Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda AKP Genel Başkanı Erdoğan, yıllardır zaten herkese bağırıp çağırarak, höykürerek konuşuyordu. Ama son süreçteki konuşmalarıyla artık iyice sınırları aştı! Bu her zaman söylendiği üzere siyaset dilinin sertleşmesi veya şiddet dili değil, artık çok başka bir anlam ifade ediyor. Erdoğan, son derece bilinçli bir politikayla planlı programlı bir propaganda yöntemini devreye sokarak yeni bir şiddet dalgası yaratmaya çalışmaktadır.
Önce Mecliste AKP grup toplantısında, Gezi Parkı eylemlerine katılanlar için, “Düşünün Dolmabahçe Valide Sultan Camii’nin içinde bu eşkıyalar, bu teröristler bira şişeleriyle, bira kutularıyla adeta caminin içini pislemişti. Bunlar böyle. Bunlar çürük, bunlar sürtük” diyerek dokuz yıl aradan sonra hem eski yalanlarını tekrarlamış oldu, hem de “eşkıya” ve “terörist” suçlamalarıyla birlikte, “çürük” ve “sürtük” kelimelerini kullanarak eylemcilere küfür ve hakarette bulunmuş oldu.
Daha önce de muhaliflere yönelik çöplük, pislik, alçak, sefil, cibilliyetsiz gibi hakaret içeren sözler kullanmıştı Erdoğan; ama bu seferki sözleri tek tek kişilere veya sınırlı bir kesime yönelik değil, Gezi eylemlerine katılan milyonlarca insana yöneliktir. Yine daha önce Gezi döneminde Gezicilere “Çapulcu” demiş ve o dönemdeki konjonktürde, milyonların sokakta olduğu bir dönemde “Evet biz çapulcuyuz” diye karşılık verilmişti. Ancak şimdi hem dönem çok farklı hem aşağılamak amacıyla kullanılan kelimeler açıkça hakaret içermekle kalmıyor, Gezicilerin üzerine başkaca bir kötülüğü, karanlığı çağırıyor.
Kadınlara yönelik cinsiyetçi söylem
Erdoğan hem yıllardır unutamadığı Gezi’ye ve Gezicilere duyduğu nefreti ortaya koyuyor hem de kadınlara yönelik şiddeti besleyen cinsiyetçi bir söylemle, onları halkın gözünde itibarsızlaştırıp aşağılayarak adeta şeytanlaştırıyor. Ancak bu seferki sözleri, bir yandan muhalif kesimlerden büyük tepkiler alırken bir yandan da kadınlar cephesinden geliştirilen bir söylemle “sürtük” sözcüğünün TDK’daki anlamlarından yola çıkılarak “ben sürtüğüm, biz sürtüğüz” biçiminde farklı bir tepkiyle karşılandı. Oysaki Erdoğan, bu sözcüğün toplum nezdindeki karşılığını bilen bir yerden, hakaret, küfür anlamında kullanarak Gezi’de yer alan eylemci kadınları toplumun gözünde lanetliyor; onları toplum dışı, ahlaksız, cehennemlik ilan ediyor.
Nitekim daha sonraki gün yaptığı konuşmada da aynı dili kullanmaya devam ederek ve özellikle “sürtük” sözcüğüne yönelik tepkilere değinerek “Biz Gezi olaylarında sergiledikleri tutuma yakışan teşhisi koyduk. Biz hep milletimizin diliyle konuştuk. Milletimiz bu vandalları nasıl tanımlıyorsa biz de öyle dedik.“ diye konuştu. Biz milletimizin diliyle konuştuk derken aslında milletin de onun diliyle konuştuğunu; söylediği sözlerin AKP tabanında, kendi kitlesinde nasıl bir karşılık bulacağını çok iyi biliyor, ölçüp biçerek konuşuyor, nasıl bir etki yarattığına bakarak da devamını getiriyor. Dolayısıyla onun “sürtük” dediği Gezici kadınlara veya Gezicilerle sınırlı olmayacak biçimde kendileri gibi olmayan kadınlara, bundan sonraki süreçte artık nasıl bakacakları açıktır.
Gezi’ye, Gezicilere yönelik nefret ve düşmanlaştırma
Aslında daha önce de benzer hakaret, tehdit ve düşmanlaştırmayı yaşadık; Gezi sürecinden beri yaşam alanlarımıza, en temel hak ve özgürlüklerimize saldırıda bulunuldu ama sistematik biçimde sürdürülen bu saldırganlığın artık hangi boyutlara varacağını görmek zorundayız. Bugün halkın bir bölümünü diğerine karşı kışkırtma, tahrik etme noktasına vardırılan bu tehlikeli dil, bir linç kampanyasının parçası olarak kullanıldığından, bu sözlere şiddetle karşı çıkmalı ve hesap sormalıyız.
Ayrıca kadınlarla sınırlı olmayacak biçimde Gezi’ye katılan milyonlarca insana yönelik “eşkıya”, “terörist” nitelemeleriyle bir kez daha onların dış güçlerin emrindeki “hain” ler olduğunu hatırlatarak; Reis’lerinin izinden giden, ona tapan, söylediği her söze alkış tutarak anında düşmanlaşan kitle nezdinde onları katli vacip noktasına getiriyor. Erdoğan son derece planlı, karanlık bir oyunla bir yandan karşı tarafın direncini kırıp etkisizleştirmeye çalışıyor, bir yandan da zamana yayılan bir psikolojik savaş politikası yürütüyor.
Giderek büyüyen yalanlar
Toplumun farklı kesimlerini birbirine düşman edecek, dinsel, etnik hassasiyetleri kaşıyıp körükleyecek politikalar güden Erdoğan, bu nedenle sürekli biçimde ve pervasızca yalanlar söylüyor. 2013 yılında Gezi sürecinde söylediği Kabataş yalanını artık tekrarlayamaz oldu ama başkaca yalanlar söylemeye devam ediyor. Daha önce “ayakkabılarıyla camiye girdiler, camide bira içtiler” demişti ve caminin müezzini bu sözleri yalanladığı için sürülmüştü. Şimdiyse dokuz yıl aradan sonra bu yalanı biraz değiştirip düzelterek tekrarladı ve camide içki içmekten “camiyi pislediler” e dönüştürdü. En son konuşmasında ise bu yalanlarına bir yenisini daha ekledi ve dedi ki: Camileri yaktılar!
Şüphesiz ki bu sözler, artık bir yalandan öte açık bir kışkırtma faaliyetine tekabül ediyor. Bu ülkede 6-7 Eylül pogromundan başlayarak Çorum, Maraş, Sivas katliamlarının tam da bu tarz tahriklerin sonucu yaşandığını biliyoruz. Şimdiye kadarki süreçte, herkes kendini çürüklere, sürtüklere, teröristlere karşı konumlandırıp memleket savunmasında zannetsin, ona göre davransın istiyordu; şimdi el yükseltti. Artık yıllardır özenle yetiştirdikleri “dindar ve kindar” nesil, onun ahlaksız ilan ettiği kadınlara taciz ve tecavüzde bulunma hakkından başlayarak “terörist” ilan ettiği hainlere yönelik her türlü fiili saldırıyı da kendinde hak olarak görebilir. Bütün bu saldırılar şimdilik sınırlı düzeyde bir etkiye sahip gibi görünebilir; ancak ileriki dönem için hedeflenen çok daha kapsamlı kitlesel katliamlara yol açacak düzeydedir.
Tehlikenin boyutları
Bu ülkede dinsel gericiliğin nasıl kıyıcı hale gelebileceğini çok iyi bilen Erdoğan, halkı açıkça birbirini boğazlama noktasına getirmeye çalışıyor. OHAL sürecinde çıkarılan KHK’ları hatırlarsak; sivillere kendilerinin takdir edeceği “terör” eylemlerine müdahalede cezasızlık öngören yasal düzenlemelerle birlikte, paramiliter örgütlenmelerin varlığını da düşündüğümüzde, bu durumun nasıl tehlikeli noktalara varabileceğini görürüz. Düşünün ki Gezi’de elindeki palayla göstericilere saldıran veya 15 Temmuz’da tatbikata gidiyoruz diye sokağa çıkarılan genç askerlerin boğazını kesen, kamçılayan saldırganlar hakkında bırakalım ceza ve dava açmayı, soruşturma dahi açılmasını engelleyen yasal düzenlemeler yaptılar. Bu ülkede kayıp silahlar veya ruhsatlı silahlar dışında 25 milyon kayıt dışı silahın olduğu, yani her iki evden birinde silah olduğunu düşündüğümüzde durumun vahameti anlaşılabilir.
Ayrıca 2012’den beri varlığını sürdüren ve ancak bugünlerde gündeme getirilen SADAT ve her gün bir yenisinin adını duyduğumuz diğer paramiliter örgütlenmelerin ülke çapındaki yaygınlığını da düşündüğümüzde, durum daha da vahimleşiyor. Zaten her biri iktidarın emrinde olan, devletin kendi resmi teşkilatlarının dışında kurulan, bu denetimsiz yapıların yanında; diğer cihatçı örgütlenmelerin de nasıl örümcek ağı gibi memleketi sardığını düşünürsek söyleyecek bir şey kalmıyor artık!
Ayrıca geçen yıl çıkarılan bir yönetmelikle “milli güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda veya emniyet ve asayişin zorunlu kıldığı hallerde” TSK, Emniyet ve MİT herhangi bir şarta bağlı olmadan ve kayıt altına almaksızın silahlarını birbirine devredebilecek. Böylelikle TSK’nın envanterindeki ağır silahlar “toplumsal olaylarda” kullanılmak üzere Soylu’nun emrindeki polise teslim edilecek. Üstelik kayıt dışı olduğundan silahların kimin tarafından kime teslim edildiği ve kime karşı kullanıldığı da belli olmayacak. Kendilerine yönelik her karşı çıkışı “milli güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliği” sorunu haline getiren ve istediği her eylemi “terör” eylemi veya “şiddet hareketi” olarak gören ve gösteren iktidar, artık buna da ihtiyaç duymayacak biçimde açıkça “toplumsal olaylar”ı da ordunun ağır silahlarını kullanabileceği bir alana dönüştürmüştür.
Bundan sonraki süreç
Erdoğan, Gezi direnişini dış mihrakların yönlendirdiği devleti yıkmaya yönelik bir isyan, darbe girişimi olarak gördü ve halka da böyle anlattı. Onlar devletimizi yıkmaya çalışıyorlar, onlardan uzak durun dedi ve hep yalanlar söyledi, hala da söylüyor. Aslında Erdoğan, biriken toplumsal öfkenin patlamasından, yeni Gezi’ler yaşanmasından korkuyor. Açlığın, yoksulluğun, sömürünün alabildiğine arttığı, artık bir krizden çok yıkım dönemini yaşadığımız bugünlerde, insanların yeniden sokaklara döküleceğini biliyor. Ayrıca Gezi döneminde iktidarın yaşam alanlarımıza saldırısına karşı tepkiler öne çıkıyordu, şimdi daha yaşamsal bir sorun var: Açlık… Ve Erdoğan, “aç kalan falan yok” diyebiliyor.
Diğer yalanlar bir yana açlığa dair yalanların kendi kaderlerine terk edilmiş insanların dünyasında nereye kadar etkili olacağı bilinmez. Gezi’yi hiç unutmayan, yeni Gezi’ler yaşanmaması için her şeyi yapmaya hazır Erdoğan; Gezi davasındaki ağır cezalar, Kobani ve HDP kapatma davası ile süreklilik halini alan kitlesel gözaltı ve tutuklamalarla şiddeti daha da tırmandıracağını gösteriyor. Seçim dönemi yaklaşırken de kendileri dışındakilere siyaset yapma olanağını bırakalım, hayat hakkı tanımayacakları bir süreç başlatmak istiyorlar. Haziran seçimlerinden Kasım ayına kadarki süreçte yaşadığımız, katliamlarla yaratılan ve seçimler sonrasında da devam ettirilen şiddet sarmalının etkilerini hala görüyoruz. Aynı şekilde bugünkü rejimin kodlarını ve gelecekte yaşayacağımız karanlık günlerin izlerini de orada görebiliyoruz. Her zaman olduğu gibi bu sefer de hazırlıksız yakalanmak istemiyorsak yılgınlığa, karamsarlığa kapılmadan ama gerçekliğe de gözümüzü kapamadan yürümek zorundayız.