Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a yaptığı çağrı ile başlayan süreç, 27 Şubat’ta Öcalan’ın yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile yeni bir evreye girdi. Ekrem Demirci ile yaptığımız röportajda TC’yi Öcalan’la müzakereye zorlayan dünya ve bölge koşullarını, dönem ve bölge koşullarının PKK ve TC için ayrı ayrı yarattığı kriz ve fırsatları, 27 Şubat çağrısının PKK’nin siyaset yapış tarzıyla birlikte nereye oturduğunu, çağrıya dönük eleştirilerini, silahlı mücadeleyi, Öcalan’ın Marksizm eleştirisini, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı, süreç bağlamında Kürdistan devrim dinamikleri ile Türkiye devriminin dinamiklerinin etkileşimini, Türkiye’nin Suriye’ye yaptığı “yatırımı”, Lazkiye ve Tartus’ta yaşanan Alevi katliamını, Mazlum Abdi ve Colani’nin imzaladığı anlaşmayı ve daha birçok şeyi sorduk, konuştuk.
Beklenmedik çıkışlar toplumda, sol-sosyalist harekette kafa karışıklığı yarattı. “PKK, uluslararası planda kendisine göre zirve çıkışlarını hedefleyerek, halk savaşını yükseltme sloganlarını en üst perdeden dile getirirken, bir anda bugünkü yeni sürece geldi”. Türkiye ise “Bu işi bitirdik dediği bir noktada, tüm söylemlerini ve hedeflerini değiştirip kırarak, koşulların zorlamasıyla yeni sürece adapte oldu.”
Tüm bunlara dair Komün Gücü olarak gerçekleştirdiğimiz röportajı siz okurlarımızla paylaşıyoruz.
– Komün Gücü
22 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin çağrısı üzerine devlet ve Öcalan nezdinde yeni bir süreç başladı. Bu süreci bölge ve dünya bağlamında nasıl anlamalıyız. Türkiye’nin demokratikleşme gibi bir niyeti var mı, yoksa bu adımı atmaya TC’yi bu sürece iten koşullar nelerdir?
Ekrem Demirci: Şimdi, ne kadar farkındayız bilinmez; beklenmedik gelişmelerin kar topu gibi büyüyerek ve hızlanarak üzerimize geldiği bir dünyadayız. Biz burada tartışırken veya yarın sabah kalktığımızda, dünyanın bir bölgesinde ya da hemen yakın iki komşu ülke arasında ansızın, hiç ummadığımız bir savaşın patladığına tanık olabiliriz. Aynı şey iç politikada daha fazla yaşanabilir; Saraydaki diktatör, olmaz olamaz diye düşünülen yeni bir kararname çıkarmış olabilir. Biz bunların nedenini anlamaya, çare aramaya çalışırken, dünya bambaşka bir boyuta geçmiş olabilir. Her şeyin o kadar hızlı değiştiği, olağanüstü bir belirsizlik döneminden geçiyoruz.
Bu yeni bir dünya durumudur. 21. yüzyılı belirleyecek büyük fırtınanın başlangıç aşamasındayız. Bütün dünya ülkelerini içine çeken bu fırtına, şiddetli bir deprem boyutunda büyük bir yıkım yaşanmadan durdurulamayacak gibi görünüyor. Küresel çapta önemli kırılmalar yaşanıyor; Sosyalist Sistem’in çöktüğü ve Batı’nın zafer sarhoşluğu yaşadığı günlerden daha derin bir değişim dönemine girildi. Batı emperyalizminin hakimiyetinden bu yana devam eden dünya sistemi çöküyor. Yaşananlar Trump’ın sivrilikleri değil; ABD-Avrupa ittifakı bozuluyor, AB birliği çatırdıyor. En güçlünün daha zayıf ülkelere el koyma girişimleri temelinde, yeni bir dünya düzeni kurgulanıyor. İşgal, ilhak, etnik soykırım üzerinden ülkeler yakılıp yıkılabiliyor; ama yeni ve kalıcı bir gelecek inşa edilemiyor; tersine daha şiddetli ve büyük savaş ve soykırımların kapısı açılıyor.
Bu dünyayı anlamak için yeni teorik önermelere ihtiyaç var: Uluslararası kurallar, evrensel insan hakları, devletler hukuku, savaş, barış vb politik olaylar gibi teorik kavram ve kategoriler ya değişik anlamlar kazanmış veya tümüyle anlamsızlaşmıştır. Günümüz sorunlarını teorik ve politik olarak 20. yüzyılın kavram ve düşünce kalıplarıyla doğru olarak anlamak ve tavır geliştirmek olanaksızdır.
Sorunuza gelirsek, bugün burada somut olarak bir olayı veya gelişmeyi tartışmıyoruz; Devlet Bahçeli’nin çağrısı ve İmralı’dan yapılan açıklamayı soruyorsunuz. Bu açıklama üzerine; ABD, AB, ÇHC, Rusya, BM, neredeyse -NATO hariç- herkes açıklama yaptı. Bu durum bile nasıl tarihsel olarak iç içe geçmiş, karmaşık bir sorunlar yumağını tartıştığımızı gösteriyor. İkinci olarak, bu açıklamanın arka planına uzandığımızda, hem bölge hem dünya hem sosyalizm tarihinde bir sürü arayışların, çatışmaların, yıkılışların andaki duruma etkilerini konuşmuş oluruz. Bu arka planı yok saymadan, daraltarak, sorunuzu iki boyutta cevaplayabilirim.
Birincisi, Bahçeli faşistini bu adımı atmaya biraz önce anlattığım, dünya tarihinin en büyük alt üst oluş koşulları zorluyor. Yani tekrar edersem, dünya ve bölgedeki siyasal gelişmeler, güç kaymaları ve bölgemizde yeni dünya savaşının en keskin ve yıkıcı etabı zorluyor. Bu siyasal keskin ortam, tüm bölge ülkelerini olduğu gibi hem TC devletini hem PKK’yi zorunlu olarak bu koşullara göre yeni stratejik çıkışlar yapmaya zorlamıştır. Şimdi dünya çapında ve bölgede en keskin biçimde yaşanan, önüne çıkan bütün engelleri darmadağın eden süreci -ve bu sürecin keskinliğini- anlamazsak; her iki cephedeki gelişmeleri de doğru değerlendirmeyiz. Gerçekten de bu siyasal şiddeti kavramaz ve gelişmeleri eski dünya kodları üzerinden değerlendirirsek; meseleleri yüzeysel olarak kişisel tercihler, birtakım güncel siyasal gerekçeler üzerinden anlarız. Bu öyle bir durum ki, bir yılı aşan bir süreç içerisinde tam anlamıyla birkaç devlet ve birkaç örgüt allak bullak edildi. Rusya, bölgede zayıflatıldı; bölgenin güçlü devletlerinden biri olan İran, kolu kanadı budanarak sınırlarına hapsedildi; Gazze yerle bir edildi; ardı sıra Lübnan da aynı şekilde büyük bir yıkım yaşadı; yetmedi, Suriye diye bir devlet ortadan kaldırıldı. Nasıl bir Suriye olacağı ve bunun ne zaman olacağı ise belli değil. Mevcut haliyle bir Suriye devletinden bahsedemeyiz. Suriye denilen coğrafyanın büyük bir kesimi IŞİD artığı çetelere teslim edildi.
Dünyanın her tarafını yıkıp yakarak, yok ederek gelişen süreç, bir aşamada durakladı; daha doğrusu bir ara dönem oluştu. Ortadoğu’da savaş bitmiş değil; tersine, dünya güç dengeleri üzerinden, emperyalist kamplar arasındaki kapışma, Amerika’daki seçimler, Amerika-AB ilişkileri, ABD-Rusya ilişkileri temelinde bir ara döneme girdi. Ortadoğu’da nasıl beklenmedik sert kırılmalar oluyorsa, Avrupa-Amerika arasında daha büyük kapışmalar ve sert kırılmalar yaşanıyor. Trump iktidarı, Amerikan müesses nizamına karşı savaş açmış durumda, kendi tarzında orada bir nevi yarı iç savaş veriyor.
Amerika-Rusya arasında beklenmedik dönüşümler oluyor. Trump şimdi ÇHC’ne karşı Nixon-Kissinger hamlesinin bir benzerini tersinden, Rusya üzerinden gerçekleştirme peşinde. Bizzat savaşın kışkırtıcısı olan eski ABD’nin tersine, Trump ABD’si, ÇHC’ni yalnızlaştırmak için, Ukrayna’da süren NATO ve Rusya savaşını sonlandırmak istiyor. Bu gelişmelerden dolayı; bölgede en şiddetli biçimde dolu dizgin süren kapışmada, emperyalizm, gericilik ve siyonizm müthiş bir hız almışken durur gibi oldu.
Sonraki sürecin nasıl gelişeceği, bu bahsettiğim Avrupa, Amerika, Rusya ilişkilerinde az çok yol aldıktan sonra dünya çapındaki kapışma daha da şiddetlenecek. Bundan dolayı bu ara dönemi, çok daha sert ve keskin çatışmalara hazırlık olarak anlamamız gerekiyor. Emperyalizm, Siyonizm ve bölgedeki gerici ve faşist devletler, bölgede kazandıkları inisiyatifi sonuna kadar genişletmek için yüklenecekler. İran’ın, Suriye’nin, Lübnan’ın başına gelenler, bütün devletleri derin derin düşündürüyor. Başta Türkiye olmak üzere Irak, İran bu keskin kapışmada başlarına geleceklerin korkusu içindeler. MGK son toplantısında, milli güvenlik siyaset belgesi dedikleri “kırmızı kitabı” yeniledi. Kırmızı kitapta Suriye kırmızı çizgi olarak geçiyor. Bu, İsrail’i kırmızı çizgi olarak koymaktır, İsrail’in adını geçiremedikleri için Suriye kırmızı çizgimiz, dediler.
Bölgede İran’ın gerilemesi ve emperyalizmin hamleleri sonrası, süreç Suriye’de kilitlendi ve Suriye’de çözülerek hızlanacak. Görüntüde, Türkiye ve İsrail, biri güneyden diğeri kuzeyden olmak üzere, iki ABD müttefiki olarak Suriye’yi parçalamak için kapışıyorlar; ancak dünyanın en büyük güçleri, dolaylı veya doğrudan bu çatışmanın içinde yer alıyor. Aynı zamanda tüm Arap dünyası da Suriye sorununa el atmış durumda. Neredeyse tüm iç ve dış sorunlarını Suriye’de kazanacağı büyük bir zafer hayaline yatıran Saray faşizmi, bütün bu gelişmelerle birlikte, bir anda alanının daralmış olduğunu gördü.
Emperyalistler, herhangi bir bölgede ülkeleri kan dökerek işgal edebiliyor; ama ne tam hakim olabiliyor ne de bir düzen kurabiliyor. Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı yakıp yıktılar; ama hiçbirine hakim olamadılar. Bundan dolayı emperyalistler, Suriye’de Arap dünyasını devreye soktular ve Suriye’nin dizaynında Arapların rolü belirleyici olacak. Bu da Türkiye’nin inisiyatifini çok daraltıyor. Emperyalist güç dengeleri, belli bir netliğe kavuştuğunda, ikinci aşama başlayacak. Nasıl Suriye’yi, İran’ı, Lübnan’ı kural kaide tanımadan yerle bir ettilerse, karşılarında duracak tüm güçleri de benzeri bir akıbet bekliyor. Aynı tehdit PKK için de geçerli.
Genel anlamda Kürtlerin bölgede öne çıkması, daha önce de sıkça tartışılan bir konuydu ve bunu önemli bir başlık olarak not edelim. Diğer yandan, PKK açısından sürecin etkilerine bakıldığında; Hizbullah, HAMAS, Suriye devleti ve İran’ın hiçbir kural tanınmadan ağır darbelerle geriletildiği bir süreçte, PKK de benzer bir tehditle karşı karşıya olduğunu gördü. Eğer PKK bu sürece uyum sağlayamaz ve gerekli hazırlıkları yapıp değişikliklere gitmezse, kendisi için de büyük bir tehlike oluşabileceğini gördü. Bu durum Sırrı Süreyya Önder’in ağzından ilk İmralı görüşmesi sonrası şu şekilde ifade buldu: “Öcalan Kürtlerin özgürlüğü kadar güvenliğini de önceliyor.” İlk görüşmeyi yapan Ömer Öcalan’ın taşıdığı mesajlardan biri de şuydu: “Öcalan, “Ortadoğu’daki bu problemler çözülmezse şu an bir Gazze var bu Gazze, elli Gazze olur. Şam’dan tutun Bağdat’a kadar, Bağdat’tan tutun Musul’a kadar birçok bölgede irili ufaklı elli tane Gazze ortaya çıkar”
Her iki taraf için de tehlikelerin de olduğu bir dönemin içerisindeyiz. PKK, uluslararası planda kendisine göre zirve çıkışlarını hedefleyerek, halk savaşını yükseltme sloganlarını en üst perdeden dile getirirken, bir anda bugünkü yeni sürece geldi. TC devleti ise, ‘bu işi bitirdik’ dediği bir noktada, tüm söylemlerini ve hedeflerini değiştirip kırarak, koşulların zorlamasıyla yeni sürece adapte oldu.
Hem PKK hem de Türkiye için riskleri olan bir süreç var dediniz. Bu allak bullak olan bölge durumunda şöyle bir durum yok mu? Türkiye için riskin olduğu bir yerde, PKK için avantajlı bir durum gelişiyor. Yani demek istediğim, ikisi aynı rota üzerinde ve aynı risklerle karşı karşıya değil. Diyelim ki emperyalist güçler, Türkiye ile birlikte plan yapmak isterken, ona PKK ile anlaşması yönünde bir çerçeve çizmiş oluyorlar. Anlaşsın ve birlikte bir rota çizsin istiyorlar. Buna karşı çıkarsa, PKK için risk ortaya çıkıyor. Ancak Türkiye bu noktada değilse –ki değil– bu durum PKK için avantaja dönüşüyor. Dün için ikisinin risk ve fırsat/avantaj faktörleri çapraşık bir ilişki içerisindeydi. Ama bugün, Suriye üzerinden genel anlamda değil de 27 Kasım sonrası gelişen durum üzerinden, Hizbullah’ın ve İran’ın darbe yediği ve Suriye denkleminde zayıfladığı koşullarda, Suriye’nin yıkılması sonrası oluşan yeni durumda bu belki daha anlaşılabilir hale geliyor. İran’ın başını çektiği ‘direniş ekseni’nin güçlü olduğu süreçte, sanki birisi için riskin büyüdüğü koşullarda diğeri için fırsat penceresi açılıyordu. Siz ne dersiniz?
Ekrem Demirci: Bu sorunuzu cevaplamak için, PKK’nin geldiği düzey üzerine bazı tespitler yapmak durumundayız: PKK çok büyüdü; Türkiye içinde savaş yürüten bir örgüt olmaktan öteye hem bölge hem uluslararası planda her bakımdan çok büyüdü. Aynı zamanda uluslararası planda güçlü bir ideolojik politik etki oluşturdu. Vietnam’dan sonra dünyada, en büyük enternasyonal dayanışma, Kobani Direnişi etrafında yükseldi. (Gazze’deki soykırıma karşı Filistin için gelişen antiemperyalist mücadele ve enternasyonal dayanışmanın bu düzeyi zorladığını ve aştığını söyleyebiliriz.) Bunun yanında, askeri olarak İsrail kadar olmasa bile güçlü silah teknolojine sahip ve adeta bir savaş makinesi olan TC devletiyle, 40 senedir çatır çatır savaşıyor ve onun savaş gücüne karşı koyabiliyor. Daha da önemlisi dört parça Kürdistan’da kitlesel ve çok canlı bir politik güçle birlikte, yüksek teknolojik silahlara karşı koyabilen savaş kabiliyeti yüksek askeri güçler oluşturdu. Aynı zamanda bölgedeki toplumsal etkisi, yalnızca dört parça Kürdistan’la sınırlı değil, bütün Orta Doğu’da büyüdü: Arap, Fars, Türk ilerici ve sosyalist güçleriyle yakın ilişkiler ve stratejik ittifaklar geliştirdi. Bu kadar da değil, Kürt diasporası tüm dünyada ayakta, Batı Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde o ülkelerin en güçlü siyasal partileri kadar görünür durumda; bu ülke halklarından ve gençlerinden yoğun dayanışma ve destek görüyor. Dünya sol ve Marksist aydınları tarafından tanınıyor ve destekleniyor. Bütün bunların yanında, kültürel alandan hayatın her aşamasına dokunan, son derece gelişkin ve cezbedici örnekler, örgütlenmeler yarattı.
Bunların hepsini toplarsak; bu konumu, onu büyük bir güç haline getirdiği kadar, aynı zamanda tüm egemen iktidarlar için bir tehdit haline de getiriyor. Artık eski, daha küçük konumdaki bir PKK’nin cüreti ve ataklığıyla davranamaz. Dolayısıyla, bütün bu yaygınlığına ve birikimine uygun olarak bütün ihtimalleri göz önüne alan, çok daha dikkatli, itinalı ve her bir şeyi – bütün güçleri– ve kendi konumunu da hesaplayarak buna göre yol almak durumunda. Bu özellikleriyle düşündüğümüzde, senin sorduğun soru, doğru bir sorudur. Ama PKK, bu mevcut cüssesiyle, devrimci dinamik özünü koruduğu müddetçe dünya egemen güçleri için İran, Türkiye vb. devletlerden daha tehlikelidir. Şimdiki ilişkilerini taktik olarak sürdürüp terbiye etmek, uysallaştırmak için bütün taktikleri kullanıyorlar. Bir yandan Türkiye’nin saldırılarının önünü açıyor, diğer yandan ENKS vb. güçlerle ilişkiye zorlayarak Barzanileştirmek için çalışıyorlar. O da olmazsa, uygun bir zamanda tasfiye etmek için B planları hazırladıkları ise kesindir. Ve kendi aralarındaki keskin rekabet, kıran kırana savaş koşulları, PKK ile taktik ittifakı öne çıkarmış olsa da, emperyalizmin ve bölge gericiliğinin gündeminde PKK, ezilecek bir tehdit olarak hedef durumunda. Bütün dünyanın onu terör örgütü listesine alması boşuna değildir. Bu konumundan dolayı, bulunduğu her alanda, yaşadığı sürtünmeleri bazı boyutlarıyla yumuşatma ve uyumlaştırma zorunluluklarıyla karşı karşıya kalıyor.
TC açısından, Suriye meselesi üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. TC, ama TC’den daha önemli olarak Tayyip ve AKP cephesi, 2011’den beri her şeyini Suriye’ye yatırdı. İçerideki sığınmacı sorunundan, sınırların ötesinde hareket halindeki on binlerce askeri birlik bulunduruyor. Yüz bine yakın toplama çeteye, maaş veriyor ve bütün bunları çok büyük kazanma hayalleriyle yaptı. Ama gelinen aşamada bütün hayalleri suya düşmüştür. Resmen Suriye’de somut olarak hiçbir müttefiği yoktur. Katar dışında hiçbir Arap ülkesi, bölgede Türkiye’nin daha fazla güçlenmesini istemiyor. Bu macerada TC’ye kalan, ağır bir günah, ağır bir suçtur; emperyalizm ve siyonizmle birlikte Filistin halkının ve bölge direniş güçlerinin önemli bir kalesini –Suriye’yi– çökertmede en temel rolü oynamıştır. Bunun sorumlusu emperyalizm kadar, bölgede koç başı olan İsrail’den önce Türkiye’dir. Ve Filistin halkının büyük vebali, Türk İslamcılığının üzerindedir.
Suriye şu anda güneyden İsrail, kuzeyden Türkiye’nin işgali altındadır ve emperyalizmin kontrolündeki bir çeteler ittifakı, 18-19 örgütten oluşan dar bir çete ittifakı, Şam’a kukla olarak oturtulmuştur. Suriye’de İsrail’le birlikte emperyalizm dominanttır; ancak Arap dünyasının tercihleri sonucu belirleyecektir, Türkiye’nin önü ise kapalıdır. Bahçeli üzerinden başlatılan Kürt siyasetiyle yumuşama girişiminin bir boyutunda bu gerçekler yatmaktadır.
Türkiye’nin Suriye’de oynayacağı role dair çok keskin koyuş söz konusu değil mi? Kültürel anlamda bile Türkiye’nin etkisi hiç de yabana atılamaz. Örneğin, şu an yönetimdeki bütün çeteler Türkiye’deki üniversitelerde eğitim aldı ve Türkçe konuşuyor. Diğer yandan Türkiye Suriye’de oyun kurucu olamasa bile oyun bozucu bir rol oynamıyor mu? Başat bir rol almasa da Suriye’de etkisinin kalmadığını söylemek, çok keskin bir ifade değil mi ?
Ekrem Demirci: Önü kapalıdır diyelim, senin söylediğin birkaç Türkiye’de iş kurmuş bakkal çakal, milyonlarca sığınmacı arasından maaş vererek devşirdikleri işbirlikçilerin çok bir etkisi olmaz. Şunu net olarak bilmek gerekir; Arap dünyası, ama bütün Arap dünyası, bir tarihsel bilinç olarak, Türkiye dedi mi Osmanlıyı hatırlıyor. Osmanlı, tüm Arap dünyasında sadece bir nefret objesidir. Aynı nefretin Türkiye’deki karşılığı “Arap ihanetidir.” Bu gerçekliği bilerek Arap coğrafyasında Türkiye’nin kalıcı kazanımlar elde etmesi imkansızdır diyorum. Ama Suriye’de Türkiye’nin işi bitmiştir demiyorum. Her bir şeyiyle Suriye’nin içindedir, ama önü kapalıdır. Beklediği ekmek çıkmayacak. İç ve dış sorunlarını gidermek hayaliyle bütün sermayesini buna yatıran AKP için Suriye ağır bir yüke dönüşebilir.
PKK ve Öcalan açısından 27 Şubat çağrısı nasıl bir siyasi yaklaşımın ürünü? Eleştirel bir okumadan önce, PKK ve Öcalan’ın süreçleri okuma ve siyaset yapma biçimini, bu çıkışı yapmasında etkili olan tarihsel arka planla birlikte nasıl değerlendirirsiniz?
Ekrem Demirci: Bu soruyu da iki boyutta değerlendirmemiz gerekir. Birincisi, pratik siyasal örgütsel süreçlerdir; yani, biraz önce söylediğim anlamıyla PKK’nin büyüme sürecinde, farklı aşamalarda yaşadığı sonuçlar üzerinden ve aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin ve Dünya Sosyalist Bloku’nun çözülmesi sonucu bütün sol, sosyalist, Marksist hareketler nasıl etkilendiyse PKK’de ciddi olarak etkilenmiştir. Sorunun PKK’deki etkilerini değerlendirmek gerekir. Bu, çok boyutlu bir soru; zorunlu olarak özet değerlendirmeler yapabiliriz.
PKK, klasik anlamda bildiğimiz Marksist Leninist iddialarla ve bayrağı orak çekiç olan bir örgüt olarak kuruldu. Bu ilk döneminde, Abdullah Öcalan’ın kitaplarında, konuşmalarında ve tüm PKK metinlerinde Marksizmi ödünsüz savunan yığınla materyal buluruz. Zamanın bütün Marksist iddialı örgütleri gibi, PKK metinleri de hemen her sorunda Marks, Lenin, Stalin alıntılarıyla doludur. Türkiye’de birçok siyasi eğilim, PKK’nin başlarken de Marksist olmadığını iddia ediyor. Doğru anladı, yanlış anladı veya farklı yorumladı tartışılabilir; ama kuruluş PKK’si Marksist iddialı bir örgüttü.
PKK dünyada Sovyet-Çin çatışmasının en keskin olduğu dönemde doğdu. Milliyetçi motiflerle her iki tarafın dışında ayrı bir odak olarak Arnavutluk vardı. Türkiye’de ve hatta tüm dünyada ara konumları benimseyen örgütler olsa da, çoğunluk kendisini devrimci Marksist olarak tanımlayan örgütler bu kamplaşmaların ağır etkisinde, bir nevi alt örgütler olarak konumlandı ve diğer kamplara karşı ölümlerle sonuçlanan silahlı çatışmalar yaşandı. PKK, Sovyetler Birliği ve Sosyalist Bloku esas müttefik olarak kabul etti; ama hiçbir zaman Türkiye’deki Sovyetçi veya Çinciler gibi ne bu ülkelerin ideolojik politik çizgilerini ne de teorik yönelimlerini takip etti. O sosyalist ülkeleri, kendi mücadelesinin bir dayanışma ve destek gücü olarak ve kendi mücadelesini de bu güçlerin bir parçası olarak koydu.
PKK, programını Kürdistan’ın iç dinamikleri üzerine oturttu; ama hem Türkiye devrim güçlerini hem de dünya devrim güçlerini stratejik ittifakları olarak gördü. Ve net olarak, programında ulusal kurtuluş mücadelesi denge aşamasını geçip zafer aşamasına geldiğinde, bu her iki güçün –Türkiye’deki devrim güçlerinin ve dünya devrim güçlerinin– desteği eksik olursa, zaferin tehlikeye gireceğini açık olarak yazmıştı. Dolayısıyla, 80’lerin sonunda dünya sosyalist sisteminin çöküşü ve Türkiye devrimci hareketinin güçten düşmesi ve iyice zayıflaması, bu durumu daha 90’ların başında PKK’nin programını, hedeflerini ve stratejisini yeniden gözden geçirmeyi programatik olarak önüne getirmiştir. Ve 90’ların başından itibaren, bizzat Abdullah Öcalan’ın bütün konuşmalarında ve açıklamalarında bunları gördüğünü anlıyoruz.
Kaldı ki, PKK 90’ların başlarına gelirken siyasi mücadelesini ve devrimci savaşı en yüksek düzeyde sürdürüyordu. Bu yanıyla PKK, savaş çizgisi en net olan güçtü. Öte yandan, çizgisine ve politik perspektiflerine daha dikkatli baktığımızda, savaş vurgusunun hep önde olduğunu; ancak siyaseti her zaman başa aldığını görürüz. Nitekim, 1993’te Türkiye tarafında az çok bir adım gördüğünde hemen ateşkes ilan ederek, 80’lerin sonunda başlayan dünyadaki ve Türkiye’deki değişime uygun olarak değişmeye başlamıştı. 1993 ateşkesi, kısa zamanda boşa düşse de, daha sonraki tüm belgelerinde ve Öcalan’ın çözümlemelerinde, siyasal gelişmeleri derinlemesine okuyan, tartışan ve en küçük her gelişmede politik çıkışlarla kendi yolunu açmaya çalışan bir yaklaşım sergilediğini görürüz.
Öcalan, yakalandıktan sonra aynı zamanda yeni dönemin teorik ve ideolojik çözümlemelerine girişti. Zaten bundan önce, silah bırakmaya dönük –ta o zaman da katılmadığımız– “silahlı çatışmaların ömrünü doldurduğu, siyasetin ve demokratik süreçlerin esas olduğu” biçiminde çıkışlar yaptı. Aynı zamanda PKK’yi kapatıp KADEK’in kurulmasını önerdi ve örgüt bunu bir dönem uyguladı. Aynı dönemde, taa Sümerler ve Mezopotamya tarihini inceleyerek, buradan çıkardığı sonuçlarla bölge ve insanlığın geçmişine bakan yeni tarih tezleri öne sürdü. Tarihsel olarak bugüne gelen ve sosyalizm mücadelelerine uzanan akan ırmağın dinamiklerini, geçmiş tarihte sistemleştirerek yığınla kitap yayınladı. Bu kitaplarda, tarihe, felsefeye, siyasal mücadeleye, ideolojik ve politik süreçlere ve sosyalizm tarihine kendince yeniden sistemli eleştiriler geliştirdi. Burada aslolan, zaten çökmüş olan bir sistemin zorunlu olarak herkesin önüne koyduğu bir görev, onun da önündeydi.
Sovyet sosyalizmi daha kuruluş aşamasında çok yönlü iç ve dış eleştirilerle karşılanmış, parti içinde sert çatışmalar yaşamıştır. En bilineni “sol muhalefet”, en sert geçeni Troçki’nin tasfiyesi ve sonrasında yaşananlardır. Komintern kendi içinde ve dışında aynı sorunları yaşamıştır. Kürt hareketinin Sovyet deneyimi üzerinden getirdiği sosyalizm eleştirileri de aynı kategoridedir. Abdullah Öcalan yalnızca reel sosyalizme değil, pratik sosyalizmle birlikte onun üzerinde yükseldiği Marksist teoriye de çok yönlü eleştiriler getirerek kendince yeni bir sosyalizm anlayışı geliştirmiştir. Bunlara katılır veya katılmazsınız; ancak bu eleştirilerin doğru veya yanlış olması, sosyalizm karşıtlığı olarak yaftalanamaz.
Biz, bu görüşlerin ileri sürüldüğü dönemde de, gerek Marksizme gerek sosyalizm mücadelesi deneylerine, Ekim Devrimi’ne ve Komintern dönemine yönelik eleştirilere katılmadık; ancak bu eleştirilerin sosyalizmin reddi üzerine oturduğunu da savunmadık. Başarısızlıklardan kendince bir ders çıkarıp, daha iyi bir sosyalizm iddiasında bulunuyor. Bunlar yanlış olabilir, doğru olabilir; asıl söylemek istediğim, bir sosyalizm reddiyesi bir gelecek toplum idealinin eşit, özgür, demokratik komünal toplum iddiasının reddiyesi değil. Nitekim, PKK yöneticileriyle bu konudaki bir tartışmamızda net olarak şunları söylediler: ‘Biz, önderliğin sosyalizme ve sosyalizm tarihine, Marksizm’e dönük bütün eleştirilerini bir reddiye olarak anlamıyoruz; sağdan bir eleştiri, reddiye olarak anlamıyoruz. Tersine, devrimci ve sosyalizmi daha ileriden geliştiren tezler olarak anlıyoruz. Bizim bütün birimlerimizde “sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır” sloganı hala baş sloganımızdır.’
Biz kendi açımızdan, Öcalan’ın “kapitalist modernite” ve “demokratik modernite” karşıtlığı üzerinden Marksizme dönük eleştirilerine ve çok temelli bir sorun olarak, sosyalizm tarihi üzerinden çıkardığı devletsizlik görüşüne katılmıyoruz. Buradan doğa ve toplumdaki diyalektik tüm oluş süreçlerini ve diyalektiğin esası olan inkarın inkarını reddeden anlayışın, bilimsel bakımdan yanlışlığını koyduk ve eleştirdik. Öte yandan eleştirileriyle birlikte Öcalan, Marksizmi zamanında insanlığın yükseldiği en yüksek zirve olarak anladığını sık sık tekrarlıyor.
Öcalan’ın çağrısını, devletle uzlaşma, teslimiyet, cumhuriyet ve sosyalizm düşmanlığı üzerinde kurulan bir ittifak olarak gören çevreler var. Bu, gerçekliği olmayan hasmane bir iftiradır. Çünkü bütün eleştirilerine rağmen biraz önce söylediğim gibi Marksizmi insanlığın kazandığı bir zirve olarak görüyor. Ve “o zirve orada dondurulmuştur” diyor. “Bazı, felsefi ve teorik yanlışlardan dolayı donmuştur, ben bunun önünü açacağım” diyor. Bu anlamda, sosyalizm karşıtlığı iddiası gerçeğe oturmuyor.
Tarihsel, siyasal, toplumsal arka planı üzerinden söylediklerin tamam, ama…
Ekrem Demirci: Tarihsel olarak, gerek ulusal kurtuluş devrimleri gerekse proleter devrimler ve bu yöndeki tüm mücadeleler hepsi belirli bir ulusal sınır içinde gelişmiştir. Ama aynı zamanda bu savaşlar ve kurtuluş mücadeleleri, bir uluslararası güçler ve ittifaklar dengesi içinde gelişmiştir. Bu etkilerin dışında bilmediğim gelişmeler olmuş olabilir; ama tarihte iz bırakan Çin, Küba, Vietnam devrimleri dahil hepsi, hem dünya güç dengeleri hem sosyalist sistemin varlığı hem de yerel ve bölgesel ittifaklar üzerinden gerçekleşmiştir. Bu dönem, “Kapitalizmin çöküş, sosyalizmin ve proletarya devrimlerinin yükseliş çağıdır”, sloganıyla ifade edilmiştir.
PKK, bu tarihsel dönemin gerileme ve çöküş döneminin başladığı süreçte doğmuştur. Ve bugüne kadar kazandığı başarıları, bu tarihsel koşul ve ittifaklardan yoksun olarak; kendi tırnaklarıyla kazıyarak, öz gücüyle kazanmıştır. Zayıf Türkiye devrimci güçleri dışında, ittifak güçlerinden yoksundur. Şimdi bu gerçeklikten baktığımız zaman, ittifaklardan yoksun, düşman kuşatması altında, gerilla savaşı temelinde yaygın ve kitlesel bir güç ve örgütlülük yaratmıştır.
Bütün devrim ve kurtuluş mücadeleleri, kıyas kabul etmez eşitsizlikte, zayıfın güçlüye karşı direnişi olarak başlamıştır. Bütün bunlarda; burjuva iktidarlara karşı işçi devrimleri veya sömürge ülkelerin kurtuluş mücadelelerinde silahlı mücadele ve savaşlar, ön açıcı temel roller oynamıştır. Ama uzayan savaş, kaçınılmaz olarak bu tür dış ve iç ittifaklar yoksunluğunda ve hareket büyüdüğü oranda bir körleşmeye ve çıkışsızlığa yol açmıştır. Bütün mücadelelerde bunu görürüz. Savaşan güçler, eğer bir momentte siyasal güce dönüşemiyorsa, çok ağır sorunlarla, tasfiye ile veya kendi kendine imha ve sönümlenmeyle sonuçlanmıştır. Dünyadaki hızlı değişimler sonucu, bu olumsuz etkiler bütün ağırlığıyla PKK’nin de önüne çıkmıştır.
Bütün olumsuz koşullara rağmen, ulusal kurtuluş mücadelesinin gelişmesi durmadı; fakat bu gelişmeyi, nicel gelişme olarak anlamamız gerekir. Bir karşılaştırma ile bunu anlayabiliriz. 1984 Ağustos Atılımı denilen eylem, askeri olarak beklenmedik, devrimci, cesur ve cüretli bir adımdır; ama “küçük” bir askeri eylemdir. Bugün, bütün Kürt coğrafyasına yayılan en modern teknolojinin ölüm aletlerinin devrede olduğu, şehirlerin yakılıp yıkıldığı, dağların kesintisiz bombardımana tutulduğu ve yasak silahların kullanıldığı müthiş bir savaş yürütmektedir. Ama bu son 10 yıldır yürütülen bu yüksek savaş, beklenilen siyasal birikim ve güce dönüşemiyor. 15 Ağustos’taki cüretli iki askeri birliğin atılımı, büyük bir kitlesel motivasyonla tüm Kürdistan’da coşkuyla karşılanmış ve Kuzey Kürdistan’ın dağlarından şehirleri sarsan serhildanların önünü açmıştır.
Son 10 yıldır sürdürülen yüksek direniş ve yaygın savaş, Rojava hariç, içeride ve dışarıda siyasal güce dönüşemiyor ve hareketi büyütemiyordu. Savaş, bir kör noktaya gelmişti ve bu aşamada siyasal açılım zorunlu hale gelmişti. Öcalan, benzeri her durumda devreye girmiştir. Çok açık olarak, 90’ların başında Türkiyeli basın mensuplarına verdiği tüm demeçlerde mealen şunu söylemişti: ‘Biz askeri bir başarı görmüyoruz, askeri olarak Türkiye bizi yok edemez, biz de askeri olarak Türkiye’yi yenemeyiz.’ Bugün yapılan açıklama ve değerlendirmeleri, bu arka plan üzerinden anlamamız gerekir.
50 yıla yaklaşan, alçalan yükselen çatışmalarda, TC devleti bütün gücüyle yüklenmesine rağmen, ne askeri ne politik olarak başarıya ulaştı. Kürt gerilla mücadelesinin de TC’yi çok zorlasa da kısa vadede yıkabilmesinin koşulları bulunmuyor. Bir anlamda 50 yıldır kilitlenen bir “pat” durumundan söz edebiliriz. Uzun pat durumları, her yerde bir kilitlenmeyle karşılaşmıştır ve kilitlenmenin başladığı her durumda, Öcalan devreye girmiştir. Daha önce yaptığı ateşkes çağrıları ve stratejik değişiklik önerileri, bu yönde atılmış adımlardır. Öcalan, uzun zamandır yaşanan bu tıkanmayı görmüş ve sürekli arayış içindeydi. Bu doğrultuda birçok adım attı; ama karşılık bulamadı. Bir belirleme daha yapılmazsa sorun eksik anlaşılmış olur. Kürt siyasal perspektifi geliştirdiği tezlerde mücadeleyi kesin zafer veya yenilgi üzerine kurmuyor; devrimle birleşik olarak siyasal iktidar sorununu önüne koymuyor; içinde ileri ve geri zikzaklar içeren komünal toplumu hedefleyen kesintisiz bir süreç olarak görüyor.
PKK’nin Kürdistan devrimini ve mücadele hattını üç dinamiğin üzerine oturttuğunu söyledin. Kürdistan devriminde uluslararası boyuta ve Türkiye tarafının rolüne işaret ettin; bunlarla birlikte ulusal dinamiğin gelişimine değindin. Tam da burada, Sosyalist bloğun yıkılmasıyla PKK’nin uluslararası cephede dayanaktan yoksun kaldığını belirttin. Ama Türkiyeli bir devrimci örgüt olarak, ulusal kurtuluş mücadelesinin –geriye adımı da içeren– çözüm arayışlarında kendi payımıza düşeni daha fazla deşmemiz gerekmez mi?
Ekrem Demirci: Biraz önce söyledim; PKK, başlarken Kürdistan’ın bağımsızlığını savunan Marksist iddialı bir örgüt olarak kurulmuştur. Ama Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş sömürge konumu ve Türkiye’de en gelişkin düzeyde olmak üzere, tüm parçalarda tarihsel ve kültürel ortaklıklar üzerinden her parçada ezen ulus topluluklarıyla çok fazla iç içe geçmiş durumdadır. Yani, Kürdistan sömürgeciliği, Cezayir, Hindistan vb sömürgelerden farklıdır. Bu koşulların etkisiyle PKK’nin mücadelesi klasik ulusal kurtuluş hareketlerinden ve bilinen devrimci örgütlerden farklı özelliklere sahiptir; hem ulusal karakteri ağır basmakta hem de Kürt savaşının özgül bir karakteri var. Bir kere başından beri hem bir ulusal kurtuluş hareketi olarak hem de aynı zamanda bir “iç savaş” biçiminde gelişti.
Aynı coğrafi sınırlar içinde süren her savaş, herkesi içine çeker ve taraf olmak zorunda bırakır. İç savaşlarda tarafsızlık olmaz; tarafsızlık fiilen olanaksızdır. Kimsenin tarafsızım deme lüksü olamaz; gene de tarafsızım diyenler, en güçlüden, yani devletten yana taraftır. Başladığı günden bugüne, savaşın bu gerçekliğini kavrayamayan sol, sosyalist hatta komünist adı taşıyan siyasetler, Türkiye işçi ve emekçi kitlelerini savaşçı kliklere terk ettiler. Her yerde uzayan iç savaşlar, iktidarı ve toplumu çürütür ve her türlü zorbalık ve şiddet meşrulaşır; bu dünyanın her tarafında böyle sonuçlanır. Şiddetli savaş atmosferinde toplum, tarafsız kalamaz; giderek savaşçı kliklerden daha şiddetli savaşçı kesilir. 50 yıllık Türkiye tarihi bunun ispatıdır.
PKK’yi stratejik ve taktik değişikliklere zorlayan uluslararası gelişmeleri konuştuk. İkinci bir boyut olan Türkiye’de devrimci sürecin gerilemesinin yarattığı zorlamaları da değerlendirmek gerekiyor. Bir örgütün kurtuluş –daha doğrusu birlikte kurtuluş– için temel stratejik müttefik olarak gördüğü gücün etkisiz kalması ve rolünü oynayamaması, kaçınılmaz olarak yeni arayışları dayatır. Kaldı ki, Türkiye ve Kürdistan gerçeği, klasik ulusal kurtuluş mücadelelerinden farklı özelikler içeriyor. PKK ulusal kurtuluşu, birleşik devrimin önüne koymuyor; Türkiye devrimci güçlerinden ulusal mücadeleye destek beklemiyor, stratejik ittifakla birleşik devrim mücadelesini öneriyor. 1982 yılında PKK ve yedi Türkiyeli örgütün kurduğu FKBDC (Faşizme Karşı Birleşik Devrim Cephesi), faşizmi silahlı isyanla yıkmayı ve birleşik kurtuluşu hedeflemiştir.
PKK, ilk metinlerinde en sert eleştirileri Kürt milliyetçiliğine yöneltmiştir. Bu, PKK’nin milliyetçilikle arasına kesin ayrımlar koyduğunun göstergesidir. Tersine, Türkiye tarafına dönük son derece itinalı bir dil kullanmıştır. Asla Türk halkına dönük herhangi bir hasmane ve düşmanca açıklaması olmamıştır; buna çok dikkat etmiştir. Ve aynı zamanda, klasik ulusal kurtuluş mücadelesinden farklı olarak, kendi halkına, Türkiye halkının kurtuluş mücadelesini stratejik müttefik ve başarının garantisi olarak anlatmıştır. Bu özellikleriyle klasik ulusal kurtuluş hareketlerinden farklı bir düzlemdedir.
PKK’nin örgütsel mücadele süreçlerini ve ideolojik-teorik arayışlarını elbette eleştirebiliriz. Ancak, Türkiye devrimci hareketiyle iç içe geçmiş, hatta onun içinden doğarak büyümüş bu hareketin, özellikle Türkiye tarafındaki bugünkü zorlanmalarına ve direnç noktalarına gelişinde, kendi rolümüzü görmezden gelirsek, Türkiye devrimci hareketi olarak diğer eleştirilerimizin hiçbir gerçekliği kalmaz. Eleştirelim elbette, ama o ünlü sözde dendiği gibi; başkalarının gözündeki çöpten önce kendi gözündeki merteği görmek esastır. Kendi eksikliklerimizi ciddi bir şekilde önümüze koyup, sadece Kürdistan’ı değil, 40 yıldır Türkiye sistemini altüst eden bu mücadelede nasıl sancılı, nasıl tereddütlü adımlarla, uzun bir sürecin sonunda, faşizmin ve şovenizmin tüm Türkiye toplumunu esir aldığı koşullarda, Kürt hareketine desteğimizin ne kadar zayıf kaldığını da unutmayalım.
Başından itibaren Kürt isyanını bir özgürlük mücadelesi olarak gören ve her özgürlük mücadelesinde ve ulusal kurtuluş savaşında, tereddütsüz bir şekilde kendi devletine karşı savaşma olarak açığa çıkan komünist tavrı gösterenler dışında, zorlanarak, bocalayarak ve sürüklenerek, en sonunda Türkiye devrimci hareketinin ağırlıklı bir kesimi, gecikerek te olsa, Kürt mücadelesinin yanında yer almıştır. Ancak Türkiye ayağında devrim mücadelesini yükseltmekte bıraktığımız öldürücü boşluk Kürt halkıyla enternasyonalist dayanışmamızın da zayıf kalmasına yol açmıştır. Kürt hareketinin TC devleti ile çözüm arayışını koşullayan etmenlerden biri de budur ve biz kendi payımıza bunun üzerinden atlayamayız. Dolayısıyla, Türkiye devrimci hareketi olarak, ağız dolusu PKK eleştirisi yaparken, bugüne geliş sürecindeki kendi rolümüzü de görmek durumundayız.
PKK’nin ideolojik-siyasal dönüşümünün nirengi noktalarından biri, UKKTH (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) konusunda geçirdiği dönüşümdür. Bu kırılma noktasını, PKK’nin bir ulusal kurtuluş hareketi olarak kendisinden çıkarak, bölge halkları ile ileriden buluşma arayışı biçiminde değerlendirdiğinizi biliyoruz. Bu konuyu biraz açar mısınız?
Ekrem Demirci: Bu konuda üzerinde düşüneceğimiz kırılma noktalarından biri de, PKK’nin sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte birçok konuda yeni görüşler ileri sürmüş olmasıdır. PKK, çıkışında klasik Marksist-Leninist iddialı bir örgüt olduğu gibi, klasik ulusal kurtuluş süreçlerini benimsemiştir. Birleşik, bağımsız ve sosyalist Kürdistan hedefiyle yola çıkmıştır. Şimdi bu konuda, PKK’nin bu dönüşümüne hem Kürt gericiliğinin bütün kanallarından hem de Türkiye solunda, çok yüksek iddialarla UKKTH ilkesi üzerinden sert eleştiriler gelmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan havayı hatırlayalım. İkinci Dünya Savaşı sonrası, sömürgecilik sisteminin çöktüğü ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin şahlandığı bir dönemdir. Ulusal kurtuluş savaşları, dünya siyaset sahnesinde çok büyük gelişmelere yol açmış ve tarihin bu dönemine damga vurmuştur. Bu süreçte, teorik, ideolojik ve politik bir birikim de oluşmuştur. Bu konuyu burada çok derinleştiremeyiz. Ancak özetleyerek şunu net olarak söyleyebiliriz: Tüm bu emperyalizme karşı destansı direnişler, Küba hariç, anlı şanlı Vietnam dahil, bütün bu devrimler kapitalizme dönüşle sonuçlanmış, emperyalizmle uzlaşma ve teslimiyetle bitmiştir. Ulusal kurtuluş sorunlarının alanı daralmıştır. Çok özgül birkaç ülkede, zaman zaman ulusallık bilincinin şahlanmasına tanık oluyoruz; ancak geçmişte tüm ulusal kurtuluş devrimleri, uluslararası uygun güçler dengesinin ortamında gerçekleşmiştir. Bugünün dünyasında, bambaşka rüzgarlar esmektedir. Bu koşullarda, bir slogan olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorununu tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Bu, ulusların kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinin tarihsel dönemdeki rolünü inkar etmek anlamına gelmez. PKK, bu değişimi görmüş ve kendisini çok önceden dönüştürmüştür. Öcalan, bir ulusal kurtuluş hareketi için “ölüm parendesi” anlamında cesur bir adım atarak, bağımsız Kürdistan hedefinden vazgeçtiğini ilan etmiştir.
Öcalan, on binlerce Kürt gencinin hayatını verdiği bağımsız Kürdistan idealini, çok net bir biçimde; bağımsız Kürdistan’ın gerici bir çözüm olacağını, proto-İsrail benzetmesiyle reddetmiştir. Bu, son derece cesur bir ataktır. Kendi örgütünde böyle bir dönüşümü gerçekleştiren başka bir hareket bilmiyorum. Aynı koşullarda bağımsızlığı reddeden bir lideri, örgüt kolay kolay başında tutmaz. Öcalan, bunu hem örgütüne hem de kitlesine kabul ettirebilen dirayetli bir liderdir.
PKK, bu sorunda birçok Marksist-Leninist iddialı örgütten daha ileriden milliyetçi ve ulusçu tezleri arkada bırakmıştır. Bunun ilk dönemlerde sınırlı da olsa etkileri olmuştur. PKK, Kürtlüğün krizinden doğmuştur. Kürtlük ve sömürge Kürdistan gerçeği, PKK’nin güç kaynağı ve doğuş temelidir. Ancak aynı zamanda onu daraltan, Kürtlüğün sınırlarına çeken etkileri de vardı. Açıkça görülüyor ki, PKK eğer klasik yolu izleyip Kürt bağımsızlığı ve Kürt ulusallığı üzerinde dursaydı, ne Rojava’da ne de diğer parçalarda diğer halklarla buluşamazdı. Bugünkü Türkiye siyasetindeki yeri çok farklı olurdu. Dolayısıyla PKK’nin UKKTH ilkesinden vazgeçmesini, Marksizmden bir sapma olarak eleştirenlere katılmıyoruz; tersine, bunu ileri bir sıçrayış olarak anlıyoruz.
Bu sürece nasıl gelindiğine dair tarihsel arka planı ortaya koymaya çalıştınız. Dünya ve bölgesel durumu da izah ederek ilerlediniz. Bunların üzerine şunu eklediniz: Aslında Türkiye’yi de Kürt hareketini de buna zorlayan etmenler var. Türkiye cephesinden de Kürtler cephesinden de bu etmenler, hem tehlikeleri hem de fırsatları barındırıyor. Buradan baktığımızda, o masaya sadece tehlikeler üzerinden değil de yeni fırsatlar oluşturmak için oturulmuş gibi görünüyor. Eğer iki taraf da –hem Kürtler hem de TC– böyle bir niyetle oturuyorsa, PKK’nin beklentileri ne olabilir? Bir taraftan ‘silah bırakıyoruz’ derken, nasıl büyük bir kazanım elde edebilir? Bu noktada ne dersiniz?.
Ekrem Demirci: Bu, tek boyutlu ele alınıp cevaplanacak bir soru değil. Bir anlamda, her iki taraf da tehlikeler ve tehditler karşısında bunları azaltacak politikalar ve ittifaklar geliştirmek için hazırlanıyor. Ancak aynı zamanda hem rakibinin olanaklarından yararlanmak, hem rakibinden güç devşirmek, hem de birbirlerini geriletmek ve konum kazanmak üzerine bir ilişki yürütüyorlar.
TC, İran’ın gerilemesini, bölgedeki Sünni eksenin öne çıkmasını ve bu temelde Türkiye’deki dinci gericileşmeyi kullanarak, her bakımdan paramparça olmuş durumdaki iktidarını korumak için içeride ve dışarıda Kürtlerden güç devşirmenin yollarını arıyor. Aynı zamanda, Kürt mücadelesi açısından da bölgede kazandığı mevzileri korumak, Rojava üzerindeki TC tehdidini bertaraf etmek ve asıl olarak kendi koşullarının dayattığı açılımların gerektirdiği değişimleri gerçekleştirmek için, TC karşısındaki mücadelesini daha geri mevzilere çekilerek ve meşru mücadele üzerinden güç toplamayı hedefliyor. Baştan beri söylediğim gibi, iki taraf da kaçınılmaz olarak daha şiddetlenecek çatışmalara hazırlanırken, güçlerini koruyarak ve büyüterek bu süreci yönetmek istiyorlar.
Korumak derken, Rojava özelinde defacto ve tanımsız bir durum söz konusu. Tanım kazandırmak desek daha anlaşılır olmaz mı? Yani, siyasal bir statüye dönüştürmek….
Ekrem Demirci: Evet, katılıyorum. Bu anlamda, mevcut mevzilerini korumak ve daha ileriye taşımak, bölgenin bu şekilde duramayacağı bilinciyle beklenmedik gelişmelere hazırlıklı olmak için Rojava’nın statüsünün tanınması büyük bir kazanım olacaktır.
Emperyalistlerin Suriye’de ‘hallettik’ diye düşündükleri ortam, Alevilere karşı alttan alta süren baskı ve zulmün kanlı bir katliama dönüşmesiyle, hep söylediğimiz gibi, Suriye’nin çok daha büyük olaylara gebe olduğunu göstermiştir. Aynı zamanda, emperyalistlerin politikalarının ve beklentilerinin de istenildiği gibi gerçekleşmeyeceği açığa çıkmıştır. 19 parçaya bölünmüş çete ittifakının Suriye’ye hakim olamayacağı görülmüştür. Bu katliamlar sürerse, çatışmalar kaçınılmaz olarak tüm Suriye’ye yayılır ve geçmiştekinden daha kanlı yeni bir iç savaşa dönüşebilir. Burada kalmaz; başta Türkiye olmak üzere tüm bölge ülkelerine yayılır. Öcalan’ın ilk açıklamasında bahsettiği, bölgede ‘elli tane Gazze yaşanır’ dediği koşullar tam da budur. Bu koşullarda Trump ve Netanyahu’nun bekledikleri İran seferinin önü açılır. Bu ara dönemde, PKK, Rojava’da kazandığı defacto mevzilere az çok yasallık kazandırabilir. Gerçi bugün uluslararası alanda kuralların hükmü geçmiyor; gücü gücüne yetenin hükmü geçiyor. Tarihin şaşmaz yasasıdır; emperyalistler arası ilişkilerin belli bir dengeye kavuşmasıyla ‘ara dönem’ler sona erer ve oluşan ‘yasallıklar’ da sadece emperyalistler arası güç dengesinin oluştuğu süreçlerde bir anlam ifade eder. PKK, yeni bir denge durumu oluşmadan, Ortadoğu’da yeni bir statüko gelişmeden ve tarihin fırsat kapısı, Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, Kürtlerin yüzüne kapanmadan önce kazanımlarını pekiştirmek istiyor.
İran üzerinde daha fazla durmak gerekiyor. İran, dış tehditlerin, azgın emperyalist ve siyonist kampın hedefindedir; ancak içerideki sorunları, dış tehditten daha büyüktür. Dinci faşist bir Molla iktidarı, 46 yıldır koskocaman İran’ı, tüm dünyadan, daha doğrusu mevcut çağdan koparıp geri bir çağda esaret altında tutmaktadır. İktidarını, TC faşizmi benzeri hatta daha ağır bir dış tehdit üzerinden sürekli savaş koşullarında sürdürebiliyor. Her iki faşist diktatörlük yolun sonuna gelmiştir.
İran sorununun hangi yönde gelişeceğini tam olarak bilemeyiz. İran, ya batıyla olan tüm sorunlarını bitirip teslim olacak ya da direnip savaşı kabul edecek; her iki koşulda da ağır baskılar altında duran Molla faşizmi ciddi sarsıntılar yaşayacaktır. İran üzerindeki kapışma, ÇHC ve Rusya’yı yakından ilgilendiriyor. Geçtiğimiz günlerde Basra Körfezi’nde İran, Rusya ve ÇHC’nin gerçekleştirdiği büyük askeri tatbikat, Batılı güçlerin ve İsrail’in tehditlerine karşı yapılmıştır. Ancak ne ÇHC ne de Rusya, daha ileri müdahalelere kalkışır. Rusya, gerek savaş yorgunluğu, gerek eski Sovyetler Birliği hinterlandındaki karışıklıklar ve Avrupa’da oluşan Rusya karşıtı ittifak sorunlarıyla boğuşmaktadır. Yoksa koskoca Rusya, 30 bin çete güruhunu engelleyemediği için Suriye’den çıkmadı.
PKK, İran’da Suriye ve Irak’tan daha güçlü siyasal ve toplumsal örgütlülüğe sahiptir. Sık sık yaşanan tüm toplumsal ayaklanmalarda en etkin güç olmuştur. Daha önemlisi, çok disiplinli ve savaş deneyimine sahip diri askeri güçleri vardır. KÖH ile bağlantılı örgütler, aylarca süren kadın isyanına öncülük yapmıştır. İran’daki tüm demokratik ve laik muhalefetle, dinci-şeriatçı faşizme karşı biriken bütün memnuniyetsiz öfkeli yığınlarla ve baskı altındaki diğer azınlıklarla ileri düzeyde ilişkiler kurmuştur. İran’da oluşacak çatışma ve çöküş ortamında, Rojava’dakinden -bu deneyimleri de arkasına alarak- daha ileri roller oynayabilecek olanaklara sahiptir. Şovenizm ve ulusalcılık zehriyle zehirlenmiş bazı sol geçinen çevreler, “Başka halkların felaketi üzerine gelecek kurulamaz” benzeri ahlaki anti-emperyalizm nutukları atıyorlar. Emperyalist müdahaleleri çağıran herhangi bir devrimci güç yoktur; öte yandan, devletler arası savaşlarda ve sömürgecilik koşullarında yaşayan hiçbir devrimci, şovenist anavatan savunusu sloganını meşrulaştıramaz. Böylesi durumlarda, kendi dışında gelişen koşullar sonucu doğan boşlukları seyreden devrimciler, kendilerini ve halkları gericilere teslim etmiş olurlar. Rojava’da doğan boşluğu Kürt güçleri doldurmasaydı, DAİŞ çeteleri yerleşecekti. İran’da oluşacak boşluğu da doldurmaya hazır faşist, gerici ve TC işbirlikçisi birçok güç bulunmaktadır. Kürt hareketinin, bütün bu koşulları gören geniş bir çerçeveye sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Buradan şunu söyleyebilir miyiz: Türkiye devrimci hareketi, PKK’yi değerlendirirken dört parça üzerinden değil, kendi bulunduğu parça üzerinden, yani sadece Türkiye üzerinden mi değerlendiriyor? Böyle değerlendirdiğinde bile, eleştirilerinin dayanak noktaları, anlattığınız tarihsel, ideolojik ve siyasal arka planı görmemek, bölge durumunu okuyamamak ve kendi üzerine düşen görevi –Türkiye ayağında devrim hareketini yükseltmeyi– yerine getirmemekle sorunlu değil mi? Belki afaki bir değerlendirme de olabilir, ama yine de sormak istiyoruz: Eğer Türkiye’deki devrimci hareket rolünü oynamış olsaydı, tüm diğer etmenlere rağmen, PKK Türkiye tarafında geri adım atmayabilirdi diyebilir miyiz?
Ekrem Demirci: Türkiye’deki düzen dışı muhalefet ve devrimci bileşenler, Türkiye gerçeğine ve kendi gerçeğine doğru bir şekilde bakıp kavramadığı için, hem bölgesel hem de uluslararası plandaki mücadeleye, çok yerinde söylediğiniz gibi, bu bütünlükle bakamıyor. Bütün eleştiriler haksız diyemeyiz elbette; ancak çoğunlukla yapılan eleştiriler dar ve slogancılıktan öteye geçmiyor.
Ezilen ulusun sömürgeciliğe karşı mücadelesi, hangi araç ve yöntemler kullanılırsa kullanılsın, sonuçta kendisine komünist diyen bir hareket tarafından desteklenmesi gereken bir mücadeledir. Eleştirel değerlendirmelerinizle birlikte, Kürt siyasal hareketinin bundan sonra yürüteceği mücadelede, Türkiye ayağında nerelerden ve nasıl buluşacağınızı, nerede kesişeceğinizi düşünüyorsunuz?
Ekrem Demirci: İmralı’da görüşmelerin bir yıldır sürdüğü söyleniyor. Bu kadar zaman sonra ancak bir açıklama yapılabilmesi, çok yönlü sürtünmelerin yaşandığını gösteriyor. Ayrıca bu, sonuçlanmış bir süreç değil, bir başlangıç. Başlangıç olduğu için, slogancılığa kaçmadan, belli ilkelerde netleşmemiz gerekiyor. PKK adına açıklama yapan birçok sözcü, açıklamanın tek yönlü ve kendilerine yapılan bir çağrı niteliği taşıdığını üzerine basa basa vurguluyor ve bunun bir başlangıç olduğunu ekliyorlar. Bunlardan birini okuyorum: “Bu çağrıyı biz bir manifesto olarak ele aldık. Gerçeği çarpıtmaya dönük girişimler var. Bu çağın manifestosu, Önder APO’nun uluslararası komplodan sonra ortaya koyduğu demokratik toplum paradigmasının en rafine olmuş hali. Bunun görülmesi gerekir. Çağrı bir sayfaydı ama rafine olmuş düşüncelerin özetidir. Biz yanıt verdiğimizde nasıl yanıt verdiğimizi merak edenler var. Biz bu paradigma üzerine uzun yıllarıdır konuşuyor ve yoğunlaşıyoruz. Merak edenler 5’inci savunma olan Kürt sorunun demokratik çözümü adlı kitabı incelemeliler. Kitapta yazılan metnin derinlikli bir detayı bulunmaktadır. Biz bu savunmayı 2013 yılında PKK’nin 11’inci kongresinde zaten manifesto olarak kabul ettik ve programlaştırdık. Biz bu paradigma ile yeni tanışmıyoruz.”[1]
Soruya geçmeden önce, ortak coğrafyada iç içe geçmiş iki halkın mücadele birliği ve Kürt halkının sömürgeciliğe karşı mücadelesine karşı ilkesel tavrımızı net olarak ortaya koymamız gerekiyor. Bizim bu açılıma yönelik çok yönlü eleştirilerimiz var, ancak eleştirilerimizden önce bu konudaki ilkesel tavrımızı net bir şekilde belirtmemiz lazım. Daha 1980’lerin başlarında Kürt sorunu bu boyutlara ulaşmamıştı, ancak tüm Kürdistan’ı saran bir isyan havası hissediliyordu. PKK henüz silahlı bir isyan başlatmamıştı, ama yoğun silahlı çatışmalar sürüyordu. Kürt siyaseti de, tıpkı Türkiye devrimci hareketi gibi, henüz çok parçalıydı. Bu ortamda biz, Kürt mücadelesinin burjuva ulusal bir temelde gelişmesi ihtimalinde dahi, UKKTH ilkesi gereği Kürt mücadelesini destekleyeceğimizi ilan ettik.
Dolayısıyla, bugün hangi eleştirileri ve eksikleri içerirse içersin, tartışmasız biçimde bu girilen yeni süreçte devam edecek olan daha sert ve daha yoğun mücadelede, stratejik olarak Kürt halkı ile beraberiz. Aynı zamanda, bunu bölgesel ve Türkiye coğrafyasındaki mücadeleyi ilerletecek yönde derinleştirmekle de sorumluyuz. Faşizmin gemi azıya aldığı önümüzdeki zorlu mücadelede, hem kendi cephemizden hem de Kürt halkının mücadelesinin gelişmesi bakımından, eleştirilerimizi de sorumluluklarımızı da doğru bir şekilde kavramak durumundayız.
Değişik çevrelerden eleştiriler geliyor; mutlaka sizin de Öcalan’ın çağrısının içeriğine dair eleştirileriniz vardır. Bu noktaya geliş, Kürt hareketi için bir geri adım olarak değerlendirilebilir. PKK’nin girdiği süreç, tehlikeleri de barındıran bir süreçtir ve bu tehlikeler bertaraf edilemediğinde, süreç PKK için bir kırılma noktasına dönüşebilir. Siz, bu geri adıma yol açan tarihsel, siyasal ve toplumsal arka planı belli boyutlarıyla ele aldınız. Ayrıca, bu sürecin değerlendirmesini yaparken devrimci bir özne olarak kendimizi de görerek yaklaşmak gerektiğini vurguladınız. Tüm bunlarla birlikte, Öcalan’ın çağrısına yönelik eleştirel değerlendirmenizi merak ediyoruz.
Ekrem Demirci: Sovyetler Birliği’nin çökmesi sonrasında Öcalan, kendince bütün dünya halklarına dönük yeni ideolojik ve teorik tezler içeren yeni bir paradigma geliştirdi. Sadece sosyalizm pratiklerini değil, sosyalizm teorisini de eleştirerek, yeni bir sosyalizm anlayışı ortaya koydu. Sosyalist sistemi ve kapitalist sistemi, devlet, toplum ve iktidar sorunlarını, örgüt, birey ve toplum ilişkilerini eleştirerek, ‘ahlaki, cins özgürlükçü, ekolojist toplum’ tanımıyla ekonomi, toplumsal cinsiyet, inanç özgürlüğü gibi daha birçok başlığı içeren analizler yayınladı. Felsefe ve sosyoloji tarihini yeniden yazdı. Burada önemli olan, yazmış olması değil, bütün bu tezlerini on binlere, yüz binlere varan geniş bir kadro, sempatizan ve sıradan halk kitlelerine benimsetebilmesi ve bu tezler doğrultusunda yaşam ve pratikler oluşturabilmesidir. Bir diğer yandan, bu analizler hangi eksiklikleri ve yanlışları içerirse içersin, Öcalan bizzat kendi açıklamalarıyla sosyalizm idealinden kopuş değil, tersine daha gelişkin bir sosyalizme ulaşmayı amaçladığını ifade etmiştir..
Öcalan’ın bu tez ve analizleri içeren, benim bildiğim 10-15 kitabı yayınladı. Çağrı, bu külliyatla birlikte anlam kazanmış olarak, Kürt siyasi hareketi tarafından bir manifesto olarak değerlendirildi. Biz, bu bir sayfalık çağrının yarattığı etkilerle tarihe geçmiş, tarihsel bir metin olduğunu elbette görüyoruz; ancak manifesto demenin zorlama olacağını düşünüyoruz. Bu çağrı, asıl olarak, şu ana kadar konuştuğumuz çok yönlü değişimlerin zorlaması sonucu; her iki tarafın -devlet ve Öcalan’ın- karşılıklı olarak üzerinde uzlaştığı bir metindir. Nitekim metinden taraflar, kendi beklentilerini anlıyor ve bu konuda yoğun tartışmalar sürüyor. Ancak Kürt hareketinin ileri kadroları için bambaşka anlamlar ifade ediyor. Onlar, bu açıklamanın içinde kendi jargonlarıyla, bu dönem boyunca geliştirdikleri yeni paradigmanın parçalarını görüyor ve bunu tarihsel bir manifesto olarak ifade ediyorlar.
Bu metinde eleştirdiğimiz iki değerlendirme yer alıyor. Çıplak gözle bakıldığında, hiçbir gerekçeyle ‘devlet ve toplumla bütünleşme’ hedefini kabul etmiyoruz. Bu, çok ciddi bir geri adımdır ve üstelik kendi tezleriyle çelişen bir geri adımdır. Abdullah Öcalan, reel sosyalizme yönelik bütün eleştirilerini devlet sorununa yaklaşım üzerine oturtmuştur. Sosyalist sistemin devlet ve devletçi anlayıştan dolayı çöktüğünü ve bunun Marksizm’den kaynaklandığını ileri sürer. Bunun karşısına kendi devlet ve demokrasi tezini koyar. Bir tarafta devletin, diğer tarafta ise demokrasinin (demokratik toplum) olduğu, ancak bunları sonuna kadar bir mücadele süreci olarak koyar, bütünleşme süreci olarak değil. İkinci bir eleştiri konusu ise ‘tekrar ve anlamsızlaşma’ üzerine söylenenlerdir. Konuşmamda ben, kör bir savaş çıkmazının oluştuğunu söyledim; bu, tekrarlanma anlamını da içerir. Ancak ‘anlam yitimi’ veya ‘anlamsızlaşma’, birçok okuyucu tarafından tavizden öteye giderek düşmana yapılan bir özeleştiri olarak görülüyor. Devletle bütünleşme önerisi kendi paradigmasının ana ekseniyle de terstir.
Yine çok ciddi olarak eleştirdiğimiz ve reddettiğimiz bir diğer şey, silahlı mücadeleye yaklaşımıdır. Başta söylediğim gibi, Öcalan çok şiddetli, uzun ve başarılı bir gerilla savaşının kurucusu, yönlendiricisi ve komutanıdır. Ancak bu savaş boyunca hep siyaseti öne almıştır. Öte yandan, PKK bugünkü geldiği yere savaşla gelmiştir; siyaset veya diplomasiyle değil. Siyasi çıkışların etkisi elbette vardır, ama fiili olarak kanırtarak, bedel ödeyerek ve çok ağır süreçlerden geçerek gelmiştir ama açık ve net olarak ortadadır; bu güne gelen tüm kazanımlarını silahlı mücadele ve savaş üzerinden kazanılmıştır. Bunu biz Suriye’de açık bir şekilde görüyoruz.
Suriye’de emperyalistlerin ve bölge gericiliğinin planları vardır, ancak bunların ne uygulanma olanağı, ne uygulayacak güçleri, ne de kitle desteği mevcuttur. Nitekim cin şişeden çıktı; HTŞ’nin kravatlı görüntüsünün ardından DAİŞ başını uzattı ve Lazkiye başta olmak üzere Alevi bölgelerinde kelle avına çıktı. Yaşananlar dehşet vericidir ve DAİŞ tarzı katliamlardır. Bu da gösteriyor ki, Suriye geçmiştekinden çok daha ağır süreçlere gebe. Bu çatışmalar burada duramaz. Dürziler de aynı anda açıklama yaptılar. Savaş tüm Suriye’ye yayılabilir. İktidara yerleştirilen 19 çete örgütü, ne askeri ne siyasi, ne ideolojik ne de kültürel olarak Suriye’ye hakim olamaz. Emperyalizmin ve bölge gericiliğinin desteğiyle de hakim olamaz. Görüldüğü gibi, Rojava’da diplomasi ve siyasal görüşler, taktikler önemlidir, ancak Rojava’da silahlı çatışmanın dışında kalanlar yem olur. Bu coğrafyada durum budur.
Türkiye’de silahlı mücadelenin sonlandırılması kararına, kendi mücadelesini bağladığı boyutuyla kimsenin diyeceği fazla bir şey olamaz. Savaşı sonlandırma kararı, başlatana aittir. PKK, zaten şimdiye kadarki mücadelesinde silah kadar siyasal alanda da çok başarılı sonuçlar almıştır. Bir bakıma, PKK hareketi sadece silahlı mücadeleden ibaret değildir. Hayatın her alanına uzanan kitlesel ve militan örgütüyle, yan kurumlarıyla, parlamentodaki gücüyle, belediyeleriyle, kültürel kurumlarıyla tüm Kürdistan coğrafyasını bir ağ gibi örmüştür ve hep canlı bir siyasetin içerisinde olmuştur. Üstelik bu, rahat koşullarda yürütülen bir siyaset de değildir. Özgür Gündem gazetesinde çalışan 18 gazeteci katledilmiştir. Yargısız infaz diye tabir edilen devlet cinayetlerinin toplamı, devlet belgelerinde 17 bin olarak yer almaktadır. Bu katledilenlerin ezici çoğunluğu, direkt savaşın içinde olmayan sivillerdir. TC, PKK’nin yanında duran herkesi düşman ilan etmesine rağmen, PKK’yi tecrit etmek bir yana, Kürtlerin örgüte daha sıkı sarılmasına neden olmuştur. Bugün de dimdik ayakta duran, milyonluk bir sivil orduya sahiptir. Bu birikim ve güçle, siyasal mücadeleye soyunacaktır. PKK bu durumu şöyle açıklıyor: “Savaş ile yapılması gereken yapıldı, bundan sonra şiddet olmadan devam edilmesi gerekiyor. Hareket ve halk bu seviyeye geldi.”
Ancak, silahlı mücadelenin ömrünü tamamladığına dair söylemler, birçok boyutta düşman gerçekliğini karartıyor. Yine bu söylemlerin Türkiye’deki faşizm gerçekliğine karşı körleştirici etkiler yaratacağı da açıktır. Biz, kendi açısından silahlı mücadeleyi bırakmasına bir şey demiyoruz, ancak bunu genelleştirici bir anlayışla ele almasını reddediyoruz. Devrimler tarihi de bunu söylüyor. Biz, devrimler tarihinden ve insanlığın mücadele tarihinden, dinler tarihinden, köylüler tarihinden, sınıflar savaşından, komünizm için verilen mücadelelerden ve ulusal kurtuluş savaşlarından, silah dışında bir kazanım görmedik. Ayrıca bugünkü dünyada, bütün emekçi sınıflara ve ezilen halklara tüm siyaset yolları kapatılmıştır. Bu koşullarda, silahlı mücadelelerin ömrünü tamamladığı görüşü, cehennemi çelişkiler içinde kıvranan, savaşların ve iç savaşların tüm ülkelerde hareket halinde olduğu dünya gerçeklerine terstir.
Birleşik devrim dinamikleri üzerinden bugüne kadar hareket eden Kürt siyasal hareketi, Türkiye devrimci hareketi ile hep yan yana durmuş ve etkileşimli bir hat üzerinden ilerlemiştir. Öte yandan, birleşik devrim dinamiklerinin söz konusu olduğu her dönemde, her birinin kendi iç dinamiklerinin farklılığını da görüyoruz. Bu realiteyi atlamaksızın, içine girdiğimiz yeni sürecin Kürdistan devrim dinamiklerini nasıl etkileyeceğini ve tüm bölgeyi etkilemesi muhtemel bu sürecin Türkiye devrimci hareketine etkisinin ne olacağını düşünüyorsunuz?
Ekrem Demirci: Bu soru da esaslı bir temele oturuyor. Şimdi tersinden düşünelim: Hangi Marksizm-Leninizm iddiasında ve radikallik iddiasında olunursa olunsun, hangi teorik, siyasal veya felsefi doğrultu üzerinden itirazlar getirilirse getirilsin, Türkiye’yi ve bölgeyi 40 yıldır sarsan bir hareketi görmeyen ve bu harekete bakmayan hiçbir hareket, devrimci değildir. Türkiye’de faşizme karşı mücadele iddiasında olan veya burjuva devletini parçalayıp bir devrim yapmak isteyenler, Kürt hareketinin eleştirisini yaparken onun dinamizmini göz ardı edemez, Kürt gerçekliğini görmezden gelemez. Bunu yaparsa, devrimci olamaz. Bu anlamda, daha önce söylediğim gibi, devrimin zaferi için Kürtlerin programına koyduğu gibi stratejik ittifak ve başarının zorunluluğu, Türkiye tarafında devrimin başarısı için iki kat daha zorunludur. Kürt mücadelesiyle stratejik temelde ve birleşik mücadele zeminini, her değişen koşulda ve aşamada, her iki mücadele dinamiğinin farklılıklarını da görerek, ama birlik yönünde ve ortak mücadele zemininde geliştirmek, en çok Türkiye devriminin ihtiyacıdır. Türkiye’de devleti parçalayıp burjuvaziyi bir devrimle yıkma hedefi olanlar, Kürt gerçekliğinin üzerinden atladıkları zaman tamamıyla boşluğa düşmüş olurlar.
Dolayısıyla, Türkiye devrimi açısından bahsettiğimiz çelişkileri içeren yeni açılımı, bu temelde okuyup, buna göre ortak mücadeleyi bu gelişmeler temelinde yeni programlar ve ortaklıklar üzerinden geliştirmemiz gerekir. Somut olarak, geçmişteki Gezi sürecine ve barış sürecine bakarak, iyimser bir şekilde şunları söyleyebiliriz: Türkiye toplumunun neredeyse yüzde doksanı, yoksulluk ve baskılar altında boğulmaktadır. Yüzde doksanı bulan çaresiz ve çözüm bekleyen toplumun tüm kesimlerine, tüm muhalefet dinamiklerine; bütün Türkiye coğrafyasının kırlarına, şehirlerine, fabrikalarına, sokaklarına, gençlerine, kadınlarına, her tarafa uzanan parçalı direnişlerin önünü açacak gelişmeler bekleyebiliriz. Bu temelde, eğer karşılıklı uzlaşma temelinde bu süreç bir zamana yayılırsa, bütün bu dinamiklerin –çok yaygın ama parçalı olan bu dinamiklerin– önünün açılacağını düşünebiliriz. Bu, ağırlıklı bir ihtimaldir. Ancak, aynı oranda bu sürecin geri döneceği ihtimalini ve geçmişten çok daha sert çatışma ihtimalini de, belli zorlayıcı etkilere rağmen, yok oldu diye düşünemeyiz..
Son olarak, açıklama sonrası bazı kesimlerdeki yaklaşımların zararlı olduğunu ve düşman gerçeğini göz ardı ederek Türkiye’deki faşizm gerçeğini görmezden geldiklerini görüyoruz. Bu, çeşitli yasal platformlarda, basında, Kürt hareketinin yanında duran liberal sol kesimlerde ve Kürt hareketinin yasal temsilcisi olan kesimlerde çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Düşmanla görüşme yapılır ama düşman, düşman olmaktan çıkmaz. Faşist şef Bahçeli’ye düzülen güzellemeler ve uzun ömür dilekleri, faşizm gerçeğini unutturan ve gelebilecek saldırılara karşı direnci törpüleyen tehlikeli bir tutumdur. Bu bağlamda, Kürt yasal siyasetinin parlak yıldızı olarak Edirne’de 7 yıldır rehin tutulan Selahattin Demirtaş’ın son söyledikleri de bilinç kaymasının derinliklerini gösteriyor: “Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürtlerin de devletidir …Türkiye gibi büyük ve güçlü bir devlet de esasında bütün Kürtlerin devleti olacak.” Bu devletin Kürtlerin devleti olmasını bırakalım, hiçbir bakımdan Türklerin de devleti değil, halklar düşmanı oligarşik bir kliğin devletidir. Kürtleri kanlı sömürgeci yöntemlerle baskı altında tutan TC devleti, Türk halkını da ağır sömürü ve faşist baskılar altında inletmektedir. Zora dayalı bir devrimle parçalanmadığı müddetçe de halklara düşmanı karakterini koruyacaktır.
Düşmanla görüşme yapılmaz demiyoruz, ancak düşmanla el sıkışmak, düşmanı düşman olmaktan çıkarmaz. Bu konuda, İsrail’le görüşmeler sürerken Arafat’a, ‘Siyonistlerle görüşüyorsun’ diye yöneltilen sert eleştirilere karşılık Arafat, ‘Barış görüşmesi dostlarla yapılmaz, düşmanla yapılır’ demişti. Ancak bu görüşme ve Oslo Anlaşması sonrası yaşananlar biliniyor. Nitekim, Filistin örneğinde gördüğümüz gibi, siyonizmin de faşizmin de görüşme ve anlaşmalara rağmen çok daha kanlı bir düşman olduğu anlaşılmıştır. Faşizm, Türkiye’de üzerinden atlayamayacağımız bir gerçekliktir. Bu anlamda, bütün hayali beklentiler, bizim cephemizi dağıtan ve düşman gerçekliğini körelten bir sonuca hizmet etmektedir. Sınıflar mücadelesinin gerçeği de budur. Öcalan’ın çağrısı ile rahat bir dönemin başladığını düşünenler çok yanılıyor. Bu adımın, mücadeleyi yeni temellerde kurmak için atıldığı söylenmektedir. Kürt kitleleri, bir çağrıyla barışın gelmeyeceğini ve başlamayacağını bilir. Çünkü faşizm, en iğrenç ve kanlı uygulamalarını onlar üzerinden gerçekleştirdi. Bu sürecin bıçak sırtında bir süreç olduğunu unutmamak ve faşizm gerçeğini karartmamak gerekiyor. Bu devrimci uyanıklığın, PKK’de de Kürt kitlelerinde de var olduğunu düşünüyoruz.
***
Ekrem Demirci ile bu röpörtajı 9 Mart tarihinde yaptık.Röportajın tapesini yapıp düzenlerken 10 Mart’ta Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetim ve Şam hükümeti adına Mazlum Abdi ve Colani kameraların karşısındabilinen sekiz maddelik anlaşmayı imzaladılar. Ekrem Demirci’ye bu anlaşma hakkında ne düşündüğünü de sorduk, cevabı aşağıdadır.
Ekrem Demirci: Emperyalistler, Arap gericiliği, siyonizm ve TC devleti; kimi her tür gelişmiş silahlarla, kimi paraya boğarak, kimi her tür arka cephe ve lojistik destekle yarattıkları cihatçı katiller güruhunu terbiye ederek Suriye’nin tepesine oturttular. Bu büyük koalisyon, HTŞ’ye mecburdur, çünkü Suriye’de HTŞ dışında bir alternatifleri yok. Mevcut durumda, metazori olarak iktidardalar. HTŞ dışında tek alternatif, Suriye’yi Kürtlere teslim etmekle sonuçlanır. Emperyalist güçlerin bunu Arap dünyasına ve TC’ye kabul ettirmeleri ise imkansızdır. Aynı zamanda, kendileri açısından da Kürtler, istedikleri gibi kullanabilecekleri bir kukla değildir. Anlayacağınız, HTŞ’ye mecburlar, ama bu, onu terbiye etmeyecekleri anlamına gelmez. Bunun için, Alevi katliamı ile dünya kamuoyunda meşruiyeti tartışılır hale gelen Colani’nin tepesine binerek, ağırlıklı olarak özerk yönetimin taleplerinden oluşan ve daha önce –TC’nin de devrede olmasıyla– reddettiği anlaşmayı imzalaması için masaya oturttular. Öte yandan, her ne kadar anlaşmaya baktığımızda ‘Suriye devletinin Esad kalıntılarına ve güvenliğine ve birliğine yönelik her türlü tehdide karşı mücadelesini desteklemek’ biçiminde formüle edilen 6. madde dışındaki tüm maddeler, özerk yönetimin talepleri doğrultusunda hazırlanmış olsa da, Alevi katliamının sürdüğü bir zaman diliminde bu anlaşmanın imzalanmasında ABD ve bağlaşıklarının özerk yönetim üzerindeki baskısını görüyoruz. CENTCOM komutanının başta Suudiler olmak üzere bölge ülkeleri arasında geliştirdiği mekik diplomasisi ve sonrasında Mazlum Abdi görüşmesi, akabinde gün değil saatler sonra Colani ile Mazlum Abdi’nin anlaşmayı imzalayan fotoğrafı, başka şekilde okunamaz. Yapılan anlaşmanın, özerk yönetimin önünü açan ve haklarını güvence altına alma yönünde bir adım olduğunu belirtebiliriz. Bu, Türkiye’nin her ne kadar kuyruğu dik tutmaya çalışsa da mesafeli açıklamalarından ve Şam’a dış işleri, savunma bakanları ve MİT başkanı ile çıkarma yapmalarından da anlaşılabiliyor. Ancak ne olursa olsun, Alevi katliamlarıyla aslına dönen HTŞ ile henüz Alevi katliamları devam ederken masaya oturmak; Alevi katliamlarına gerekçe yapılan ‘Esad kalıntıları’ söylemine, böylesi bir zamanda hangi saikle olursa olsun anlaşmada yer vermek, eleştiri konusu olmalıdır. Bu fotoğraf, halklar nezdinde –Türkiye’de Türk, Kürt ve Arap Aleviler başta olmak üzere– bir güven zedelenmesine yol açmıştır.
Suriye’de devletler, birbirlerini kollamadan ve görüşmeden adım atamıyor. Her güç, ya yeni ittifak arayışı içinde ya da karşı ittifakları zayıflatmak yönünde hareket ediyor. Türkiye devleti, bütün efelenmelerini yutarak kazandığı mevzileri korumak istiyor. Böylesine çok taraflı ve karmaşık güçlerin cirit attığı bir alanda, tek bir öznenin değil, bu güçlerin bileşkesi aralığında davranabilir. Kimse düz kendi doğrusundan yürüyemez. Bu gerçeklik doğrultusunda, kimse ‘Bu anlaşma yapılmamalı’ diyemez. Ancak anlaşmanın yapılma zamanı ve altıncı maddesi, hiçbir gerekçeyle meşrulaştırılamaz.
Kaynak: Komün Gücü
[1] PKK MK üyesi Helin Ümit (https://yeniyasamgazetesi9.com/helin-umit-silahlarin-susmasini-istemeyen-kesim-var-bu-provokasyondur/)