“Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak.
Örgütlenin, çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız olacak.
Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak!”
Antonio Gramsci
“Emek, canlı, biçim veren ateştir; şeylerin geçiciliği, zamansallığı, onların canlı emek zamanı tarafından biçimlendirilmeleridir” (Karl Marx, Grundrisse). Emeği örgütsel olarak ele alırsak, her yoldaşımızın pratiği aslında onun mücadeleye kattığı emeğidir. Sorulması gereken soru şudur: Devrim için verilen emekleri, “biçim veren ateş”e nasıl çevirebiliriz? Çünkü tersi de geçerlidir. Nazilerin kamplarına “çalışma özgürleştirir” sloganını yazması tesadüf değildir. Elbette Nazilerin kullandığı anlamıyla işin veya emeğin bir özgürleştirme aracı değil, aksine köleleştirme aracı olduğunu söyleyebiliriz. Ve hatta fırında yakılmaktan kaçmanın yoludur, çalışmak. Ama buraya kadar yazdıklarımızdan bile emeğin hem köleleştirebileceğini hem de özgürleştirebileceğini anlayabiliyoruz. Nazi örneği uç bir nokta. Fakat bu uç nokta üzerinden emeğin nasıl, hangi tarzda örgütlenmesi gerektiğinin altını çizmek istiyoruz.
Canlı emek, sadece metaları değil, toplumsal ilişkileri de üretir. Bu yüzden kapitalizm kar güdüsüyle iş hayatının koşullarına şekil vermeye odaklandığı gibi hayatın tüm alanlarına ve toplumsal ilişkilere de odaklanır. Bunun başat sebebi, sermaye birikimini sağlamak için emeği tahakkümü altına almak, kapitalist iş için yaşam dışında başka bir olasılığa izin vermemektir. Bu anlamda emek (sermayeyi üretirken) aynı zamanda kapitalist ilişkileri, değerleri, iktidarı üretendir. Fakat tersi de geçerlidir. Sermayeyi ve onun iktidarını sağlayan ilişkileri üreten canlı emek, kolektif kurucu bir yapılanma ile onun “mezar kazıcısı” olacaktır. Kölelik ve yoksulluk, kapitalizmin şeyleştirici ilişkileri mutlak değildir.
Bir parantez açıp günümüze gelecek olursak; geçtiğimiz sonbaharda ekonomik krizin tavan yaptığı ve zamanla iktidarın kimi müdahalelerle krizi dengelemeye çalıştığı bir dönem geçirdik. Toplum içerisinde, düzey düzey bu krizin etkisiyle sarsılan kesimlerin, krizin yansımalarına karşı direniş ve eylemlilik süreçleri gelişti. Ancak bu süreç, tam anlamıyla bir patlamaya dönüşmedi. Elbette bu durum bir çok girdiyle açıklanabilir; iktidarın göz boyayan, açlık sınırının altında da kalsa ücretlere yaptığı zamlar, burjuva muhalefetin seçim çağrıları ve seçime odaklanan ülke gündemi, zamanla kaybolmasa da giderek seyrekleşen işçi direnişleri, ve devrimci kuvvetlerin etkisizliği… Gidişata bakılırsa sürecin tekrardan kızışacağı gözüküyor. Ancak sorulması gereken soru şu: Bu süreçlerden nasıl kazanımla çıkacağız? Belki abartılı olacak ama Çarlık Rusya tarihine atıfla 1905-1917 diyalektiğini, denklemini nasıl yakalayacağız? 1905 bir devrimdi ama aynı zamanda devrim güçlerinin kanlı bir şekilde ezilmesiydi. Ancak 1905’te kendini geliştiren, pratiğin içinde pişen Rusya devrimcileri 1917 Ekim Devrimi’ni yapmaya muktedir oldu. Diğer bir deyişle “galipti bu yolda mağlup olanlar”. 1905’in deneyim ve birikimi, 1917’nin yolunu açtı. İşte bu anlayışla mücadele edersek kaybetsek de galibiyetin yolunu döşeriz.
Günümüze ve coğrafyamıza bakacak olursak ve Gezi’yi milat olarak alırsak, günümüze kadar yaşanan direnişler, süreçler, mücadele hattını ne kadar geliştirdi? O kadar eskiye de gitmeye gerek yok. Geçen kış boyunca yaşanan direnişlerden ne öğrendik, bu direnişler bize ne kattı veya oraya örgütler ne kattı? Elbette bir etkileşim vardır. Ancak bunlardan örgütsel veya toplumsal birikim düzeyinde bir deneyim elde edilmiş midir? Veya komünizm fikriyatı ile bu mücadeleler arasında ne kadar bir yakınlaşma sağlanmıştır?
Emeğin örgütlenmesi meselesi bu soruların cevabını bulurken yakıcı bir noktada duruyor. Bugün fabrikalara “çalışma özgürleştirir” minvalinde bir slogan yazılsa faşizm adına süreci karşılayan bir slogan olur. Çünkü devletin bekası uğruna dayatılan her türlü kölelik şartı emekçiler tarafından kabul edilmelidir. İşte özgürlük budur!
Evet, emek özgürleştirir. Ama ne türden emek? Bu emeğin örgütlenmesini kapsayacak bir örgütlenme tarzı nasıl yaratılır? Emeğin örgütlenmesinin iki farklı boyutundan bahsedebiliriz. Biri örgütlü emek, diğeri ise kendiliğinden emek. Öncelikle örgütlü emekten bahsedelim. Örgütlü emek de içinde iki farklı eğilime sahip gözlemleyebildiğimiz kadarıyla. İlki yıllardır verilen mücadelelerin artık “miadını doldurduğunu ve yeni tarz ve yöntemleri” geliştirmesi gerektiğinden bahseder durur. Fakat ‘eski’nin yol ve yöntemlerine burun kıvıran bu tarz eleştiri dışında başka bir şey yapmaz. Nadiren pratik geliştirir. Diğer tarz ise ilkinde bahsettiğimiz eleştiri konusu olan pratiktir. Bu tarzda ise elinden geleni arkasına koymayan fakat pratiğin kendisini amaç edinen bir yaklaşım söz konusudur. Farz-ı misal bildiri veya gazete dağıtımında amaç, o bildiri ve gazeteyi dağıtmaktır. Veya grevde kendini göstermektir. Aslında bu araçlar birer canlı insan ilişkisi yaratan araçlar olmalıdır. Bir bakıma bildiri, gazete, basın açıklaması, eylemler… varılan kıssadan hisselerdir. Fakat bu hisseler, bir bütünün içinde anlamlıdır. Tek başlarına bunlar bir bütünlük ifade etmez, bizi çıkmaz sokağın ötesine götüremez.
Küresel çapta yaşanmakta olan krizin etkilerinden azade olmayan Türkiye’de de emekçi sınıflardan farklı düzeylerde tepkiler gelişiyor. Her örgüt de kendi yol ve yöntemleriyle süreci karşılayabilmek için pratiklere girişiyor. Ancak bu pratikler bir fasit dairenin dışına çıkamıyor. Genelde kendi içinde amaçlaşmış araçlar söz konusu oluyor. Bahsettiğimiz iki farklı yönelimin yansımaları ise pratikçilik ve teoricilik olarak öne çıkıyor. Oysa ne teorisiz pratiğin ne de pratiksiz teorinin gelişmeyeceği açıktır. Dolayısıyla ihtiyacı karşılamayan pratik ve pratiği olmayan teori yok hükmündedir. Pratiği ve teoriyi yeniden sentezler ve ateşi yeniden yakarsak ancak örgütlü emeği biçim veren ateşe çevirebiliriz. Bunun bir çok basit nüans farkından ibaret olduğunu fakat alışkanlıklardan vazgeçmenin de bir o kadar zor olduğunu söyleyebiliriz.
Her araç, her örgütlülük, her pratik bir ihtiyacı karşılamaya dönüktür. Öncelikle bu diyalektiği yakalamak zorundayız. Fakat alışkanlıklardan gelen pratik bugün ihtiyacı karşılamaktan çok uzak. Çünkü zamanında örgütler ihtiyaçtan doğmuş olsalar da araya giren uzun yıllar, mücadelede gerileyen yıllar ve bu dönemlerde edinilen alışkanlıklar örgütlü emeğin doğru konsolidasyonunu engeller niteliğe bürünmüştür. Öte yandan birçoğumuz neo-liberalizm bataklığında, tüketim kültürünün en uç noktalarının yaşandığı dönemde yaşadık, alışkanlıklar kazandık. Bu ise yapılan faaliyetin bir neden-sonuç ilişkisine dayanmaksızın bir düzleme yaslanmamıza neden olmuştur. Bunun da bize getirdiği yaşamsal, pratik ve teorik anlamda tüketim alışkanlıkları var. Bazen sadece görev vermek için, aidiyet bağını koruma güdüsüyle verilen görevler ama ihtiyacı karşılamayan pratikler aidiyeti, moral-motivasyonu zayıflatmıştır. Bunun dışa doğru da yansımaları var. Ama tersine ihtiyacı karşılayan, emeğinin ürününü sokakta kendi deneyimleyen ve gören örgütlü birey daha fazla motive olacaktır, aidiyet bilinci gelişecektir. Aynı şekilde seslendiğin kitleden de örgüte doğru aidiyet gelişecektir.
Bundan birkaç yıl evvel Kadıköy’de gazete ve bildiri dağıtımı yapıyorduk ama gelip geçen insanlardan çok da ilgi görmüyorduk. Fakat polis masamızın izinsiz olduğunu söyleyerek müdahale etmeye çalıştı ve bir arkadaşımızı gözaltına almaya çalıştı. Biz de direndik. Polis gözaltı yapamayınca karizmayı çizdirmemek için silahına başvurdu. O anda gelişen teşhir çalışması ile birlikte, o ana dek yüzümüze pek bakmayan insanlar bizi sahiplenmeye ve polise karşı direnişe geçmeye başladı. Öyle ki günün sonunda örgütlülerden çok halktan gözaltılar vardı. Çünkü emekçiler de polisin, devletin baskısından muzdaripti ve o anda gelişen eylemlilik, o insanların ihtiyacına dönük bir eylemdi. Bu örnekteki mesele spontane gelişti. Fakat bahsettiğimiz gündelik mücadele hattını bazen sistematik bazen refleksif olarak açabilelim ki mücadele kanalları açılsın. Burada bize destek olan insanların bir çoğu muhtemelen Gezi’ye de katılmıştı. Gezi’ye milyonlarca insan katıldı. Ancak Gezi’den nasıl bir birikim kaldı? Ne kadar deneyim elde edebildik? Öte yandan Gezi’ye katılan milyonlara ne oldu? Onun devamında gelişen 7 Haziran seçim sürecinde AKP’yi bir süreliğine tökezleten milyonlara ne oldu? Bu potansiyeli bir bütün olarak TDH ne kadar değerlendirebildi? Bu insanlar kuş olup uçmadı elbette. Fakat kendiliğinden gelişen süreçler dışında da emeklerini kapitalizmin boyunduruğundan kurtarıp kapitalizme karşı yönlendirebilecek bir araca, alternatife sahip olmadıkları için de işine gücüne devam ettiler. İşte asıl mesele bu milyonları günlük yaşamda kendini varedebileceği gündelik mücadeleyi örmekte ve devrimci politika araçlarını inşa etmekte… Bugünün en önemli görevi emeği biçim veren ateşe çevirecek örgütsel düzlemleri, devrimci politikaları, teori-pratik düzleminde yaratmaktır.
Gündelik mücadelede bu alanları, koşulları yaratamadığımız, öncü mücadele taktikleri geliştiremediğimiz zaman, kapitalist sistem emek gücünü ve aklı kendine içeriyor. Sabah 6’da kalk, kahvaltını et, otobüse bin, şehrin hengamesine gir, işe git, varsa zamanın iş çıkışı, işin kapitalist yaşamın getirdiği yükü hafifletmek için stres giderecek aktivite yap, çöpünü at, kahveni iç, rasyonel davran. Ama gerçekten emekçiler böyle bir yaşam mı istiyor yoksa bir alternatif olmadığı için mi bu şartlarda yaşamaya mahkumlar?
Gezi’den itibaren süreci alırsak 9 senedir, belli günler ve belli toplanma alanları dışında bu insanların ve üzerine eklenen potansiyellerin emeği heba oluyor. Bunu kırmak, örgütsel emeği doğru verimli kullanabilmek ve dışımızdaki emeği örgütleyebilmek için çözüm gücünü güçlendirmek gerekiyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu içsel örgütlenmeden bağımsız değil. Örgütsel emeğin bir çekim gücü ve cazibe yaratabilmesi, dışındaki güçleri harekete geçirebilmesi için örgütsel emeğin günün ihtiyaçlarından çıkan ve emekçi sınıflara, sınıf savaşımında şekil veren bir hattı izlemesi gerekiyor. Öncelikle yapılan faaliyet, moral-motivasyonumuzu yükseltmeli ve devrimle olan aidiyetimizi arttırmalı. Yaptığımız faaliyetin, eylemlerin verimini görelim ki; büyük çerçevedeki emekçiler için bir çekim gücü yaratalım. Başka bir deyişle pratiğimiz bir bakıma test alanımızdır. Öncelikle biz bu pratikten ne kadar motive oluyoruz? Gerçekten verimli bir pratik sergileyebiliyor, ihtiyacı karşılayabiliyor muyuz? Pratiğimiz, dışımızdaki güçleri etkiliyor mu, şekil veriyor mu?
Teori de aynı şekilde pratiğin önünü açtığı düzeyde yararlıdır. Mahir Çayan, bugünkü teoricileri eleştirir nitelikte tanımlama yapar: “Çünkü biz Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiyesi’nde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz.” Ancak deyim yerindeyse bugünün pratik beğenmeyen ve kendi de bir alternatif sunmayan pratiksiz teoriciler Marksizmin trafik polisliği görevine soyunuyor. Teorisizlik ise tersine politikasızlaştırıyor, kifayetsiz bir politika üretiyor veya geliştirilebilecek, ihtiyacı karşılayan eylemlilikler yerine, yüzeysel çalışmalara ve altı doldurulamayan sloganlara sürekli yol açıyor.
“Genel olarak bir devrimci ve sosyalizmin ya da komünizmin taraftarı olmak yeterli değildir. Tümüyle tutmak ve sonraki halkaya geçişe kuvvetli biçimde hazırlamak için olanca gücünle kavramak zorunda olduğun zincirde, her belirli momentteki tekil halkayı bulabilmek zorundasın”[1] (Lenin) Son zamanlarda genel eğilimin kıstası taraftar olmanın yettiği bir düzleme indirgenmiş durumda. Buradan doğru ruhunu kurtaran bir devrimcilik inşa edilmiş. Oysa devrimcilik, özne olmayı ve özneleştirmeyi gerektirir. Özneleştirmenin olasılıklarını, potansiyellerini arar. Bu halkaların örülememesinin bir yanı, gündelik mücadelenin sadece belli politikalara sıkıştırılmasıyla da alakalı.
Marx ve Engels’in kaşık komünizmi diye adlandırdığı mesele günümüzde de somut bir şekilde yaşanıyor. Kaşık komünizmi diye tarif ettikleri şey sadece ekonomiye odaklanan ve karın tokluğunu düşünen politika üretimleridir. Halbuki hayat sadece bundan mı ibaret? Kapitalizm sadece okulda, işyerinde, AVM’lerde değil, semtte, mahallede, evde, her yerde hayatı kapsıyor, egemenliği altına alıyor. Karın doyunca bütün dertler bitecek ve emekçi sınıflar özgürleşecek mi? İşte bu anlayış, bilerek veya bilmeyerek, gündelik mücadelenin önünü tıkıyor ve potansiyellerin kullanımını engelliyor. Karnı doyan kadın, işçi, Kürt, Alevi, göçmen… ezilmeye, sömürülmeye devam ediyor ve kapitalizmin tahakkümü altında kalıyor. Diğer yandan fabrikada, iş yerinde zammı kazanan emekçi kitlelerin mücadelesi sönümleniyor. Çünkü karın doyurmaktan ötesini göremeyen, emeği şekil veren ateşe çevirme perspektifi olmayan politikalar, hayatı devrimcileştiremiyor. Pratiği, sadece belli alan ve zamanlara hapsediyor. Evet, ekmek davası bugünün momentinde kavranacak halkadır. Fakat bunun bağlanacağı halkaları bulmak ve uygulamak da görevimizdir. Bu diğer alanlar için de geçerlidir. Bütünlüğün bilincinin bir yanı da budur.
Halbuki şekil vermek derken kastımız bir anlamıyla da toplumsal ilişkilerin de dönüşmesi ve yek vücut olarak sınıf kavgasının kapitalizme karşı verilmesidir. Kapitalizm, sadece üretim alanında değil, yeniden üretim alanında da tahakkümünü sürdürüyor. Fakat yeniden üretim alanını görmeyen veya görmezden gelen anlayış, emeği kapitalizmin ve devletin boyunduruğundan kurtaramıyor. Bu yüzden geçen sonbaharda yaşanan işçi direnişlerinin hayata ve başka alanlara pek de yansıması olmadı. Tersi durumda yani bu direnişlerin yansımalarının hayatın her alanında yankılandığı bir düzlemi düşünelim. Bu aynı zamanda geri dönülemez bir toplumsal dönüşümü de ifade eder. İşte bu da kavranan ilk halkadan sonra kavranması gereken halkadır.
Geliştirilen gerçeklikten kopuk pratikleri bir kenara koyarsak, sahaya bugünden bakınca ihtiyaç nedir? Devlet nasıl bir hazırlığın içerisindedir? Gezi’den itibaren devletin savaş düzleminde giriştiği değişiklikler bakımından, nasıl bir örgütlülük ve eylemlilik süreci karşılayabilir? En basitinden Ankara ve Suruç Katliamlarını ele alırsak, bu katliamlara verilmesi gereken cevap neydi? Sadece kuru bir basın açıklaması veya yasla geçiştirilebilecek bir süreç miydi? Daha yeni dört ayrı yerde Alevi kurumlarına dönük saldırılar gerçekleşti. 2015’te Uğur Kurt, Okmeydanı Cemevi’nde başından kurşunla vurularak öldürüldü. Her gün kadın cinayetleri işleniyor. Hakeza iş cinayetleri. Kapitalizm krizini aşabilmek için her gün yeni bir alanı ranta açıyor, müşterekleri özelleştiriyor, doğayı talan ediyor. Üniversiteler, büyük hapishaneye hazırlığın yapıldığı küçük esaret kamplarına dönüştü. Aslına bakılırsa, okulundan fabrikasına, iş yerine, AVMsine… kapitalizimin tüm mekanları, esaret kampı niteliğinde. Her alanda güvenlik, polis, asker, bekçi başımızda; “rasyonel” olmayan bir davranışımızı bekliyor. Faturalar alabildiğine zamlı gelmeye devam ediyor. Bankalara olan borçlar artık ödenemez durumda ve icralık dosyaların oranı hiç de azımsanmayacak cinsten. Krizin yükü emekçi sınıfların omuzlarına yükleniyor. Bunların hepsiyle yüzleşmemiz gerekiyor çünkü yüzleşmediğimiz her mesele sahaya çıkınca tokat gibi yüzümüze çarpıyor.
Bir önceki yazımızda şöyle belirtmiştik: “Bugün olduğu gibi toplumsal hiyerarşi ne kadar sertleşirse buradan anlamamız gereken sistem krizinin ne kadar derin olduğudur. Bu anlamda sistemin krizden çıkış için birikim modeli şiddete dayanır. Bunun için belirlenmiş toplumsal hiyerarşilerin altüst edilmesi gerekir. Bundan gayrısı çelişkileri kapitalist sınırlar içinde rasyonalleştirmektir.” [2]Devletin saydığımız ve sayamadığımız tüm şiddet faaliyetleri, siyasi ve ekonomik olarak krizden çıkış için uyguladığı politikalardır. İşte kavranan halkadan sonra kavranması gereken bir halka daha. Lenin’in deyişiyle bu halkalar alalade bir şekilde birbirine bağlanamaz: “…bağlantıların sıralaması, formları, birbirlerine bağlanma şekilleri, tarihsel olaylar zinciri içinde birbirlerinden farklılıklarının biçimi, bir demircinin yaptığı sıradan bir zincir gibi basit ve anlamsız değildir.”[3] Halkalar arasında diyalektik bağlamda bir sıralama ve bütünleyici ilişkiler aranmalıdır. Devletin elindeki şiddet tekelini kırmadan diğer halkalar arasında hep bir boşluk kalacak, zincir boşlukta sallanacaktır. Bu bir zorunluluktur fakat zorunluluğun bilincini geliştirerek bunun özgürce üstlenilmesini sağlamak ve bu özgürlük alanlarını, araçlarını inşa etmek ve canlı emeğin kendi için mücadele kanallarını yaratmak öncü iddiasında olanlara düşüyor.
Seçimleri beklemek tam da sistemin beklediği rasyonel davranış tipidir. Düzen muhalefetinin sürekli sandığı işaret etmesinde -aksi durumda kontrol dışına çıkma ihtimali olan kitleleri dizginlemenin başka yolu yoktur çünkü- anlaşılmayacak bir şey yok. Ancak sorun olan, devrimcilik iddiasında olanların tufaya düşmesi ve seçimlere bu kadar odaklanmasıdır. Bunun bir yanı da kendiliğindenciliğe hapsolmaktır. Bir bakıma sürece yatmak da denebilir. “Bakalım süreç ne getirecek?” Elbette süreçlerden beklentilerimiz olabilir. Fakat yukarıda da anlattığımız üzere, önümüze gelen süreçlere ne kadar hazırdık? Bekleyerek veya bildiğini okuyarak süreçlere ne kadar hazırlanılabilir? Bekleme hali, aynı zamanda sisteme karşı mücadele etmek isteyenlerin emeğine alan açamamaya tekabül eder. Ve bu şekilde toplum, sadece sistemin sunduğu seçimlerde birkaç dakikalığına veya kendiliğinden gelişen eylemliliklerde kendini yarım yamalak ve savruk bir şekilde ifade eder. Haliyle bu düzlemde akacak bir sürecin, emekçi kitleleri toplumsal uzlaşıya sürüklemesi ve sisteme yedeklemesi kaçınılmazdır. Oysa Gezi Ayaklanması’nda, Kobane Serhildan’ında, 7 Haziran sürecinde, 2021 Sonbaharında… iktidarı hop oturtan hop kaldıran emekçi sınıflara, hayatın her anında ve alanında potansiyellerini akıtacakları kanallar açacak olursak nasıl bir tabloyla karşılaşırız? Bu tablo artık burjuva toplumsal uzlaşı formüllerine sığar mı? Yoksa devrim mekaniğinin işlemeye başlamasına yol açmaz mı? Elbette bu kanalları ha deyince açamayız. Fakat kafamız bu şekilde çalışırsa zamanla bu kanalları açacak kabiliyete ve kuvvete ulaşırız.
[1] Aktaran, Haluk Gerger, Anti-Marksist Devrimcilik – Marksizm Öncesi İsyancı Gelenek, s.176
[2] https://komundergi9.com/ilahiyat-olusturmak-mahir-yilmaz/
[3] Aktaran, Haluk Gerger, Anti-Marksist Devrimcilik – Marksizm Öncesi İsyancı Gelenek, s.176