Türkiye, Suriye ve Kürdistan topraklarında 6 Şubat ve sonrasında devam eden depremlerin yarattığı yıkımın boyutları giderek ağırlaşıyor. On binlerce insanımızın yaşamını yitirdiği, on binlercesinin yaralandığı ve çok daha fazla insanımızın hala enkaz altında olduğu gerçeği hepimizi kahrediyor. Yaşamını yitirenlerin çok büyük çoğunluğu zamanında yardıma gidilmediği ve açıkça ölüme terk edildikleri için bugün hayatta değiller.
Depreme karşı hiçbir önlem almayanlar; deprem sonrasındaki müdahalenin, arama kurtarma çalışmalarının daha ilk gündenhatta ilk saatlerden itibaren hızlı biçimde yapılması gerektiğini bildikleri halde, enkaz altındaki insanların soğuktan donarak ölmelerine neden oldular ve bunun adına da maden göçüklerinde söyledikleri gibi “Kader planı” dediler. Üstelik bunu yalnızca bir dini inancı kullanarak kendilerine sorumsuzluk alanı yarattıkları için değil, açıkça yüzlerinden okunan bir düşmanlıkla yaptılar. Halka düşmanlık nasıl bir kin, öfke ve gizlenemeyen nefret hali yaratmışsa, binlerce insanın yaşamını yitirmesi hiç umurlarında olmadığı gibi, giderek daha da saldırganlaştılar.
Olağanüstü hal (OHAL) ilanı
Erdoğan ilk günlerde ortalıkta görünmeyip üçüncü günün sabahında, bütün televizyon kanallarında, korku filmlerindeki görüntüleri andıran ürkütücü, sert yüz ifadesi ve buz gibi soğuk ses tonuyla olağanüstü hal (OHAL) ilan ettiğini açıkladı. Büyük ve güçlü Türkiye’nin ihtişamlı saraylarda yaşayan Dünya Lideri ve şürekası, düşünüp taşınıp sonunda bu karara varmışlardı! Deprem sonrasında hiçbir şey yapmadan, günlerce bekleyerek halkı ölüme ve çaresizliğe mahkum edenlerin bulduğu çözüm buydu: OHAL!
OHAL’in ne anlama geldiğini bu ülkede yaşayan halklar çok iyi biliyor. 12 Eylül’de askeri darbenin ardından önce sıkıyönetim ilan edilmişti; sonraki süreçte de faşizmi OHAL ilanıyla devam ettirdiler. Kürdistan’da uzun süren OHAL uygulamalarının; uzun gözaltı ve tutuklamaların, işkence ve infazların, kayıp ve faili meçhullerin, köy yakmaların, katliamların hep bu olağanüstü rejim süresince yaşandığını biliyoruz. Çok uzağa gitmeye gerek yok;15 Temmuz darbe girişimi gerekçe gösterilerek 2016’da ilan edilen ve yedi kez uzatılan OHAL’in nasıl ağır hak ihlallerine sebep olduğunu gördük.
Özellikle de Cumhurbaşkanına tanınan geniş yetkileri ve hiçbir şekilde anayasaya aykırılığı iddia edilemeyen Kanun Hükmünde Kararname (KHK)lerin sonuçlarını biliyoruz. Darbe Anayasasının geçici 15. maddesinin cuntacı generallere yargı muafiyeti getiren hükümleri gibi Erdoğan’ın da idari, ceza ve hukuki sorumluluğunun olmayacağı, tümüyle sorumsuz bir diktatörlük rejimi göreceğiz. Üstelik bundan sonraki icraatlarında yalnızca kendi yetkilerinin sınırsız kullanımıyla yetinmeyecek. 15 Temmuz sonrası çıkarılan ve asker ve polis dışında “terör olaylarına müdahale” eden sivil faşistlere de yargı muafiyeti getiren KHK’ları hatırlarsak durumun vehametini görürüz.
Dolayısıyla bundan sonraki süreçte yaşanacak gelişmelere göre, OHAL’i deprem bölgesiyle sınırlı kalmayacak biçimde bütün Türkiye’de yaygınlaştırabilirler; muhalif güçlere yönelik saldırılar ile grev, miting yasakları, hak ve özgürlüklere yönelik kısıtlamalar dışında seçimleri de iptal edebilirler. Zaten OHAL’in üç aylık uzun bir süreyi içermesi ve tam da seçimlere bir hafta kala sona erecek olması bunu gösteriyor. Ancak önümüzdeki dönemde yapılacaklar yalnızca seçim öncesi baskılar, yasaklar ve siyasi entrikalarla sınırlı kalacak gibi görünmüyor. Seçimlere aylar kala depremleri bahane ederek OHAL ilan edenlerin daha büyük hesapları, daha tehlikeli planları vardır muhakkak ki.
Tehditler ve gözdağı
Erdoğan daha sonraki gün koruma ordusuyla giderek ambulansların dahi giremeyeceği biçimde yolları saatlerce trafiğe kapattığı Hatay’da, devleti yanlarında görmediklerini söyleyen vatandaşlara “haysiyetsiz, namussuz şerefsiz kişiler” diyerek hakaret etti, aleyhte kampanyalar yürütüldüğünü söyleyerek tehditler savurdu. Erdoğan’ın binlerce insan enkaz altındayken ve milyonlarca insan kaygıyla, tedirginlikle beklerken, iktidarı eleştirenlere yönelik bu hiddet ve şiddet yüklü sözleri bununla da bitmedi. Antep’te yaptığı konuşmasında da açıkça bazı fitne gruplarına karşı ve marketlere, AVM’lere yönelik yağmalama olaylarına karşı OHAL ile müdahale etme imkanı devlete verilmiş olacaktır, dedi ve devamında da yine “provokatörlere fırsat vermeyeceğiz” diyerek tehditler savurdu.
Çok geçmeden gördük ki ilk günlerde ortalıkta olmayan askerler, ellerinde uzun namlulu silahlarla ve marketleri koruma yükümlülüğüyle deprem bölgesindeler ve özellikle de devrimcilerin, sosyalistlerin, yurtseverlerin çalışma yürüttükleri alanlarda yardım değil, güç gösterisindeler. Bir süre sonra fitne fesat gruplarına, teröristlere, bölücülere karşı asayişi sağlıyoruz denilerek kendilerine saldırı emri verilmeyeceğini nereden bilebiliriz ki? Daha şimdiden aç kaldığı için marketten yiyecek alanlara karşı “vur emri” verilmesi gerektiğini savunan ırkçılar da türemişken, hiç olmayacak işler değil bunlar.
Herkesin dile getirdiği gibi daha ilk gün, ilk saatte, depremin yaşandığı 10 kent “Afet Bölgesi” ilan edilseydi ve olağanüstü seferberlik durumlarında en büyük organize güç olarak, devasa olanaklarıyla ordu harekete geçirilebilseydi, bugün enkaz altında olan on binlerce insan kurtarılabilirdi. NATO’nun ikinci büyük ordusu olan TSK’nın yalnızca darbelerde ile savaş ve sınır ötesi operasyonlarda değil; deprem, sel ve yangın gibi doğal afetlerde de kullanılabileceğini geçmiş dönemlerde görmüştük. Bugün artık sürekli anlatılan o sahra hastaneleriyle, gemileriyle, uçak ve helikopterleriyle, kara, deniz ve hava güçleriyle, eğitilmiş uzmanları, gerekli teçhizat ve ekipmanlarıyla çok kısa sürede deprem bölgesine sevk edilmiş olsaydı, elbette ki on binlerce insan şimdi yaşıyor olacaktı.
Soğuktan donmalarını beklediler
Ancak bilerek ve isteyerek; günler geçmesini bekleyerek, insanların soğuktan donarak ölmelerine neden olacak biçimde açıkça “suç” işleyerek bu arama-kurtarma çalışmalarına engel oldular. Etrafında artık bilim insanı veya uzman da bulunmayan Erdoğan’a illaki birilerinin bunu söylemesine de gerek yoktu. Sıradan insanların da bildiği, öngörebildiği bu gerçeği, sırf muhalefet partisinden diye günlerce aramaktan imtina ettiği belediye başkanlarından biri, daha ilk günden söylemiş; hipotermi tehlikesine karşı acil yardım istemişti, ancak duyan olmadı.
Günler sonra deprem bölgesi için OHAL ilan edenler, artık mucizevi kurtuluşların dışında enkaz altında hayatta kalanların olmadığını gayet iyi biliyorlardı. İsteselerdi, gerçekten devlet olmanın gereğini yerine getirerek hayat kurtarmak isteselerdi, hiçbir yasal düzenlemeye de ihtiyaç duymaksızın çoktan harekete geçerlerdi. Günler, saatler değil, hemen dakikalar sonra gerekli organizasyonlar yapılıp çalışmalara başlansaydı bu kadar büyük kayıpların olmayacağını onlar da biliyordu. Hukukla artık bir alakası kalmayan bu haşmetliler, eğer illakiyasal düzenleme diyorlarsa da, 7269 sayılı Afetlere İlişkin Kanun; deprem, sel, yangın vb. afetler dolayısıyla alınacak tedbirler ile, yardımlar ve afet bölgesi çalışmaları için yapılacakları fazlasıyla kapsıyordu, yeter ki yapılmak istensin. Dolayısıyla olağanüstü hal rejimine gerek kalmaksızın, depremin yarattığı yıkıma karşı mücadeleyi yasaya dayandırarak veya buna ihtiyaç duymaksızın vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamakla yükümlü devlet sorumluluğuyla bu çalışmalar yürütülebilirdi. Ancak burada amaç, insanların hayatını kurtarmak ve sonrasında da yaşamlarını sürdürebilecekleri ortam ve koşulları yaratmak olmadığından, kendi siyasi hesaplarını hayata geçirmek için OHAL ilan ettiler.
Yasaklar ve engellemeler
OHAL ilanıyla birlikte, Erdoğan’ın“ İnsanımızı birbirine düşürmeye niyetlenenleri yakından takip ediyoruz, günü geldiğinde şu anda tuttuğumuz defteri de açacağız.” tehditleri başladı; devamında da Saray’ın İletişim Başkanı Fahrettin Altun, sosyal medya hesabından “Dezenformasyon Bildirim Servisi”nin kurularak halkımızın kullanımına açıldığını duyurdu ve “depreme ilişkin üretilen ve yayılan şüpheli/yalan haberleri” ihbar etmelerini istedi. Bu duyurunun ardından, telefonlardan indirilen uygulamalar ve siber suçlarla mücadele birimlerinin pek gayretli çabalarıyla onlarca insan yakalandı, bunlardan dokuzu depremle ilgili “provokatif paylaşım” yaptıkları gerekçesiyle tutuklandı. Sonrasında da internet kullanımına ve sosyal dayanışmanın aracı niteliğindeki sosyal medyaya sınırlama ve Twittera bant daraltma uygulaması getirildi.
Bütün bu yasaklamaları getiripsosyal medya uygulamalarında engeller yaratırken, depremle ilgili yalanlarının açığa çıkarılması ve gerçeklerin anlatılmasını önlemek dışında, enkaz altındakilerle dışarıdaki insanların bağını da keserek çalışmaları sekteye uğrattılar. Depremzedelerle onlara yardım etmeye çalışanların arasındaki tek iletişim kanalını yok ederek; hala enkaz altında olup da yardım bekleyen, yerini, ihtiyaçlarını bildirecek olanların dışarıya ulaşmalarını engellediler. Dışarıda yardım ve arama-kurtarma çalışmalarına katılanların kendi aralarındaki enformasyon bağlarını da koparmaya çalıştılar. Ama en önemlisi bir kez daha “suç” işlediler; yalnızca yardım ve dayanışma engeli değil, enkazdaki insanlara ulaşılmasını önleyerek ölümlere sebebiyet verdiler.
Gerçeklerin üstünü örtemezsiniz
Ne yaparsanız yapın; artık yalanlarınıza Erdoğan’a taparcasına biat eden kemikleşmiş kitleniz dışında kimse inanmıyor. Akılla, bilimsellikle bir işiniz olmadığını; kendiniz bu dünyada cennette yaşarken yoksul halka öbür dünyadaki olmayan cenneti vaad eden sahtekarlar olduğunuzu biliyorduk. Şimdi nasıl bu kadar arsızca, bu kadar utanmazca yalanlar söyleyebildiğinizi ve nasıl insanlığınızı tümüyle yitirmiş olduğunuzu da gördük. Bakan, milletvekili ya da belediye başkanı olmanız fark etmiyor; öylesine ahlak, vicdan yoksunu bir güruhsunuz ki tarifsiz acılarla, çaresizce sizden yardım bekleyenlere sırıtabiliyor, sırtınızı dönüp çekip gidebiliyorsunuz. Yakın geçmişte madencilerin yakınlarına tokat atan, tekme savuranlar bugün de depremzedelere hakaret edip tehditlerde bulunarak kendi suçlarını, yetmezliklerini gizlemeye çalışıyor.
Siyaset yapma zamanı değil diyerek enkaz başlarında nelere tevessül ettiğinizi, nasıl hiçbir şey yapmadığınız halde iş yapıyormuş gibi göstermek için kendinizi iyice alçalttığınızı da görmüş olduk. Etkin kriz yönetiminin olmayışı, beceriksizlik veya ihmal diyerek geçiştirilemeyecek bu duyarsızlığınızla öylece hiçbir şey yapmadan beklediğiniz gibi, elindeki sınırlı imkanlarla yardıma koşan insanları da engellemeye çalıştınız.Bütün kamu kurumları gibi arpalık haline getirdiğiniz, adına AFAD denilen yandaş kurumun, afetlere müdahaleden sorumlu müdürünün bu konuda hiçbir tecrübesi olmayan bir ilahiyat mezunu olması ya da liyakatsızlık da değil sorun. Sorun, bütün bunların bilinçli bir tercih olması. Sürekli artırılan devasa boyuttaki bütçesiyle, yüz bini aşan kadrosuyla bütün işi gücü iktidarın yanlış politikalarını dinen doğrulatacak fetvalar vermek ve kimin kime caiz olduğunu ya da cennette hangi zevklerle tanışacakları saçmalıklarını anlatmak olan Diyanet’in yardım konusunda kılını kıpırdatmayışı gibi. Hatta Diyanet İşleri Başkanının, henüz insanlar enkaz altında yaşama tutunmaya çalışıyorken, emrindeki dev kadroya sela verdirerek insanları camilerden toplu cenaze merasimine çağırmaları ve acil ihtiyaçmış gibi deprem bölgesine seyyar mescit götürmeleri gibi; sorun, hepsinin bilinçli bir tercih oluşu.
Ancak halktan alınan vergilerle topladığınız deprem paralarını ve Kızılay’ın devasa birikimlerini; nasıl kendi çocuklarınızın başında olduğu vakıflara ve hep birlikte ihya olduğunuz yandaş müteahhitlerin ihalelerine peşkeş çektiğinizi, dünya alem öğrendi artık. Depremi önlemeye yönelik kaynakları yok ettiğiniz gibi deprem sonrasındaki çalışmalara, can kurtarmaya da -devlet bütçesi değil de kendi cebinizden gidiyormuş gibi- hiçbir kaynak ayırmadınız. Depremzedelere on bin lira sadaka vereceğiniz müjdesini ihmal etmezken, her zamanki gibihalka İBAN göndermek utanmazlığını da gösterdiniz. Üstelik toplumsal dayanışmayla, bağışla gelen paralara bile el koymaya yeltendiniz. Dünyanın her yerinde artık yöneticilerinin halkın deprem parasını bile yağmaladığı bir devlet olarak görülüyorsunuz. Bu yüzden özellikle “nakdi yardım” diye belirterek merkezi devlet organlarına ve Diyanet’e gönderilmesini talep ettiğiniz yardımları, size güvenmedikleri için yerel yönetimlere gönderiyorlar.
Bütün dünya yalnızca yağmacı, rantçı, talancı zihniyeti değil, bu ülkeyi yönetenlerin acımasızlığını ve “her şey kontrolümüz altında, her yere ulaştık” yalanının sonuçlarını da görmüş oldu. Yaptığınız tek şey yas ilan etmek ve okulları tatil etmek oldu. Devlet olarak zamanında enkazlara ulaşmadığınız gibi başka ülkelerden gelen ekipleri de saatlerce, günlerce bekletip engellemeye çalıştınız; aynı şekilde Türkiye’nin dört bir yanından gelen insanları, partileri, sendikaları, dernekleri, daha da önemlisi bu alanda çalışabilecek uzman kişi ve kuruluşları da “merkezi yönetim AFAD’da” diyerek engellediniz, yardımlara el koydunuz. Artık devletin bütünüyle çöktüğü, kamu kurumlarına ve yetkililerine kimsenin inanmadığı güvenmediği, yalnızca yağmacı zihniyetinizin ve bir bütün olarak bu sömürü düzeninin sorgulandığı bir süreçteyiz.
Ağır suçların sorumluluğu
Doğal afet olarak nitelenen depremin, bir doğa olayı olmaktan öte, artık gelişen bilimsel teknolojik gelişmelere göre, önceden bilinebilen ve önlemi alınabilen, bu yapılmadığı takdirde kitlesel ölümlerin yaşanacağını bildiğimiz bir çağda, bugün ortaya çıkan korkunç sonuç nasıl açıklanabilir? Türkiye’deki ve başkaca ülkelerdeki bilim insanlarının, meslek odalarının yıllardır fay hatlarını, kırıkları, hareketleri ve sismik boşlukları ayrıntılarıyla anlatıp raporlayarak; bugün 10 ilde yaşanan depremin merkez üssüne, derecesine ve hatta gününe kadar her ayrıntıyı yetkililere bildirip önlem alınması için adeta yalvardıkları göz önüne alındığında, önlem almayıp bu ağır kayıplara yol açan suçluları ne yapacağız?
Sermaye politikalarının azgın uygulayıcısı olan iktidarın, insan hayatını hiçe sayan açgözlü, rantçı talancılarla birlikte, kentlerin yerle bir olmasına yol açan inşaat projelerini yürüttüğünü, binaların depreme uygunluğunu kontrol etmek, denetimini sağlamak yerine, defalarca kez imar affı çıkardığını biliyoruz. Geçmişte de büyük depremler yaşanmışkenhiç olmazsa tecrübeyle dersler almayı bırakalım, en azından zorunlu olarak alınması gereken tedbirler alınıp hazırlıklar yapılsaydı. Ama olmadı, yalnızca çalıp çırpma işlerinde organize olabilenler insanlığa dair işlerde organize olamıyorlar. Bütün bu önlemler alınmadığı gibi deprem toplanma alanlarını imara açıp AVM’leri dikerek sığınakları da kapattılar. Bütün uyarılara rağmen, Amik Ovası’nın ortasındaki gölü kurutarak yaptıkları havaalanının, duble yolların, hastanelerin nasıl çöktüğünü görüp de hiç utanmadıklarını da biliyoruz.
Hatta hiç bunlar yaşanmamış gibi daha ilk günden TOKİ’den bahseden Erdoğan, sonraki günlerde de bunu yineleyerek, yıkılan binaların yerine yenilerini yapacaklarını belirtti ve bir yıllık konut inşaat projelerini anlattı. Yani hazır olun, sizleri “barınma sorununu çözüyoruz” diye yeni mezar evlere tıkacağız diyorlar; üstelik henüz enkaz altında insanlar yaşam savaşı verirken. Hala hiç ulaşılamayan köyler, soğukta, aç susuz halde kaderlerine terk edilen insanlar varken; cenazeler sokaklarda bekletilirken, kefen dahi bulunamadan toplu mezarlara gömülürken söyleniyor bu sözler.
Bu satırların yazıldığı saatlerde, Suriye ve Rojava’da 3800 civarında insanın yaşamını yitirmiş olduğu; savaş ve işgalle zaten yıkıma sürüklenen bölgeye uygulanan ambargo ve yaptırımlardan ötürü durumun vahim boyutlarda olduğunu öğreniyoruz. Türkiye tarafında ise artık arama kurtarma çalışmalarına son verilip, enkaz kurtarma çalışmalarına başlandığı haberleri geliyor. Maalesef ki açıklama yapan bilim insanları, yıkılan bina sayısı ile bu binalardaki dairelerde oturanların tahmini sayısını gözeterek, enkaz altında kalanların yüz bin kişiden fazla olabileceğini söylüyorlar.
Halklarımız zorbalıkta sınır tanımayan devletin, yalnızca bir şiddet mekanizması olarak örgütlenmiş olduğunu bir kez daha görmüş oldu. Bu korkunç kitlesel katliam hiç öyle tedbirsizlik, ihmal sonucu değil; açıkça, kasıtlı ve organize biçimde gerçekleştirilmiştir. Önceden öngörülebilecek ölümlere göz yumarak, bile isteye yapılmıştır ve hesabı mutlaka sorulacaktır.