu aksların krizini açığa çıkarmıştır. Bu süreç, boşlukta ve kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Gezi Ayaklanması ile Kobane Direnişi ve Serhildanı, ortak bir mücadele içerisinde buluşarak AKP iktidarının ve TC devletinin kodlarını bozmuş, ideolojik-siyasal ve toplumsal egemenlik düzlemini sarsmıştır. TC devleti ve AKP iktidarı, bu gelişmeler karşısında Türkiye ve Kürdistan halklarını, toplumsal muhalefet dinamiklerini, Kürt Özgürlük Hareketi’ni (KÖH) ve devrimci hareketi bastırmak için “Çöktürme Planı”nı devreye sokmuş; akabinde Türkiye ve Kürdistan kentlerinde kanlı katliamlara başlamıştır. Bugün karşı karşıya olduğumuz “bütüncül devlet” yapısı ve “tarihsel blok”un dönüşümünü görmeden, geçirdiği aşamaları anlamadan, yalnızca mevcut durumu incelemek, neyle karşı karşıya olduğumuzu anlama ve kavramada eksik kalmamıza neden olacaktır.
Faşist devlet iktidarının dönüşümünü tanımlamak ayrı bir yazının konusu. Fakat bu sürecin temel karakterini anlamak önemli. Temel karakteri tam anlamıyla topyekün savaş mekanizması olarak konumlanmasıdır. Bu konumlanmadan bir adım geriye atamaz, esneme payı gösteremez, baskı zoruyla elde ettiği kazanımlarından vazgeçemez. Faşist devlet iktidarının gücünün sınırları ve temel niteliklerini, bölgesel yayılmacı savaş arzusu, sömürgeci-ilhakçı Kürt savaşı oluşturmaktadır. “Çöktürme Planı”, bugün görüldüğü gibi, sadece KÖH’ün kazanımlarını ve toplumsal gücünü değil, aynı zamanda işçi ve emekçilerin üzerinde sermayenin baskı kurmasını ve artıdeğer sömürüsünü azamileştirmesini, kadınların hedef alınmasını, toplumun dinselleştirilmesini, çocukların sermayenin çıkarlarına kurban edilmesini ve doğanın piyasaya peşkeş çekilmesini de getirmektedir. Elbette bu saldırılar karşısında bir direnç sözkonusudur. Ve sınıf mücadelesi, toplumsal mücadeleler, kadın özgürlük mücadelesi ve KÖH’ün direnişi devam ettiği sürece faşist iktidarın tam bir hakimiyet sağlaması zor olacaktır. Yine de faşist iktidar, elindeki tüm araç ve yöntemleri bu hedefe ulaşmak için seferber etmektedir.
Geçerken belirtmek gerekir ki faşist iktidar ile birlikte egemen devlet kliklerini ve sermaye fraksiyonlarının mutabakat zemini ve konsolidasyonunu anlamadan nasıl bir mücadele verilmesi gerektiği üzerine yapılan tartışmalarda; zor-sermaye konsolidasyonunu birbirine dışsal, birbirinden soyut düzlemlere indirgeyerek aralarındaki zorunlulukları ve bağı göremeyiz. Sermayeye olağanüstü bir hareket ve tam bir serbestlik alanı verildiğini de belirtmek gerekir. Sermayenin yoğunlaşması ve sömürüyü azamileştirmesini, proleterleştirme dalgasını, mülksüzleştirme ve el koyma saldırılarını, OVP ile krizin faturasının emekçilerin sırtına yüklenmesini, despotik emek rejiminin örgütlenmesini, “küresel fabrika”larla bütünleşik OSB’lerin yayılımını, doğanın piyasalaştırılmasını ve madenlerin uluslararası tekellere peşkeş çekilmesini ve bunlar gibi nice saldırıyı faşist devlet iktidarının kendisinden soyutlayamayız. Ulusal, uluslararası sermaye grupları bunları gerçekleştirebilmek için faşist devlet mekanizmasına ve şiddetine ihtiyaç duyduğu gibi faşist devlet iktidarı da topyekün savaşı sürdürebilmek için sermayenin azgın sömürü çarkının daha da hızlı dönmesine ihtiyaç duymaktadır. Savaş ve sermaye birikiminin el ele yürüdüğü bir süreçtir bu.
Savaş mekanizması olarak konumlanan AKP-MHP faşist iktidarı
Faşist devlet iktidarının bu dönüşüm sürecinde en ustalaştığı nokta kendisini savaş mekanizması olarak şekillendirmesidir. Sadece tüm devlet mekanizmasını değil onunla birlikte kitleleri de bu savaş mekanizması ile bütünleştirebilmiştir. Faşist rejimin, savaş politikası ile otoritesini yukarıdan aşağıya kitlelerle nasıl kaynaştırdığını görmek zorundayız. Savaş mekanizmasının karşısında konumlanma, ona karşı bir söz oluşturabilme ve eyleyebilme durumu buharlaşmışken; bugün, faşist devlet iktidarının sürdürdüğü sömürgeci, yayılmacı politikasını ve savaşını onaylayan bir kitle mobilizasyonu mevcut. Bu durum hem savaşın dışsal bir olgu olarak görülmesi hem büyük devlet miti ile yedeklenme hem de terör-güvenlik-parçalanma vs gibi propagandif sloganlarla iç içe geçerek kitlelerin savaşı onaylayan hali ile var olmaktadır. Sonuç olarak faşist iktidarın kendini devletin bekası olarak konumlandırması hala en büyük geçer akçedir. Türkiye toplumunun çoğunluğu öfkelidir ve mevcut iktidar gitsin istemektedir ama bu süreci örgütleyip yönlendirecek bir güç olmadığı için yerinde saymakta, parçalı durmakta ve hareketsiz kalmaktadır.
Faşist iktidarın savaş siyaseti, akışkan bir halde toplumun her yerine sızıp katılaşma eğilimindedir. Toplumsallık içinde faşist figürlerin uç vermesi bu politikanın, iktidar ilişkilerinin ürünüdür. Faşizmin normalleşerek sıradanlaşması, sıradanlaştıkça yoğunlaşmasının ifadesidir. Bu pervasız ve ölümcül savaş mekanizması olmadan faşist siyasetin konsolidasyonu ve mobilizasyonunu sürdürmek imkansızdır. Faşist iktidar topyekun, kesintisiz savaş halini kalıcı bir momentum haline getirmiş, savaş ile var olmuş ve sadece savaş ile var olmaya devam edecek bir iktidar ilişkisi yaratmıştır. [1]
Bunun bir sonucu olarak gündelik hayatın kılcal damarlarında önü alınamayan bir karşı devrimci şiddet döngüsü ile karşı karşıyayız. Faşist devlet, şiddeti her yerde tüm çıplaklığıyla gözler önünde performatif gösteriler sergileyerek, faşist şiddeti alenileştirerek ve topluma yayarak örgütlemektedir. Kürt düşmanlığı, Mülteci-göçmen düşmanlığı, LGBTİ+ düşmanlığı, köpek-kedi düşmanlığı ve bu düşmanlığın cinayetlere giden pratiği devlet şiddetine içkindir.
Mafyatikleşme ve çeteleşme, faşist iktidarın toplumu çürütmek ve parçalamak amacıyla oluşturduğu bir siyasetin sonucudur. Bu süreç, aynı zamanda iktidara ekonomik bir rant alanı da kazandırmaktadır. Cezaevlerinden salınan ülkücü faşist, eli kanlı mafyalar bu iktidarın ittifak bileşenleridir. Bu ilişkilerin ne kadarının kontrol edilebilir olduğu veya çığrından çıktığı, yine bu ilişki ağının bir sonucudur. Devletin bütün kademelerine, siyasete, hukuka sızmış ve bütünleşmiş bu ilişkilerin nerede başlayıp nerede bittiği belli değil. Belli olan, bu ilişkiler ağının her yönüyle, her yerde var olması ve bunun kurulan savaş mekanizmasının bir ürünü olmasıdır. Faşist devletin savaş mekanizmasını anlamadan, toplumda örgütlenen mafyalaşma, çeteleşme, kara para, uyuşturucu ve fuhuş ağlarını, bunların devletle bütünleşmesini ve gündelik yaşamda sürekli olarak ortaya çıkan şiddet ve cinnet halini anlayamayız.
Tüm bunlar bize şunu göstermektedir: Gerçek bir alternatif olmadan, devasa devlet gücünü arkasına almış faşizm geriletilemez. Ancak hem faşist klikler arası gerilim hem sermaye ve devlet içi kapışma artıyor hem de yaşamını devam ettiremez duruma itilen yüzde 70-80 civarında çoğunluk bu iktidar gitsin istiyor. Bu durumda, kitlelerin sistemle ilişkisini koruduğunu söyleyebiliriz ama iktidardaki faşist klikle kopuşması artıyor.
Teşhirin ötesi
Artık determinist bir zamansallıkta değil, olasılıklar dünyasındayız. Klasik bir tahlildir, dünya savaşları devrimlere de gebedir. Fakat 1. ve 2. Dünya Savaşları’ndan ders çıkartan emperyalistler, bugün Filistin ve Lübnan özelinde tüm dünya insanlığını öldürme gayesiyle yola çıkmıştır. Bu süreçte yapılacak en büyük hatalardan biri, bu savaşı İsrail’in yürüttüğü bir savaş olarak görmektir. Elbette emperyalist kapitalizmin bölgesel çıkarları söz konusudur. Ama bunun yanında insanlığa tedirginlik çağını yaşatmak, dünyada yaşanan ve yaşanacak katliamlara körleştirmek, paylaşım savaşı esnasında olası isyanları şimdiden engellemek istiyorlar. Bu savaş, emperyalizmin tüm dünya insanlığına, insanın direngenliğine-isyancılığına karşı açtığı bir savaştır. İnsanlığı körleştirme, savaşın geldiği boyutu sıradanlaştırma savaşıdır. Bu anlamda Filistin ve Lübnan “deney alanı”dır. Fakat savaşın sonuçları hiç de bölgesel olmayacaktır. Bütün dünyanın ezilenlerini ilgilendiren bir savaştır bu.
Emperyalist-kapitalistler; savaşı, şımarık çocuğu İsrail eliyle yürütmektedir. Sivil, çocuk, yaşlı, hastane, okul, yaralı demeden her seferinde bir öncekine taş çıkartacak cinste saldırılar gerçekleştiriyorlar. Yaptıkları akıl almaz katliamları gizlemiyor aksine paylaşıyor, savunuyorlar. Kendi kendilerini teşhir ediyorlar. Olasılıklar evrenini, ezilenler açısından tedirginlik çağı olarak benimsetmeye çalışıyorlar. Sadece kaçarak, saklanarak, körleşerek kurtulabilineceği insanın beynine kazınmaya çalışılıyor. Bu savaşa karşı ezilenlerin mücadelesini büyüterek cevap vermediğimiz her an insanlığımız ölüyor.
İsrail’in Filistin ve Lübnan’da, Türkiye’nin Kürdistan’da yaptığı katliamlar sıradanlaştıkça insan biyolojik olarak nefes almaya devam etse de insanlıktan bahsetmek oldukça güç olacak. Bu anlamda teşhirin ötesine geçen ve körleşmeyi aştıran, bu utanç tablosuyla yüzleştirip eyleme geçirten bir tarza geçmemiz gerekiyor. “Halka cesaret vermek için halkın kendisinden dehşete düşmesine yol açmak gerekir.” Marx, bu sözü Alman gericiliğine karşı alınması gereken tavır üzerine kurar. Bu sadece savaş için değil, Türkiye özelinde yaratılan toplumsal çürüme için de geçerlidir. İş AKP-MHP politikalarını teşhiri çoktan aşmıştır. Çünkü AKP-MHP “ahlaksızlığın ekonomi politiğini” toplumsal bedenle buluşturmuştur. Bu bağlamda ezilenlerin harekete geçmesi için kendinden dehşete düşmesi gereken bir zaman dilimindeyiz. Sözümüzü “Utan ve Harekete Geç” üzerine kurarken, eylemimizi doğrudan ahlaksızlığın ekonomi politiğini üreten merkezlere yöneltmeli, savaş makinesinin merkezlerini hedefe koymalıyız.
Kaynak: Komün Gücü
[1] Dış cephenin dayatması ve savaşta yaşadığı zorlanma sonucu yeni bir çözüm süreci arayışı, bu denklemle birlikte var olmaktadır. Kürdistan’daki savaşı belli bir düzeyde konsolide ederek dış savaşlarda daha aktif konumlanma arayışıdır çözüm süreci gevelemeleri.