– Sohbetlerimizde siz Türkiye’deki krizin klişe politik kavramların dışında başka türlü anlaşılması gerektiğini söylüyorsunuz. Hep bir toplumsalın meydana gelme biçimlerine işaret ediyorsunuz ve bunun durmaksın inşa edilen bir süreç olarak düşünülmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Toplumun gündelik inşasının sadece şiddet süreçlerini içermediğini, tersine tarihe dönük arızaların da giderilmesi ya da tarihin bağlamının başka söylemlerle yeniden üretilerek, siyaset diline tercüme etme süreçleri olarak işlediğini söylüyorsunuz. Sürece devlet şiddeti eşlik ederken, sürecin mevcut hukuka karşı, fiili yerleştirerek, devleti, “kendi için devlet” haline dönüştürdüğünü söylüyorsunuz. Yani yapısal olanın yerini varoluşsala bıraktığı krizden söz ediyorsunuz. Buradan hareketle sürecin geniş bir alana sirayet ettiğini, başka türlü bir kimlik krizini de tetikleyen, bir Türklük ve Müslümanlık krizinden söz ediyorsunuz.Türkiye’de devlet krizinin bağlamlarını nasıl görmemiz gerekiyor?
H. Acun: Bunu anlamak için geçmişi hatırlamak gerekir. Türkiye’de toplum denilen suni icadın ya da sosyal imalatın tarihsel bir momenti var. Bu moment kurucu bir moment ve bu günü de inşa eden bir çıkış noktası. Daha sonra değiniriz ama Türkiye’de sağın ve devlet kanatlarının modernlik, cumhuriyet, Osmanlıcılık tartışmalarını ciddiye almak gerekir. Bunlar sandığımızdan daha derin kök tartışmalarını içeriyor. Bunları Türkiye’de devlet geleneğinin oldukça geç keşfettiği; devlet diyalektiğini anlamlandırma çabası olarak görmek ve ciddiye almak gerekiyor. Çünkü devletin bugünkü krizi yönetici sınıfın, egemen sınıfın krizlerini de içine alan, ancak daha derin ve bağlamsal bir sorun olarak işlemektedir. Türk devlet yapısını meydana getiren saiklerdeki kırılmalar, yalnızca ideolojinin el değiştirmesiyle sınırlı olmayan; yönetici sınıfla, egemen sınıf tanımında da kırılmalar meydana getiriyor. Ve bu iki kavramın pratiklerini birbirinden ayrılıyor. Bu bakımdan yapılan tartışmalar, kendi başına form arayışını (demokrasi, hukuk tartışmaları) aşan, varoluşa dair bir arayış ve bu sorunu meydana getiren temel mesele de; devletin mazisindeki arızadır. Hikaye “korkma, sönmez”le başlar. Ve bu korku, tarih boyunca hem devleti ikame eder hem de toplumsalın inşasına eşlik eder.
Şimdi biraz sorunuza odaklanalım. Türkiye’de CHP, sol-sosyal demokratlar, liberaller, solun hatırı sayılır kesimi; AKP’nin bir rejim değişikliğine gittiğini ve rejimi müzakereye açtığını iddia ediyor. Bunu neyin üzerinden gerekçelendiriyor? Hukuk ve demokrasi bağlamından gerekçelendiriyorlar. Yani devletin AKP’ye kadar “makul” olduğunu varsaydıkları bağlamıyla gerekçelendiriyorlar. AKP’nin bu bağlamı akamete uğratarak, hukuk devletini ortadan kaldırıldığını tartışmaya açıyorlar. Ve devletin eski “makul”e dönmesini öneriyorlar. Tam da devlet müzakereye açılmışken, eski kurumsallık akamete uğramışken, buna dışarıya dönük savaşlar eşlik etmişken, ekonomide “yeniden üretim” buhrana düşmüşken;Türkçülükten İslamcılığa ve laikliğe toplumu inşa etmiş ne varsa bir restleşmeye dönüşmüşken devleti “makul”e çağırmak, yalnızca pozisyonların basit görünüşlerini temsil etmiyor. Devletin ideolojik olarak içselleşmesinin semptomatik sonuçlarını da gösteriyor. Burada görünen o ki solun, liberallerin devlete piyasanın ruhunu çağırarak “devletin yarası”na çare aramaları; devlet, pozisyon meselesini beni başka türlü anla diyor. Mesele sanıldığından daha derin; “devletin kahrı”nı çekme, devletin müzakereye açılmasından daha öne alındığı pozisyonlar dizilişinde, Türkiye’de siyasal aktörlerin nasıl üretildiğini hatta icat edildiğini görmek bakımından büyük öneme sahip. Dahası ‘devlet tini’nin farklı pozisyonlar arasında aynı anlamsallığı nasıl kurduğunu anlamak bakımından önemli. Konunun anlaşılır olması açısından, bu tartışma ve pozisyonlar dizilişini de kusturan hikayenin arka planına biraz bakmakta fayda var.
İttihat ve Terakki’yi Türkçülük arayışına iten hikaye 19.yüzyıl ulus devlet inşası arayışlarından farklılık gösterir. 1850’lerden sonra Osmanlı’da gayrimüslimler arasında modernleşmenin mayalanması, liberter ve devrimci fikirlerin yaygınlık kazanması; bunların örgütlerinin ortaya çıkması, zanaatkarlar aracılığıyla yeni ve çeşitli fikirlerin gelişmesi, ticaretin ve sermaye birikiminin gayrimüslimlerin elinde olması; Osmanlı’nın geleceğini kimlerin müzakere edeceğini de açıklıyordu. Gayrimüslim nüfus kümelerinin geri kalan Müslüman kümelere göre daha modern yaşam sahibi olmaları ve görece sınıf farklılıkları nedeniyle Müslümanların alt kümeleri oluşturması, üretici güçlerin geri kesimlerini temsil etmesi, gelecekte soykırımlara da yol açacak olan gerilimin nerelerden kurulacağının da işaretlerini veriyordu.
İttihatçıların 1900’ların başında yoklamaya başladıkları ‘etnik temizlik’ girişimleri geleceği inşa çabalarında toplumun nerelerine dokunacaklarını keşfetme girişimiydi. Örgütlü ve planlı 1908 Adana Ermeni katliamından 1915’e, 1916 Süryani soykırımına, Kürt soykırımına, büyük İzmir yangınına, Ankara yangınına, 1934 Trakya Yahudi pogromuna, 1936 Dersim katliamına, 6-7 Eylül talanına, Maraş katliamına, Çorum katliamına, Sivas katliamına uzanan soykırımlarla ‘temizlik’, Müslüman ahaliyi de arkasına alarak bir ulus devlet inşası girişimiydi. Ancak gayrimüslim azınlıkların dışındaki ahalinin kendini Müslüman kimlikle anması ve Türklük kimliğinden çok Osmanlı tebaasından olmanın getirdiği Kürt, Arnavut, Boşnak, Arap, Çerkez,Tatar vb. kimlikleri üslenmiş olmalarının da aşılması gerekiyordu; Müslüman ahalinin Türkleştirilmesi.. Yani dönme ve asimilasyon vakıalarının tarihe sokulması. Bu kadar değil, bunları paryalaştırarak Türkçüleştirilmesi… Yani şiddet yoluyla Türklüğün/Türkçülüğün icat edilmesi. Ve kestirmeden sonuca ulaşmak için bu ahalinin o güne kadar konuştuğu kendi ana dillerinin kesilip, Türkçe dili üzerinden ortak aidiyetin inşası… Yani eski mazinin unutturulması ve kolektif belleğin ortadan kaldırılması…
Burada şunu da vurgulamak gerekir; Türklüğün modernleştirilmesi, tarihsel olarak modernleşmenin diğer bütün biçimlerinden ayrılır; Türkün modernleştirilmesinin tarihi, aynı zamanda şiddetin tarihidir. Kurucu Bir Türklük inşa etmek istiyorsanız ve bir mamul ortaya çıkarmak istiyorsanız, bu mamulün maddesi olan Müslümanlığı da modern tadilatlara tabi tutmak zorundasınız. Nitekim toplum dininin yerine devletin Sünni/Hanefi devlet yorumunun konması böyle bir meseledir. Sözde laik Müslümanlığın bir norm olarak işletilmesi tamamıyla bu ihtiyaca dönüktür. Modernleşme ve şiddet bağlamından söz etmiştim. Türkiye’de yapay ulus inşası ve modernlik bir tür ‘ilksel birikim’e benzer. Hikayeye müphem biçimde köylülüğün tasfiyesi eşlik eder; eski etnik yapıları temsil eden üretici güçler ve kent sınıflarının soykırım yoluyla tarihin dışına itilmesiyle gelen boşluğun, hem gerçek anlamda hem de modernliğe teşebbüs anlamında bir ‘ilksel birikim’ olarak işler. Buradan da görüleceği üzere Türkiye de devleti müzakereye açan mesele tam da bu “ilksel birikim”dir. Bunu şöyle de tercüme etmek mümkün; Türkiye’de toplumun ve devletin bir tarihi yoktur. Bunlar birbiriyle gerilimli ilişkiler kursalar da, durmaksızın inşa halindedir. Bu yüzden bu iki oluşma biçimi, teşebbüs hali olmalarını aşamazlar. Tam da bu teşebbüs yüzünden her ikisi de gerçekliğini yitirir ve ideolojikleşir. Tam da bu yüzden her daim akamete uğramakla karşı karşıya gelirler. Tam da bu yüzden bugün, devlet müzakereye açılmıştır. Konuşmanın başında söylemiştim; hikayenin “korkma, sönmez”le başlaması rastlantı değil. Bugün sokakta Türk olduğunu varsayan kime Türk kimdir diye sorsanız, size mitolojilerden devşirilmiş ideolojik cevaplar verecektir. Ha keza durum laik Müslümanlar için de aynı. Aynı çünkü, bu saikler bu insanların imgesinde durmaksızın inşa edilmektedir. Kaldı ki başka gerilimli alanlar da söz konusu. Teşebbüs, müphem biçimde işler; Türklük-laiklik, Türklük-Müslümanlık bir alt kimlik, üst kimlik meselesini de sorunsallaştırır. Türkiye dediğiniz yer; bir “ilksel birikim” cehennemidir. Ve bir türlü ayaklarının altındaki boşluğu aşamamış araf alanıdır. Boşluktaki teşebbüs…
– Söyle bir soru sormak mümkün mü? 1960’lar sonrası ortaya çıkan siyasal hareketler, olaylar, bunların siyasal olarak dile geliş biçimleri ve failliği; devlet modernliğinin dışında başka bir yerden evrenselleşme girişimi olarak bu “ilksel birikim”in akamete uğradığı bir moment olarak değerlendirilebilir mi?
H Acun: Tarihin seyri umulanla değil, bulunanla belirlenen seyirdir. 1960’lara gelindiğinde Müslüman ahaliye ve ‘dönme’lere giydirilmiş Türklük kimliği arıza verecekti; geç modernleşme süreçlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar; 1960’larda dünyada esen devrimci dalganın Türkiye’yi de es geçmeden yoklamasıyla gelen kimliğe ve Türklüğe dair sorgulamalar politik biçimler alıp, başka bir yerden ses vermeye dönüşecekti… 1960’lar dünyası toplumda bir paradigma değişikliğine yol açmadıysa da, bir görüş açısı değişikliğine mahal vermiştir. 60 sonrası kuşakların görme biçimleri önemli oranda değişikliğe uğramıştır. Ha keza kendini anlama biçimi ve anlamlandırma saikleri de değişmiştir. Bir tür ‘dünyalı’ olmuştur. Şunu söylemek mümkün; 60’ların araladığı kapı, devletin Türklüğüne karşı, dünyanın geri kalanıyla hem sınıfsal anlamda, hem kimlikler anlamında bir bağlanma girişimidir. Bir tanım değişikliğidir. Elbette 60’lar, en çok da toplum inşasıyla, devlet inşasının birbirinden ayrılmaya teşebbüs ettiği andır. Toplumun devletten “özerkliğini” isteme girişimidir. 70’ler dünyası ise bu meselenin bir hesaplaşmaya mahal verdiği ve son sözü kimlerin söyleyeceğine dair müzakerenin, hem silahlı hem politik araçlarla yürürlüğe girdiği anlardır. Yani 60’lar sonrası ortaya çıkan müzakere, Türkiye’de ulus devlet inşasının akamete uğradığı ve devletin kurucu vasfının sarsıntılar geçirdiği bir dönemdir. 60 sonrası devletin askeri/sivil darbelerle el değiştirmiş olmasını böyle anlamak gerek.
1980’lerde ise Kürt devrimci öznelerinin Türklük inşasını akamete uğratacak çıkışını silahlı müzakere ile yürütmesi, ardından gelecek yıllarda Türkiye siyasal alanında giderek yaygınlık kazanacak kimlik siyasetinin de önünü açacaktı. Buna tarihin cilvesi mi demeli? İttihatçıların şiddet ve soykırım aracılığı ile inşa etmeye çalıştığı Türklük, aynı araçlarla akamete uğrayacaktı! Devam eden yıllarda devlet, Özal’la birlikte “kimlikler savaşı”na piyasa ve neoliberal politikalarla “başka” yaklaşım geliştirerek, absorbe etmeye çalışsa da cin şişeden çıkmıştı.
Ancak 2000’ler biraz daha farklı. Türkiye’de Kürtlerin savaşı geniş sahaları ele geçirmişken, kadın hareketlerinden kimlik hareketlerine kadar belli bir örgütlenme düzeyi tutturmuşken, neoliberal politikalar geleneksel tüketim biçimlerini değiştirmişken, kır sınıfları hızlı çözülmeye uğramaktayken, devlet düzeni giderek ağır hasarlar almışken, sol cenah liberal rüzgarlarla yol alırken, bütün bunlar laiklik söylemi tarafından temsil edilirken; devletin el değiştirme ile karşı-karşı kalması; geçmişin hatırasını yeniden canlandırcaktı! Toplumun alt sınıflarını temsil eden modernlikle sorun yaşayan kapitalist döngüye direnemediği için kendi meşrebince bir yaşam biçimi kurmaya çalışan periferideki Müslümanları daha organize olmuş biçimde yeniden tarihe sokmak! Bir farkla! Bu kez, eski İttihatçıların ulus devlet inşasında ‘devlet nesnesi’ kıldıkları nüfus kesimlerini devletin özneleri halinde yeniden tarihe sokmak. AKP, böylesi bir devlet içi arayışlar için bulunmaz bir araçsallığa sahipti ve devreye sokuldu. Bugün Müslümanlar, artık kendilerinin “laik elitler” tarafından yönetildikleri duygusunu yaşamıyorlar; iktidardalar ve kurucu asli unsur olmanın ayrıcalıklarını tüketiyorlar. Bu olanaklara sahip olmalarının diğer bir yönü ise, bu Müslümanlığın ulus devlet inşasından beri Türklükle barışık olması.
– Bugün durum farklı dediniz, ne gibi farklılıklar bunlar?
H.Acun: Bir kere periferideki İslamcıların merkezdeki laiklerin yerini almış olması demek, her şeyden önce İslam’ın piyasalaştırılması demektir. Nitekim İslamcılar, Türklükle barışıktı ve bu kimliği başından beri sindirmeseler bile üstlenmişlerdi, ancak bugün kapitalizmle barıştılar ve piyasa saiklerini de üstlendiler; yani ideolojinin uhrevi dünyasını gökyüzünden yeryüzüne indirdiler. Maddileştiler ve dinsel anlamda ideolojik olarak çözülmeye uğradılar. Devlet yönetim temsiliyetinin nimetlerinin bir bedeli vardır, bu bedeli seve seve ödediler. İslamcılar zaten MİT’e ait cemaatler aracılığı ile devlet alanına taşınmışlardı. Bunun da bir bedeli vardı; devletin tetikçilerine dönüşmek yani eski Teşkilat-ı Mahsusa’daki misyonlarına geri dönmek. Bu işin bir kısmı. Ancak bu durum bir krizi de tetiklemiştir. Müslüman kimliğini tartışmalı hale getirerek, müzakereye açmıştır. Eğer bu kriz derinleşirse, iktidar temsiliyeti karşısında sokaktaki yoksulların İslam’ı sınıfsal bir arayışa yönelirse, temsildeki İslamcılık tamamıyla kullanışsız hale gelebilir. Bu yüzden MİT ve AKP devlet temsil alanını milisleştirirken, sivil cemaatleri de paramiliterleştiriyor. Yani İslamcılar aynı zamanda devletin politik Türklüğünü üstlenmiş durumdalar. Bu söylediklerim olgusal, görünen bir gerçekliğe işaret edebilir ancak mesele daha derin. Bunu şöyle anlamak mümkün; toplumun varoluşunun suni olarak meydana getirilmiş olması nedeniyle devletin inşa ettiği ‘halk’, halk değildir; Müslüman, Müslüman değildir. Türklük de, Türk değildir. Türkiye’de devletin bitmeyen Türklük inşası durmaksızın teşebbüs etmeyi gerekli kılar. Şunu söylemek mümkündür; Türkiye’de devlet geleneği demek; Türklüğe teşebbüs etme geleneği demektir ve bu durum büyük nüfus kümelerinin imhasıyla mümkün hale gelen bir “birikim” sorunudur. Bu kadar değil; devlet kendini inşa ettiği iki saikle; Türklük ve Müslümanlıkla da lanetlidir ve bunlar aynı zamanda bu devletin kaçınılmaz çöküşünü üreten yıkıcı güçleridir. Devlet ne etse, başından beri ‘eksiklik’ duygusunu aşamamıştır. Bunu şöyle anlamak mümkündür; bir Türk’ün, Türküm demesi; Fransız’ın, Fransızım demesiyle aynı kök duyguya sahip değildir. Biri ideolojik olarak inşa edilmiştir, diğeri tarihsel ve toplumsal bir bağlama sahiptir. Ve bu durum sanılanın aksine toplumun bilinçaltını yöneten muazzam güçlerdir. Eksiklik halinin toplumsal uzamı tamamlanmamış Türklük inşası üzerinden devletin yeniden yeniden üretimi için olanaklar sağlıyor olabilir. Tamamlanmamış Türklük, tamamlanmamış Müslümanlık, 1960’lar sonrasında ise tamamlanmamış demokratlık ve bunların siyasal dile gelişleri bir manivela oluşturuyor olabilir. Bunun böyle olması demek, dipten ve oldukça yıkıcı krizleri üretmediği anlamına gelmiyor. Türkiye’de toplumun içine düştüğü cinnet halini başka türlü anlamak gerekiyor. Çünkü ‘eksiklik’, Türklüğü ve Müslümanlığı aynı zamanda müzakereye açık hale getirmiştir.
Cumhuriyetin hikayesinin içinde Batıya yönelme ve Batıdan kabul görme “ilkesi” üzerinden inşa edilen seksen yıllık devlet; bu gün bizatihi bu “ilke”nin açmazları nedeniyle meydana gelen kriziyle, kendi lanetiyle yüz yüze gelmiştir. Özellikle Kürt devrimci hareketinin açtığı yaralar nedeniyle aşınan devletin yeniden restorasyonu için AKP üzerinden ulusalcıların ve diğer devlet kanatlarının rüşt ispatlama arayışları, seksen yıl boyunca öykündükleri “Batı normları”nı karşılarına almaya itti. Bu bir bakıma oldukça riskli bir girişimdi ve maceralı sonuçlara götürebilecek tercihti. Bu riskleri mevcutta dışa ve iç toplumsal dinamiklere karşı yürüttüğü şiddet politikalarıyla öteleme çabaları yalnızca yapısal değil, varoluşsal krizlerini de deşmeye başladı. Bu duruma elbette eşlik eden başka sorunlar da söz konusu; ekonomide ki büyük çıkmazlar, anormal rakamlara ulaşmış dış borç, döviz fiyatlarındaki artış, dış ticaretteki açıklar, işsizlik, üretimdeki daralma. Ve elbette çevre ülkelere karşı savaş ve işgal girişimleri. Bunları bir durum olarak okumak, devlet krizini bir yere kadar açıklayabilir, ancak durum bunlardan öte ve kıyamet alametleri söz konusu.
– Önemli şeylere işaret ediyorsunuz. Burada biraz duralım, dipten gelen kırılma; yapay inşa edilmiş homojen kimliğin çözülüşünü mü getiriyor?
Türklüğün ve Müslümanlığın müzakereli hale geldiğini söylerken, ödünç bir kavramla sosyal bilimlere atıf yapmadım. Bu müzakere toplumsal düzlemde, İslamcılık ve laiklik karşılaştırmaları üzerinden bir tanımı açıklamıyor, tersine bu iki kimliğin kendi içinde müzakere yürüttüğünü açıklamaya çalışıyor. Bir anlam değişikliği söz konusu. Bunu anlaşılır kılmak için nasıl bir anlatım kurmalı? Kolay değil! Müslüman ahalinin bir kısmı kendini iktidar alnında asli olarak hissediyor ve kapitalist döngüden önemli oranda nemalanarak, ayrıcalıklı orta sınıf halini yaşıyor. Kapitalist tüketim biçimlerinin kodları dokunduğu her yerde onları aşınmaya uğratıyor. Yeni yaşam olanakları içinde fikren de değişime uğruyorlar. Müslümanlıkları çıkar ilişkilerince belirlenen politik bir İslamcılık olarak işliyor. Dipte ise aile efradı dahil, çevresi dünyevi nimetlerle bezenmiş bir hayatın içinde, daha önce laisist elitler olarak gördüklerinin yerine yerleşiyor. Bu sınıfsal farklılaşma Müslümanlar arasında giderek artan oranda gerilime neden oluyor. Devlet temsiliyetinin ve dünyevi olanın keyfini sürmenin bedeli var; bölünmeye ve metanın lanetine uğramak. Ama bu mesele bununla sınırlı değil. Müslüman kimliği, çevre ilişkileri bakımından Türklük içinde anılmayı aşan olanaklara sahip. Evrenselliğe değil ama bir lokasyona sahip. Müslüman, Müslümanlık üzerinden, Faslı, Katar’lı, Filistinli, Suriyeli, pek çok ülke yurttaşlıkları ile ortak bir kimlik çağrışımına sahip. Ve dahası DAİŞ’le birlikte yıkıcı bir güce sahip olduklarının idraki içindeler. Ancak burada paradoksal bir durum var; DAİŞ’le yakaladıkları meydan okumayı, devletin paramiliterlerine dönüşerek, devlet temsiliyetinin nimetleriyle takas ettiler ve bugün artık Müslümanlığı değil, klişe anlamda sağcılığı temsil eder hale geldiler. Ve elbette buna eşlik eden tecavüz, kız çocuklarının istismarı, hile, rüşvet, istismar gibi çürümeyi de kusmaları söz konusu. Şimdi Müslümanlar yalnızca referans krizi yaşamıyorlar, ürettikleri pratiklerin sonuçlarıyla da cebelleşiyorlar. Ve sanıldığının aksine Türkiye’de artık homojen bir Müslümanlıktan söz etmek olanaksızdır. Müslüman kimdir sorusu, bizatihi iktidarın ve cemaatlerin pratikleri nedeniyle boşa düşmüştür. Bu kadar değil, yeni kuşak Müslümanlar, aileleriyle aynı evreni paylaşmıyor. Başını örtüyor ama yaşamlarındaki farklılaşmanın derin etkisiyle, kimlik krizlerini aşamıyorlar. Onların meta hayatları belli bir yerde modernlikle bezeniyor, sınıfsal değişiklikler bir müzakere düzlemi oluşturuyor. Daha önemlisi uzun olmayan bir süre sonra İslamcılık hem temsiliyet bakımından, hem toplumun ona yüklediği itibar bakımından hem de ideolojik bakımdan işlevsiz hale gelebilir. İşte müzakereye açık hale geldi dememdeki sebep buydu. Bu durum, Müslümanlığın kendisiyle sınırlı olmayan bir toplum ve devlet krizini oldukça çatışmalı bir düzleme taşımakta. Şunu söylemek mümkün; AKP artık tabana değil, organize çete-cemaatlere dayanıyor. Bu aşikar.
Türklük ve laiklik kimliğini üslenen nüfus kesimlerine gelince, durum onlar için daha vahim; Laikler eski “ayrıcalıklı” günlerini periferideki İslamcılara kaptırmış olmanın kederini yaşamakla sınırlı olmayan derin kriz içindeler. Laiklerin bir kısmı Kemalist modernlik tarafından temsil edilirken, bir kısmı sağ partiler tarafından temsil edilmekteydi. Ortak yönleri ise Türk/laiklikti. Yani başından beri bir homojenliğe sahip değildi. Ancak işler değişti. Bugün klasik anlamda ne CHP’de ne de diğer sağ partilerde bir temsilleri söz konusu değil. CHP ve diğer sağ partiler devlet kanatları tarafından, devletin olanakları olarak konumlandırılmışken; laikler bir payanda durumuna itilmiş durumdalar. Durumun bundan ibaret olmadığını anlamamız için başka yerlere de bakmamız gerekir; Türklüğün krizi! Türklük başından beri laikliğin garantörlüğünde ilerleyen bir süreçti. Ve devlete anlamını veren sözde kurucu saikti. Devlet bu saiki onların altından çekti. Geriye Türklüğün ideolojik olarak anlamının yeniden üretilmesi kalıyor, ve sorun burada çıkmazlara açılıyor. Müslüman’ın kimliğini anlamlandırması için, çevre alanda hangi devlete ait olursa, olsun oldukça yüksek Müslüman nüfusların varlığı, Müslüman’ın kendisini homojen gibi görmesi için bir yanılsama işlevini görüyor. Ancak onların önünde de Türklük engel.
Fakat Türk/laik için durum vahim. Türklük, laiklik üzerinden kendini evrensele bağlamaya giriştiğinde bizatihi Türklüğünün duvarına tosluyor. Türklük imkansızlığına dönüşüyor. Doğrudan Türklüğünün karşılığını bulabileceği çevre olanaklar da söz konusu değil. Artık Balkanlı değil, Akdenizli değil, Kafkasyalı değil, Ortadoğulu değil. O kimliklere veda edeli ve döneli yıllar geçti. Dahası var; Batılı da değil. Batılı olduğunu varsaydığı bir yanılsamanın içinde. Kaldı ki Batı, kendi içsel süreçleri nedeniyle çökmüşken, modernlik derin buhranını yaşıyorken, emperyalist haydutluk olağana dönüşmüşken, batılı olduğundan ses vermenin kendisine bile hayrının olmadığının krizini yaşıyor. Bu nüfus kesiminin gerçekliğe en çok yaklaştığı an, ancak modern tüketim biçimlerinde ortaya çıkabiliyor. O tüketim biçimlerinden vardığı sonuçlarla kendini anlamlandırabiliyor. Türkiye’de artık Türk/laiklik refleksif durumda bile değil. İşler öyle bir sarpa sardı ki, Türklük kendi içinde bir müzakere konusuna dönüştü. Ve bütün bunlar, devlet inşasını akamete uğratarak, devleti müzakereye açtı.
– Bir iç savaş örgüsünden mi söz ediyorsunuz
H. Acun: İç savaş benim bir tespitim ya da kavramsallaştırmam değil. Hikayenin kendisi başından beri bir iç savaş olarak sürdü. Bırakalım başka seyir halini; kapitalist gündeliğin ve yeniden üretimin kendisi bir iç savaşı ön koşul sayar. Bütün mesele bir iç savaş toplumunu kimlerin nasıl anladığı ile ilgili. Türkiye’nin sol politik öznelerini kendilerine kurdukları bir düzlem var; bu düzlem, bu toplumu anlamaktan uzak ve ‘kendisi için özne”. Bu meselenin altı deşildiğinde şaşırtıcı bağlamlar söz konusu.
Bir sosyal ölüm nasıl gerçekleşir? O toplumu “kurtarma” sözünden gelen öznelerin, bizatihi çöküntünün taşıyıcısı olduklarını inanmama eylemini ifa etmeye başladıklarında düşer! Öyle ki yanılsamaya bir yanlışlık eşlik etmez; tercih eşlik eder. Durum öyle bir hal alır ki, “toplumu kurtarma” bir ikame aracını zorunlu kılar. Böylece “kurtarma” toplumdan hareketle, bütün uçlardan gelen politik temsiliyetlerin ortak konuşmasına dönüşür. Toplum, devlet iktidarı ile muhalefeti, ‘devlet düşmanı’yla liberali aynı anlamsallık üzerinden yeniden kurar. Kurucu toplumun başından beri varoluş koşulu nedeniyle bir iç savaş düzeni olması demek; onu meydana getiren güçler arasında savaş düzlemiyle sınırlı olmayan başka olasılıklara da mahal vermesi demektir. Toplum bir müzakere sürecidir… Her daim ucu açık bir müzakere süreci. Müzakerenin hangi araçlarla yapılacağı ise konjonktürel olanla sınırlı olmayan, güç ilişkilerinin nasıl ve hangi araçlarla üretileceği meselesidir. Ancak gerilimleri bir kapışmaya mahal vermeden absorbe edebilecek bir kesişmenin meydana getirebileceği bir ortak payda da yok değildir; toplumun kurulu düzeni için demokrasinin bir aynılaşma alanı yaratması. Demokrasinin bir gramer olarak karşılıklı söz üretmekle sınırlı olmayan, sınırları ‘makul’ olanla belirlenmiş bir eylem içeriğini de taşıyan anlamsallıklar dünyası kurması; toplumun düzeninin garantiye alınması demektir. Demokrasi böylece ikame aracı olarak güçlerin karşılıklı olarak konuşabileceği kendi kavramları üzerinden bir ‘anlayış’ı mümkün kılar. Bu aynı zamanda bir iç savaş düzeni olan toplumun krizlerinin en azından mevcutta ötelenmesi için de olanakların çoğaltılması demektir. Bu kadar değil; bu gerçekleşirken, topluma ve devlete karşı bütün görme biçimleri de değişir. Devlet alanı, demokrasi veçhesiyle, kamusal olanın yerine geçer; böylece hukuk manzumeleri, devletin kendi saiklerinden ziyade, devletten öte, başka anlamsallıklar kurarak, devleti anomimleştirir. Bu bir “sanki”lik sürecidir. Sanki demokrasi olsa devlet şiddet araçlarından ziyade olur, sanki hukuk olsa devlet toplumun vicdanına dönüşür gibi büyük yanılsamalar; solundan liberaline ve sağcısına kadar bir ortaklık alanı kurar. Buna ironik olarak “zıtların birliği” demek sürç-i lisan olmaz, zira toplumun kurulu düzeni, zıtların birliğinden başka bir şey değildir. Çünkü bir iç savaş toplumu, savaş düzlemini çatışma alanlarıyla sınırlı tutmaz, daha geniş bir alanda rıza üretimine de mahal verir. Katılım, temsil, ifade özgürlüğü gibi manzumeler, toplumun iç savaş düzlemini dışlamaz, tersine onu tamamlar. Böylece ayrıkımsı gibi görünen sosyal davranış ve eyleme biçimleri ya da normlaşan kabuller, kendileri hiçbir zaman bir temsiliyete sahip olmaz, sanıldığının aksine iç savaş toplumu tarafından temsil edilirler. Burada verili politik düzlemde ortaya çıkan ‘özne’lerin siyaset aracılığı ile konumlanma biçimleri ne kadar alternatif gibi görünürse, o kadar dahilidir. Çünkü toplumun kurulu düzeninin dışına taşmayan her ‘fiil’, toplumun dışına taşma ihtimalleri taşıyan ‘fiilleri’ dışlayacaktır. (devrimci arzunun, devletten evvel demokrat özneler tarafından dışlanmasına şaşmamak gerek) Böylece devlet ve toplum ilişkisini mümkün kılan “sözleşme”, herkes için kabulü oluşturan sınırları belirleyecektir. Gündelik kapitalist döngünün rıza ile zor arasında işlemesi ve gündelik hayatın bütün alanlarına yayılmış şiddet mübadelesinin sonuçlarıyla toplumun mümkün olması, bize “halk’ı nasıl anlayacağımıza dair de sonuçlar üretir.
Türkiye toplumunda şiddet mübadelesi yalnızca devlette temsilini bulmaz; devlet imgesini mümkün kılan toplumun kendini anlamlandırma girişiminde temsilini bulur. Türklük, Müslümanlık, demokratlık. Bu üç saç ayağı; ulaşılması hem tarihe dönük hem bugüne hem de geleceğe dönük bir ‘eksiklik’ sorunu olarak işler. Tamamlanmamış hikaye ideolojikleşir, ‘eksiklik’ siyasal biçimler alır; her birinin üzerinden meydana gelen özneler, toplumun adını koymaya yeltenir. Bu yeltenme bir müzakereye dönüşmediği sürece, sözleşmenin sınırlarını aşamaz. Ya dışlanır ya da içerilir.
O zaman bir sonuca varmak için konuşmanın başına dönelim. Bir iç savaş sarmalı hayatı kuşatmışken, tam da devlet müzakereye açılmışken, tam da kimlikler çözülmeye uğrarken, tam da tarihsel olan, (Türklük, modernlik, laiklik, Müslümanlık) gerçek olanla akamete uğramışken bir çıkışsızlık anı toplumu çözülmeye itmişken, mevcut kurulmuş pozisyonlar eski anlamını yitirmişken; neyi yoklamak gerekir? Soru önemli.
– Siz başka olasılıklar mı yoklanmalı demek istiyorsunuz?
Ben birlik gibi hamasi lafları ortalıkta dolaşıma sokmak yerine, açık bir ayrışmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Devlet, kimlikler, yukarıda saydıklarım müzakereye açılmışken, solun müzakereye açılmaması mümkün değil. İstense de mümkün değil. Bu benim temennim değil, yasa böyle. Ve bu kaçınılmaz yaşanacak. İç savaş toplumunda pozisyonların konumlanmasına bakıldığında, bunların ürettiği öznelerin fiiline bakıldığında, söz-eylem ilişkisine bakıldığında, sadece seslenme biçimi değil, sesin kendisine bile ulaşmadığına bakıldığında solu boşluğa düşmekten kurtaracak yegane olanak, ayrışmaktan geçiyor.
Soru şu; bir iç savaş düzleminde devrimci olanın açıklayanı nedir? Bunu tek bir cevabı vardır; müzakereye açılmış ne varsa, onun krizini derinleştirmek. Yani toplumun krizini derinleştirmek. Bunun hangi araçlarla, hangi örgüt biçimleriyle, nasıl politik söylemle yapılacağı ise; iddia sahiplerinin kapasitesine, deneyimine, fikrine ve zikrine bağlı. Dahası özgüvenine bağlı. Sol ayrışmalı; çünkü pozisyonların oldukça büyük bölümü kendini iç savaştan muaf tutuyor, müzakereye açılmış krizlerin tadilatı ve ikamesi için de hak, hukuk, demokrasi gibi söz-anlam kurarak, bizatihi egemen olanla aynı evreni paylaşıyor, aynı anlamsallıkla siyaset yapıyor. Bu bakımdan pozisyonların büyük kısmı karşı devrimci rol oynuyor. Bu oyunu bozmanın tek yolu, başka olasılıkları keşfe çıkabilecek, mevcut pozisyonlara sırtını dönebilecek arayışlara girmektir. Çünkü bir toplum çökerken onunla çöken, onunla aynı sonuçları paylaşır ve kaderi bu sonuçlarla son bulur… Devrimcinin işi müzakereye açılmışı kurtarmak değil, krizi dip noktasına kadar derinleştirmek ve bu boğuşmanın açtığı müzakereyi sürdürebilecek biçimler alarak, araçlara sahip olarak hayata giriş yapmak. Dahası bir keşif praksisi için kendini yeniden inşa etmek.
– Konu oldukça sarsıcı ve ezber bozucu. Sanırım daha uzun konuşulması gerekiyor. Eğer mümkünse röportajı olanaklar ölçüsünde belli aralıklarla seri olarak yapmaya devam edelim. Çok teşekkür ederiz.
H. Acun: Ben teşekkür ederim.