Ergun Adaklı ile Eren Arin Altay tarafından yapılan ve “Emperyalist-kapitalist sistem tümüyle yapısal bir tıkanmaya doğru gidiyor” başlığı ile yayınlanan röportajın ikinci kısmı:
Virüsün laboratuvarlarda üretildiğini söylediniz. Virüsün sürekli mutasyona uğradığı ve daha tehlikeli hale geldiği de ifade ediliyor. Sizce bu mutasyona uğramış virüsler de laboratuvar ortamında yeniden ve yeniden üretilen virüsler mi?
Tek hücreli yaratıklardan -biz onlara şimdi virüs diyoruz- itibaren bütün canlı organizmalar birbiri ile etkileşim ve denge içerisinde bugüne kadar evrilerek geldiler. Dolayısıyla doğa içerisinde tabii ki insan sağlığı açısından zararlı olan, yıkıcı etkisi olan bakteriler her zaman oldu. Ama ona karşı bağışıklık sistemi gelişmiş olan bünyelerin içerisinde yaşıyorlar. İnsan gibi sadece spesifik bir takım türlerin organizmalarında zararlı etkileri oluyor. Doğada zararlı bakteriler var ancak bunlar zaten bildiğimiz şeyler. Ama bir de bugüne kadar hiç bilinmeyen virüsler çıkıyor. Önce Afrika’daki kendi topraklarına sahip olmak için mücadele eden halkları kırmak için ortaya çıkardıkları laboratuvar işi ebola virüsü gibi. Sonra Çin’i ve Asya’yı dize getirmek için kullandıkları SARS virüsü gibi. Bu virüse Covid-19 demelerinin sebebi zaten, bütün gribal virüslerden bu yana koronavirüsler doğada var ve insanın bağışıklık sistemi bu virüslere ilişkin direnci, bağışıklığı sağlamış. Ama bu, genetik olarak değiştirilmiş ve bir koronavirüs. Bu genetik değişiklik doğanın kendisinden kaynaklanmıyor. Bugün geldiğimiz süreçler zaten Covid-19’un gerici, faşist gen laboratuvarlarında geliştirildiğinin ispatıdır. Çünkü koronavirüs doğaya salındığından bu yana mutasyona uğramaktadır. Covid-19 virüsü genetik değişimle doğaya salındığında sadece insan ırkı değil, virüsün kendisi de büyük bir telaş içerisinde kaldı. Doğaya uyum sağlamak zorunda, bir canlı organizma mutasyon geçirerek doğaya uyum sağlayamazsa doğadan silinir. Virüs de yok olmamak ve doğaya uyum sağlayabilmek için bugüne kadar 2400 defa mutasyon geçirmiş. Türlerin kökeni, bu evrimsel değişime dayanır.
Eğer Covid-19 virüsü laboratuvarlarda üretildi ise ilacının ve aşısının da daha önce üretilmiş olması gerekli. Sizce bu sebeple mi dünyayı yöneten aile bireylerinde ve ya dünyanın en zengin kişileri sıralamasındaki bireylerde herhangi bir ölüme rastlamıyoruz?
Bu durumu sadece ilacın ve ya aşının önceden geliştirilmiş olmasına bağlayamayız. Ama şu var, zaten bu virüsün üretilip dünyaya salınması, bir an önce aşıyı bulalım da, ölümlerin önüne geçelim diye yapılmadı. Bu durumun insanlığı uğraştırması için yapılıyor.
Covid-19’dan bu yana neler oldu? Nokta atışı sonuçlara bakalım. Bütün ülkelerde sokağa çıkma kısıtlamaları, sosyal mesafe kavramı ile -fiziksel mesafe denmiyor- insanların birbirinden ayrıştırılması ve yan yana gelmelerinin önlenmesi, sokak hareketlerinin ve açık/kapalı tüm alanlardaki gösterilerin, ayrıca müzik, tiyatro gibi insanı insan yapan ne kadar faaliyet varsa hepsinin yasaklanması veya kısıtlanması. Sadece yukarıdan emirle değil, insanların üzerinde öyle bir psikoloji yaratıyorlar ki, insanlar zaten ellerini eteklerini çekiyorlar sosyal hayattan. Bu durumdan sadece ve sadece emperyalist-kapitalistler karlı çıkar. Türkiye’de örneklerini görüyoruz. Barolar ve sendikalar da dâhil olmak üzere toplumsal muhalefetin bel kemiğini oluşturan ne kadar kuruluş varsa hepsinin kongreleri yasaklandı ama egemenlerin parti kongreleri devam ediyor. Her türlü sokak gösterileri yasaklandı ama Ayasofya Camii açılışında haber kanallarında verilen rakamlara göre 350 bin kişi toplandı. Yani, sosyal mesafe, sokağa çıkma yasağı, gösteri ve toplantıların yasaklanması sadece emekçiye, çiftçiye, halka yasak. Kapitalistler, devletin efendileri her şeyi yapıyor. Dünyaya baktığımızda da öyle. ABD’de ilk pandemi dalgası sırasında başta Washington eyaletinin merkezi Seattle’da, Oregon eyaletinin en büyük şehri Portland’da, Washington DC’de emekçi kitleler, gençler ve aydınlar bir araya gelerek polisi sokmadıkları, komünal davranışların sergilendiği otonom bölgeler oluşturdular, küçük çaplı Gezi eylemi gibi. Bunların hepsi pandemi gerekçesi ile zorla dağıtıldı. Ama pandemiden bu yana Trump, Pentagoncuların ve Neoconların beslediği ne kadar ırkçı faşist varsa bunların hepsinin gösterilerinin önünü açtı. En sonunda da Washington’da kongre binası baskınına kadar sürdü. Bunlar esasında yükselecek bir emekçi dalgasının karşısında hazırlanmakta olan milis grupları. Türkiye’de de bu grupları SADAT’ın başkanı Adnan Tanrıverdi hazırlıyor. 1970’lerde ve 1980’lerin başında Guatemala, Honduras, Nikaragua vb. gibi Orta Amerika’daki gerilla başkaldırılarını, sonrada Kolombiya’daki FARC gerillalarının başkaldırılarını engellemek için devlet nasıl paramiliter yetiştirip ölüm mangaları şeklinde öne sürdüyse, pandemi sürecinde de bu hazırlıkları bu gruplarla yapıyor. Yani sadece senin tüm sosyal faaliyetlerini engellemiyor, aynı zamanda bunun karşısında hazırlık da yapıyor. Dolayısıyla pandemi yasakları sadece emekçiler, halklar için geçerli.
Bir başka sonuç, sosyal hayattan ve üretim hayatından önce kadınlar koparılıp evlerine kapatılıyorlar. Bu bilinçli bir program dâhilinde gerçekleşiyor. İşgücüne kadının katılımı giderek azalıyor. Çünkü işten çıkarılacaksa önce kadının çalıştığı alanlar olan tekstil, konfeksiyon, hizmet sektörü gibi alanlarda işten çıkarmalar oluyor. Kadınları tekrardan eve hapsetme projesidir Covid-19 projesi.
Sonuçları itibarı ile diğer bir nokta emekçilerin, işçilerin, köylülerin, esnafın hepsi kan ağlıyor. Peki, kimin geliri arttı? Tekelci kapitalistlerin geliri korkunç arttı. Başka hiçbir dönemde pandemi dönemindeki kadar kaynak ve çapul merkezileştirmesini yapmamışlardı. Şöyle ifade edeyim; Elon Musk, Jeff Bezos korkunç derecede bir servet artırımı içerisinde. Bu dünyanın en zengin kişisinin listesini yayımlayan Forbes dergisinde yer alıyor. 2020 yılı içerisinde Elon Musk’ın kişisel servetinin artış miktarı 130 küsur milyar dolar, Mark Zuckerberg’in kişisel servet artışı 30 milyar dolar gibi. Tarihin hiçbir döneminde hiçbir tekelci patron kişisel servetini 1 yıl içerisinde bu kadar arttıramamıştı. Bunlar sadece pandeminin etkili olduğu 2020 yılında gerçekleşti. İnsanların bütün sosyal yaşamları kısıtlanıp eve hapsedilince internet üzerinden pazarlama şirketlerine bağımlı bir hayat yaşamaya başladılar. Tabii ki Jeff Bezos’un Amazon’una ve diğer pazarlama şirketlerine bağımlı hale geliyorsun. Ve onlar da sana hizmet verirken, reklamlarla korkunç karlar elde ediyorlar. Aynı zamanda Elon Musk’a bağlısın. Çünkü bugün artık dünyada birçok yerde kablolu wi-fi sistemleri kullanılmıyor, Elon Musk’ın uydularından doğrudan internet yayını alınıyor. Bu pazarda da reklam karları çok yüksek. Ayrıca, her yazılım sistemi çok daha büyük karlarla satılır. Hiçbir tekel ürünü bu kadar yüksek karlar elde edemez. 2000’li yılların başında Windows 5’in reklamları yayımlamaya başladı. O dönemde Tayland’da bilgisayar korsanları daha Windows 5’in kendisi piyasaya çıkmadan korsanını piyasaya sürdüler. Windows 5’in de 3 versiyonu var. 1. tip versiyonu 150, 2. tip versiyonu 250, 3. tip en gelişmiş versiyonu ise 350 dolara satılıyor. Fakat Tayland merkezli korsan yazılımın 3.tip versiyonu 3.5 dolara satılıyor. Yazılım şirketlerinin, dijital teknoloji şirketlerinin elde ettikleri kar miktarı buradan anlaşılabilir. Bu artık kapitalizm olmaktan bile çıktı. Aşırı tekel karı hırsının yarattığı sonuç bu ve pandemi bunu körükledi. Daralan ve sıkışanlar sanayi şirketleri. Fitch bir liste yayımladı, 2020 yılında hangi şirketlerin hisseleri düştü, hangi şirketlerin hisseleri yükseldi. Hep yazılım ve dijital teknoloji şirketleri. Ama bunların yanında bir tekel gurubu daha var, ilaç şirketleri. Bunların başında da Biontech geliyor ve onu Pfizer ve Moderna takip ediyor.
Aşıların üniversiteler ve ya bilimsel kurullarla değil de şirketlerle anılması yakıcı bir gerçek. Bilim ve sermaye ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
İşin sonundan giriş yapayım. İş nereye geldi? Avrupa’dan yeni bir ilaç tekeli yıldız gibi parladı. Almanya’da Profesör Doktor Uğur Şahin. Biontech’in patronu. Biontech’in hisseleri %150 arttı. İşin iki yönü var. Bu ilaç tekelleri hangi kültürden, hangi orijinden geliyor. Biyogenetik çalışmaları ile uğraşan emperyalist tekellerin hepsinin kökeni, Doktor Mengele’ye dayanır. Doktor Mengele, Hitler faşizminin en sivrilmiş ve en kötülenmiş tıp araştırmacısıdır. Doktor Mengele ile simgeleşen ve aslında arkasındaki organizasyonu IG Farben tekelinin gerçekleştirdiği biyogenetik deneyler organizasyonu. Her gün kullanılan aspirin ve benzer ilaçlar sebebi ile Alman Bayer ilaç firması sevimli görünür. Halbuki Bayer firması kendi başına bir tekel değil, Alman IG Farben tekelinin ilaç sanayi koludur. IG Farben tamamen kimya tekelidir. Almanya’da IG Farben tekeline bağlı Bayer’in biyogenetik laboratuvarlarında, biyogenetik deneyler yapılıyordu. İnsanda biyogenetik değişimlerle mutasyonlar yaratmak, insanın kromozomlarına yeni ilaveler yapmak vb. ile buradan yeni tip yaratmak. Hitler’in koyduğu hedef, Alman ırkının biyogenetik özelliklerini diğer tümüne empoze ederek, onları da Alman ırkına benzetmek. Ama Doktor Mengele bu çalışmaları ölü kadavralar üzerinde değil, canlı insanları kullanıyor. Çünkü kan değerleri dâhil diğer veriler için canlı organizmalar gerekiyor. Biyogenetikçilerin hem Alman hem Japon faşizminde temel yöntemleri bu ve biyogenetik araştırmalar da buradan başlıyor. Japon faşizmi bunun ismini koyuyor. Japon faşizmi, subay doktorlarına Birim 731 diye bir birim kurmuş. Bu birimde faaliyet gösteren subaylardan bir kısmı ölmeden önce yaptıklarını anlatarak günah çıkarıyorlardı. İnsanların karınlarını nasıl deştiklerini, hamile kadınların karınlarından aldıkları ceninler üzerinde yaptıkları deneyleri, nasıl biyogenetik araştırmalar yaptıklarını anlatıyorlardı. Biyogenetikçilerin kökeni böyle bir tarihten gelir. Psiko-biyolojik savaşın bir cephesi de budur. Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’na (NSA) bağlı olarak çalışan ilaç tekellerinin laboratuvarlarında bu Covid-19 virüsü üretilip dünyaya salınıyor. Wuhan’da çıkıp dünyaya yayılmadı. Daha sonra da açıklandı ki, Wuhan’da iş patlak vermeden 3 ay önce Kuzey İtalya’nın Lombardiya bölgesinde bu virüsün yeni tipine yani Covid-19’a rastlanmış ama bilgileri olmadığı için hafife alınmış. Bu virüsü üretiyorlar, ama iyileştirmek için de tekelci kapitalist piyasanın gelişimi için kullanıyorlar. Bu araştırmalar üniversitelerde veya üniversitelerin bir araya gelerek kurdukları vakıflarda ve ya araştırma kurumlarında yapılmalı. Ama ilaç tekellerinin önü açılıyor.
Aşı çalışmalarında şimdi iki yol izleniyor. Bunlardan birisi Çin’in geliştirdiği iki aşıda olduğu gibi ya da Rusya’daki aşı da olduğu gibi geleneksel yöntemler. Yani geleneksel olarak insanları aşılayarak bağışıklık sistemini güçlü kılma fikrinin uygulanması. Hangi virüse karşı bağışıklık sistemini güçlendirmek istiyorsan, o virüsü güçten düşürüp insanın bünyesine aktarırsın ve insanın kendi doğal yapısı bağışıklık sistemini geliştirir. Yüzde yüz başarılı olmaz. Grip aşısında olduğu gibi bağışıklık sistemi güçlü olanda daha etkili sonuçlar alırsın. Ama bağışıklık sistemi zayıf olanda vücut güçten düşürülmüş virüsle uğraşırken kendisini üst seviyeye taşıyamayabilir. Özellikle yaşlılarda böyle bir risk vardır. Bunların hepsi üniversitelerde yapılan geleneksel sistem aşılar.
Bir de Batı’nın tekelci ilaç şirketlerinin girdiği yol var. Pfizer-Biontech ortaklığı, AstraZeneca-Oxford ortaklığı, Moderna bunlar geleneksel aşı yöntemini kullanmıyorlar. Bunlar, kanser çalışmalarında da yaptıkları gibi insanın kromozomlarına yani DNA sarmalına yeni bir takım genetik modlar ilave ederek, DNA sarmalının yapısını değiştirerek insan bünyesini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Zaten Doktor Mengele’den bu yana yapılan çalışmalarda esas şudur, insanın DNA sarmalına hangi genetik müdahaleler yaparsak daha üstün bir insan yaratabiliriz. Daha dayanıklı, daha savaşçı, kas yapısı daha güçlü vb. Yani bu firmaların yaptığı çalışmalar doğrudan doğruya mutant insan üretmeye dönük çalışmalardır. İnsanın DNA sarmalına doğa dışı bir şekilde müdahale ettiğinde onun sonuçlarını kontrol edebilmenin imkânı yok. Bugün ilaç şirketlerinin etrafında öbeklenmiş kapitalist tıp dünyasındaki tüm doktor ve araştırmacılar, kendi -lojilerinin eseridir. Sanayi uygarlığının gelişiminden bu yana kapitalist sistem, bilimi -lojilere parçalamıştır. Önce ana kategorilerine, biyoloji, sosyoloji vs. Sonra da o ana kategorileri parçalara ayırmış, sonra da o parçaları birimlere parçalamıştır. Dolayısıyla her doktor sadece kendi uzmanı olduğu alandaki bilgilerin üzerinden muhakeme yürütür. Ve bunlar artık İbni Sina’lar gibi doğaya, canlılar dünyasına ve organizmaya bütünden bakmıyorlar ki. Bütün bilim dallarında olduğu gibi tıp bilimi de doğayla etkileşimi, doğadaki organizmaların birbiri ile etkileşimi ile hiç alakası yoktur. Doğrudan doğruya laboratuvar çalışması ile elde ettiği verilerin üzerinden bakar ve bununla insanın genetik yapısına müdahale eder. Bunun doğayla insanın uyumuna yaratacağı yan etkiler üzerine bir fikre de sahip değildir. Kapitalist tıp, at gözlüğü tıbbıdır. Dolayısıyla, bu şirketlerin hepsi kapitalist piyasa ekonomisi sürecinde insana yararlı olmaktan çıkmış tıp canavarlarıdır. Tek amaçları, piyasa ekonomisinde yüksek karlar elde etmektir.
Covid-19 ilk koronavirüs değil ki, daha önce zaten SARS virüsünü de yaymışlardı bu emperyalistler. Covid-19 genetik yapılanması bir alt düzeyde olan bir koronavirüstür. Hem Çinliler hem de Ruslar, laboratuvar çalışmalarını yapıyorlardı. Çok fazla yol kat etmelerine de gerek yok. Çünkü geliştirdikleri aşılar, geleneksel yöntem. Yani bunun için biyogenetik laboratuvar çalışması yapmaları gerekmiyor. Aşı, doğrudan doğruya insanın bağışıklık sistemini uyarma vazifesi görür. Geleneksel aşı yöntemi doğal dengeye aykırı değildir. Ama sen DNA’ya daha önce hiç rastlamadığı genetik kod ilave edersen bunun sonuçlarının nereye varacağını Uğur Şahin de bilemez. Macaristan, daha Sputnik-V üretilirken Rusya ile anlaşma yaptı. Macaristan, AB üyesi. AB Konseyi Macaristan’ın tepesine çöktü, sen nasıl Rus aşısı istersin diye. Yıllık fon desteğini kesme tehdidine kadar vardı iş ve Macaristan’ı dize getirdiler. AB’ye başka ilaç tekellerini sokmayız, dediler. Rus aşısı güvensiz mi? Daha 6 ay önce yazın, Ruslar Sputnik V’in ilk faz denemelerini yaparken, Batı kapitalizminin uluslararası hakemli dergisi Lancet’te, Sputnik V aşısının etkili olduğuna dair makale çıktı. Ve Sputnik V, Lancet dergisinden onaylı makale alan ilk aşı oldu. Bunlardan hiçbirisi hatırlatılmıyor. Tam tersine saklanmaya çalışılıyor. Hikâye, Batı ilaç tekellerinin kar oranları ve vücudumuza, vücudumuzun hiç tanımadığı genetik kodların yüklenmesi hikâyesi.
Adnan Oktar olayını da hatırlarsınız. Yapılan kampanya sonrası milyonlarca insandan kan alınıp ABD’ye taşındı. Böyle vesilelerle her ülkeden kan örneklerini topluyorlar, DNA’larının genetik kodlarını çözümleyip, genetik kodlama tarihi yapılıyor. Sonra gerektiğinde gen biyoloji ile nasıl müdahale edilebilir?
Pfizer’i ne zaman tanıdık? Zaten sağlıkta hayatımızın her alanına nüfuz etmiş durumda. Geçmişte sadece bir kere açığa çıkmış bir olayı var. Diğerlerini bilmiyoruz bile. Yaptıklarını ortaya çıkaran da bir Türk uzman doktor, Erdem Cantekin. Erdem Cantekin, 1980’lerde Pittsburgh Üniversitesi araştırma laboratuvarı direktörü. Rektörlük kendisine laboratuvar araştırması yapması ve insan sağlığı açısından yararlı olduğuna dair olumlama raporu vermesi için bir ilaç veriyor. İlaç, o zamanlar yeni çıkmış olan antibiyotiklerden birisi, amoksisilin. Laboratuar çalışanları hazırladıkları olumsuz raporda insan sağlığına zararlı olduğunu ve fazlası ile yan etkisi olduğunu belirtirler. Erdem Cantekin işinden atılır ve yerine gelen laboratuvar direktörüne de olumlama raporu verdirirler. Üniversite zaten o onayı almadan önce Pfizer’den hibe adı altında rüşvetini almış. Erdem Cantekin makaleler yazıyor, kimse kulak vermiyor, hiçbir tıp dergisi makalelerini yayınlamıyor. 4 sene sonra JAMA tıp dergisinde bir editör makalelerinden etkileniyor, araştırıyor ve doğru olduğunu öğreniyor ve yayımlıyor. Skandal öyle bir boyuta vardı ki, Amerikan Senatosunda senatör Edward Kennedy, senatoda Pfizer’i protesto etti. Ama ne ilaç tekeline ne de üniversiteye ceza verildi. İlaç tekelleri böyle çalışır.
Bir de Uğur Şahin adında biri çıktı. Uğur Şahin nasıl bir bilim insanıdır? Uğur Şahin tümüyle piyasacı, tekelci pazarlamacıdır. Açın Forbes dergisini, dünyanın en zengin 500 kişi listesine bakın. Uğur Şahin adında 2020 yılı başına kadar hiç tanınmayan adı sanı bilinmeyen, sıradan bir doktor, birden bire şöhret oluyor. Ve ondan sonra da dünyanın en zengin 500 kişisi arasına giriyor, kişisel servetinin 5,1 milyar dolar olduğu ilan ediliyor. Nasıl bir bilim insanı bu kadar servet ediniyor. Biraz önce anlattığım yükselen tekel karı böyle bir şey. İlacı üretiyorsun 3 kuruşa, satıyorsun 10 lira. Hikâye budur. Yükselen kar trendine kendisini bu kadar bağlamış bir doktora bilim insanı denmez. Artık bu kişi piyasacı bir pazarlamacıdır. En muhalif kanallarda bile masum yüzlü bir Uğur Şahin var, arkada adam kasaları dolduruyor. Bilim insanı böyle olmaz. Kimdir bu Uğur Şahin?
Avrupa kökenli aşılarla insanların DNA’larına müdahale edilmesinde hangi aşamaya kadar gidebilir?
Tabii ki Covid-19’a karşı genetik müdahale ile insan hemen birden bire fizyolojik, anatomik, ruhsal, zihinsel bir dönüşüm geçirmez. Bunlar daha ilk. 1980’lerden bu yana bilim kurgu filmlerinde izlediğin ne varsa bunların hepsi, gerek dijital teknolojisi, gerek nanoteknoloji ile, gerek iletişim teknolojisi, gerekse biyogenetik çalışmalarla hedeflenen projelerin insanlara kabul ettirilmesi için yapılmıştır. Sende yeni bir algı yaratıyor. Karşılaştığında yepyeni bir durum olarak çıkmıyor karşına.
Varacağı nokta ne olur? Esasında bu tamamı ile halkların uyanıklığı ve iradesi ile alakalı bir hadisedir. Eğer başkaldırıp emperyalist kapitalist sistemi yıkmazsan, bunların varacağı son nokta insanın modül olarak yok edilmesidir. Sen tekelci kapitalistler için sadece bir barkodsun. Kimlik numaran senin barkodundur. Tekelci kapitalizm senden ne kadar kazanabileceğine bakar sadece.
Bütün bunları düşünenleri çok yakından gözlemlemiş olan ve aynı camia içerisinden olan İngiliz Cambridge Üniversitesi profesörü John Leslie, kitabını yazdığı sırada ölmüş olan başka bir profesör arkadaşı Brandon Carter ile birlikte yeni bir teori geliştiriyor. Yakın kıyamet uzak kıyamet teorisi. Bunların temel görüşleri şu; tekelci kapitalist sistem, insanı daha doğrusu dünyadaki tüm canlı organizmaları sona doğru götürüyor. Yapılan bilimsel çalışmalar bu yönde. İnsanlık henüz bunun farkında değil ve umursamıyor. İnsanlık da bu suça, bilimsel teknolojik araştırmaların getirdiği nimetlere dahil olarak, kendisi de ortak oluyor. John Leslie, bütün bu tehditlere karşı 1993-1996 yılları arası bütünlüklü bir kitap hazırlıyor, kitap 1996 yılında yayımlanıyor. 1998’de Türkiye’de bir yayımevi tarafından yayım hakları alınıyor, kabataslak çevirisi yapılıyor ve çevirinin redaksiyonunu yapmam için bana getiriliyor, redaksiyonunu yapıyorum, kitaptan öyle haberdar oldum ama kitap Türkiye’de hiç yayımlanamadı. Ama o metinlerden biri bende olduğu için Yeni Forum Dergisi’nin 1999’da çıkan sayılarından birisinde bu konuyu anlatmıştım. Kitabın ismi, Dünyanın Sonu. Alt başlığı da, dünyanın yok edilmesinin teknik ve etik sorunları. Parçacık hızlandırıcılardan elde edilen yüksek ışınım hızlarından lazer teknolojisi ile geliştirilen ürünlere kadar yeni teknolojilerle üretilen tehditlerden bahsediyor. Bütün bunlardan sonra da bir şeyi anlatıyor. Diyor ki, benim bizzat şahit olduğum saygın bilim çevrelerinde ciddi ciddi bir sorun tartışılıyor. Bizim niye insan modülüne ihtiyacımız olsun ki? Dünyayı yöneten en tepedeki birkaç yüz kişi dünyaya yeter. İnsan modülü yerine nanoteknolojili, kendini yeniden üretebilir, öğrenen zekâya sahip modüller oluştururuz. O modüller üzerinde egemenlik tesis etmek, insanı kontrol etmekten daha kolay. Dolayısıyla modüler olarak insanı yok etme projeleri o zamandan bugüne emperyalist Doktor Mengele çevrelerinde devam ediyor. İnsanın varlığı tehlikede.
John Leslie diyor ki, ben komünist ya da devrimci değilim. Ve bir karıncayı bile incitmekten sakınırım. Ama birisi çıkıp da insanı yok etme projeleri üzerinde kafa yoran bu çevrelerin üzerine bir şarjör kalaşnikof boşaltsa, neden yaptın diye sormam. Adam bu kadar kinlenmiş.
Zaten DSÖ başkanı Ghebreyesus, Covid-19’un son pandemi olmayacağını yeni virüslerin ortaya çıkacağını söyledi. Bu ilk aşama. Eğer bununla idare edebilirse pandemilerle işi götürür. Bununla idare edemezse diğer aşamalara geçilir.
Bu virüse düşük yoğunluklu psiko-biyolojik savaş dememin bir sebebi de, son 9 ayda tüm dünya da virüse yakalanan kişi sayısını dünya nüfusuna oranlarsak yüzde 1’den biraz fazla. Virüse yakalanıp ölen kişilerin, virüse yakalanan kişilerle oranlarsak yüzde 2,5. Türkiye’de de oranlar yaklaşık bu şekilde. Tüm ölüm sebepleri içerisinde de virüsten ölüm oranı da yaklaşık bu civarda. Ölenlerin %2,5’i virüsten öldüyse, geri kalan %97,5’i neyden öldü? Petrol ürünlerinden oluşan kanserden ölen kişi sayısı kaç? Ama bulaşıcı olmasının yarattığı korku yetiyor. Çok akıllıca bir yöntem buldular. Ama bu şekilde nereye kadar insanları tutabilecekler? İnsan doğası pandemilerle terörize edilmeye gelmez. İnsan öyle bir evrimsel gelişmişliğe sahiptir ki, son aşamaya geldiğinde zihinsel dönüşüm sağlama kapasitesi, kabiliyet var. Ben bu sebeple hala umutlu ve ısrarcıyım.
Hem bir taraftan iyice derinleşen gelir eşitsizliğine karşı oluşabilecek ayaklanmaları önlemek amacıyla yaratılan bir virüsle insanlar eve kapatılıyor ama aynı zamanda da insanların eve kapanmalarından ötürü yaşanan ekonomik sıkıntılardan kaynaklı oluşabilecek ayaklanmaları önlemek için de topluma ekonomik destek paketleri açıklanıyor. Bu bir çelişkiye dönmüyor mu?
İşte Marks’ın ta Kapital’de ve artı değer teorilerinde vurguladığı, kapitalizmin temel çelişkisine geldik. Marks şöyle ifade eder, kapitalizmin çöküşünü getirecek olan şey, burjuvaları beslemek için çalıştırılan ücretli köleleri, burjuvazinin kendisinin beslemek zorunda kalmasıdır. İşçi sınıfı, emekçiler çalışıp üretecek ve artı değer sömürüsü ile kapitalistlere kar yaratacak. Hikâye budur. Fakat öyle bir noktaya gelir ki, artık kapitalistler çöken ve işlevsiz kalan artı değer üretim sürecinde yer alamayacak hale gelen insanları ayaklanmasınlar diye beslemek zorunda kalacaklar. Bu çıkışsızlığın son noktası. Hadi biraz da böyle idare edelim noktası. Neoconların ta 1950’lerden beri ABD’de izledikleri politikaları gibi. Biraz cumhuriyetçilerle idare ederiz, biraz da demokratlar gelsin. Ama son noktaya geldiler. Geldikleri son nokta, artan tekel karı sürecinin parabolik bir eğri çizerek akıl almaz boyutlarda yukarılara doğru tırmanması ve o yükselen tekel karı eğrisini artık insanlığın üretimi ile karşılayamayacak hale gelmeleri. Tekelci kapitalizmin temel karakteri bu. Yani tekelci kapitalizmle birlikte kapitalizmin yapısal buhranlara çökmesinin sebebi bu. Bunu şimdiye kadar hep dünya savaşları ile geçiştirmeye çalıştı. Dünya savaşları artık çok tehlikeli olduğu zaman bölgesel savaşlara döndüler. Bu seferde düşük yoğunluklu savaşlara döndüler. Yani, durmadan bir çözümlerle bugüne kadar geldiler ama bugün artık işçi sınıfını, köylülüğü ya da hizmetlileri değil, doğrudan doğruya karşılarında tehdit olarak insanı görüyorlar. Dolayısıyla biraz ondan biraz bundan götürmeye çalışıyorlar. Bu da zaten mantıklı bir şey değil. Zaten artık sanayi uygarlığının çöküş sürecinde, kapitalistlerde mantık aramayacaksın. Onların yaptığı sadece kısa vadeli çözümlerle ayakta kalmaya çalışmak. İleriye doğru bir tarihsel perspektifleri yok. İleriye doğru bırakacakları hiçbir şey de yok. Bir anıt ve ya bir eser bile yok. Ben bunu 1999 yılında burjuva demokrasisinin 800 yılda geldiği nokta diye bir yazıda vurgulamıştım. Burjuvazi, tarihte hiç görülmedik ölçüde fırlama bir sınıf. Emekçi baldırı çıplakların -baldırları kapatan çorap giyme hakkı soylulara ait olduğu için onlara baldırı çıplaklar deniyordu- soylu sınıflara karşı kavgalarının içerisinden Fransız İhtilali’ni yükseltirken pazar ekonomisinin içerisinden tüccarlar yavaş yavaş palazlanarak bir burjuvalaşma süreci içerisine girdiler. Pazar nizamının içerisinde kendiliğinden doğmuş bir sınıf ve organizasyonları yok. Sonuçta burjuvazi hiçbir zaman uzun vadeli bir planla iş götürmemiştir. Bir kanal açar, 10 yıl 20 yıl idare edelim der, o yüzden hep yalpalar.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ropörtaj: Eren Arin Altay