Kapitalist devletler, doğası nedeniyle silahlanır, ordular kurar, hakimiyetini arttırmak için savaşlara girerler. Kapitalizm ve emperyalizm iç içedir, emperyalist olgunluğa ulaşmış olsun olmasın; dünya kapitalist sisteminin bağlaşıklığı temelinde emperyalizm tüm kapitalist devletler için içsel bir olgudur. Öte yandan emperyalist sistem, belli bir olgunluğa ulaşmış emperyalist devletlerin dünyayı paylaştıktan sonra sulha varması değil, tersine sulh zamanlarında da savaş için hazırlandıkları bir sistemdir. Kim, emperyalist sistem içinde, eşitsiz gelişim temelinde gelişmiş ve öne fırlamışsa o ‘hakkını’ ihtiyarlayan egemenden almaya çalışır. Ya da hakim emperyalist blok, eşitsiz gelişim temelinde gelişen öteki emperyalist blokun önüne set çekmeye çalışır. Bugün de Ukrayna’da yaşanan savaşın temel sebebi, ABD’nin başını çektiği NATO blokunun, Rusya ve ardından Çin’i kuşatma, önünü alma, eşitsiz gelişimi engelleme girişimidir. Elbette bu savaş böyle kalmayacak. Kriz öyle veya böyle çözülene kadar bu veya buna benzer savaşlar büyüyerek, farklı ülkeleri içine çekerek devam edecek.
Emperyalist kapitalist güçler arasındaki hegemonya krizinin bir sonucu olarak gelişen savaşın, bu dünya durumunun Türkiye’ye yansıması nasıl olur? Bu kriz aralığında Türkiyeli devrimcilerin görevleri nelerdir, savaşta tarafı neresidir? İşte günün görevi bu sorulara yanıt bulmak ve pratik devrimciliği buradan örmektir.
Emperyalist savaşta taraf meselesi
Yukarıda belirttiğimiz gibi emperyalizm, Türkiye için de içsel bir olgudur. Türkiye, NATO üyesi olmanın yanı sıra, bölgesel bir güç merkezi olarak, emperyalist güçler arası çelişkileri de değerlendirerek bölgesinde yayılmacı emelleri doğrultusunda hareket eden kapitalist bir devlettir. Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak görüp dışarıda bir düşman aramaya gerek yok. Emperyalizmle mücadele edilmek isteniyorsa işte arşın, işte devlet… Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak göstermeye çalışan eğilimlerin kendi burjuvazisiyle savaştan kaçındığını söyleyebiliriz. Bu akımın diline pelesenk ettiği söylem ise ‘barış’tır. Aslında bu kesimin iyi niyet göstergesi olarak söylediği ‘barış’ temennisi ‘bu savaşta biz yokuz’ demeye geliyor. Yani ‘orda bir savaş var uzakta. İşte bizden uzak orada barış olsun’ deniyor. Peki bu tarafsızlık beyanı söz gelimi, tarafsızlık anlatısı yapanları ortada bir yerde mi tutuyor? Bu tarafsızlık anlatısı aslında kapitalist güçlerin ideolojik ve psikolojik savaş taktiklerinin ne kadar başarılı olduğunu da gösteriyor. Bir savaşta veya herhangi bir kavgada güçsüzden yana değilsen, güçlüden yanasındır ve bu durum devrimcilik iddiasını kifayetsizleştirir.
Peki her halükarda devrimciler adına, dışarıda süren savaş açısından bir taraf belirtmek mümkün mü? Ya da emperyalist savaş, sadece taraf belirterek geçilebilecek bir mesele mi? Devrimcilik, aynı zamanda ilke ve değerler bütünüdür. Ne kazanan ata oynarız ne de hakem rolü üstleniriz. Amaç doğrultusunda, dünyadaki gelişmelerin nereye doğru gittiğini görmek zorundayız. Hangi gelişmeler bize ne gibi olanaklar sunar bunu bilelim ki adımımızı ona göre atalım. Peki bunun anlamı emperyalistlerden emperyalist beğenmek midir? Yani ABD’nin başını çektiği NATO veya Rusya-Çin bloku arasında bir seçim yapmak zorunda mıyız? Daha önce de belirttiğimiz gibi analitik olarak bu süreçleri yorumlamakta ve adımlarını ona göre hesaplamakta hiçbir sıkıntı yok. Farzı misal dünya emperyalist-kapitalist sisteminin başını çeken ABD ve NATO bloku ülkeler, bu savaş vesilesi ile gerilerse bunun dünya devrimci hareketi açısından muazzam potansiyeller açacağını belirtebiliriz. Elbette öznel şartları olgunlaştırabilirsek. Ama bu bir taraf olmayı gerektirir mi? Yani ABD, NATO’nun gerilemesi temennisi ve bu temenni temelinde kendi burjuvazimiz ve devletimizle savaşmak, diğer ülke komünistleri ile enternasyonal dayanışmaya girmek, bizi Rusya-Çin blokundan yana mı yapar? Zaten tarafımız işçi sınıfının tarafı değil mi? Neden emperyalist ülkeleri arasında birinden birini seçmek durumundayız? Burada belirttiğimiz noktada ince bir ayrım var. ABD’nin gerilemesini istemek, bundan yana savaş yürütmek başka, ABD’nin başını çektiği blokun gerilemesi için Rusya’dan yana taraf belirtmek başkadır.
Rusya’dan yana tavır koyanlar kendilerini haklı çıkarmak için, sözlerini her defasında Lenin’e onaylatıyorlar. Çünkü Lenin, Şubat Devrimi’nden sonra ‘mühürlü tren’le Almanya’dan geçerek, Rusya’ya gitmişti! Peki Lenin’in ağzından veya kaleminden ‘emperyalist savaşta Almanya’dan yana taraf olmak’ diye bir şey duyduk mu? Taraf anlatan da, tarafsızlık anlatan da kendini Lenin’e onaylatabiliyor. Buradaki cambazlığı göstermek mühim. Bu yüzden emperyalist savaş üzerine metinlerin yer aldığı Lenin’in Sosyalizm ve Savaş kitabından bazı alıntılar yapacağız.
“Savaş durdurulamaz, çünkü savaşı isteyenler hala iktidarda. Bize şöyle diyorlar :”Bazı ülkelerde her şey uykuda gibi. Almanya’da istisnasız bütün sosyalistler savaştan yana ; sadece Liebknecht savaşa karşı.” Buna derim ki: bu tek adam, Liebknecht, işçi sınıfını temsil ediyor. Herkesin umudu yalnız onda, onu destekleyenlerde, Alman proletaryasında. Buna inanmıyor musun? Öyleyse savaşa devam ediniz! Başka yolu yok. Eğer Liebknecht’e inanmıyorsanız, eğer durmadan olgunlaşan işçi devrimine inanmıyorsanız; eğer buna da inanmıyorsanız, öyleyse kapitalistlere inanınız! Ancak birkaç ülkede bir işçi devrimi bu savaşı yenebilir.” (Sosyalizm ve Savaş, Lenin, Sol Yayınları, s.152)
Bu pasaj aslında bize şunu gösteriyor: Lenin’in tarafı ya da sosyalistler için olunması gereken taraf işçi sınıfının tarafıdır. Her ülkenin işçi sınıfı bu kaos aralığında veya başka bir zaman aralığında, kendi burjuvazisine karşı güçlü bir savaşım verebilecek bir özne haline gelmedikçe emperyalist-kapitalist hegemonya ve savaşlar durmaz. Lenin’in burada durduğu taraf çok net değil mi? Alman ve Rus komünistleri öncülüğünde ve birliğinde işçi sınıfının, burjuvaziye ve bulundukları devlete karşı savaşı… Bu tavrı sergileyen tek başına Liebknecht olsa da tavır değişmez. Öte yandan emperyalist savaş için şunları belirtir: “Daha yaşlı ve gırtlağına kadar doymuş soyguncuları soyma işinde genç ve daha güçlü soyguncuya (Almanya’ya) yardım etmek, sosyalistlere düşmez. Sosyalistler, hepsini de devirmek için, soygucular arasındaki çekişmeden yararlanma yoluna gitmelidirler. Bunu yapabilmek için de sosyalistler, her şeyden önce, halka doğruları söylemeli; yani bu savaşın köleliği güçlendirmek için köle sahipleri arasında bir savaşını olduğunu söylemelidirler.” (age, s.15) Bugünden bakacak olursak bu denklemde ABD, yaşlı ve gırtlağına kadar doymuş soyguncuyu temsil eder. Rusya ve Çin bloku ise genç ve aslında güçlenen soyguncudur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu denklemi iyi okumalıyız ancak aradaki ayrımı kaçırmadan, soygunculardan soyguncu beğenmeden… ABD-NATO blokunun gerilemesinin dünya halklarının çıkarına olduğunu bilmeli ve bu kaos aralığına göre kendimizi ayarlamalıyız.
Kim haklı?
Ukrayna savaşı patlak verdikten sonra, birçoklarının kendi siyasal pozisyonlarını doğrulatmak için kullandığı haklı savaş, haksız savaş meselesine gelelim. Bu konuda Lenin şunu belirtir: “…Sadece bu anlamda sosyalistler, “anayurdun savunulması için” verilen savaşlara ya da “savunma” savaşlarına, meşru, ilerici ve haklı savaşlar gözü ile bakmışlar ve bakmaktadırlar. Örneğin, yarın, Fas Fransa’ya, Hindistan İngiltere’ye, İran ya da Çin, Rusya’ya … savaş açsalar, ilk saldıran kim olursa olsun, bu savaşlar, “haklı” savaşlar, “savunma” savaşları sayılırlar; ve her sosyalist, ezilen, bağımlı, eşit olmayan devletin, ezen, köleci, soyguncu “büyük” devlete karşı kazanacağı zaferi sevgi ile karşılar. Ama şöyle bir durumu gözünüzün önüne getirin: 100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha “adil” bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor. Açıktır ki, bu durumda, “savunma” savaşı ya da “anayurdun savunulması için” savaş deyimlerinin kullanılması tarihsel bakımdan yanlış, ve uygulamada, halkın, işin inceliğini aramayan ve cahil kimselerin kurnaz köle sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği
sağlamlaştırmak ve kuvvetlendirrnek için köle sahipleri arasındaki savaşı “ulusal” ideoloji ve “anayurdun savıınulması” gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.” (age, s.13)İşte buradan hareketle Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşı ya da daha büyük pencereden bakarsak NATO Bloku ile Rusya-Çin Bloku arasındaki savaş, kölelerin daha “adil” paylaşımını isteyenler ve bırakalım böyle bir paylaşımı, rakiplerine hegemonyasını kabul ettirmek, bloke etmek isteyenlerin savaşıdır. Bugün Rusya ne o günün koşullarındaki sömürge ülke Hindistan’dır, ne de Fas. Rusya bugün daha “adil” bir köle paylaşımı için başta SSCB coğrafyasında ve Ortadoğu’da savaş veren bir ülkedir. Öte yandan aynı şekilde, hem Rusya hem de Ukrayna tarafları “anayurdun savunulması” gibi sözlerle dünya kamuoyunu uyutmaya çalışıyor. Rusya’nın, NATO’nun kuşatma stratejisine karşı Ukrayna’ya girmesini haklı savaş kategorisine sokmak ise Lenin’e takla attırmak değil de nedir? Lenin’in emperyalizm teorisi ve emperyalist kapitalist savaşlarda alınacak tutum konusunda söyledikleri, bugün de bize ışık tutuyor. Ancak bu ışık, kimilerinin yolunu hiç aydınlatmamış. Bunu şurdan anlıyoruz; milimetrik hesaplarla Rusya veya Çin’in emperyalist olmadığını ispatlamak bir yana, Ukrayna savaşında Rusya’nın ilk saldıran olsa bile haklı olduğunu ve bu savaşın da haklı bir savaş olduğunu savunacak kadar ileri gidebildiler. Leninizmin ruhuna nüfuz etmeyip onu bir şablon olarak kullanarak kendi tutumlarının doğruluğunu kanıtlamaya çalıştılar. Oysa biz aynı koşulları arayan değil, Marksizm Leninizmi içselleştirip kendi dünyamızı yorumlayan ve devrimci hamleleri geliştiren olmalıyız. Diğer türlü kendimizi teorize etmiş oluruz.
Yine Rusya’nın Ukrarya’ya savaş açmasını haklı savaş olarak savunanlar, şu argümana sığınıyor: SSCB dağıldıktan sonra NATO verdiği sözleri tutmadı ve Balkanlar, Baltık Denizi ve Doğu Avrupa ülkelerini NATO’ya katarak Rusya’yı kuşatmaya devam etti. İyi de kim dedi ki emperyalist-kapitalistlerin sözüne güven olur? Bu bizim haklı savaş tespitimize temel olabilir mi? Kapitalist yolu, bugün devletin ve sermayenin başını çeken Rus burjuvaları, devletlileri; sosyalizmin değerlerini yağmalayarak seçmiş oldu. Bu pencereden baktığımızda; SSCB’nin tüm değerlerini yağmalayan Rus burjuvazisinin haklılığı nedir? Ya da Lenin’in hangi haklı savaş tanımına uyar? Elbette şu denebilir: Ukrayna’daki faşist güçler Ruslara, azınlıklara hatta farklı görüşten olanlara yaşam hakkı tanımıyor. Evet Ukrayna’da neo nazilerden oluşan faşist bir rejim var. Ve bu rejimin yıkılmasını isteriz. Kendi kaderini tayin etmek isteyen Donbass halklarına, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetlerine dönük neo nazi çetelerinden oluşan Ukrayna devletinin saldırılarına kendisine komünistim, devrimciyim diyen kim karşı çıkmaz ki…
Ancak Putin, her ne kadar Ukrayna savaşı konusunda haklılığı konusunda kamuoyu oluşturmak için neo nazilerden oluşan rejimi ve Donbass halklarının haklı davasını dillendirse de amacı bu kadar temiz değil. Putin, Ukrayna savaşına girişmeden hemen önce Ukrayna’nın Lenin tarafından yapay olarak oluşturulan bir cumhuriyet olduğunu, Ukrayna diye bir ulusun aslında var olmadığını söyledi. Lenin’i ve Sovyetleri suçladı. Putin, Ukrayna devletinin o topraklarda yaşayan milyonlarca Rus’u yok sayması ve faşist terör saldırılarıyla bu halkı sindirmeye kalkması konusunda söyledikleriyle ne kadar haklıysa, bir ulusun varlığını toptan inkar ederek iki defa haksız ve şovendir. Bu anlamda Rusya’nın özellikle Donbass meselelerini kullanıp daha büyük amaçlar için savaş verdiğini söyleyebiliriz.
Emperyalist kapitalist dünyanın referans sistemi içerisinde bakınca Putin “haklı” gözüküyor. Ancak dediğimiz gibi emperyalist kapitalist dünyanın kendisi bu savaşlar üzerine kuruludur. “Barış” zamanlarında da bu savaşa hazırlanılır. Bu arenaya atılanlar, zaten atıldıkları gün emperyalist kapitalizmin ne menem bir şey olduğunu biliyorlardı ve bunu kabul ederek bu yola girmiş oldular. Kapitalizmin kanunları orman kanunlarına benzer. Kim güçlü ise güçsüz olanı ezer ve ‘hakkı’ olanı alır. Yine bu dünyada her anlaşmanın güç ilişkisi ile birlikte yürürlükte olduğu bilinir. NATO’nun genişletilmeyeceği anlaşmasını ihlal edenlere karşı Rusya zayıf olduğu zamanlarda ses çıkaramadıysa da, güç olmaya başladığı kesitte ise hem Gürcistan’ın hem de Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı demir yumruğunu da devreye sokarak karşı durdu. Bu anlaşmaları çok önemsemek ve ABD’den veya herhangi bir kapitalistten verdiği sözü tutmasını beklemek saflık olurdu zaten. Rusya’nın “haklılığı” sosyalizmi yıkma ve sosyalist ülkenin yağmacılığında ortak olduğu emperyalistler tarafından kazık yemiş olmasındandır. Bizim tarafımız Rus, Ukrayna komünistleri ve diğer ülkelerin komünistleri ile birlikte burjuvaziye karşı topyekun savaşmaktır. Bu, değişen güçler dengesini ve buna göre konumlanmayı engelleyen bir bakış açısı değildir.
Dünya dengeleri sarsılıyor
Emperyalist kapitalist sistemin koçbaşı ABD’nin gerilediğini söylerken, tek kutuplu bir dünyadan farklı emperyalist blok ve güçlerin de devrede olduğu çok kutuplu bir dünyaya geçildiğini söylüyoruz. Öte yandan ekonomik olarak özellikle 2008 kriziyle birlikte yaşadığı gerilemeye rağmen siyasi ve askeri olarak hala dünyaya hükmetme konumundadır. ABD herhangi bir kapitalist devlet değil, emperyalist kapitalist sistemin ana karargahıdır. Gerilemeden kastımız, ABD’nin tahtta olduğu sistemin çözüldüğü yerine ise Rusya-Çin blokunun hemen (veya kesin) geçeceği biçiminde değildir. ABD’nin planları tutmaz da çözülüşü devam ederse, bugün devam eden emperyalist kapitalist dünyadaki hegemonya krizi derinleşecektir. Öte yandan salt emperyalist kapitalist güçler arası kapışmaların değil işçi sınıfı ve ezilenlerin isyan ve devrimci kalkışmalarının da artacağı, ez cümle asıl olarak sınıfsal kapışmaların daha sık devreye gireceği bir kriz aralığı olacaktır bu. Nitekim bugün yaşadıklarımız da bu sürecin adeta bir ön gösterimidir.
ABD, Ukrayna savaşını kışkırtıp bir nevi Rusya’yı savaşa çekerken, bir yandan Avrupa’daki müttefikleri ile son zamanlarda gevşemiş olan bağlarını sıkılaştırmayı, onları “Rusya-Çin tehdidi”ne karşı kendi öncülüğünde mevzilendirmeyi hedeflerken diğer yanda Ukrayna’yı Rusya’nın ikinci bir Afganistan’ı haline getirmek, Rusya’yı güçten düşürmeyi istiyor. Rusya’yı kuşatma ve soluksuz bırakma operasyonu başarıyla biterse sırada Çin’i kuşatma hamlesinin gelişeceğini görmeliyiz. Bu, ABD ve AB emperyalizmi için emperyalist kapitalist dünyanın mevcut hiyerarşisini/düzenini koruma, Çin ve Rusya için ise pastadan kendi paylarına düşeni alma, emperyalist kapitalist dünyanın dizilimini değiştirme arayışıdır.
Öte yandan bir “dehşet dengesi”nden bahsediliyor. “Dehşet Dengesi”ne göre bir ülke, nükleer füze kullanırsa öteki ülkenin nükleer füzesi de otomatikman aktif duruma gelecek ve dünya nükleer bir yıkıma gidecektir. Bazı uzmanlar, bu dengenin olduğunu ve savaşın bir dünya savaşına dönüşemeyeceğini belirtiyor. Ancak zamanında toplar, uçaklar savaş envanterine girdiğinde de benzer şeyler söylenmiş. Yine seyreltilmiş nükleer füzeler bu dengeyi bozacak cinsten bir savaş ortamını hazırlayabilir. Bu anlamda, bu tarz taktik nükleer füzelerin kullanılacağı savaşları çok da uzak olasılık olarak görmemek gerekiyor.
Emperyalist savaş dönemi, devrim için şimdiye kadar görülmemiş düzeyde potansiyelleri önümüze serecek. Bu koşullarda, dışarıdaki gelişmelere gözümüzü kapamadan ve enternasyonal bir dayanışma hattı örmeli, diğer yandan silahı asıl olarak kendi burjuvazimize ve devletine yönlendireceğimiz bir iç savaşa odaklanmalıyız. 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları dünya kapitalist sistemini olabildiğince zayıflattı. Her ikisi de devrimlere mahal verdi. Savaşlar sürdüğü müddet ve yeni egemenler sistemlerini oturtana dek bir bütün olarak dünya kapitalist sisteminde boşluklar ve çatlaklar büyür. İki emperyalist savaşta olan buydu.
Türkiye’ye yansımalar
Yine emperyalist kapitalist dünyadaki güçler ilişkisinin zorladığı kaotik bir dünya ile karşı karşıyayız. İşte bu anlarda devrimcilere düşen, beliren kırılganlıkları tespit edip kırılmaya çevirecek, oluşan fay hatlarını tüm gücüyle eşeleyecek bir hat izlemektir. Türkiye açısından değerlendirirsek, emperyalist savaşı iç savaşa nasıl çeviririz sorusunu sormamız gerekir. Siyasi ve ekonomik olarak bu savaş, Rusya ve Ukrayna’dan sonra en çok Türkiye’yi etkiliyor. Ekonomik olarak baktığımızda bugün en çok konuşulan meseleler, buğday ve enerji meselesi. Zaten ekonomik ve siyasi olarak krizde olan Türkiye, savaş devam ettikçe ve yayıldıkça, bunu daha fazla duyumsayacak, savaşın Türkiye’ye olumsuz girdileri ister istemez artacaktır. Çünkü dünya ekonomisi bütüncül, grift, birbirini etkileyen bir ekonomi. Bugün ABD ve NATO bloğu ülkelerinin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar, dönüp kendilerini de vuruyor. Rusya’ya olan enerji bağımlılığı ve dünya çapında buğday üretiminin % 30’unun Ukrayna ve Rusya tarafından üretiliyor oluşu yine dünya ekonomisini etkiliyor. Bu denklemde yaptırım kararı alan ülkeler dahil dünya ekonomisini etkileyen yaptırımların, Türkiye ekonomisini etkilememesini beklemek saflık olur. Her ne kadar ‘ara buluculuk’ gibi söylemlerle, en azından diplomatik olarak krizi fırsata çevirme telaşı içinde olan Erdoğan’ın, bu durumu tersine döndürmeye, kendisine bölgesel düzeyde alan açmaya çalışan çabaları olsa da Türkiye ekonomisi bu savaştan fazlasıyla olumsuz olarak etkilenecek. Örneğin, enerji ve akaryakıt fiyatları gün be gün artıyor, ekmeğin yakın bir zamanda yeniden zamlanacağı belirtildi. Peki böyle mi kalacak? Türkiye ekonomisinin her anlamda kayışı koptu. İlla yağmur yağmasına gerek yok. Türkiye’nin üzerinden toz bulutu geçse, ekonomik-siyasi-toplumsal her anlamda kriz içindeki Türkiye bundan anında nem kapmaya teşne.
Artık bunu durdurmak mümkün değil. Yağ kuyruklarında nasıl kavgalar çıktığını gördük. Türkiye ekonomik ve siyasal anlamda spekülasyona çok açık bir alan. Bunun nesnel sebepleri var elbette. İnsanlar her gün zam, savaş, kıtlık, salgın, yangın, cinnet, katliam, tecavüz… haberlerine uyanıyor. Her gün yeni bir veya birkaç felaket… İşçi ve emekçiler, ezilenler ya zaten irin kokan bu sistemin içine çökmesiyle bu irinin içinde boğulacak ya da sazı eline alıp kendi kaderini çizecek. Türkiye’de işçiler, emekçiler, ezilenler zaten istemeseler de her gün iç savaşa uyanıyor, iç savaşı yaşıyor ve kendisi için savaşacak bir bilince sahip olmadığı için bu iç savaşta kırılıyor, eziliyor. İşte devrimci öncünün rolü, işçi ve emekçilerin, ezilenlerin asıl düşmanlarına yönelmektense adeta her gün birbirini kırdıkları, faşist devlete karşı savaşım yönü zayıf iç savaşı; emperyalist savaş koşullarının derinleştirdiği çelişkiler temelinde, onları doğrudan sınıf düşmanımıza karşı savaşıma sokacak bir iç savaşa çevirmektir.
İç savaşın zaten olduğunu belirttik. Peki ülkede Kürt savaşı dışında bir savaş haberi duyuyor muyuz? Hayır! Peki nerede, nasıl yaşıyoruz bu iç savaşı? Türkiye ve dünyada tüm hareketlerin, kesimlerin sesini çıkarmadığı zamanlarda dahi kadınlar aktif bir şekilde harekete devam etti. Türkiye devleti bunu engellemek, sömürüyü daha da arttırmak için kadın kırımını, ‘cadı avını’ bir nebze de olsa engelleyen, kadınların tırnaklarıyla söke söke kazandıkları İstanbul Sözleşmesi’nden çıktı. Faşist rejimin İstanbul Sözleşmesi’ni feshederek kırımı daha da ağırlaştırmaya çalıştığını ve giderek artan kadın kırımının norm haline getirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Kadınlar direndiği için bu durum norm olmuyor. İşte bir iç savaş alanı. Belki birçok insan için sıradanlaşan bir kadın cinayeti veya başka bir kadının öz savunma direnişi aslında bize iç savaşın bir sathının haberini veriyor.
Savaş mahali olarak kapitalizm
İşçi sınıfı dediğimiz şey, insanların zorla işçileştirilmesi, tüm yaşam alanlarının kapitalistler tarafından çitlenmesidir. Bugün kapitalistler her krizde, işçilerin etrafına ördüğü çitlerin boyunu arttırıyor, sömürünün boyutunu derinleştiriyor. İşçiler daha ağır sömürü şartlarına maruz kalıyor. Kapitalistler, çitlemeyi, işçileştirmeyi zamanında zorla yapıyordu. Şimdi ise zorunda bırakarak yapmaya çalışıyor. Ancak bunlar sıradanlaştığı için bir iç savaş alanı olarak görülmüyor.
İzmir’de Deniz Poyraz, Urfa’da Şenyaşar ailesi, Konya’da Dedeoğlu ailesi devletin kontra güçleri tarafından katledildi. Peki soralım: Bu katliamlar bir istisna hali midir? Yoksa faşist devletin, Kürt halkına ve onun siyasi temsilcilerine ayar vermek için yaptığı, devletin sürekli vurguladığı beka meselesinin, varoluş halinin bir parçası mıdır?
Daha birkaç ay önce taşı sıkıp suyunu çıkaran, çöpten ekmeğini kazanan katı atık işçileri üzerinde oynanan oyunları hatırlayalım. Bu bir istisna hali midir? Yoksa kapitalizme içkin olağan bir mesele midir? Ya da kapitalist devlet aygıtı daha aktif, işçi sınıfı ve ezilenler pasif olduğu için biz bu denkleme iç savaş demeyecek miyiz? Bu, devletin ve burjuva sınıfların, işçilere, emekçilere, gençlere, kadınlara, ezilenlere… karşı kendini kurtarma, bekasını koruma savaşıdır.
Toplum okuması yaptığımızda bu iç savaş alanlarını saymaya devam edebiliriz. Ama asıl mesele bu alanlarda ezilenlerin, iç savaşta, pasif hanesini nasıl aktife çevireceğimizdir. Bu anlamda, karşı savaş denklemini nasıl kurarız diye kafa yormalı, pratiğe dökmeliyiz. Savaşı pratiğe dökmeden yaptığımız her savaş anlatısı, tahlili, bir sanrıdır, hariçten gazel okumadır. Aktife dönüş, öncü örgütün yol göstericiliğiyle, keşif çalışmaları, öncü hareketleriyle ve kitlelerin devrimci zorunluluğu kavramasıyla gerçekleşebilir.
İnsan, genelde yaşadığı zorluklardan kaynaklı yaşamı, toplumu değiştirmek için, öte yandan ahlaki sebeplerle devrimcileşir. Aynısı toplum için de geçerlidir. Bu, zorunluluğu kavrama meselesidir. Türkiye toplumuna, ekonomik ve siyasi gelişmelere baktığımızda emekçilerin, ezilenlerin yaşamındaki zorluklar/zorunluluklar giderek artıyor. Marks’ın dediği gibi “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.” Aynısı ıskartaya çıkardığı insanlar için geçerli değil mi? Peki bunu yaşamında, kanında, canında hisseden insanın devrimcileşmekten başka çaresi var mı?
Nesnel, öznel şartlar ve birleşik devrim
Nesnel koşullar gittikçe olgunlaşıyor ve olgunlaşmaya devam edecek. Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor, bir kriz hali söz konusu. Yönetilenler ise eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Zorunluluk kısmi anlamda kavranmış durumda. Emekli bir işçi verdiği röportajda “Evde açlıktan ölmeyi beklemeyeceğim” diye belirtiyordu. Aslında emekli işçinin tek cümleyle özetlediği mesele, bizim tam da kavramamız gereken mesele. Neden devrimci olunur sorusunun yanıtı bu ve bunun gibi yanıtlarda gizli. Yaşayabilmek, var olabilmek için o işçi, işsiz, yoksul halk evde açlıktan ölmeyi bekleyemez; yakınlarının, çocuklarının soğuktan titrediğini, açlıktan öldüğünü izleyemez. Kendisi yaşayamadan çalışan bir işçinin, ailesi için posası çıkana kadar çalıştığı ama yine de bir gelecek kuramadığı bir sistemde o işçi devrimcileşme zorunluluğunu kavrar. Bu yüzden harekete geçmelidir. Artık devrimcilik bir tercihten ziyade, bir zorunluluktur o insanlar için.
Bu anlamda nesnel şartlar, hem ülkedeki krizden hem de emperyalist savaş dolayısıyla olgunlaşıyor. Bu noktada bize düşen görev emperyalist savaşı nasıl iç savaşa çevireceğimizdir. Ya da kurduğumuz denkleme göre söylersek iç savaşta işçilerin, ezilenlerin hanesini pasiften aktife nasıl çeviririz? Böylesi zamanlar, yıkıcı ve kurucu siyaset için oldukça elverişli. Toplumu bir iç savaş alanı olarak okuyor ve bu savaşı devrimcileştirmek, pasiften aktife geçirmek istiyorsak yıkıcılık ve kuruculuk denklemini iyi kavramamız gerekiyor. Bu, oluşan koşulları değerlendirme cesareti ve becerisiyle de alakalı. Öncelikle yaratıcı yıkımı kendimizde gösteremez ve şimdiye kadar süren siyaset(sizlik)le yola devam edersek toplumda da, yaratıcı yıkımı geçekleştiremez ve kurucu bir rol oynayamayız. Nesnel koşullara bağlı olarak devrim gökten zembille inmeyecek, insanlar kendiliğinden devrimcileşmeyecek. Özcesi, devrimci örgüt veya örgütler, toplumun tam da seçeneklerini tükettiği, zorunluluğu kavradığı günlerde bir seçenek haline gelir; işçi sınıfının, ezilenlerin ve öncünün harmonisinde bir özne oluştuğunda devrim, fikirden gerçek bir olasılığa dönüşür. Böyle bir harmoni devrimciliğe, sosyalizme mahal verir.
“Bir Yaşam Biçimi Olarak Direniş Kültürü” başlıklı yazıda şöyle belirtmiştik: “Her adımımızı, çelişkinin içine yerleşerek ve öncü adımlar atmak üzerine kurmalıyız. Bu adımların direniş geleneğine dönüşmesi; devrimcilerin, sistematik olarak çelişkiyi derinleştirecek adımları süreklileştirmesi ve yaygınlaştırmasına bağlı. Çelişki varsa eylem anı odur. İlla belli bir çerçevede çizilen eylemi beklemek gerekmez. Bu dönem, tam da direnişi yaygınlaştırabileceğimiz, bir yaşam biçimi olarak direnişi örebileceğimiz zamandır.” Bugün, emperyalist savaşla birlikte sadece savaşan ülkelerde değil kapitalist üretimin ve sermayenin bu kadar çok uluslararasılaştığı koşullarda, dünya çapında çelişkiler daha da derinleşiyor. Emperyalist savaş, hem yaşam boyutunu etkiliyor hem de devletlerin otoritesini zayıflatıyor. Savaş üstadı Sun Tzu’nun deyimiyle “Savaş varsa otorite kaybı yaşanıyor demektir. Otorite sahibi devlet politikayı konuşturur. Eğer otorite kaybı yaşıyorsa savaşı konuşturur.”
Ukrayna savaş, emperyalist devletlerin otorite, hakimiyet kaybının telafisi için girişilen bir savaştır. Ancak savaşa girildi diye taraflardan bir tarafın kazanacağı ve ‘galip’ olanın da hemen otorite kuracağı anlamına gelmiyor. Bu anlamda emperyalist devletler, otorite kaybı yaşarken ve otoritelerini yeniden tesis etmeye çalışırken dünyanın altını üstüne getiriyorlar. Tarihe bakarsak bunu daha net görebiliriz. Ekim Devrimi, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarında olgunlaştı. Rusya devrimcileri, savaşta zayıflayan devletlerini iyi tahlil ettiler ve emperyalist savaşı, iç savaşa çevirdiler. Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk… gibi devrimler de benzer şekilde 2. Paylaşım Savaşı koşullarında olgunlaştı. Latin Amerika devrim süreçleri de yine altüst olan dünya koşullarının yarattığı elverişli ortamlarda gelişmiştir. ABD-NATO, nerede devrim ve sosyalizm boy verdiyse, devrim mücadelesi yükseldiyse orada kendi eliyle kurduğu, beslediği Gladio, kontrgerilla tarzı örgütleriyle bunları ezmeye çalışmıştır. Yakın tarihlerde ABD emperyalizminin, arka bahçesi olarak kullandığı Latin Amerika ülkelerinde gelişen devrim mücadelelerine dönük örgütlediği kontrgerilla faaliyeti, işbirlikçi hükümetlere her türlü desteği vererek onlar eliyle örgütlediği katliamlar hatırlardadır. Keza devrimci dalganın sarmış olduğu, SSCB’nin burnunun dibindeki Türkiye’de örgütlenen NATO işi darbe de… Bunları niye anlatıyoruz, hem Türkiye’de hem de dünyada en büyük karşı-devrimci örgütlenme odağı olan ABD-NATO bloğunun öyle veya böyle güç kaybetmesi, diğer emperyalistlerin otomatik olarak konum kazanması bugünkü dünyanın çivisinin çıkması demektir. Emperyalist kapitalist dünyanın mevcut tüm yapı ve kurumlarının alt üst olması ve yenilerinin de oluşmamışlığı koşullarında işçi sınıfı ve ezilenler için dünya çapında devrimci imkanların artacağı bir konjonktür oluşacaktır. Mao’nun dediği gibi: “Gökkubbenin altında muazzam bir kaos var, şartlar mükemmel.” Savaşa, esas olarak bu pencereden bakmalı ve kendimizi bu ‘mükemmel şartları’ devrimci bir imkana dönüştürmeliyiz.
Özele doğru ilerlersek, faşist TC’nin iç savaştaki ağırlık noktaları bellidir. Toplumun durumuna, gelişen süreçlere göre bu ağırlık noktalarının ayarlarıyla oynar. Muhalefet yükseliyorsa, ağırlığını arttırabilir, güllük gülistanlık günlerde gevşetebilir. 1971 ve 78 sonrası dönem bunun için iyi bir örnektir. ‘71 atılımını yapan öncüllerimiz iç savaşın ağırlık noktalarını kendileri belirlemişlerdir. Yani belli bir toplumsallığı kabullenip ona göre hareket etmekten, “gelecek güzel günlere” atıflar yapmakla yetinmektense iç savaş düzlemini kendi belirledikleri ağırlık noktaları üzerinden geliştirmişler. Ancak devamcıları ve yine öncüllerimiz olan ‘78 sonrası gelişen devrimci hareket, devletin sıkıştırmak istediği iç savaş düzlemini kabullenip o sınırlar içerisine sıkışmıştır. Faşistlere karşı savunma söz konusudur. Ve aslında devletin de istediği, devrimcileri bu sınırlar içinde oyalamaktır.
Nesnel ve öznel şartlar meselesini, Kürdistan ve Türkiye Devrimlerinin iç içeliği bağlamında okumalı ve ona göre bir yol haritası çıkarmalıyız. Kürdistan’da, Kürt halkı ve öncüsü PKK 40 yılı aşkındır sömürgeci faşist devlete karşı savaş yürütüyor. Aynı şekilde Kürt halkı, bu dünyanın ancak devrimle değişeceği zorunluluğunu kavramış durumda. Ancak nesnel şartlar, şimdilik buna engel oluyor. Nedir engel olan nesnel şartlar? Öncelikle TC’ye karşı savaş yürütüyor ve PKK’nin muazzam savaş strateji ve taktiklerine rağmen Türk Devleti gücünü konsolide edebiliyor. Çünkü TC, yönetme kabiliyetini yitirmiyor. TC, her ne kadar Kürdistan’da savaşta yenilgiye uğrasa da, Türkiye coğrafyasından aldığı gücü tekrar Kürdistan coğrafyasına aktarabiliyor. Hakeza Türkiye’de yaprak kımıldamadığı vakit, daha rahat bir şekilde tüm gücünü Kürdistan’a aktarabiliyor. İşte halkların birleşik devrimi dediğimiz mesele, böyle bir denkleme oturuyor. Emperyalist savaşın egemenlere getireceği küresel otorite kaybının Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik krizi katmerlendirmesi, bize muazzam imkanlar doğuruyor. Öte yandan emperyalist kapitalist sistemin işçi sınıfına daha fazla ölüm, yıkım, göç getireceği günler geliyor. Böylesi bir zamanda, silahlanmış güçlerden oluşacak devrimci bir savaş cephesi kurma becerisini gösterebilirsek; iç savaşta ezilenlerin hanesini pasiften aktife çevirir, göstergeyi devrimden yana döndürebiliriz. İşte o zaman, faşist Türk devleti iki tarafla başa çıkamaz, birleşik devrim galebe çalar.
Hem kendi çıkarttığımız engelleri hem de devletin önümüze çıkardığı engelleri iyi tahlil etmeliyiz ve hepsini birden yıkmalıyız. Savaş için örgüt ve örgütlülük gerektiği gibi, savaşın da örgütlülüğün önünü açması gerekiyor. Bunlar olmaksızın yapılan tahliller, “Marksizmin trafik polisliği” görevine denk düşüyor. Kapitalizm müzakereye açılmışken, toplumla iç içe geçmeden nasıl onları komünizme meyil ettiririz? Bürolara veya belli meydanlara çağırarak mı? Ki zaten bu mekanik tarzın sonucunu, en yakıcı şekilde 1 Mayıs alanlarında gördük. Bu soruları soralım ve bir daha ki yazıda tartışmaya kaldığımız yerden devam edelim…