En Temel İhtiyaç ve Görevlerimiz – Aziz Cemgil

Dünyada ve Türkiye’de yaşanan olaylara şöyle bir baktığımızda bir karar anına doğru gidildiğini görebiliyoruz. Egemen sınıflar içerisindeki kapışma her geçen gün daha da sertleşiyor. Ezilenler ise bu kapışmadan paylarına düşeni fazlasıyla alıyor. Payımıza düşen daha fazla baskı, daha fazla zulüm, daha fazla sömürü… Hiç kuşkusuz, gençlik kitleleri de tüm bu yaşananlardan oldukça yoğun bir biçimde etkilenmekte. Ama bir şeylerin değişmesi; en azından, gündelik yaşamın bir parçası haline gelen baskıya, zulme, ataerkiye ve sömürüye karşı, birilerinin başkaldırması gerekli. Ki bir şeyler değişecekse de bu değişimin önünde yürüyecek olanlar da gençlikten başkası değil zaten. Bundan kaynaklı olarak, belli başlı sorunlarımızı masaya yatırmak ve bunlara dair belli önermelerde bulunmak iyi olacaktır.

İçinde bulunduğumuz dönem ve en temel ihtiyaç

Dünya ölçeğinde, 2008 senesinden bu yana yaşananlara, bugün; Doğu Avrupa, Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika’da yaşanan olaylar ve karışıklıklar silsilesinden doğru baktığımızda, üstümüzdeki bu kasvetli gökyüzündeki bulutlarda, senelerdir birikmiş olan yükün, boşalmak üzere olduğunu ve çok sert bir fırtınanın yaklaştığını görebiliyoruz. Emperyalistler arasında halihazırda sürmekte olan yeniden-paylaşım mücadelesi, küresel ölçekte yaşanacak olası bir savaşa doğru ilerliyor. Tüm dünya bir alt-üst oluşa gebe. Siyonist İsrail’in son bir senede gerçekleştirdiği soykırım ve tüm saldırılar bu alt-üst oluşun sadece fragmanı. Türkiye de hiç kuşkusuz, tüm bu yaşananlardan ve yaşanacak olanlardan yoğun biçimde etkilenmekte. Son 20 senede yaşananlar; bu fırtınanın, bu alt-üst oluşun, Türkiye’de, birçok ülkeye göre, çok daha yoğun bir şekilde yaşanacağını bize gösteriyor. TC devleti ve Türkiye sermaye sınıfı, bugün rejim krizi ve derin bir ekonomik kriz olarak meydana çıkmış olan tarihsel-yapısal sınırlarına dayanmış durumda. Devlet ve sermayenin, bu sınırı aşabilmek için, içeride sömürebildiğinden daha fazlasını sömürüp ve ezebildiğinden daha fazlasını ezip, buradan aldığı güçle dışarıya açılması ve mevcut konumundan daha ileriye sıçraması gerekiyor. Eğer bunu yapamazsa, çok büyük olasılıkla kendi içine doğru büzüşecek, belki de küçülecek! Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan baskının, zulmün ve sömürünün maddi temeli işte bu gerçeklik!

Bu gerçeklikten, gençlik kitleleri de; pek tabii, nasibine düşeni fazlasıyla alıyor. Liseler, adeta düzene itaatkar ucuz iş gücü üreten fabrikalara dönüşmüş durumda. MESEM uygulaması kapsamında yaptıkları anlaşmalarla liselileri, büyük şirketlere, staj adı altında, köle gibi kiralıyorlar. Liselerde okuyan işçi-emekçi çocukları, bırakalım öğle arasında kantinden bir tost/sandviç alıp yemeyi, su dahi alamadığı için, susuzluğunu tuvalet lavabolarının çeşmelerinden su içerek gidermek zorunda kalıyor. 17-18 yaşına gelmiş ama parası olmadığı için yaşamı boyunca sinemaya, konsere, festivale vb. gitmemiş milyonlarca genç var. Genç bir birey, tüm bu sınanmaları başarıyla geçip eğitim hayatına devam edebildiğinde de sönük de olsa bir gelecek umuduyla (veya aile baskısından kurtulabilmek için) kazandığı üniversite, daha ilk günden, onun için bir zulme dönüşüyor. Yurt desen yok; varsa da, ya tarikat yurdu ya da esir kampından hallice; ev desen ataş pahası! Eğitim için gerekli en temel araç ve gereçlerin masrafı bile ocak söndürüyor. Diploma desen artık bir kağıt parçası! Bir işçi-emekçi çocuğunun, sonunda işçi olacağı neredeyse kesin olan öğretim hayatına devam edebilmesi için, part-time işlerde çalışmaktan başka bir seçeneği yok. Zaten, faizle verilen KYK kredisi, bir öğrencinin aylık gıda masrafının üçte birine bile yetmiyor. Okul bittikten sonra ise bu krediye faiz üstüne faiz biniyor, ödeyemeyenin banka hesapları bloke ediliyor, “kamu hizmetleri”nden faydalanabilmesi engelleniyor.

Gençlik kitleleri nezdinde, siyasal ve toplumsal olarak yaşanmakta olanlar da tüm bunlardan hiç de farklı değil. Kayyım rektörler, mezuniyet töreni, konser ve festival kısıtlamaları-yasakları derken; iş, hakim olamadıkları öğrenci kulüplerini kapatmaya kadar genişletildi. Liselerde ise ÇEDES uygulaması ile el yükseltmiş durumdalar. “Kindar ve dindar bir nesil” yaratabilmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Tüm eğitim müfredatı, “Türkiye yüzyılı maarif modeli”nde de görüleceği üzere, buna uygun olarak düzenlenmiş durumda. Eğitim-öğretim sürecinde, Cumhuriyet tarihi boyunca zaten hiçbir zaman tam olarak sağlanmayan eleştirel aklı ve bilimsel öğrenimi, tamamen yok etmek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar; öyle ki, “kindar ve dindar” olmanın ilk koşulu sorgulamamak!

Ama bunlar da yetmiyor tabii ki: Bir müftü, liseli genç kadınların, mezuniyet töreninde giydikleri etek üzerine vaaz veriyor örneğin. Ardından, Milli Eğitim Bakanı, doğrudan karma eğitimi hedef alıyor, tarikatlar ile yaptıkları protokolleri yüksek sesle savunabiliyor; tarikatlardaki müptezeller ve HÜDA-PAR’lı alçaklar da bakanı şakşaklıyor. Bunlar bir işe yaramayınca da özellikle üniversitelerde, sivil faşist terör örgütleriyle yıldırma operasyonları tertipliyorlar. “İmam-Hatip Liseleri”ni, eskinin düz lisesi haline getirdiler; açıkta kalan her öğrenci, ya “İmam-Hatip” eğitimi almak zorunda ya da özel okula gitmek; ki, su içmeye bile parası olmayanlar, pek tabii, özel okula da gidemiyorlar; biraz şanşlılarsa meslek liselerine, o şanşları da yoksa MESEM’lere mecbur kalıyorlar! Tüm bu yaşananları sorgulayanı, birazcık dahi olsun ses çıkaranı, itiraz edeni de ya aileler üzerinden baskılıyorlar ya da okuldan uzaklaştırıyor veya atıyorlar.

Ezcümle, gençliği, yaşayabilmek için ya açlık sınırının altında bir maaşla sömürü çarklarının arasında un ufak olmaya, ya aile denen o binlerce yıllık foseptiğin içinde boğulmaya, ya tarikat-vakıf dergahlarında-salonlarında uyuşmaya, ya köşe başında torba tutup çete reisleri için tetik düşürmeye, ya “influencer” olma hayaliyle ucubeleşmeye ya da “OnlyFans yayımcılığı” yapmaya mahkum etmiş durumdalar! “Ya öyle ya böyle diz çökeceksiniz ve insanlığınızı kaybedeceksiniz ya da Avrupa’ya göç edeceksiniz” diyorlar!Gençlik kitlelerinin bir dünü yok; 15-30 yaş arasında olan kimse, AKP’den öncesini hatırlamıyor! Bugünü ise zaten yaşayamıyorlar ve gelecekleri çoktan çalınmış durumda. Tüm bunlar ile yüz yüze gelen gençlik kitleleri, mevcut ana-akım siyasete, devletin mevcut ideolojik aygıtlarına ve hukuka, düzenin bütününe; dünsüzlüğün, bugünsüzlüğün ve geleceksizliğin yarattığı bir toplumsal ruh haliyle (ki bireysel intiharlar bu toplumsal ruh halinin bir sonucu), o veya bu düzeyde, bir güvensizlik duyuyor. AKP ve Erdoğan karşıtlığında somutlanan ve toplumsal olarak dinamikleşen bu güvensizlik, esas itibariyle bir hegemonya krizi olarak değerlendirilmeli. Her ne kadar yok edilemeyen ve parçalı-edilgen de olsa halen bir direnişte olan bir toplumsal hareket söz konusu olsa da solun ve devrimcilerin güçsüzlüğü, bu tarz bir çelişki içerisine düşen gençlik kitlelerinin, faşist akımlara tav olmasına, onların elinde oyuncak olmasına ya da yozlaşmasına sebep oluyor.

Adına Türkiye denilen bu coğrafyada, hangi biçim altında olursa olsun, kapitalist düzen sürdüğü müddetçe, ne kısa ne orta vadede, tüm bu yaşanmakta olanların bazı palyatif girişimler dışında, hiçbir çözümü yok; uzun vadede n’olabileceğini ise kim bilebilir!? Öyle ki, yukarıda da söylediğimiz üzere, Türkiye’deki kurulu düzen, çoktandır kendi tarihsel-yapısal sınırlarına ulaşmış durumda. Bu tarihsel-yapısal sınırın aşılabilmesi için, son 20 senedir yaşanan ve uygulanmakta olan geçiş evresi ise henüz muradına erdirilebilmiş değil; bu süreçte oluşan ikililik ise bir düğüme dönüşmüş durumda. Mevcut faşist iktidar, kendi hazırladıkları programlar ve sunumlarda bile krizin ekonomik boyutunu kabul ediyor ve açıktan ilan ediyor. Hiç utanmadan, geleceklerini çaldıkları kitlelere, sabır telkin ediyorlar. “En azından 2026’ya kadar açsınız” diyorlar; o da iyi ihtimal! Halihazırda, Orta Vadeli Program (OVP) altında, adı konmamış bir kemer sıkma siyasetiyle, halkın ümüğüne çöktüler-belini kırdılar. Tüm bunlara baktığımızda da esas itibariyle, devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığı bir Türkiye gerçekliği ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Artık bunun ortası yok: Ya devrim olacak ya da karşı-devrim o veya bu biçimde güçlenecek, daha da saldırganlaşacak! Tüm bu şerait altında, en geniş kitlelerin lehine olabilecek tek çözüm, bu düzenin değişmesi, tüm yaşamın siyasal ve ekonomik olarak toplumsallaştırılması, üretenlerin yöneteceği toplumcu bir düzenin kurulmasından başka bir şey değil!

Üretenlerin yöneteceği toplumcu bir düzenin kurulabilmesi için hiç kuşkusuz olarak Türkiye proletaryası, Kürt halkı ve diğer tüm ezilenlerle birlikte, şiddete dayalı bir devrim yoluyla, siyasal iktidarı ele geçirmeli ve kapitalist devlet mekanizmasını tüm aygıtlarıyla birlikte paramparça edip ortadan kaldırabilmelidir. Siyasal iktidarın bu şekilde ele geçirilmesi, ancak, mevcut toplumsal hareketin çok daha geniş kitlelere doğru yaygınlaşması; edilgen ve parçalı halinden kurtularak, siyasallaşması ve devrimcileşmesiyle mümkün olabilir. Toplumsal hareketin bu nitelikleri kazanabilmesi ise özellikle Türkiye gibi ülkelerin özgünlüğünde devrimci bir öncülüğün-önderliğin, her anlamda öncü müdahalesi olmadan söz konusu olamaz. Ama bugünkü duruma baktığımızda, bazı soyut iddialar dışında, maalesef böyle bir devrimci öncülüğün-önderliğin olmadığını görebiliyoruz. Bu yüzden, son zamanlarda moda olduğu gibi, kitabın orta yerinden konuşmak yerine, en başını açıp tekrardan okumak gerekiyor: Bugün devrime doğru giden yolda en temel görevimiz, devrimci bir öncülüğün-önderliğin, sağlam ve kararlı bir çekirdek tarafından örgütlenmesi ve yaratılmasıdır. Bu sağlam ve düzgün çekirdeğin oluşturulabilmesi ise ancak toplumsal düzeyde öncülük potansiyelini bağrında taşıyan gençlik kitlelerinin ve hareketinin siyasallaşması, devrimcileşmesi ve öncüleşmesi ile mümkün olabilir. Bu sağlam çekirdeği, bu hareketin içerisinden çıkacak yeni kadrolar oluşturabilirler; işte, bugünün en temel ihtiyacı da budur!

Önümüzdeki sorunlar ve çarpıklıklar

Ancak, özel olarak son 9-10 seneye, genel olarak ise son 25-30 seneye, tüm bu ihtiyaçlardan doğru baktığımızda, durum pek iç açıcı görünmüyor. Önümüzde bir sorunlar ve çarpıklıklar yığını var. 90’lardan bu yana birikerek artan ve arttığı ölçüde mücadelenin seyrini, her geçen gün daha da derinden etkileyen sorunlar bunlar. Beyinsel fonksiyonları yeteri kadar çalışmayan, bilinci aksak ve sinir sisteminde arızalar olan bir vücudun yarattığı sorunlar. Kolları ve bacakları, gövdesi ve kas fonksiyonları, önce uyuşan sonra da peyderpey işlevsizleşen bir vücut bu. 12 Eylül yenilgisinden sonra, 90’larda ya yasalcılaşarak düzen-içine giren solun ya da şiddete dayalı bir mücadele başlatarak atılım yapmasına rağmen neredeyse tamamı örgütsel yetersizliklerden kaynaklanan sebeplerden ötürü, bu atılımı süreklileştiremeyerek içine büzüşen devrimci hareketin sorunları. Devrimci hareketin, ferasetten yoksun bir hamasi siyaset tarzının ve her anlamda yaşanan değişimi kavrayamamanın bir sonucu olarak, 2000’lere, kolu ve bacağı tutmaz olarak girmesine sebep olan sorunlar. 2000’ler boyunca düşe kalka yürümeye, bir türlü doğrulamamaya; sonrasında ise Haziran isyanından bugüne kadar yaşanan sürece hiçbir şekilde cevap üretememeye sebep olan sorunlar…

Bu sorunlar, her geçen gün daha da derinleşmekte. Bir uzuvda yer tutmuş bir iltihap gibi,  bekledikçe ve müdahale edilmedikçe daha da kötüleşiyorlar. Bu sorunların, öncelikle solun ve devrimci hareketin değişen dünya ve Türkiye gerçekliğini, yaşamın sürekli devinen akışı içerisinde kavrayamamasından, nesnel koşulları ve gerçekliği okuyamıyor olmasından, tüm bunların bir sonucu olarak kendi küçük yaşam alanı içerisinde sıkışıp kalmasından kaynaklandığını görmek gerekli. Böyle olunca da gerçeklikle bağı kopmuş bazı ideolojik dogmalar, oldukça uzun bir süredir donuklaşarak, teorinin ve siyasetin yerine ikame ediliyor; yaşama ve mücadeleye, teorik-siyasal bir bakışın yerini, ideolojik dogmalar alıyor… Hedef, amaç, özne ve araç vb. tespitine dair, 30-40 sene öncesinin bazı doğruları veya olağan yanlışlarında tarih dışı bir ısrar söz konusu. Bu ısrar, pek tabii, süreç okumalarında ve buna dair siyaset üretiminde, ya çok bilindik bir anakronizme ya da gündelikçiliğe yol açıyor. Bu her ikisinden az-çok muaf olanlar ise genelde düzen-içi bir yerde konumlanıyorlar. Böylece devrim edebi bir söylenceye; devrimin rotasını çizmesi gereken stratejiler ise müphem ve muhayyel temennilere dönüşüyor. Bu durum ise kullanılan araçları, araçları kullanma biçimlerini, çalışma ve hareket tarzını, söylemleri vb. koşullara uygun bir şekilde yeniden üretememeye yol açıyor.

Gençlik hareketi de bu genel sorunlardan pek tabii nasibini almakta. Tıpkı solun ve devrimci hareketin genelinde olduğu gibi, onun bir parçası olan gençlik hareketinin de teorik-siyasal bir bakıştan yoksun olduğunu, bundan kaynaklı bütünsel bir komünist bilince sahip olmadığını söyleyebiliriz. Mevcut gençlik hareketinin, gençliğin hem tarihsel rolünü hem de değişen dünya ve Türkiye gerçekliğinin içerisinden doğru toplumsal rolünü, tam olarak kavrayamamasının sebebi de bu zaten. Gençliğin tarihsel-toplumsal rolünün kavranamaması ise maalesef onun toplumsal devrimdeki ve oraya doğru giden siyasal süreçteki yerinin kavranamamasına sebep oluyor. Halihazırda zaten müphem ve muhayyel stratejilerle kötürüm olan sol ve devrimci hareket, gençliği de bu stratejilere sadece devinim kazandıracak bir dinamik unsurlar toplamı olarak görüyor. Bu durum, mevcut örgütsel yapıların, ya gençliğin gündelik sorunları içinde boğulmasına ya da onun gündelik sorunlarını görememesine yol açıyor. Tüm bunların bir sonucu olarak da gençlik, mevcut örgütsel yapıların içerisinde, ya nesneleşiyor ya da mevcut örgütsel yapılar gençliğe kitlesel ölçekte temas edemiyor. Temas edilemeyen genç kitleler, düzene karşı olan öfkelerini faşistleşerek siyasallaştırıyor. Mevcut örgütsel yapıların sorunları içerisinde nesneleşen gençlik ise her anlamıyla sorunlu bir şekillenme yaşıyor.

Bu sorunlu militan ve kadro şekillenmesinin çok yönlü olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en göze çarpan yansımalarından biri, öncesi de olmakla birlikte özellikle son 7-8 senedir, sol ve devrimci hareketin genç militanları ve kadroları, her türden nostaljik öğenin içeriklendirdiği bir görüntüler (imajlar) dünyasına hapsetmiş olmasıdır. Devrim denilen olgu, bu görüntülerin üzerinde yükselen hamasi bir laf söyleme sanatının nesnesi haline gelmiş durumda. Öyle ki, dişe değer hiçbir pratiği örgütleyemeyenler, dijital medya platformlarında günlerce ideolojik dogmaların yarattığı ezbere argümanlarla “Stalin-Troçki tartışması” gibi hamasi tartışmalar yürüterek, devletle dövüşmek yerine hayaletlerle dövüşmeyi tercih edebiliyor; bu tartışma üzerinden devrimcilik yarıştırabiliyor! Birçok genç, belki ebeveynleri dahi doğmadan önce gerçekleşen geçmişte kalmış bazı devrimci pratikleri, eleştirel bir deneyim olarak ele almaktansa, o pratiklerin estetize edilmiş görüntüleri ve anlatımları üzerinden kendini tatmin etmekle yetiniyor. Uzakta-erişilmez olana dair hayranlık ve herhangi bir ülkede çok önceleri gerçekleşmiş bir devrimci pratiğin edebiyatını yapma, bilinçaltlarına yerleşen devrimin uzak-erişilmez olması zannı yüzünden, gençliğe bugünün devrimciliğini üretmekten çok daha cazip geliyor. Bilinçaltlarında devrimin uzak ve erişilmez olması, gençliği günü kurtarmaya ve vicdan rahatlatmaya kâfi bir dar-pratikle sınırlandırıyor. Bu zan, karamsarlığın ve mutlak kötümserliğin konformizmine düşünsel bir zemin oluşturuyor.

Evet, sınıflar mücadelesi tarihindeki tüm yenilgi yılları hep benzer sonuçlar üretmiştir. Ancak, bilinçaltlarında yer tutmuş olan devrimin uzak ve erişilmez olması zannının, yine aynı şekilde, teorik-siyasal bir bakış açısının olmaması veya zayıf olmasıyla ve gençliğin, bütünsel bir komünist bilince sahip olmamasıyla, doğrudan bağlantılı olduğunu söylemek gerekir. Çünkü salt ideolojik ön kabuller ve dogmalar, dünyada ne olduğunu ve bu olmakta olan şeyin nasıl değiştirileceğini anlamaya yetmiyor; sadece bu dünyada nasıl bir duruşa sahip olabileceğinizi söyleyebiliyor. Gençliğin, teori ve siyasete bu kadar yüzeysel yaklaşmasının en temel sebebinin, her ikisini de (özellikle birincisini), yetişkin ve yaşlı kadroların bir uğraşı, hatta salt entelektüel bir edim olarak görmesidir. Sanki pratik bir devrimciliğin içerisinde olan kimse, teori ve siyasetle bu kadar haşır neşir olmamalıymış gibi bir algısı var gençliğin. Zaten az-çok haşır neşir olan da bu algının bir sonucu olarak, hemen pratik devrimcilikten yan çiziyor. Halbuki, ‘71 devrimciliği, bunun böyle olmadığını, henüz 20’li yaşlarında olan Mahir ve İbrahim nezdinde, gayet sarsıcı biçimde göstermiştir! Elde silah dövüşen devrimciler, bugün hala kimi takipçilerinin kutsal bir kitap gibi iman ettiği, dönemine göre olabildiğince ileri olan bir külliyatı miras olarak bırakabilmişlerdir! Örneğin “Kesintisizler”, Kızıldere’den hemen önce, gizlilik koşullarında, bir elde silah diğerinde kalem, bir hücre evinde yazılmıştır!

Teorik-siyasal bir bakışın olmaması aynı şekilde gençliği dar-pratik kısır bir döngüye hapsetmekte. Elbette, yenilgi sonucu oluşan yılgınlık atmosferinin yarattığı edilgenlik, bir mağduriyet psikolojisinin hakim olması ve bununla birlikte düşman bilincinin körelmesi de etkili bu dar-pratik alışkanlıklarda. Ayrıca bu alışkanlıklara, sebep olduğu olumsuz sonuçlar her ne kadar sezinleniyor olsa da, olabildiğince konformist bir yaklaşım söz konusu. Öyle ki, herkes halinden ya memnun ya da umursamıyor; herkes içinde bulunduğu olumsuz koşullarla ya örtülü bir uzlaşma içerisinde ya da o koşullardan kaçmaya çalışıyor; zaten konformizm diye de buna deniyor! Bilinçaltlarında devrim uzak ve erişilmez olduğu için, siyasal bir güç olmanın gerekliliğine dair de hiçbir farkındalık ve buna dair hiçbir istenç yok. Bu durum ise konformizmi sürekli olarak pekiştiriyor. Kimse içinde bulunduğu koşullarla mücadele etmenin derdinde değil! Her lafızlarında “güç siyasetinden” bahsedenler bile, her ne kadar yer yer az-çok faydalı bir pratik sergiliyor olsalar da, güç olmayı militan bir sendikacılıktan ibaret görmekte. Bu temelde icra edilen dar-pratiğin yarattığı sonuçsuzluk ise bir süre sonra pratik faaliyetten usanmaya yol açıyor. Usanan kaçıyor. Pratikten kaçan pek tabii yaratıcı da olamıyor. Yaratıcı olamayan, ya günü ve vicdanı kurtarmak adına tekrar dar-pratiğe dönüyor ya da mutlak bir edilgenleşme yaşıyor… Ne yaman bir kısır döngü!

Teorik-siyasal bilinci gelişmemiş veya az gelişmiş, bütünsel bir komünist bilinci olmayan, ideolojik dogmalara hapsolmuş, geçerli bir hedeften ve amaçtan yoksun olan dar-pratik bir devrimciliğin, gençlik hareketinin geneline şöyle bir baktığımızda, bir ortam solculuğuna dönüştüğünü görebiliyoruz. Bu ortam solculuğu yüzünden devrimcilik iddiasında olanlar, yaşamdan kopuyor ve siyasal örgütler yerine dost meclisleri haline geliyor. Dost meclisi olmayanlar ise bürokratikleşiyor, memurlaşıyor ve amirleşiyor. Ortam solcuğunun en yıkıcı etkisi, yoldaşlar arasında değer yasasının işlediği bir düzlemin oluşmasına yol açması. Bu düzlemde, bireyler arası ilişkilerin değeri, değiştirilebilirliğine göre ölçülüyor. Bu değiştirilebilirlik, amaç ortaklığı veya siyasal ilişkiler yerine, çıkarlar veya faydaların, uzlaşmalar veya anlaşmaların, tamamen bireysel teraziler üzerinde tartılmasına ve ilişkilerin buradan hareketle kurulmasına yol açmakta. Bürokratikleşme ise başka birçok kronik alışkanlıkların da bir sonucu olarak, kariyerizmin ve şefçiliğin zemini olmakta. Öyle ki, devrim uzak ve erişilmez zannedildiğinden kaynaklı, devrimcilik iddiasında olan militan için en yakın siyasal hedef, içinde bulunduğu yapıda bir yetki edinmek haline geliyor. Birçok kişi, pratikte kazanılacak ve sınanılacak bir yetinin, inisiyatifin ve özneleşmenin devrimcilik için yetkiden daha önemli olduğunu fark edemiyor! Devrimcilerin ünvanları üzerinden bir değer kazandıkları yerde, memurlaşma ve amirleşme kaçınılmazlaşıyor.

Tüm bu çarpıklıklardan kaynaklı, bugün birçok genç kadro ve militanın, özneleşmenin ne olduğuna dair herhangi bir fikri yok. O yüzden, birçok genç kadro ve militan, içine hapsedildiği o görüntüler dünyasında, üstünde bulunduğu bu çarpık düzlemden doğru, değer kazanmak veya yetki elde etmek gibi bireysel hedefler uğruna bilinçsizce, en parlak “görüntü” veya en değerli “nesne” olmak için çaba sarf etmekte. Kuşkusuz devrimin uzak ve erişilmez olması zannı bunu koşullandırıyor. Öyle ki, dijital ve sanal medya mecraları, ideolojik mücadele yürütülecek ve propaganda yapacak bir alan olmanın ötesinde, bireysel etkileşim kasılan bir gösteri sahnesi haline gelmiş durumda. Öyle bir gösteri sahnesi ki bu, az-çok başarılı olanı cezbedip içine hapsediyor, başarısız olanı ise tüm yaşamın dışına doğru itekliyor. Başarılı olanın aldığı alkışlar, onu ucubeleştiriyor ve kendine bağımlı kılıyor; başarısız olanın maruz kaldığı linçler, onu kimliksizleştiriyor ve hiçliğe sürüklüyor! Dost meclislerinde veya bürokratik kastların içerisinde, diğerlerinden daha değerli olduğunu düşünen veya azıcık yetki sahibi olan biri ise kendisiyle aynı ortaklık düzleminde bulunan bir yoldaşına parmak sallamayı ya da ona üsten bakmayı kendine hak görüyor…

Üst üste biriken tüm bu sorunların ve çarpıklıkların, henüz birçoğu 20’li yaşlarında olan bir eski solcu kalabalığı oluşturduğunu görmek gerekir. Düzlem çarpık ve eğik olunca, üstünde yürüyen de yan basabiliyor pek tabii. Yan basan, mevcut olana devrimci eleştirel bir noktadan karşı koymaktansa, örgütlülük fiilinin ve fikrinin kendisiyle kavga ediyor. Tamamen tepkisel söylemler üzerinden yürüyen ve pratik karşılığı olmayan apolitik bir kavga bu. Eskiden bu tipoloji, daha çok orta yaşlı veya yaşlı kimselerde görülüyordu. Şimdi bunun 20’li yaşlara kadar düşüp bir kalabalık halini alması, devrimciler için alarmların çalması gerektiği anlamına gelir!

Tüm bu sorunlar ve çarpıklıklar, çok kapsamlı ve derin. Ancak giderilmesi ve aşılması kesinlikle zor değil. Bu yüzden bunlar kimsenin gözünü korkutmamalı. Bu sorunlar ve çarpıklıklar, giderilmek ve aşılmak için, ne yapacağını bilen ve kendine güvenen, kararlı militanları beklemekte. Ayrıca, kendimizi bu sorunların dışında tuttuğumuz ve allame-i cihan saydığımız kesinlikle düşünülmesin. Gençlik hareketinin bir bölüğü olarak biz de tüm bu sorunlardan veya daha başkalarından bir şekilde etkileniyoruz kuşkusuz. Bunu, ne yapıp ettiğimize, daha doğrusu ne yapamadığımıza kısaca bir baksak dahi kolayca anlayabiliriz zaten. Elbette bu sorunların farkında olmamız ve tanımlayabiliyor olmamız, diğer örgütsel yapılardan farklı olarak, sorunlardan kurtulabilmemiz için bir potansiyeli ifade etmekte. Ancak Gençlik Komünleri olarak, hızlı koşmaya çalıştığımız bir aralıkta bocalayıp sendelememiz, bu potansiyeli gerçekleştirmemize mani oldu ve bizi hatırı sayılır bir süredir sürüncemede bıraktı. Şimdi ne yapmalı sorusunu cevaplayarak ve kendimize güvenerek, bu durumumuza uygun bir pratik sergileyip, bu potansiyelimizi gerçekleştirmeye çalışmamız gerekiyor. Çünkü yaşam bizi beklemez, tam tersinden biz onu yakalamalıyız. Sendeleyip bocaladığımız yerden ayağa kalkmamız, sürüncemeyi aşıp harekete geçmemiz ve günün en temel ihtiyacını karşılayabilmemiz, ancak böyle mümkün olabilir.

Kolektif bilinçlenme

“Ne yapmalıyız?” sorusunu cevaplamak için yukarıda serimlemeye çalıştığımız sorunlar ve çarpıklıklardan doğru hareket etmek iyi olabilir. Eğer hareket noktamız bura olacaksa da gençliğin ilk odaklanması gereken, mücadelenin ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşılayabilecek bir teorik-siyasal yetkinlik kazanmak olmalıdır. Öyle ki devrimci bir militanda bütünsel-gelişkin bir komünist bilincin oluşması, asgari düzeyde teorik-siyasal bir yetkinliğe ihtiyaç duymakta. Doğrudan pratiğimizi etkileyen birçok sorunumuz, bütünsel-gelişkin bir komünist bilince sahip olmadığımızdan kaynaklı önümüze çıkıyor; bunun ayırdına varmak zorundayız. Ancak, genç bir militan, böylesi bir komünist bilinci, teorik-siyasal yetkinliğini, yaşamda-pratiğin içerisinde sınayarak kazanabilir. Çünkü bilinç dediğimiz, son kertede maddi etkinliğimizin bir ürünüdür; pratiğin gerisinden gelir. O yüzden, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, teori veya siyaset salt entelektüel bir edim değildir! Örneğin; 71 devrimciliğinde, Mahir ve İbrahim, kendilerine ait tezleri, teorik-siyasal yetkinliklerini, gençlik ve köylü çalışmalarının içerisinde karşılaştıkları sorunlarla sınayarak üretmişlerdir. O dönem, pratiğin içerisinde karşılaştıkları yanlış eğilimlerle polemikler yürüterek geliştirmişlerdir. Bu örnekte bile görüleceği üzere, teorik-siyasal yetkinliğin bir bilince dönüşmesi, ancak pratiğin içerisinde an be an sınanarak mümkündür. Tersi bir durum yan basmaktır. Biz komünist olduğumuz kadar devrimciyiz; dik durmak zorundayız!

Bütünsel-gelişkin bir komünist bilinci, belirli kısımlardan ve o kısımların aralarında kurduğu içsel bağıntılardan doğru tarif edebiliriz. Bu kısımlar; tarih, sınıf, cins, siyaset ve örgüt bilinci olarak sıralanabilir. Ancak bu ayırma işleminin bağıntıyı koparmaması ve kısımların arasında bir bütünsellik kurulması kesinlikle önemli. Öyle ki, tarih bilinci eğer bir sınıf bilinci ile bağıntı kuramıyorsa bir bilinç olmaktan çıkar. Çünkü yazılı tarih bir sınıf mücadeleleri tarihidir! Düşman bilinci, sınıf ve tarih bilincinin buluştuğu yerde oluşur. Bağıntı yoksa, tarihsel bilgi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi nostaljik ve edebi bir nesneye dönüşür. Siyasal bilinci olmayan veya zayıf olan bir komünist, düşmanın kim ve ne olduğunu bilse de onu yıkacak ve yerine yeni bir toplum kuracak bir iktidar bilincine sahip olamaz; tarihte şiddetin rolünü tam olarak kavrayamaz ve manevra kabiliyeti kazanamaz. Tam anlamıyla devrimcileşmek, güçlü bir siyasal bilinç ile mümkündür. Tersi bir durum, yine yukarıda işaret ettiğimiz gibi, günü veya vicdanı kurtarmakla yetinen dar-pratik bir kısır döngüye sebebiyet verir. Eğer bir komünistin geçerli bir örgüt bilinci yoksa, her neyin farkında olursa olsun, dünyayı değiştirecek bir devrimciliği üretemez. Devrimcilik, dost meclislerinde veya bürokratik mekanizmalarda zaman geçirmeye dönüşür…

Tüm bunlardan kaynaklı, kolektif bir bilinçlenme için, bu bütünselliği oturtmamız önem arz ediyor. Çünkü ideoloji ve eylemimizi doğrudan etkileyen-şekillendiren bilincimizin gelişkinliği, bu bütünselliği ne kadar sağlayabildiğimizle ölçülebilir. Ancak böylesi bütünsel bir bilinçlilik halinin, belirli sorulara verilmiş belirli cevapları anlayarak karşılanamayacağını söylememiz gerekli. Evet, bu bir başlangıç olabilir. Ama burada sabit kalmak, bazı ideolojik ön kabullerle yetinmek, dogmatikleşmenin başladığı yerdir. O yüzden bugün gençlik, daha önce sorulmuş ve cevaplanmış soruları, önce içerip sonra ötesine geçip, yeni sorular sorabilmeli ve yeni cevaplar üretebilmelidir. Bunun için ise gençlik, öğrenilmiş ideolojik dogmaların veya hızlı tüketilebilir popüler risalelerin yerine, yüzünü gerçek anlamda Marksizm’e dönmeli ve onu dinamik bir biçimde, “hareketin, hareket halindeki doktrini” olarak ele almalıdır. Bu ise Marksizm’in bilimsel-felsefi anlayışını ve materyalist diyalektik yöntemi, hiçbir şematizme yer vermeden, iyice hazmetmeyi gerektirir. Ezcümle; SSCB ders kitaplarından veya Politzer’den vb. kurtulmak zorundayız. Ama bunu yaparken, post-modern ideoloji dünyasının üretimlerine de paçayı kaptırmamalıyız! 20. yüzyıldan 21. yüzyıla değin, Marksizm’in içerisinde yapılan tartışmalar, bu konularda oldukça esinleyici bir birikime sahip. Zaten Marksizm’in ekonomi-politik eleştirisini ve sınıf mücadeleleri teorisini kavramak da böylesi bir hazımdan sonra tam olarak mümkün olabilir…

Ancak iş “dünyayı değiştirme” bahsine gelince, sadece Marx ve Engels’in teorik-siyasal üretimi ile sınırlı kalınamaz. Dünyayı değiştirmek isteyen bir devrimci komünist, Lenin’i de geçerli bir biçimde anlamak zorundadır. Bugün gençliğin bilinçaltında hakim olan devrimin uzak ve erişilmez olması zannının kırılması ve içinde bulunduğumuz koşullarda devrimin mümkünlüğünün kavranması böyle sağlanabilir. Çünkü Lenin’i anlamak, devrim yapmayı anlamaktır. Lenin’i anlamak, nasıl siyasal iktidar olabileceğimizi anlamaktır. Lenin’i anlamak, imkansız zannedilenleri mümkün kılabileceğimizi anlamaktır. Burada “anlamak”tan kastımız, elbette, Lenin’in önermesini yaptığı bazı somut pratikleri formüller biçiminde ezberlemek değil. Lenin’i geçerli bir şekilde anlamak, önermesini yaptığı somut pratiklerin, zaman-mekan korelasyonu gözetilerek, bilişsel düzeyde soyutlanması ve genellenmesiyle mümkün olabilir. Bunun için de Lenin’in, Marksizm’i, nasıl “hareket halinde bir doktrin” olarak ele aldığını anlamamız gerekir. Lenin’i gerçekten anlamak için, önce 1903 kopuşunu, sonra ise 1914 kopuşunu, öncülleri ve ardıllarıyla birlikte görmemiz gerekir. Siyasal bilincimizi ve örgüt bilincimizi geliştirmek, Lenin’i bu şekilde ve bundan daha fazlasıyla, bilişsel düzeyde anlamaktan geçmektedir.

Böyle bir anlayışımız oluştuğu taktirde, ezilenlerin mücadele tarihinin, Marx ile başlamamış olduğunu da Lenin’de son bulmadığını da pek tabii kavrayabiliriz. Bir bütün olarak mücadele deneyimleri ve gündelik yaşamın içerisinde dahi deneyimlediğimiz nesnel değişimler-dönüşümler, tıpkı Lenin’in Marx’ı içererek aştığı gibi, Lenin’in de içererek aşılması gerektiğini bize göstermekte. Marksizm’in “hareketin, hareket halindeki doktrini” olması da bunu gerektiriyor. Zaten bunu görmeyenler, Türkiye’yi dolaylı veya dolaysız olarak Çarlık Rusyası zannediyor. Ya da nesnel bir özgünlük olduğunu ayırt etseler bile, Lenin’de sabit kalarak onun somut pratik önermelerini kopyalamaya çalışıp savruluyorlar. Böyle boşluğa düşmemek için ezilenlerin tüm mücadele tarihinden öğrenmeli, Marksizm’e tezat oluşturmayan teorik ve siyasal üretimlerden faydalanabilmeli ve Lenin’den sonra yaşanan başta Çin ve Küba ekolleri olmak üzere tüm özgün mücadele deneyimlerini, devrimci eleştirel bir temelde ele almalıyız. Eğer böyle yapabilirsek, Marksizm’i bulunduğumuz zamana uygun olarak kavrayabilir ve sınıf mücadelesinin-toplumsal/siyasal devrimlerin yapısını az çok da olsa, bilişsel düzeyde görmeyi başarabiliriz.

Eğer bu doğrultuda oluşmuş bütünsel-gelişkin bir komünist bilince sahipsek, başlangıç noktamız her koşulda somut olan olmak zorundadır. Komünistler, yaşamda olan veya olmuş herhangi bir şeyi anlamak için önce somut koşulları somut olarak değerlendirirler. Çünkü somutun duyumsanabilir varlığı, inkar edilemez bir gerçekliktir bizim için. Ama biz somut olanın, öncülleri olduğunu, diğer bütün şeylerle bir bağıntısı olduğunu, göründüğünden öte bir gerçekliğe sahip olduğunu ve diğer şeylerle çelişkisinden kaynaklı sürekli bir değişim içerisinde olduğunu da biliriz. Nesnel gerçeğe ulaşabilmek, ancak tüm bunların farkında olmak ve şeyleri diyalektik yöntemle sınamakla mümkündür. Ve eğer insanlar, içinde bulundukları koşullardan doğru kendi tarihlerini yapmaya muktedirlerse, sürekli değişim içinde olan bir şey, gerçekliğine ulaşılabildiği taktirde, değiştirilebilirdir de. Zaten derdimiz bilmek değildir; bizim için bilmek değiştirmek içindir. Tarihi yapabilenler ve değiştirebilenler ise tarihin akışı içerisinde bir nesne olmayı reddedip, özne olma iddiasına sahip olabilenlerdir. Fakat iddia sahibi olmak tek başına yetmez. Çünkü maddi olan ancak maddi bir güçle yıkılabilir-değişebilir. Bu yüzden her devrimci, kolektif (bireysel değil!) bir güç olma istencine sahip olmalıdır! Güç olabilmek inisiyatif sahibi olabilmeyi; değiştirebilmek ise yırtıcı-yıkıcı-yaratıcı bir etkinliği gerektirir. Omurgası sağlam ve dik duran, ama gerektiğinde esneyebilen, yatay olanı dikey olanla tam yukarıdan baskılayarak ona şekil verebilen bir öncülüğü gerektirir!

Burada yalınlaştırmak uğruna basitleştirdiğimizin farkındayız. Komünist bir bilinç meselesi, bu basit tanımlamanın çok ötesinde bir tartışmayı gerektiriyor. Ama yukarıda koyduğumuz sorunlara ve çarpıklıklara dair önsel bir cevap olarak ele alabiliriz bu tanımlamayı… Bugün gençliğin, geçmişin hayaletlerinden kurtulup gerçeklikle kopan bağını onarması, böylesi bir bilinçle mümkün. Bugün gençliğin, devrimin mümkün olduğunu kavraması, böylesi bir bilinçle mümkün. Bugün gençliğin, gündelik yaşamın akışı içerisinde nesneleşmekten kurtulması, böylesi bir bilinçle mümkün. Bugün gençliğin, devrime giden süreçte toplumsal öncülük rolünü üstlenmesi, böylesi bir bilinçle mümkün. Bugün gençliğin, devrim imkanını güç olabildiği taktirde gerçek kılabileceğini anlaması, böylesi bir bilinçle mümkün. Bugün gençliğin, dar-pratik alışkanlıklardan kurtulup siyaseti bir güç haline gelebilmek için icra etmesi, böylesi bir bilinçle mümkün…

Böylesi bir komünist bilincin tek tek bireylerden bütün kolektife doğru oluşmasının ve kolektif bir bilinç haline gelmesinin tek bir yolu var; o da, an be an pratiğin içerisinde sınanacak ve sürekli olarak yeniden üretime tabii tutulacak kolektif eğitim-öğrenim çalışmaları… Pratik çalışmalara hız kesmeksizin devam ederken; teorik, ideolojik ve siyasal tartışmalarımızı da yürütmeli ve bu tartışmaların içerisinden ürünler çıkarmalıyız. Tartışmalarımızın ve çalışmalarımızın ürüne dönüşmesi, kolektif bir birikim olarak tüm yoldaşlara açılabilmesine olanak sağlar. Ancak eğitim-öğrenim çalışmalarımızı, birinin veya birilerinin anlattığı, diğerlerinin dinlediği bir öğretmen-öğrenci ilişkisinden çıkarmamız gerekiyor. Daha interaktif bir tarzla, referanslarımızın merkezi düzeyde belirleneceği ama birimlerdeki militanların her birisinin sorumluluk alacağı, sunumlar yapacağı kolektif tartışmalar şeklinde örgütlemeliyiz bu çalışmayı. Bilinçlenmek, ancak böyle kolektif bir nitelik kazanabilir. Elbette diğer yoldaşlara göre daha yetkin olan yoldaşların, bir eşitlik düzleminde aktarımlar yapması, tartışmalara yön vermesi kolektif bir sorumluluktur. Böylesi bir tarz ise ancak kolektif ama merkezi bir örgütsel işleyişin içerisinde yaşam bulabilir; buna aşağıda döneceğiz. Şimdi bu bilincin, sınanacağı, yeniden üretileceği, yaşamı değiştirebilecek bir güç haline geleceği pratiğin nasıl olacağını tartışmalıyız…

Kolektif ideoloji ve eylem

Kuşkusuz her insan pratiği, şu ya da bu şekilde, belirli maddi ihtiyaçları karşılamak için icra edilir. İhtiyaçlarımız onları gidermeye yönelik bir düşünsel süreci itkiler. Düşünsel olarak ortaya koyduğumuz tasarımlarımız, pratiğimize biçim verir. Pratiğin uygulanma sürecinde, yeni ihtiyaçlar ortaya çıkabileceği gibi gerçekleşen süreç, tasarımlarımızın değişimine ve gelişimine de etkide bulunabilir. Bu her anlamda birbirini karşılıklı olarak yaratan ve biçimlendiren bir süreç olarak yürür. Hatırlanacağı üzere, yukarıda bugünün en temel ihtiyacını, gençliğin siyasallaşması, devrimcileşmesi ve öncüleşmesi olarak koymuştuk. Bizim pratiğimizin bugün karşılayacağı ihtiyaç ve buradan hareketle muhtevasını belirleyecek olan da işte budur. Kolektif bilincimizin sınanacağı ve yeniden-üretileceği nokta, bu ihtiyaç doğrultusunda icra edeceğimiz pratiktir. İhtiyacımız olan pratiği ise kolektif siyasal devrimci bir gençlik örgütünün, örgütleyeceği ve yürüteceği militan/öncü ve fiili-meşru bir gençlik mücadelesi olarak tanımlayabiliriz. Gençlik ancak böylesi bir pratiğin etkisiyle siyasallaşabilir, devrimcileşebilir ve öncüleşebilir… Ancak ihtiyaç, ihtiyacı yaratıyor elbette. Böylesi bir pratiği geçerli bir şekilde icra edebilmemiz ve kolektif eyleme geçebilmemiz için önce ideolojik ve siyasal bir ortaklığa, buna uygun bir hareket tarzına ve tüm bunlara uygun olarak şekillenmiş bir örgütsel yapılanmaya da ihtiyacımız var.

Evet, ideolojik bir ortaklığı sağlamak zorundayız. Çünkü, bizim bu yaşamda nerede-nasıl durduğumuzu ifade eden, pratiğimize-eylemimize biçim veren ve bir arada durmamızı sağlayan ideolojimizden başka bir şey değil. Öyle ki, gündelik yaşam içerisindeki herhangi bir olay ve olguya karşı tutumumuzdan düşman karşısındaki tavrımıza; yoldaşlarımızla kurduğumuz ilişkilerden yaptığımız bir propaganda çalışmasına vb. değin, siyasal tüm söylem ve eylemlerimize, değerlerimize ve ilişkilerimize ideolojimiz biçim verir… Bundan kaynaklı kolektif bir ideolojik-siyasal bütünlüğü sağlamak zorundayız. İdeolojimizin dogmalara dönüşmemesini ancak kolektif bilincimizin yol göstericiliğinde, teorik-siyasal bir sürekli üretim içerisinde sağlayabiliriz. Bu üretim, ilkelere sadık kalmak kaydıyla, içinde bulunduğumuz zamanın ruhunu ve üstünde yaşadığımız yerelin tarihsel özgünlüğünü kavrayan bir nitelikte olmalı. Aynı zamanda, Türkiye’de egemen olan; Kemalist (aydınlanmacı), Batıcı, post-modernist, İslamcı ve milli mukaddesatçı vb. ideolojilerin her türden söylemini reddetmeli ve karşıtını da üretebilmeliyiz. Tüm bunların ise tek bir geçerli yolu var; o da, sırtımızı ezilenlerin tüm mücadele birikimine yaslayarak, yaşamın gerçek hareketini kavrayabilmek ve buradan hareketle yazınsal ürünler çıkarmak…

Ancak, ideolojik çizgimiz, her ne kadar bizi bir arada tutup bir biçim kazandırsa da bize ortak bir hareket etme kabiliyeti kazandırmaz. Harekete geçebilmek için siyasal bir ortaklık sağlamalıyız. Çünkü ideolojimizin biçim verip bir arada tuttuğu yapının temeli siyasal ortaklığımızdır. Temel yoksa biçim verilecek ve bir arada tutulacak bir yapı da yoktur! Bu temeli atabilmek için, siyasal saptamalarımızı, eleştirilerimizi, önermelerimizi ve amaçlarımızı, bir mücadele programı etrafında tanımlamaya ihtiyacımız var. Öyle ki, bir amaç doğrultusunda yürüteceğimiz siyasetin, en özlü anlatımıdır program. Eğer doğru bir şekilde üretildiyse, hem neyi değiştirmek istediğimizi ve değişmesi gerekenin aslında ne olduğunu hem de nasıl değiştireceğimizi ifade eder. Ama sadece ifade etmekle kalmaz; aynı zamanda, ortaklaşılan bu siyaseti kitlelere de bildirir. Böylesi bir mücadele programına sahip olabilmek için, ilk iş olarak bir toplumsal kesim olan gençliğin tarihsel-toplumsal ve siyasal rolünü gören bir yerden, onun gündelik yaşamda karşılaştığı çelişkilerin kaynağı olan toplumsal ilişkilerin gerçek yüzünü göstermeli ve bilimsel eleştirisini yapmalıyız. Daha sonra ise bu çelişkileri, devrim ve sosyalizm hedefi etrafında masaya yatırmamız ve çözümler üretebilmemiz; önerdiğimiz çözümleri mücadele hedefleri olarak belirlememiz gerekiyor…

Mücadele programının üstünde yükseleceği ve hedeflerimizin belirleneceği zemin, girişte içinde bulunduğumuz dönemi anlatırken az-çok tanımlamaya çalıştığımız nesnelliktir. Çünkü programın, yaşamın gerçek ve nesnel hareketini kavrayan ve bu hareketi devrimci bir şekilde değiştirmeyi tarif edebilen bir niteliği olmalı. Eğer bu nitelikte bir programı oluşturabilirsek, gençlik kitlelerini, programı onlara taşıyarak ve onları bu program etrafında harekete geçirerek siyasallaştırabilir, devrimcileştirebilir ve öncüleştirebiliriz. Bu doğrultuda sağlayacağımız başarının en somut ve pratik göstergesi, gençliğin siyasal bir toplumsal kesim haline gelerek doğrudan eyleme geçmesi; öz-örgütlülüklerini oluşturması ve gençliğin kolektif siyasal devrimci öncüsünün, bu hareketin içerisinden, devrimci savaşımın saflarına yeni öncü kadrolar/militanlar kazanabilmesi olarak tarif edilebilir. Başarı bu ölçüde gerçekleştiği taktirde, gençlik toplumsal hareketi ileriye çekebilecek bir öncülüğü üstlenebilecektir. Ancak tüm bunları yapabilmek için kolektifin söylemini görünür kılacak, görünürken eylemiyle gösterebilecek ve kitlelerle sürekli temas halinde olmamızı sağlayacak sistemli bir hareket tarzını kolektifimizde hakim kılmak zorundayız…

Şu an itibariyle, yeteri kadar güçlü olmadığımızdan kaynaklı, bu hareket tarzını kademe kademe ilerleyerek hakim kılabiliriz. Ancak biz burada en tam halini tarif etmeye çalışacağız.

Bu hareket tarzının, amaçladığını gerçekleştirebilmesi için, ilk iş olarak, kolektifimizin, ideolojik-siyasal bütünlüğü ve mücadele programı etrafında ürettiği söylemi, görünür kılabilmesi gerekiyor. Çünkü görünür olmayan hiçbir örgütsel yapı, siyasal bir nitelik taşımaz. Kitleler nezdinde bizi görünür kılacak olan en temel unsur ise istikrarlı ve ısrarlı bir şekilde yapmamız gereken ajitasyon-propaganda çalışmalarıdır. Mücadele programımızı, kitlelere işaret ve telkin edecek sözlü-yazılı-görsel biçimlerde yapılacak bir ajitasyon-propaganda çalışmasını dijital-matbu-militan boyutlarıyla eksiksiz olarak gerçekleştirmek zorundayız. Yüz yüze yapacağımız propaganda çalışması bunlarla güdümlü olarak ilerlemek zorunda. Evet, bu zorunluluğa tezat biçimde, ajitasyon-propaganda terimlerinin gençliğe itici geldiğini az çok görüyoruz. Bunun en temel sebebi, özellikle son 7-8 senedir, bu temel unsurun mevcut örgütsel yapılar tarafından, hakim olan dar-pratiğin içerisinde işlevsizleştirilmesi demek yanlış olmaz. İşlevsizleşen ajitasyon-propaganda çalışmalarından pratik sonuç alınamayınca da pek tabii insanlar bunun zamanının geçtiğini zannedebiliyor. Bundan kaynaklı, bu zannın kırılması ve sonuç alıcı bir çalışma için ilkin bu vazgeçemeyeceğimiz temel unsuru işlevli kılmamız gerekli.

Ajitasyon-propaganda çalışmasının işlevli olabilmesinin ilk koşulu, üretilecek ve iletilecek söylemin gündemi yakalayabiliyor olmasıdır. Gençliği ilgilendiren her olayın gerçek yüzünü ortaya çıkaran ve buna dair saptamalar-önermeler yapabilen bir söylem üretebilmeliyiz. Yaşamın akışına karşı belli bilinçli reflekslerimiz oluşmak zorunda. Ancak sadece gündemi değil zamanın ruhunu da yakalayabilmeliyiz. Popülizme düşmeden, toplumun genel estetik algılarını uyarabilmeli, düşünsel olarak kapsayabilmeliyiz. Diğer türlü kitlelere kendi gündemimizi dayatmış oluruz ve yaşam alanlarımızdan çıkamayız. Çalışmanın işlevli olabilmesinin ikinci koşulu ise hedef kitlemizi doğru belirlemek, söylemi buna göre üretmek, çalışmanın yürütüleceği mekanı ve zamanı doğru seçmekten geçiyor. Hedef kitlenin, söylemi nerede, ne zaman ve nasıl alabileceğine dair bir etüdümüz olmalı. Diğer türlü ona ulaşabilmemiz mümkün olmaz. Ulaşabilsek bile çalışmamız havaya karışır, kolektif emeğimizi israf etmiş oluruz. Eğer ajitasyon-propaganda çalışmasında bu koşulları yerine getirerek ısrarlı ve istikrarlı bir düzen tutturabilir ve yoğun bir üretim içerisinde olursak; kitleler, üzerimize kapalı olan kapıları açmak ve bize kulak kabartmak zorunda hissedeceklerdir.

Ama görünür olurken, aynı zamanda, gösterebilmek de zorundayız. Bir güç haline gelmek için icra edeceğimiz siyaset, önce güç olabildiğini göstermek, kitlelere güven ve cesaret vermek zorunda. Çünkü kitleler ile düzen arasında var olan rıza dengesinin sarsılabilmesi, söylemimizin eylemli karşılığını üretip, güven ve cesaret verecek temsili örnekler oluşturmaktan geçiyor. O yüzden, propagandayı sadece yukarıda saydığımız biçimlerle ve boyutlarla sınırlayamayız. Aynı zamanda eylemli bir boyutta da propaganda yapabilmeliyiz. Bu noktada, yapacağımız eylemlerin, öncü bir niteliğe sahip olması gerekiyor. Uygun mekan ve zamanı tespit ederek yapacağımız öncü eylem, bizi hem daha görünür kılmalı hem de dediğimiz gibi, kitlelere işaret ve telkin ettiğimiz siyaseti yapabildiğimizi, yapılabilir olduğunu, nasıl yapılacağını vb. gösterebilmelidir. Ezcümle; öncü eylem, kitlesel ölçekte ortaya çıkmasını istediğimiz doğrudan eylemin temsili bir örneği olmalıdır. Öncü eylemin işlevli olabilmesi için, tıpkı diğer propaganda çalışmaları gibi, yukarıda koyduğumuz iki koşulu yerine getirmesi gerekiyor. Ancak bu iki koşulun ötesinde, hem daha yaratıcı hem daha militan olup, kolluğu boşa düşürecek bir inisiyatif üstlüğünü de sağlamak zorundayız. Ayrıca gücümüz olmadığı yerlerde sivil faşistlere karşı yürüteceğimiz yıldırma eylemlerini de öncü eylem kapsamında ele almalıyız. Devrimci bir hegemonya tesis edebilmemizin ilk şartı bu şekilde öncüleşmektir. Öyle ki, kitlelerle temas kurduğumuz vakit, kitlelerin elindeki terazi, önce bu hegemonyanın kütlesini tartacaktır…

Eğer terazinin küfesinde ağır basabilir ve hem görünür olan hem de yeri ve zamanı geldiğinde gösterebilen bir öncüleşmeyi sağlarsak, kitleler ile güçlü bağlar oluşturup (yani onlara temas edip), onların gündelik yaşamlarını kuşatarak, amaçlarımızı gerçekleştirebilecek girişimlerde de pek tabii bulunabiliriz. Bunun için, ilkin, gençliğin yaşam alanlarında konumlanmamız gerekiyor. Liselilerin, üniversitelilerin, semt gençliğinin yaşamının içerisinde olabilmeliyiz. Örneğin bir üniversitede çalışma yapıyorsak, zamanımızın çoğunu kampüste geçirmeli, kulüplerde vb. daha aktif roller almalıyız. Kendi değerler sistemimizden ve ilkelerimizden sapmadan, tıpkı onlardan biri gibi, onlarla eşitlenerek toplumsal ilişkiler geliştirebilmeliyiz. Bu ilişkiler içerisinde, duruşumuzla ve yaşamımızla, yarınlar için oluşmasını istediğimiz insan tipolojisinin bir örneği olmalıyız. Kolektifimizin siyasal olarak sağlayacağı öncüleşme, gerek eylemli gerek ideolojik-siyasal boyutlarıyla bizde tecessüm etmeli. Sözümüzü güvenilir kılacak olan böyle bir ilişkilenmedir. Evet, örgütlenecek olan kolektiftir ancak kitleler, kolektife içerili hale gelmiş bireyler dolayımıyla ona ulaşacaktır. Bu yüzden bireysel rolümüzü, bu koyduğumuz minvalde pekiştirebilmek zorundayız. Buradan hareketle, kurduğumuz her ilişkiyi, daha ileriden örgütleyerek Gençlik Komünleri’ne dahil etmeye çalışmalıyız. Gençlik Komünleri’nin sağlayacağı öncüleşmeyi, kitlelere ancak böyle taşıyabiliriz. Kurduğumuz ilişkilerin bize sempati duyması ve kolektifimize dahil olarak militanlaşması böyle mümkün olabilir.

Eğer bu şekilde bir konumlanma yapabilirsek, kitlelerin gündelik çelişkilerini kavrayabilir ve gelişecek her harekete dahil olarak, bu hareketi doğrudan bir eyleme dönüştürecek olan öncülük etme girişimlerinde de pek tabii bulunabiliriz. Bu noktada, kitlesel hareketleri doğrudan örgütleyecek zeminlere dahil olmayı veya bu zeminleri açmayı hedeflemeliyiz. Bu zeminler, forumlar, dayanışmalar ve öğrenci meclisleri olarak tarif edilebilir. Boğaziçi ve İstanbul Üniversitesi deneyimlerini geliştirerek yaygınlaştırmalıyız. Çünkü, mevcut örgütsel yapıların birleşik olarak hareket edebilmesi, kitlelerin örgütlü bir şekilde doğrudan eyleme geçmesi ve kitlesel bir anti-faşist mücadele verebilmesi bu zeminlerin varlığına ve işlerliğine koşullu. Öyle ki, kitleler gerçek anlamıyla siyasallaşabilmek ve devrimcileşebilmek için doğrudan eylem ve öz-yönetim kabileyetlerinin ortaya çıkacağı bir öz-örgütlülük niteliğini kazanabilmeliler. Forumlar, meclisler, dayanışmalar, bugün için bu niteliğin üretileceği zeminlerdir. Böylesi zeminler ise kitlelerin kendiliğinden hareketiyle değil, o hareketin içerisinde veya dışarısında ama ancak öncü ve kurucu bir pratik ile kurulabilir!

Genel anlamıyla ajitasyon-propaganda çalışmaları, özel anlamıyla öncü eylem ve stratejik bir hedef olarak öz-örgütlülük zeminleri üzerinden tanımladığımız bu hareket tarzı, ancak hedefli ve planlı bir şekilde ele alındığında tam olarak başarıya ulaşabilir. Bizi taktik veya stratejik düzeyde bir hedefe odaklayacak ve bu doğrultuda planlı çalışmamızı sağlayarak merkezileştirecek olan ise siyasal kampanyalardan başka bir şey değildir. Merkezi bir hareket kabiliyetine ulaşabilmek için dönemsel veya özgün hedefler doğrultusunda, doğrudan Gençlik Komünleri veya anonim olarak kampanyalar örgütlemek zorundayız. Örneğin; çalışmalarımıza başlayacağımız her dönem başında, yani her dönem başı, tüm hareketimizi, dönemin siyasal ihtiyaçlarına ve hedeflerine uygun bir slogan altında merkezileştirecek, tüm çalışmalarımızı ve öncü eylemlerimizi bu sloganla üretmemizi ve icra etmemizi sağlayacak bir dönemsel kampanya planlamalıyız… Bu dönemsel kampanyaların dışında, belli bir momentte veya süreçte, gençlik kitlelerinin eğer özgün bir sorununu tespit ediyorsak; o sorunu, esaslı bir slogan veya tanımlama altında ele alacak ve teşhir edecek, buna dair çözümler önerecek, öncü eylemler icra edecek, kazanımlar sağlamaya çalışacak ve kitleleri bu doğrultuda harekete geçirebilecek özgün kampanyaları örgütlemek için de her daim fırsatları yoklamalıyız.

Tüm bunları yapabilmemiz ancak zamanın ruhuna uygun bir örgütsel yapılanmayı oluşturabilirsek mümkün olabilir. Sınıflar mücadelesinin ve siyasal bilincimizin bir gerekliliği olarak merkeziyetçiliği esas alan ama bunu kolektivizm ile tamamlayan bir örgütsel yapılanmayı oluşturmalıyız. Gençlik merkezinin kolektif harekete yön vermesiyle merkezileşen ama her bir komünümüzün yapacağı kolektif irade toplantıları ile tüm yoldaşlarımızı bütünün içinde bir özne kılabilen bir yapılanma olmalı bu. Bireysel emeği kolektif emeğe içerili hale getirebilmeli; her bir militanın bütüne hakim olmasını sağlayarak, kendi bulunduğu parçada inisiyatif sahibi olabilmesini ve bütüne etkide bulunabilmesini mümkün kılmalı; böylece merkezi hattın her bir alanda yeniden üretimini sağlamalıyız. Aynı zamanda tüm bu hareketin içerisinde, kolektif bilinçlenmeyi sağlayacak eğitim-öğrenim çalışmalarıyla, sürekli kadro çıkartmayı da önümüze koymalıyız. Bugün bir dost meclisi haline gelen veya bürokratikleşen mevcut örgütsel yapılara karşı geçerli tek alternatif, bu doğrultuda işleteceğimiz kolektif merkeziyetçiliktir. [1]

Son söz

Biz, Gençlik Komünleri militanlarıyız. Kent meydanlarından, kampüslerden, varoşlardan ve liselerden geliyoruz. Bu memleketin tüm ezilenlerinin aydınlık yüzü, onuru ve haysiyetiyiz. Denizler’in, Mahirler’in, İbrahimler’in takipçileriyiz. Bu memlekette, 50 senedir baskıya, zulme ve sömürüye karşı başkaldırmış olanların; teslim olmayıp her koşulda direnenlerin yolunda yürüyoruz. Haziran isyanında barikatları kurup dövüşenlerin, semtlerde ve kent meydanlarında isyanın ateşini harlayanların, oradan çıkıp IŞİD cihadçılığını ayakları altında ezenlerin ve sömürgeciliğe karşı savaş bayrağını yükseltenlerin yoldaşlarıyız biz!

Yaşam savruluyor. Kaos her yere hakim ve aman dinlemiyor. Aman dinlemeyen ve bir kaos şeklinde savrulup gitmekte olan yaşamın bize yaptığı çağrı çok açık: Biz, bu memleketin gençliğinin, bir kuşağın, sömürü çarklarının arasında un ufak olurken; aile denen o binlerce yıllık foseptiğin içinde boğulurken; tarikat dergahlarında uyuşurken; köşe başında torba tutup çete reisleri için tetik düşürürken; dijital mecralarda ucubeleşirken veya “OnlyFans yayımcılığı” yaparken yitip gitmesine izin vermemeliyiz!

İşte tam bu yüzden, silkinip ayağa kalktığımız ve safları sıklaştırdığımız yerden, şöyle bir kendimize gelip hiç durmaksızın yürüyüşümüze devam ederek, kavgayı büyütmemiz ve kavga içerisinde yoldaşlaşmamız gerekiyor. Ezilenlerin tüm mücadele birikimlerinden beslenen komünist bir bilinci kuşanarak, gündelik yaşamı tüm yönleriyle kavrayabilmemiz ve kavratabilmemiz gerekiyor. Görünür olan ve gösterebilen, kitleleri devrimcileştirecek bir öncülüğü, bedeli her ne olursa olsun icra edebilmemiz gerekiyor!

Bu kavga; kapitalizme, emperyalizme ve faşizme karşı! Bu kavga; eşitlik, özgürlük, adalet, onur ve haysiyet kavgası!

Yürüyelim! Yarınlar bizimdir!

Aziz Cemgil

Kaynak: Gençlik Komünleri


[1] Bu konuya dair, KOMÜN Dergi’nin 8. sayısında yayımlanan “Kolektif rüyamızı gerçekleştirecek parti” başlıklı metin, çok daha derinlikli bir tartışma içermektedir…