Eğitim felsefemiz: Çağın dervişi olmak – Mahir Yılmaz

Sistemi reddetmek ve örgütlenmek, devrimciliğe atılmış ilk adımdır. Ancak ilk adımı atınca sistemden kopmuş olmayız. Bunu bir ayağı karada, bir ayağı denizde olan ama yüzmeyi bilmeyen bir insana benzetebiliriz. Kişi ilk adımını atmıştır, yüzmek istiyor ama nasıl yüzeceğini bilmiyor. Boğulmaktan korkabilir. O yüzden ayağını sağlam basmak ister ve sürekli tedirginlik yaşar. Denizin dibini görmek ister ve sürekli önüne bakar. Deniz bulanıksa daha da korkutucudur. İçinden ne çıkacağı belli olmaz. Yanında cesaret veren, denizin o kadar korkulacak bir şey olmadığını anlatan, pratik olarak yardımcı olan ve ilk kulaçları atmasını sağlayan biri olmazsa o ilk adımın gerisi gelmez ve o kişi yüzmeyi öğrenemez. Boy mesafesinden öteye bir kulaç dahi atmaz. Yani ayağını karadan kesmez. Kara parçasını kapitalist sisteme, denize açılmayı ise sistemden kopuşa ve hedeflediğimiz komünar devrimciliğe benzetirsek, bir ayağı karada bir ayağı denizde olan kişi eninde sonunda karaya dönecektir. Çünkü adımlarını boy mesafesine göre ayarlamıştır. Sistemle ilişki de benzerdir. Eğer sistemle kopuş ilk adımda kalır ve süreklilik halkası yakalanmaz ise kişinin dönüp dolaşıp geleceği yer yine sistemdir. Bizse adımları ve kulaçları, derin denizlere göre ayarlamalıyız. İlk adımı atana, duygu, düşünce, yeti ve yetenek olarak derin denizlere, okyanuslara açılabileceği beceriyi ve kabiliyeti kazanmasında yardımcı olacak temelde öğrenmenin koşullarını yaratmalıyız. O reddi, yani adımları süreklileştirmeliyiz.

Eğitim, en genel anlamıyla hedef doğrultusunda gelişen ihtiyaçlara cevap olabilmek için iş yapabilme becerisini ve kabiliyetini arttırma temelli faaliyettir. Sistemi reddeden ve örgütlenmeyi tercih eden her birey, bir potansiyel barındırır. Eğitim faaliyetimiz ise bu potansiyeli açığa çıkarmayı ve sınırlarını zorlamayı hedefler.

İhtiyacı kavrayabilmek için öncelikle o ihtiyacı duyumsamak gerekir. İhtiyacı duyumsamak içinse bu ihtiyacı açığa çıkaran soruna derinlikli eğilmeliyiz. Bir çoğumuz sol klasikleri okumuştur. İlk okuma genellikle ihtiyaçtan olur ama ihtiyacın ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz için o kitapları okuduğumuzda alacağımız sonuç genellikle eksik olur. Mücadele içerisinde piştikten, sorunlarla daha da haşır neşir olduktan sonra ise ihtiyacın ne olduğu zihnimizde daha net şekillenir ve sol klasikleri okuduğumuzda deneyimlerden daha iyi faydalanabilir ve çözüm noktasında fikirler daha çarpıcı bir şekilde zihnimizde canlanabilir.

Kapitalizm, insanları kültürsüzleştirmeye, duyarsızlaştırmaya, düşüncesizleştirmeye, köleleştirip kendi tahakkümü altına almaya çalışıyor. Devrimci çizgi ise bu anlayışla sürekli mücadele halindedir. Eğitimlerimiz, özgür bilinci pratikle buluşturmalıdır. Komünarların yaratacağı bilinç kendi özgür geleceğini ön görebilmesini, onu planlayıp yürütebilmesini sağlamalıdır. Kapitalizmin bir diğer ali cengiz oyunu, zor’unu içselleştirmesidir. Önceki sistemlerde köle, serf zorla çalıştırılıyor. Bilinçler ve taraflar daha nettir. Bu yüzden fırsat bulursa karşı çıkıyor, kaçıyor. Kapitalizmde ise normalleşmiş, içselleşmiş kölelik açığa çıkıyor. Bu algı ise emeğini satabilme ‘özgürlüğünden’ dolayı içselleşiyor. Liberalizmin bunun gibi birçok ali cengiz oyunu toplumun içinde olduğu gibi o toplumun içinde yaşayan ve onun bağrından çıkan devrimciler içinde normalleşebiliyor ve içselleşebiliyor. “Yok, ben arındım, örgütlendim, devrimci oldum, komünist ilişkiler kuruyorum.” diyorsak kendimizi kandırırız. Bu yüzden sistemden bize geçen tüm hastalıklarla yüzleşmek ve arınmak gerekiyor. Bu ise anlık bir olay değildir. Süreklilik arz etmelidir.  Bu anlamıyla eğitim, devrimci için bir iç savaş düzlemidir. Bu savaşı kazanmak için, düşünce tarzımızda bir devrim yapmak zorundayız. İçinden çıktığımız toplumdan aldığımız hastalıklardan arınmalı ve kapitalist kültürün sızacağı bir iğne deliği kadar boşluk bırakmamalıyız. Çünkü iyi biliyoruz ki “oldum” dersek iğne deliği kadar bırakacağımız boşluktan kapitalizm sızar ve tüm zihnimizi ve ruhumuzu ele geçirir.

Kapitalizmin temel mantığı tüketimdir. Bu yüzden sürekli meta ve parada gizem yaratır. Metanın gizemine kapılan insanlar ona bedel öder. Bizim teoriyle kurduğumuz ilişki de böyledir. Teori gizemlidir. Öyle herkes teoriyi anlayamaz! Teori, kolektifin bilinç eylem bütünlüğünü sağlamak yerine, kadrolara formüller şemalar verir. İdeolojik yoğunlaşma olmaksızın teori allah vergisi bir özellik olarak kişiye bahşedilmiş sanılır. Komünarlar, teorik, pratik, değerler bütünü olarak üreten bir pozisyonda olmalıdır. Kapitalizmde üretim bir çarkın dişlisi olmaktır. Bu yolla kapitalizm, insanı köleleştirir ve insan, kendini sürekli tüketir. Bizim inşa edeceğimiz yaşamda insan emeğiyle, üretimiyle özgürleşmeli, bunu duyumsayabilmelidir. Mücadeleye, yaşama katabileceğimiz yeni bir üretim, bir su damlası kadar bile olsa bizi heyecanlandırmalıdır. Yaşamda sürekli kendini üreten çizgiyi yakalamalı, hep güne bunun heyecanıyla başlamalıyız. İnsan kendisini üretebiliyorsa, yaşama katkı sunabiliyorsa tek kişilik bir hücrede bile o özgürleşmeyi duyumsayabilir. Ancak sistem içinde büyük imkanlara sahip olsa dahi eğer kendini üretemiyorsa, sadece günlük yaşamını sürdürüyorsa, yaşamı anlamsızlaşır, özgürlüğü hissedemez. Sistem içindeki özgürlüğü yalancı bir özgürlüktür. Çünkü insanım diyen biri, milyarlarca insan ezilirken, sömürülürken kendisini özgür hissedemez.

Komünizmi hedefliyoruz. Bu bir inşa faaliyeti ise temel yapı taşı olarak kadroyu sağlamlaştıralım ki geleceği de sağlam inşa edebilelim. Ütopyamız bizim ufuk çizgimizdir. Sürekli ona ilerlemeye çalışırız. Ufuk çizgimize yaklaşabilmek için kendimizdeki niteliği arttırmalı, bu niteliği yaygınlaştırmalıyız. Zira bu nitelik, duygu, düşünce ve beceri gücü ne kadar artar, yaygınlaşır ve uygulamaya geçerse o kadar hedefe yaklaşırız.

Eğitim sadece arınma ve sistemsel özelliklerimizi yıkma meselesi değildir. Söz gelimi devrim dediğimizde aklımıza ilk elden devleti yıkmak gelir. Ancak yıktığımızın yerine neyi koyacağımızı da iyi bilmeliyiz. Genelde yıkma faaliyeti devrim sırasında, inşa ise devrimden sonra fi tarihinde önümüze koyacağımız görevler olarak anlaşılır. Ayrıca yıkma ve inşa etme faaliyetleri sadece devlet nezdinde algılanan ezberlerdir. Toplumda veya tek tek bireylerde yapılması gereken bir yıkım ve inşa faaliyetinden çok söz edilmez. Ancak asıl yapılması gereken budur. Çünkü kapitalizmi, sosyalizmi, komünizmi, örgütü yaşatan ve yaşatacak olan insandır.

Kuracağımız yaşamın temel yapı taşı insan ise öncelikle devrimci kadroda gelecek tahayyülümüzün karşılığını inşa etmemiz gerekir. Bu anlamda komünarlar, yaşamında, yoldaşlık ilişkilerinde, mücadele anlayışlarında, toplumla kurdukları ilişkilerde an’a yanıt olan ve gelecek tezahürünü anda inşa eden bir bütünlükle hareket etmelidir. Bu anlayış ne bir çiple yüklenebilir ne de pratikten izole bir ortamda sadece anlatılarak kavranabilir. Yani eğitim bir şeydir ama her şey değildir. Tek başına yeterli değildir. Pratiğin dili, temposu farklıdır. Her şey kitaba uymaz. Ancak doğru pratiği uygulamak için pratikte yüzyıllardır biriken deneyimleri ve kendi edindiğimiz deneyimleri eğitimlerle doğru değerlendirmeliyiz. Eğitim bu anlamıyla pratiğimizle yüzleşme safhasıdır. İkisi bir bütün olarak kavranır ve uygulanırsa başarıya doğru adımları atabiliriz. Yani eğitimi pratik, pratiği de eğitim alanı olarak görmek gerekir. Bunları birbirinden ayırır isek kaybederiz. Bizim amacımız ne bir eğitim kulübü kurmak ne de dar tepkisel düz çizgisel bir bakış açısıyla pratiğimizi sürdürmektir.  Mao bunu şöyle özetliyor: “Pratik yoluyla doğruyu bulmak ve pratik yoluyla doğruyu tanıtlamak ve geliştirmek. Algısal bilgiden başlayarak, onu fiilen akla uygun bilgi haline getirmek ve sonra akla uygun bilgiden başlayarak öznel ve nesnel dünyayı yeni bir kalıba dökmek için devrimci pratiğe geçmek, pratik, bilgi, daha fazla pratik, daha fazla bilgi ve bu örneğin sonsuza kadar yinelenmesi ve her devirde pratik bilginin kapsamını daha yüksek bir düzeye ulaştırmak. Diyalektik materyalist bilgi teorisi ve bilmenin ve yapmanın diyalektik materyalist birliği teorisi, işte budur.”

Hayat sürekli eğitim olarak görülmelidir. Her yeni olay, olgu için yeniden eğitim verilemez. Eğitim, devrimci kadroda hayatta karşılaşacağı yeni olaylara çözümü an’da üretip, pratikleştireceği bütünlüğü yaratmalıdır. Diyelim ki bir ayaklanma oldu ancak bu farklı tarzda bir ayaklanmadır. Bunun için tüm üye ve kadroları toplayıp olayı çözümlemek gerekmez. Zaten bireyde ve kolektifte bu çözümlemeyi ve müdahaleyi yapacak duygu, düşünce ve beceri kabiliyeti önceden inşa edilmeli ki yeni olaya karşı yeni bir tarz ve tempoyu tutturabilsin. Sadece alınan eğitime bağımlılık, dogmatizmi ve ezberciliği doğurur.

Örgütü canlı bir organizma gibi ele almalı ve inşa etmeliyiz. Bir canlı varlığın en küçük yapısı hücredir. Hücreler birleşip dokuları oluşturur, dokular organları, organlar sistemleri ve hepsinin bileşiminde ise en genel adıyla canlı organizma oluşur. İnsan gibi canlılarda ise iskelet vardır. Organlar, iskelete göre konumlanır. İskelet örgüt için ideolojidir. Mücadelede, yaşamda o iskelet temelinde hareket ederiz. Diğer türlü kendine göre devrimcilik anlayışları olan bir toplamdan başka bir şey olmayız. Böylesi bir toplamda süreklilik olmaz, yıkılmaya mahkumdur, kolektif hareket edilemez, esneklik doğru temellerde sergilenemez. Eğer ideolojik-siyasal hattımızı kolektife yayabilirsek başarıya giden adımları inşa edebiliriz. Organizmanın tüm hücreleri, sağlıklı bir vücudun uyumunu gerektirir. Hücreyi birey olarak ele alırsak, kadroların tanımlı bir çalışma temelinde bir araya gelmesiyle oluşturdukları komiteyi dokuya, bir çalışmanın gelişiminden sorumlu komitelerin (dokuların) bir araya gelmesi ile oluşan yapıyı organlara ve en son tüm organların bir araya gelişini de canlı organizmaya/partiye benzetebiliriz. İşte temel yapıtaşı kadrodan başlayarak parti, ideolojimiz temelinde inşa edilmelidir. Organizmayı ayakta tutacak, ona ruhunu verecek olan şey ideolojimiz ise, biz kadroların duruşu onun en küçük birimde, hücrede vücut bulmuş hali olmalıyız. Bu perspektifle donanmalı ve hareket etmeliyiz. Bunun olmazsa olmazı eğitimdir.

Ancak şekil şartı yerine getirmek için de eğitimi yapmayız. Amaçlı eylem, her attığımız adımda olduğu gibi burada da geçerlidir. Eğitimi bütünlüklü ve derinlikli ele almak gerekir. Yüzeysel kalan bir bakış açısı, ihtiyacı yine yüzeysel karşılayabilir ve sorunu çözemez. Eğitimler yüzeysel kalırsa, düzenle devrimi iç içe yaşamaya çalışan, ama son kertede düzene dönen orta yolcu kişiliği besleriz. Eğitimlerle amaçlanan; ne idüğü belirsiz, herkesin kendi “doğruları”nın olduğu bir devrimcilik yerine kolektifin yarattığı değerleri kendinde barındıran ve üstüne koymayı hedefleyen çizgiyi yaratmaktır. Bu ise yaşamın her anını eğitime dönüştüren anlayışla gerçekleşebilir. Kendindeki ileri anlayışı yoldaşına aktarabilen, yoldaşındaki ileri anlayışı kendine alabilen, geleceği kendinde inşa edebilir. Eğitim sadece çözüm yolunu gösterir. Çözümün kendisi pratikte sağlanır. Bize kazandıracak olan her ikisini bir arada ele almaktır. Yoksa eğitimde istediğimiz kadar benimsetelim, pratiğe geçmiyorsa eğitimde alınanlar boşa düşer. O yüzden eğitimler öyle olmalıdır ki; bireye görev verilmese bile, birey inisiyatif alarak, örgüt yoksa örgütlülüğü yaratan, eksiklik varsa eksikliği kapatan, hataları düzelten, ölçüleri gittiği yere yayan bir çizgiyle hareket etmelidir. 

Eğitim bir öğretmenin belli günlerde, belli bir mekanda anlatacağı belli konular olmamalıdır. Bu mantık bize kaybettirir. Komünarlar, çağın dervişleri olmalıdır. Yaşamdaki duruşlarıyla, olaylara getirdikleri çözümlerle, yaşamdan sürekli öğrenebilmeleri ve öğrendiklerini topluma mal edebilmeleriyle, mütevazilikleriyle dervişane bir tutum sergilemelidirler. Şeyh Bedreddin’i ele alalım. Zamanının bilinen en büyük şeyhlerindendir. Osmanlı Devleti’nde birkaç yıl kazaskerlik görevi yapar. Timur, Osmanlı’yı işgal ettiğinde Şeyh Bedreddin’i yanına almak ister. Yine Mısır’da dergahta eğitim gördüğü sırada, dergahın lideri, Şeyh Hüseyin Ahlati öldüğünde dergahın başına geçmesi istenir. Ancak Şeyh Bedreddin bunların hepsini reddeder. Onun derdi ne koltuktur ne de sistem içi şatafatlı bir yaşam. Ona yediği bir lokması ve sırtındaki bir hırkası yeterlidir. Gerisini elinin tersiyle itmiş ve kendisini yeryüzünde cenneti inşa etmeye vakfetmiştir. Şeyh Bedreddin, yeryüzünde cenneti inşa etmesi gerektiğini anladıktan sonra daha önce okuduğu kitapları nehire atar. Açıklanamayan bir şey yoktur artık. Tam bu süreçte, hayatın anlamını sorgulayan Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddin’de arayışına cevap bulur ve onun müridi olur. Eşkıya olan Torlak Kemal, yolunu kestiği Şeyh Bedreddin’in konuşmasından, duruşundan etkilenip öğrencisi olur. Ve bu ikili Şeyh Bedreddin’in ortaklaşmacı düşüncelerinin, yeryüzünde cenneti kurma fikrinin en büyük örgütçüleri ve propagandistleri olurlar. Şeyh Bedreddin, bu ikiliyle ilk konuşmasında etkilemeyi başarmıştır. Onlar artık yaşamlarının bu fikirlerle anlamlı olacağını düşünürler. Bu anlamıyla eğitimlerimiz de, komünar yaşam felsefesini işlemelidir. Yaşamın anlamını arayanlar, komünar düşünceyle buluştuğunda yaşamın anlamının anahtarını bulduklarını hissetmelidirler. Bu felsefe, yaşamla bütünleşmenin, onu çözmenin anahtarı olmalıdır. Çünkü yaşam ve mücadele birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Eğitimler, bu anahtarı çağın derviş adaylarına vermelidir. Yaşamın sırrına varmak isteyen, hakikati bulmak isteyen, bu anahtarı kullanabilir, dervişin yoldaşı olur.

Bir devrimci, yaşamın nabzını tutabilmelidir. Örneğin müziği ele alalım. Eğer müzisyen notalarla ve seslerle bütünleşmişse notaların yerlerini çok hesap etmeden enstrümanını çalabilir. Müzisyen duygu ve düşüncelerini sanatıyla insanlara aktarmaya çalışır. Müzikte vuruşlar vardır. 60 vuruşluk ezgiler insanın normal kalp ritmine denk geliyor ve hayatta ortalama gidişatı ve huzuru simgeliyor. 120 vuruşla çalınan ezgiler ise heyecanlı kalp ritmine denk düşüyor. İnsanlar ise ruh hallerine göre  bu ezgileri dinliyor. Yani müzisyen bütünleştiği müzik ile birlikte insanların nabzını tutabiliyor, duygularını daha iyi aktarabiliyor. Bizim yaşamla, kitlelerle kuracağımız ilişki de tam olarak böyle olmalı; hayatın ritmini, kitlelerin nabzını iyi tutmalı; yaşamla, pratikle bütünleşmelidir. Pratiğimizle, kitlelerin nabzını yakalayarak duygularını kitlelere aktarabilmeliyiz. Kitleleri kendi ritmimize çekebilmeliyiz. Bunun içinse yaşamı bir bütün olarak iyi kavramalıyız. Bir insanın yaşamı kavrayış tarzı, mücadele ile kurduğu ilişkiyi de belirler. Eğer yarım/eksik bilgiyle pratik sergileniyorsa hayatın ritmi tutulamaz, doğru noktalardan pratik aktarılamaz, duygu doğru aktarılamaz. Bazen tonlarca kitap okuruz. Ancak Ahmet Kaya’nın, Grup Yorum’un, PKK’li bir gerillanın çaldığı, söylediği türkü veya Ahmet Telli’nin, Ahmet Arif’in, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in söylediği şiir bizi daha çok etkiler ve o kitaplarda bulamadığımız bilgiyi, duyguyu buluruz. İşte hayatla bütünleşerek yapılan işin büyüsü buradan gelir.  

Devrimci pratiği doğru temellerde sağlamak için bilinç ve eylem bütünlüğü gerekir. Neyi ne için yaptığımızı iyi bilmeliyiz. Sahada sürekli sorunlarla yüz yüze geliyoruz. Ancak bu sorunları çözmek için esnek olmak gerekir. Esnek olmak içinse bilmek gerekir. Konu ve çözümü hakkında ne kadar biliyorsak o kadar esner ve çözüm üretebiliriz.  Esneyemeyen kırılır. Ancak bu esneklik her şekle girebilen bir esneklik değildir. İdeolojimiz, iskeletimiz temelinde esneyebiliriz. Bir şeyi bilmek yetmez, özümsemek de gerekir. Ezber bilgiyle, formüllerle ve şemalarla hiçbir şeyi açıklayamayız. Çünkü o bilgi özümsenmemiştir, belki tartışmalarımızda güçlü bir retorikle bildiklerimizi kullanırız ancak bunun hayat dersinde önümüzü aydınlatıcı bir fonksiyonu olmaz. Bir teori gider bir teori gelir. Dünyayı değiştirme iddiasında olan birey nasıl değiştireceğini bilmez. Hatta bırakalım dünyayı kendisinde bile dönüşümü, değişimi örgütleyemez. Bilinç eylem bütünlüğü olmayan bir kadro, yabancısı olduğu, özümseyemediği ve bu anlamda bilmediği bir dünya için savaşmış olur. Oysa biz, kapitalizmin getirdiği yabancılaşmaya karşı da mücadele ediyoruz. Çünkü “bilinci bizim olmayanın eylemi de bizim değildir.” O yüzden bu dünyayı, doğayı, insanların doğasını, kapitalizmin doğasını, kapitalizm-insan ilişkisini ve yarattığı bozulmaları ve yerine neyi neden koymamız gerektiğini, nasıl örgütlenmemiz gerektiğini, hangi eylemi neden yapmamız gerektiğini iyi bilmeliyiz. Bunu ancak yaşamla bütünleşecek bir felsefeyle hareket edersek kavrayabiliriz.

Düşünmek kuşku duymakla, sorgulamayla başlar. Ancak gelinen noktada hikmetinden sual olunmaz selefi bir devrimcilik inşa edilmiş durumda. Statükolaşmış bilgi, dün olduğu gibi bugün de önümüzdeki en büyük engeldir. Örneğin enternasyonal toplantılarının her ülkeye verdiği reçeteler böyledir. Ancak bu yanlışı gören ve kendi özgüllüğünü ön plana çıkaran ülkeler devrime gidebilmişlerdir. Kapitalizmin, emperyalizm aşamasına geçmesiyle birlikte burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki, özsel bir değişime uğramasa da çelişki yoğunlaşmıştır. Sömürge ülkeler ve emperyalist ülkeler arasındaki çelişki arttı ve şiddetlendi. Ancak bunun idrakine varan sömürge ülke devrimcileri, enternasyonalin reçeteleri yerine, çelişkileri, çelişkilerin halklar üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyebildi ve çözümü bu temelde açığa çıkarıp, sosyalizmi ulusal kurtuluş mücadelesiyle sentezlediler ve başarılı oldular. Cezayir, Küba, Vietnam, Gine Bissau bunun örnekleridir.

Yine sorunu koyma açısından Türkiye Devrimci Hareketi’nde çarpık bir anlayış olarak, yarım bırakılan, iktidar kavgalarına kurban edilen pratikler çokça mevcuttur. Bu tarz normaldir ve kime sorsan kendi haklılığını anlatır. Bizse bu tarza karşı savaş açmalıyız. Bu anlamda militan çizgide, zafere kilitlenmiş, başarıya odaklanmış çizgiyi yaratmalıyız.

Düşman dışarıdan ne kadar darbe vurursa vursun örgütü fethedemez, onu asıl olarak sistem bulaşığı kadrolarla içten fetheder. Eğer içte bozulma yoksa düşmanın darbeleri bizi yıkamaz. Ancak içte gelişecek bozulmalarla mücadele etmezsek bu düşmanın darbelerini daha da etkili kılar. Yani diyeceğimiz o ki ya darbelerle çelikleşen bir yapı inşa ederiz ya da üflesen yıkılacak kumdan kaleler. Tercih elimizdedir. Günün 24 saatini devrimci bir şekilde yaşamalıyız. Yaşamı, pratiği, eğitimi birbirinden ayırmaksızın kendimizi devrime vakfetmeli, kolektifle birlikte var olmalıyız.

“Savaşlar hazırlık aşamasında kazanılır” denir. Hazırlığın önemli bir kısmı eğitimdir. Kendini nitel olarak donatmadır. Çünkü hazırlık aşamasında fikri, mental, duygusal, teknik olarak ne kadar donanırsan, savaşta askeri-politik gücünü açığa çıkartabilir, düşmana karşı hakimiyet kurabilirsin. Hazırlık aşamasında ideolojik-siyasi-örgütsel-askeri olarak donatılmayan bir kadro ise ne neden savaşması gerektiğini bilir ne de kendi gücünü açığa çıkarıp düşman üzerinde hakimiyet kurabilir. Yani savaşta, inşada, mücadelede önümüzde duran tek engel yine kendimiziz. Devlet şiddeti, şartlar vs. bunların hiçbiri kalıcı bir örgütlülüğü sağlayamamamızın, devrimci savaşı yükseltememizin bahanesi olamaz. Devrimler hiç de kolay şartlarda oluşmadı. Kolay devrim, kolay devrimcilik diye bir şey dünya tarihinde yoktur. Fidel Castro’nun “Biz yenilirsek kalkar yine deneriz diktatörler yenilirse sonları olur” sözünde anlatmaya çalıştığı üzere, dünya devrimleri binlerce militanın özverili çalışması ve sayısız denemesiyle olmuştur. Bunu bilince çıkarırsak kendimizi her koşula göre eğitebiliriz.

Mao, Teori ve Pratik kitabında ÇKP’nin 1927 yılındaki yenilgisini ve yeniden ayağa kalkışını şöyle özetliyor: “Ekim Sosyalist Devrimi, yalnız Rus tarihinde değil, dünya tarihinde de yeni bir devir açmış, dünyanın bütün ülkelerindeki iç değişiklikleri etkilemiş, benzer ama daha derin bir biçimde de Çin’deki iç değişmeler üzerinde etkili olmuştur. Bu gibi değişiklikler, gene de, Çin’de de öteki ülkelerde de bir iç gereklilikten doğmuştur. İki ordu savaşa tutuşurlar; birisi kazanır, öteki yitirir. Zaferi de, yenilgiyi de iç nedenler belirler. Kazanan, ya güçlü ya da doğru komuta altında olduğu için kazanmıştır; yitiren ya zayıflığından ya da yeteneksiz komuta altında olmasından yitirmiştir; işte bu iç nedenler yoluyla, dış nedenler işler duruma gelmiştir. 1927’de Çin’de, proletaryanın büyük burjuvazi tarafından yenilmesi, o sıralarda, Çin proletaryası (yani Çin Komünist Partisi) içinde bulunan oportünizmden ileri gelmiştir. Biz, bu oportünizmi yokedince, Çin devrimi yeniden ilerlemeye koyulmuştur. Daha sonra, partide serüvenciliğin türemesi üzerine, Çin devrimi düşmandan tekrar ağır darbeler yemiştir. Bu serüvenciliği yokedince, amacımıza doğru yeniden ilerlemeye başladık. Siyasal bir parti, devrimi başarıya ulaştırmak için kendi siyasal çizgisinin doğruluğuna ve kendi örgütünün birliğine güvenmelidir.” Mao’nun da belirttiği üzere dış etkenler, iç etkenler izin veriyorsa etkili hale gelebilir. Bu yüzden kendi zayıflık ve eksikliklerimizle sürekli mücadele etmeliyiz. Sorunlarla, eksiklerimizle, zayıflıklarımızla yüzleşmek bir erdemdir. Düştüğümüz yeri bilirsek oradan kalkmasını biliriz. Ancak düştüğünün farkında bile olmayan veya düştüğünü gizlemeye çalışan yaklaşım kaybedecektir. 

Devrimi uzun bir maraton olarak ele alırsak, kendimizi her türlü koşula göre ayarlamalıyız. Eğitim sihirli bir değnek değildir. Tarz ve yöntem geliştirir, bütünlüğü, bilinç-eylem diyalektiğini kavratır. Ancak iş mücadelede, yaşamda verilecek ideolojik-örgütsel mücadelede biter.