Ekonomik kriz girdabında Türkiye – Hasan Yıldız

Genellikle ekonomik krizler patladığında, mevcut iktidarın itibarı halk nezdinde hızla düşer. Kapitalist sistemde yapısal olan ekonomik krizler eğer bir devrimle aşılamıyorsa, sisteme halel getirmeden krizin sorumluluğunu iktidarın üstlenmesi, devletin bekası gereği olduğu kabul edilir. İlk seçimde eski iktidar halk tarafından cezalandırılır ve yeni bir hükümet kurulur. Sistemin itibarı da böylece korunmuş olur. Hükümetler gelip geçici sistem bakidir. Önemli olan hakim sınıfların varlığının devam etmesidir. 2001 krizi de benzer şekilde DSP-MHP iktidarını bitirmiş ve krizin aşılması için Kemal Derviş’in yürürlüğe koyduğu tüm acı reçetelerin faturası büyük oranda Bülent Ecevit’e kesilmişti.

Krizden çıkışla birlikte yapılan erken seçimlerde bu defa ödüllendirilen ve sistemin bekasını korumakla görevlendirilen AKP olmuştur. O zamanki seçim sistemine göre yüzde 30 oy oranıyla tek başına iktidar olan AKP, kriz sonrası taşları ayıklanan yolda, ayağına taş değmeden kolay yol almaya ve hızla yükselmeye başlamıştı. AKP iktidarı, Kemal Derviş’in batı merkezli tüm ekonomik uygulamalarını harfiyen yerine getiriyordu. Merkez bankasının bağımsız oluşu, dalgalı döviz kuru uygulaması, enflasyon ve dövizdeki dalgalanmaya göre faiz ayarlaması gibi serbest piyasacı tüm ekonomik unsurlar eksiksiz uygulanıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında dünyayı tek pazar haline getirmek isteyen emperyalist Batı bloğu, dünya bankası ve IMF gibi kurumları eliyle dünyaya dayattıkları bu küreselci ekonomik sisteme, 2001 kriziyle birlikte Türkiye’yi de dahil etmeyi başarmışlardı. O dönem Batı emperyalizmiyle AKP’nin çıkarları büyük oranda örtüşüyordu. BOP bunun en önemli unsuruydu.

Bu anlamda serbest piyasa ekonomisini (her ne kadar krizle birlikte Kemal Derviş tarafından devreye sokulsa da) Türkiye’de esas olarak AKP’nin hayata geçirdiğini söylemek abartılı olmaz. Zira söylemde keskin bir IMF karşıtlığı kullanan AKP, pratikte Kemal Derviş eliyle yürürlüğe konulan IMF uygulamalarını titizlikle yerine getiriyordu. Bu yıllar AKP ile batının flörtleşme yıllarıydı. Bir taraftan AB’ye girmek için göstermelik reformlar yapılıyor ve batının güvenine ve desteğine nail olunuyordu. Diğer taraftan daha ciddi reformlar yapacakmış havası veriyor ama halen gücünü koruyan eski hakim devlet yapısı tarafından engellendiğini öne sürerek mağduru oynuyordu. İktidardı ama söylemi hep muhalefetin diliydi (ki halen öyle) elbette eski Kemalist laik devlet yapısı, söz konusu siyasal İslamcılar olunca (her ne kadar gömlek değiştirdiğini söylese de) her zaman onlardan kuşku duyuyordu. (Ki gelinen aşamada kuşku duymakta haklı oldukları anlaşıldı.)

AKP iktidarı için mağdur postuna bürünmenin asıl amacı dışta Batının, içte halkın desteğini arkasına alarak Kemalist laik kesimleri geriletmek ve kendisinden beklenen ciddi reformları yapmamanın gerekçesi olarak kullanmaktı. Böylece batının desteğini 2013’lere değin hep arkasında bulan AKP açısından bu destek iktidarını sağlamlaştırana kadar kullanılan bir araçtı ve bundan çok iyi faydalandı. Bu sayede 2010’lara değin ekonomide ciddi bir aksama olmadan, üretim ağırlıklı bir ekonomi olmadığı halde sürekli büyüdü. Çünkü dünyada akacak yer arayan bol döviz likiditesi Türkiye gibi gelişmekte olan ve batının desteğini arkasına alan ülkelere bol bol akıyordu. AKP iktidarı da bundan fazlasıyla istifade etmeyi başardı. Sıcak para girişleriyle AKP’lilerin “AKP mucizesi” diye yere göğe sığdıramadıkları tüketime dayalı hızlı bir büyüme sağlanmış oldu. Kişi başı milli gelir 10000 dolarları aşmıştı. Ancak üretime dayanmayan dışarıdan gelen sıcak parayla yine dışarıdan tüketim malları alan ve dış ticarette gittikçe artan oranlarda açıklar veren sağlıksız bir tüketim ekonomisi ülkenin döviz borçlanmasını sürekli arttırdı. 

Böylelikle art arda büyük seçim zaferleriyle kendine güveni artan, devlet içinde gittikçe kontrolü sağlamaya başlayan yeni yetme iktidar, arkasındaki halk ve batı desteğiyle her geçen gün güçlenmekte ve toplumun büyük bir kesimini bu paralarla besleyerek kendine bağlamayı başarmaktaydı. Aynı zamanda daha büyük miktarda paraları da kendine bağlı sermaye gruplarının cebine akıtıyordu. 

AKP iktidarının baştan itibaren devleti yönetme anlayışı şirket yönetmekten farksız olduğu için her ekonomik ve siyasal olguya mutlak bir pragmatizm ile yaklaşması esas davranış çizgisi olmuştur. İktidar gücünü kullanmadaki temel amacı olan sermayeyi kendi kontrolüne almaya dönük girişimleri seferber etmesi bu anlamda normaldir. AKP iktidarı için paraya sahip olarak TÜSİAD’cı sermayeyi geriletip kendi sermaye gruplarını kurmak aynı zamanda dava meselesiydi. Sermayeye hükmetmek demek diğer gizli davası olan Kemalist-laik kapitalist devleti geriletip yerine daha İslami görünümlü, laiklikten uzaklaşmış yeni kapitalist devletin inşasının kolaylaşması demektedir. Böylece sermayeye hükmettiği ve devlete hakim olduğu oranda değiştirdiğini iddia ettiği gömleğini çıkarıp tekrar eski gömleğine bürünmekte gecikmiyordu.

Yeni yetme iktidarın amaçlarını hayata geçirmede kaybedecek zamanı olmadığı için hazır ortada bol miktarda batıdan akan dolarlar da varken en hızlı şekilde kendisine bağlı sermayeyi oluşturmak ve para hareketlerini kendi kontrolüne alması şarttı. Kamu ihaleleri, inşaat sektörü arazi rantı, yer altı madenlerinin çıkarılması, turizm ve sahillerin kontrol altına alınması vs. gibi emek gerektirmeyen daha çok tüketim temelli ancak kolay para kaynakları yeni sermaye oluşturmanın kestirme yollarıydı. Böylece kamu ihaleleri ve özel sektör eliyle tüm ülke şantiye haline getirildi. Kentler, ormanlar, sahiller, yaylalar, dereler, madenler belli şirketlere peşkeş çekilerek ülke bir baştan bir başa yağmalanmaya başlandı. En tepede Erdoğan’a bağlı olan tüm bu ekonomik faaliyetler belli ellerde birikti. Özellikle son yıllarda “Beşli Çete” olarak tabir edilen yeni yetme büyük burjuvalar kamu ihaleleri ile dünya çapında büyüklüğe sahip sermayelere kavuştular. Dövize bağlı garantili ödemeli hastane, yol, köprü ve havaalanı gibi projelerle devlet hazinesinin onlarca yıl bu kişilerin cebine aktarılmasının önü sonuna kadar açıldı. 

Hızlı sermaye aktarımı sadece bu alanlardan değil, devletin seksen yıllık birikimi olan ve halkın parasıyla yapılan birçok kamu kurumu ve işletmesi özelleştirilerek de gerçekleştirildi. Buradan gelen 70-80 milyar dolar para iç edildi. Bunun dışında, kimi kontrol dışı medya veya kritik önemdeki özel sektör işletmeleri vergi şantajı veya tehdit yoluyla kelepir fiyatına kapatıldı. Bazılarına ise doğrudan kayyumlar yolu ile el konularak kendisine bağlı sermaye çevrelerine aktarıldı. Tüm bunlar ülkeye bol miktarda akan sıcak paranın iktidar çevrelerinde yarattığı görece refah dönemlerinde gerçekleşti. Göreceliydi çünkü bir tarafta birilerinin elinde büyük zenginlikler birikimler oluşurken, diğer taraftan da özellikle Körfez ülkelerinden sürekli ve bol miktarda gelen sıcak paralar nedeniyle, ülkenin dış borçları tarihinde görülmedik boyutlara ulaştı.

İktidarın aceleyle kendi sermaye gruplarını oluşturma çabasının sonucunda son derecede sağlıksız bir büyüme oluştu. Üretime dayalı olmayan inşaat-arazi rantı, turizm ve kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ile sermaye birikimi sadece tüketimi arttırmaya yaradı. Üretken olmayan bu sektörlerdeki büyüme istihdamı ve refahı belli oranda artırıldı. Artan refahın talebi olan tüketim içeride üretilmediği için ithalatta patlamalar yaşandı. Ülkenin ekonomik büyümesine orantılı olarak ithalatta gerçekleşen artış ihracat artışından sürekli daha fazla oldu. İthalat ve ihracat arasındaki döviz açığını kapatmak için daha fazla sıcak para girişine ihtiyaç duyuldu ve tüketime dayalı her büyüme borçlanmayı daha fazla tetikledi. Bu, şiştikçe gerilimi artan bir balon ekonomisinden başka bir şey değildi. Şişen balon er ya da geç bir noktadan sonra patlamak zorundaydı. Öyle bir noktaya gelindi ki dış borçlar 500 milyar dolara ve sadece bu borcun faiz ödemeleri yıllık 50 milyar dolara dayandı. Üstelik bu her fırsatta faize karşı olduğunu söylemekten geri durmayan İslamcı iktidar eliyle yaratıldı. Sıcak para musluklarında bir aksama olması halinde ise artık kriz kapıdaydı. 

Eğer ülkeye giren sıcak para baştan itibaren üretime dönük sektörlere aktarılsaydı, tüm ülke şantiye yerine imalathaneye dönebilirdi. İhtiyaç duyulan mal ülke içinde üretilmiş olacağından ithalat giderek azalırken ihracat ise artabilirdi. Yani dış ticarette artan cari açıklar yerine fazlalıklar verilebilirdi. O sıcak para ranta, tüketime değil üretime aktarılsaydı, kapitalist koşullar içinde daha üretken daha sağlıklı bir ekonominin temelleri atılabilirdi.

AKP iktidar olduğunda seksen yıllık TC kapitalizmi belli bir gelişme evresini yakalamıştı. Orta düzey denilebilecek deneyim tecrübe ve teknolojik gelişmişliğe ulaşılmıştı. Tekstil ve gıda sanayinde dünya ölçeğinde söz sahibi olmaya başlamıştı. Başka sektörlerde de önemli bir gelişme seyri vardı. Türkiye kapitalizminin başını daha çok Kemalist-laik karakterdeki TÜSİAD’cı sermaye çekiyordu. Eğer AKP uzun vadede ülkenin çıkarına ve daha sağlıklı yol alan üretim ekonomisine yönelseydi, üretimde belli bir deneyim ve tecrübesi olan TÜSİAD’cı burjuvaziyle iş görmesi gerekecekti. Bu sermaye çevreleri AKP iktidarının rakip olarak gördüğü ve eski devlet düzeninin bir parçası sayıldığı için bunların desteklenmesi eski devlet yapısının güçlendirilmesiyle eş anlamlı olacaktı. 

AKP’nin etrafında kümelenen daha çok Anadolu kökenli küçük işletmelerin yeterli deneyim tecrübe ve teknolojik donanımları yoktu. Dış bağımlılığı azaltacak kritik sektörlerde üretim kabiliyetinden yoksundular. Bu nedenle, ülkenin batması pahasına rant ve talana yönelerek müthiş bir tüketim ekonomisi yaratıldı. Tüketim ekonomisinin finansmanı için ihtiyaç duyulan döviz ise batıyla işler yolunda gittiği sürece hep geldi. 

2010’lara gelindiğinde, AKP iktidarı ve Erdoğan belli bir ekonomik gücü eline alarak devlet üzerinde denetim kurmaya başlamıştı. Bu aynı zamanda arkasındaki geniş halk desteğiyle özgüven patlamasının yaşandığı yıllardı (içeride ve dışarıda) ki artık sağa sola efelenmeler kafa tutmalar da başladı. Çok geçmeden AKP bileşenlerinin yaşadığı güç zehirlenmesi pastadan kimin daha fazla pay alması gerektiği anlaşmazlığı yüzünden birbirine düşmelerine neden oldu. İşte tam da bu noktada Cemaat’in darbe girişimi bu işin zirve noktasıydı. 

Ortadoğu’da BOP çerçevesinde AKP ile ABD-AB arasında kurulan ortaklık, ABD ve AB’nin bu projeden vazgeçmesi ile birlikte maddi zeminini kaybetti. AKP’nin İsrail’e yönelik izlediği politika, Suriye’de ABD ve AB ile çelişen dış politikası, jeopolitik konumunu kullanarak kendini emperyalist bloklar arasında pazarlık unsuru haline getirmesi AKP’nin güvenilirliğini Batı nezdinde iyice sarstı. S-400 krizi ise ipleri iyice gerdi. Sonuçta Batının Türkiye gibi bölgesinde önemli olan bir ülkeden vazgeçmesi zor bir olasılık olsa da mevcut iktidarla sorunsuz çalışmanın koşulları kalmamıştı ve artık AKP istenmeyen bir yönetimdi. Böylece AKP iktidarının çok hayrını gördüğü batı desteği artık arkasında yoktu. 

Nihayetinde daha önce Batının desteğine sahipken ülkeye akan dolarlar, destek azaldıkça suyunu çekmeye başladı. Döviz kurundaki arz talep dengesi bozulunca TL’nin değer kaybetmesi artık kaçınılmazdı. Artık suni refah dönemi bitmişti ve dış borçları ödemek için dahi dolar kıtlığı yaşanıyordu. Dolara talep arttıkça, doların yönü hep yukarıyı zorluyordu. Merkez bankasının döviz rezervlerinden piyasaya dolar sürmesi ve faiz artırımı yoluyla sıcak para çekme girişimleri de pansuman etkisinden öte bir fayda göstermedi.

AKP ülkenin derin bir krize sürüklendiğinin ve bundan kaçış olmadığının artık farkındaydı. Ülkenin batması, halkın yoksullaşması değil ama iktidarları boyunca türlü şaibelerle oluşturdukları sermayelerinin değer kaybedecek olması onları daha çok endişelendirmiş olmalı ki bir anda MB’deki 128 milyar dolar buhar oldu. “İhtiyaç vardı piyasaya sürüldü” denildi ama bu kadar büyük miktardaki dövizin kimler tarafından alındığı sır olarak saklandı. Şu anda bir vatandaş 100 dolar almak istediğinde kimlik bilgileri kaydedilirken, 128 milyar doları alanların kimlik bilgilerini kimse öğrenemedi.

Kendi sermayesi büyük oranda dolara çevrilen, hastane, köprü, yol vs. için garanti ödemelerini dolar üzerinden devletten alan iktidar ve yandaşlarının krizden etkilenmesi artık olanaksızdı. Dahası yükselen dolar kuru işlerine bile geliyordu. Krizin derinleşmesi ve doların artışı AKP için ülkenin batmasından çok yandaşların sağlayacağı fayda başat olduğundan, dolar artık istediği kadar yükselebilirdi. Hatta yapılan kimi açıklamalarla doları anlık indirip yükselterek yaptıkları kar oyunları ile servetlerini daha da arttırdılar.

İktidarlarının ilk yıllarında çıkarları gereği IMF’nin Türkiye’de devreye koyduğu Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, dalgalı kur ve faiz ayarlamalarıyla piyasayı düzenleme vb. serbest piyasa uygulamalarında hiçbir beis görmezken, şimdilerde bir anda faizin haram olduğu hatırlandı. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı saray tarafından oradan kaldırıldı. Yükselen dövizi dengelemek için faiz artırımı beklenirken, Reis tam tersine faizleri indirdiğini açıklayarak doları adeta zıplarcasına yukarı fırlattı. Biraz indiği görüldüğünde başka bir açıklama yaparak tekrar yükselmesini sağladı. Bu yöntem defalarca tekrarlandı. Nihayetinde Türkiye, kısa bir zaman diliminde belki de tarihinde hiç olmadığı kadar yoksullaştı. Sadece Kasım ayı içinde TL’nin dolar karşısında değer kaybı yüzde 30-40’ları buldu. Doğal olarak bu sürecin kazananları cebinde bol doları olanlar ve dolar üzerinden garanti ödemesi olanlar oldu. Kaybedenlerse dolar ve dolar üzerinden borçlananlar ve alım gücü düşen, yoksullaşan geniş yığınlar oldu.

AKP’nin ülkeyi şirket gibi yönetmesi ve mesleklere tüccar zihniyetiyle yaklaşması nedeniyle ekonomik krize de kar-zarar mantığıyla bakması ve karlarını katlamaya çalışması onlara normal görünüyordu. Bu büyük ekonomik krize kadar pragmatist çıkarcı yaklaşımları onlara hep kazandırmıştı. Ancak büyük ekonomik krizle birlikte AKP’nin oy deposu olarak gördüğü ve yaptığı vurgunlardan biraz koklattığı geniş yığınlarda aşırı yoksullaşma olması nedeniyle iktidardan desteğini çekmeye başladılar. AKP’yi kendinden görüp iktidara taşıyan halk yığınlarıyla güç zehirlenmesinden başı dönene otoriterleşen ve sarayından aşağıya kibirle bakan AKP ve Erdoğan onu destekleyenlerden kopmuştu. Hesap edemedikleri bu gerçek, iktidarın etrafını yavaş yavaş boşaltmaya başlamıştı. Kendilerini daha fazla zengin etmek uğruna ülke büyük bir borç batağına, geniş yığınlar derin bir yoksulluğa saplandı ve bu gerçek onların sonunu da hızlandırdı.

Kitle desteğinin azalıyor olması ve iktidarlarının ayaklarının altından kayıyor olması AKP’yi yeni arayışlara itmiş görülüyordu. Düne kadar yoksullaşan yığınlarla dalga geçer gibi “ekonomide her şey yolunda ve yüksek büyüme devam ediyor” söylemi yerine, artık “ekonomik kurtuluş savaşı veriyoruz” söylemine sarıldılar. Eğer bir ülke kurtuluş savaşı veriyorsa, bu savaşta herkesin destek olması ve özveride bulunması şarttır. Dillerine doladıkları kurtuluş savaşı söylemi ile halkı içine düşürdükleri yoksulluğa katlanmasını ve büyük bir sabırla kendilerini desteklemesini istediler. Diğer taraftan yeni sıcak para arayışıyla BAE’ye seferler düzenlendi. Ülkemizde “uçsuz yatırım olanakları var” denilerek ülkeye dolar girişinde nasıl girerse girsin noktasına gelindi. Çünkü yaklaşan seçim öncesi, ekonomik olarak zor durumdaki halkın koşullarının biraz rahatlaması gerekiyordu. Yoksa her geçen gün eriyen oylarıyla ağır bir yenilgi alıp çok sevdikleri AKP’lerinin yok oluşunu izlemek zorunda kalacaklardı. O zaman biriktirdikleri milyar dolarlar da onları kurtaramayacağından, iktidarı kaybetmemek için her şey yapılmalıydı. Daldıkları tatlı hayattan yeni uyanıyor gibiydiler. Kibirden körleşen gözleri acı gerçeklerle yüzleşince yeniden açılmaya başladı. Ama öyle görülüyor ki her şey için artık çok geçti.

Kendi sermayelerini oluşturma pahasına ülkeyi sürükledikleri çıkmaz yolun kendilerini yok eden trajik sonuçlarıyla karşılaşınca, çaldıkları minareye kılıf bulma telaşına düştüler. Şimdilerde Türkiye’deki şimdiki koşullarla uzaktan yakından hiç alakası olmayan “Çin Modeli” dillendirilmeye başlandı. Ülkedeki ekonomik krizle birlikte emekçi ücretlerinin 200 dolar seviyelerine düşmesinin nedeninin kökü ekonomi yönetimi nedeniyle değil de Çin gibi yüksek oranda yatırım sermayesi çekmek için bilinçli şekilde düşürüldüğü iddia edildi. Dışarıdan yatırım sermayesi çekilerek üretimin arttırılacağı ve ülkenin Çin gibi zenginleşeceği söylemekte. Yani halka biraz sabredin, şimdi fakirleştiniz ama yakında tekrar zenginleşeceksiniz denilmekte. Umut tüccarlığında sınır tanımayan iktidarın halkı kandırmada kullandığı yeni argümanı şimdilerde bu.

Oysa Çin’de böyle bir yol asla izlenmedi. Yani önce halk fakirleştirilerek, ücretleri düşürülerek dışarıdan yatırım sermayesi çekilmedi. Sosyalist bir devletin devamı olmasından kaynaklı olarak tüm çalışanların Türkiye kapitalizmi ile kıyaslanamayacak kadar fazla sosyal hakları vardı. Eğitim, sağlık, ulaşım, konut, elektrik (konutlarda) ya tamamen bedava ya da çok sembolik bir ücret karşılığıydı. Bir işçinin ücretinden bunlara fazla bir para alınmıyordu. Çünkü bunların karşılanması devletin sorumluluğundaydı. Belki dolar karşılığı az görülebilirdi ama Çin sınırları içinde bir işçinin ücreti kendisine ve ailesine rahatlıkla yetiyordu. Çin modeli denen şey; sosyalist Çin’i kapitalist dünya pazarına açmak ve serbest piyasa ekonomisinin parçası haline getirmek, yatırım sermayesi çekebilmek için de Yuan’ı Dolar karşısında devlet eliyle sürekli düşük tutmaktı. Çin’in uyguladığı bu model tuttu ve zenginleşti. Çin hiçbir zaman AKP’nin yapmak istediği gibi işçi ve emekçilere yoksullaşın, aç kalın, yerlerde sürünün ki ülkeye yatırım gelsin demedi. AKP’nin yapmak istediği başarıya ulaşan Çin modeli üzerinden şark kurnazlığı yaparak halka umut satmak.

Madem ülkenin kurtuluşunun üretimden geçtiğini düşünüyordunuz da yirmi yıldır neredeydiniz diye sormazlar mı insana? Hem de üretim sermayesine dönüştürmek için ülkede bol miktarda dövizin olduğu uygun koşullarda niye yapmadınız? Ülkenin kendi potansiyelini niye bu konuda seferber etmediniz? Şimdi kriz ülkeyi kasıp kavururken mi üretim üssü olmak geldi aklınıza? 

Sona yaklaşan AKP iktidarı giderayak, yirmi yıl önce iktidara geldiği zaman yapması gerekeni yeni dillendiriyor. Kriz onları da uçuruma doğru sürüklerken birdenbire üretim ekonomisini keşfettiler. Aslında hala dertleri üretimi geliştirip ülkeyi düze çıkarmak değil, halka umut tacirliği yaparak yaklaşan seçimleri kurtarmak. Çünkü seçimi kaybetmek her şeylerini (belki özgürlükleri de dahil) kaybetmek demek olacaktır. Seçimi kazanmaları ise daha da otoriterleşen bir iktidarla kitlelerin zapturapt altına alındığı, tüm ülkenin kaderinin tek bir insanın eline daha fazla bırakıldığı ve belki bir daha seçimlerin dahi olmayacağı, gericiliğin zirve yaptığı bir sürecin önünü açacaktır.