Ergun Adaklı: “Devrimci dinamikler seni ileri doğru fırlatır, sen o fırlatmaya hazır mısın değil misin, sorgula kendini!” | Komün Röportaj

Bugün, tüm bu politik süreçler içerisindeki devrimcilerin insan olma özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Günümüzde özellikle gençlerin heyecanla dahil oldukları mücadeleden kısa sürede kopabildiklerine şahit oluyoruz. Süperkahraman gibi gördükleri ablalarının/abilerinin de zaafları, korkuları olan birer insan olduklarını, yanlış kararlar verebildiklerini ve bu yanlış kararların öngörülemeyen olaylara/durumlara yol açabildiğini gördüklerinde, yaşadıkları hayal kırıklıkları inançlarında zayıflamaya daha da kötüsü süreçten kopmalarına sebep olabiliyor. Bütün bunlara yol açan sebepler üzerine konuşmak, diğer bir ifade ile tanrıları yeryüzüne indirmek istiyorum.

1960’lardan günümüze 50 senedir bir mücadele geleneği içerisindesiniz. THKO’dan günümüze süreci en yakından bilenlerden birisiniz. Politikleşme sürecinin insan doğasında yarattığı değişimler sizce nedir?

Bu çok genel bir soru. Bu hangi tarihsel ortamda politikleşme sürecine girdiğine bağlı. Dünya devrimci sürecinin kabarış halinde olduğu devrimci atılım yıllarında politikleşme ile geriye düşüş dönemlerinde politikleşme farklı.

Sizin politikleşme sürecinizden ve sizde yarattığı değişimlerden bahsetsek.

Her tarihsel sürecin politikleşme tarzı ve düzlemi farklı oluyor. Bugün daha hala bizim 1970 başlarında ki devrimci kavgamızla yükselmiş, sonra çeşitli biçimlerde örgütlerde liderlik yapmış, ileri temayüz eden eylemlerde faaliyetlerde bulunmuş kadrolar, daha sonra geriye düştüklerinde veyahut da devrimci kavgadan uzaklaştıklarında, biz 68’liyiz diyerek bir kavram çıkarırlar. Benim 1997’de yazdığım uzunca bir makale vardı. “Biz 68’li değiliz” diye. 68, Avrupa’daki gençlik hareketlerinin çıkışını temsil eder. Biz oradan etkilenerek doğmadık. Biz çok farklı etkenlerden geldik. Bizi tarihsel olarak ileri fırlatan süreçler çok farklı kaynaklardan oluşur. Bunlardan bir içsel kaynaklar var, yani Türkiye’nin içinden kaynaklar var, bir de Türkiye’nin dışından, yani dış dinamikler var.

İçeride 1961 Saraçhane mitinginden itibaren ve onun sonucunda Türk işçi sendikal önderlerin TİP’i kurmalarından, sonra da 1967’de DİSK’in kurulmasından itibaren gelişen işçi hareketleri iç kaynaklardandır. Gelişen işçi hareketleri derken, doğrudan doğruya fabrika işgalleri, çatışmalar, yani yüksek düzlemde hareketler. Bugün Türkiye işçi hareketinin tarihine mal olmuş olan Kavel direnişi gibi, 1967 direnişleri veyahut da Demirdöküm, Sungurlar gibi 1969 direnişleri. Dolayısıyla işçi hareketinde muazzam bir kabarış, yeni bir sendikal perspektif, patronlara karşı mücadelede yeni bir düzlem oluşmuştu. Bunlar bizi politize eden iç dinamiklerin temel ögelerdir. Ama aynı zamanda 1960’ların başından itibaren başlayan toprak işgalleri, köylülerin hareketleri, küçük üreticilerin, yoksul köylülerin, topraksızların hareketidir iç dinamikler. Mesela Bafa Gölü’nün toprak ağalarından kurtarılması, yani köylülerin kendi topraklarını toprak ağalarından kurtarmak amacıyla yaptıkları Bafa Gölü işgalinden doğudaki toprak işgallerine, tütün üreticilerinden Ordu ve Giresun fındık üreticilerinin mücadelesine kadar ve tabii ki başta Amasya ve Sivas olmak üzere, şeker fabrikalarında gelişen pancar işçilerinin mücadeleleri. Bunlar süreğen mücadelelerdir ama aynı zamanda fındık mitingi, pancar mitingi, fıstık mitingi gibi tarihe mal olmuş büyük yoksul köylü mitingleri, toprak işgalleri ve mitingler. TİP vasıtası ile siyasallaşmaya başlayan gençlik hareketinin üzerinde esas politik etkinlik yaratan şey, bunlardır. Önünde sonunda o çağda hepimiz TİP’in içinden doğduk. TİP’in içinden gençlerin kurduğu bir federasyondur FKF. Gençlikte bu şekilde yayılma oldu Sonra Dev-Genç’e dönüştü. Her zaman toprak işgalleri ile işçi mücadeleleri ile fabrika işgalleri ile içli dışlı olmuştur. Ki zaten daha sonra THKP-C ve THKO’nun doğuşu sürecinde de, o işçi ve köylü işgal hareketlerinin getirdiği ilişkiler, THKO’nun ve THKP-C’nin kadro yapısında ve ilişkiler ağında kendisini göstermiştir. Diğer taraftan 27 Mayıs sürecinden gelmişiz. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren milli birlik komitesi genellikle albay düzeyinde olan ama daha sonra emekli olan belli kadroları, ABD’nin Türkiye üzerindeki vesayet düzenine kaşı yeni bir mücadele başlatmış. Tabii ki bazı gazeteciler -İlhami Soysal’lar başta olmak üzere- ABD üslerine karşı mücadele ediyor. Yani ABD emperyalizmine karşı bağımsızlık kavgası, 2. Kurtuluş mücadelesi olarak isimlendirilen kavga başlamış. Bu da tabii ki gençliği çok etkiledi. Ve sonra Dev-Genç, daha sonra Deniz’in Dolmabahçe’de ABD askerlerini denize dökmesi de dahil olmak üzere NATO’ya karşı direniş. NATO gemilerinin Türk kıyılarını, limanlarını kullanmasına karşı mücadelede Dev-Genç ön plana çıktı. Dolayısıyla hem ABD ve Avrupa emperyalizmine, NATO’ya karşı mücadele hem de içeride Türkiye’yi allak bullak sömüren patronlara ve ağalara -o zaman ki tabiri ile patron ağa devletine- karşı, kırsal bölgelerde toprak işgalleri ile veya üretici köylünün kendi hak mücadelesi ile ortaya çıkan kavgalar, Dev-Genç hep bunların içinde oldu. Mesela Akhisar’daki tütün mitinglerinde her zaman Dev-Gençliler vardı. Ama mitinge gelip gitmezlerdi. Mitingden çok daha önceleri gelir, köylülerle beraber kalır, tarlalarda çalışır, onlarla içli dışlı olur ve onların kavgalarının içerisinden yükseliş gösterirlerdi. Onları da beraber yükseltirlerdi. Dolayısıyla bizim çağımız böyle bir çağdı.

Ve aynı zamanda dünyanın dış dinamiklerinin korkunç derecede devrimci atılımı beslediği bir çağdı. Bir tarafta Çin Halk Cumhuriyeti kurulmuş, koskoca Çin dünyada emperyalist kapitalist sisteme meydan okuyan bir güç haline gelmiş; öbür tarafta Sovyetler Birliği sosyalist kuruluşun getirdiği yükselişle uzaya kadar giden bir çalışma sürecinde dünyada sözü edilir bir güç olmuş, diğer taraftan Vietnam emperyalist kurtuluş mücadelesi veren tüm halkların simgesi haline gelmiş… Vietnam savaşı bizim simgemizdi. Ho Chi Minh bizim simgemizdi. Tahakküme karşı baş kaldıran Küba devrimcileri, Castro ve Che Guevera önderliğinde Küba devrimini gerçekleştirmiş. Küba bizim simgemizdi. Diğer taraftan 1961’de Patrice Lumumba’nın Kongo’da başlattığı Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketleri giderek yayılmış. Mozambik’ten Angola’ya kadar kurtuluş mücadeleleri, oradan Güney Afrika’daki apartheid rejime karşı mücadeleler.

Bunlar hep, bizim dünyadan Türkiye’ye taşıdığımız devrimci dinamikler. Dolayısıyla böylesi bir ortamda devrimcileştik biz ve politize olduk. Ama şöyle bir şey söyleyebilirim. 1964 ve 1965’te Türkiye’de ilerici gençliğin politize olmasında esas etken ABD ve NATO’nun hegemonyasıdır. Ve Kıbrıs’a çıkartma yapmamızı engelleyen ABD’nin yani Johnson’ın mektubu, yani ABD’nin müdahalesidir. Dolayısıyla iş 1965’ten sonra Kıbrıs mitingleri ile başladı. Sonra giderek devrimcileşti. Dolayısıyla politize olma, o tarihsel çağın getirdiği çatışmaların, güçler dengesinin ve aynı zamanda bilinç ögelerinin tamamıyla farklı karakterlerinden kaynaklı. Böyle bir çağda giderek yükseldik. Türkiye’de tekelci kapitalistler giderek hegemonyalarını güçlendirip devlete egemen oldukça, çatışma yavaş yavaş TÜSİAD’cılarla kavgaya dönüştü. Dolayısıyla, bütün bunların karmaşası içinde yavaş yavaş TÜSİAD’cıların yani tekelci kapitalistlerin, NATO’nun derin devleti ile birlikte Türkiye’de faşist bir devleti örgütleme sürecine girişmesi ile beraber devrimci gençliğin de buna karşı yavaş yavaş bir silahlı mücadele yükseltme fikrini ortaya çıkarması biçiminde gelişti.

THKO ve THKP-C’yi doğuran budur. Alelacele doğmuştur. Yani sadece birkaç sene içerisinde, bu iş ancak silahlı mücadele ile çözümlenebilir denilerek hem dağlarda hem şehirlerde bir gerilla mücadelesine giriş için atak yapılmıştır. Bu atak süreci çok hazırlıksız olduğu için daha sonra lojistik olarak örgütsel olarak daha kalıcı bir şekilde kendini koruyarak devam ettiremedi. Liderlerimizi, büyük ölçüde kadrolarımızı kaybettik. Binlercesi cezaevine düştü 12 Mart faşist diktatörlüğü ile savaş sırasında. Ama sonuçta öyle bir atılım yaşandı ki, bu Türkiye toplumsal tarihine kazındı. Gözden kaçırılamaz şekilde bir tarihsel gerçeklik olarak kendisini ortaya koydu. Denizler Mahirler İbrahim Kaypakkayalar bunun simgesi. Dost düşman herkesin saygı ile anması gereken tarihsel simgelerimiz. Savaş ve devrimci atılım bu noktaya kadar yükseldi.

THKP-C’li değil de THKO’lu olmanızın sebebi neydi?

Ben neden THKO’lu oldum da THKP-C’li olmadım. Ben ODTÜ mimarlıkta bir Dev-Genç üyesi olarak, gerek basın faaliyetlerinde gerek kurye faaliyetlerinde gerekse de kitlesel eylemlerde görev üstlenirken, Dev-Gençliler olarak hep beraberdik. Ama sonra Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve Sinan Cemgil’in artık bu iş sadece barışçıl hareketlerle kitlesel eylemlerle olmuyor, mutlaka bir silahlı harekete başvurmak lazım, diyerek THKO’yu örgütleme çabasına giriştiklerinde, benim Dev-Genç’te yönlendiricim olan, benden daha yetenekli olan, yol gösteren ve beni eğiten yoldaşlarım, THKO’lu oldukları için ben de THKO’lu oldum. Bizim mimarlıktaki grubumuz -ki Dev-Genç faaliyetleri içerisinde önemli bir rolü vardı-, özellikle de beni yönlendiren yoldaşlar THKO’lu olduğu için. Yoksa (THKP-C ile) çok fazla bir ideolojik ayrımımız yoktu. Birisi dağlardan diyordu, öbürü şehirlerden diyordu. İkisi de gerilla mücadelesi diyordu ama THKO, daha fazla lafa gerek yok bir an önce eyleme girişmek gerekir dediği için, THKO’lu oldum. Zaten bir kaç ay sonra THKP-C’de aynı faaliyetlere, aynı atılıma girişti.

Dolayısıyla, böyle bir atılım süreci içerisinde geliştik. Şimdi bir sorun var, bugün pek çok genç kendinden üstün gördüğü yeteneklerine birikimlerine geçmişten gelen tecrübelerine çok büyük saygı duyduğu ablalarının/abilerinin eksiklerini görünce hayal kırıklığına uğruyor veyahut da geriye düşüyor. Bu neden oluyor? Bugün, geçmişte o devrimci atılımları yaratarak, bu savaşlardan geçerek yukarı doğru tırmanan kadroların pek çoğu şefler halinde örgütlenip kendi gruplarını kurup yukarıdan merkeziyetçi bir yapıyla yeni devrimci gençleri kendi çeperlerine katarak bir örgütlenme faaliyeti sürdürüyor. Kendilerini hep yukarıda tutuyorlar. Bu yukarıda tutuş tabii yeni katılan genç devrimcilerde bir simge olarak görmeye itiyor, fetişleştiriyorlar. Ama daha sonra onların da insan olarak pek çok zaafları, tabii aynı zamanda örgütsel ideolojik perspektifler olarak pek çok yanlışları olduğunu gördüklerinde hayal kırıklığına uğruyorlar. Özellikle son 25-30 yıldır genç yoldaşlarımı gördüğüm zaman şunları söylüyorum. “Evet, ne mutlu bana. Çünkü beni düz bir Dev-Genç üyesi iken giderek yönlendirip yetkinleştirip bu kavganın ta içlerine kadar girmemi sağlayanların pek çoğu, hatta hiçbiri, şimdi hala devrimci harekette değiller. 1974’ten sonra geri çekilenler de oldu, 1980’lerden sonra geri çekilenler de oldu. Ama ben onları hep sevgi ile anıyorum. Çünkü o zaman bizim önümüzde bir fetiş yoktu. Denizlerimiz vardı ama onlar savaş simgesiydi. Ama örgütsel olarak biz kendimiz kotarmak zorundaydık ve hepimiz birbirimize benziyorduk. Ama birilerimiz daha ileriydi ve onlar bizi “doğru yönetiyordu.” Doğru yönlendirmek ne demek? Senin düzlemine bakıyor. Ona göre, yapabileceğin kadar önüne sorun ve görev koyuyor. Bunları yapabilir misin? Yapabilirim diyorsan giriyorsun. Yapamam diyorsan sesini çıkarmıyor, zorlamıyor seni. Sen kendin kendi iradenle kendini ne kadar aşabiliyorsan, o. Ama aynı zamanda devrimci savaş ve devrimci simgelerimiz bizi zaten yukarı doğru çekiyor. Dolayısıyla, ben hiçbir zaman yanlış yönetilmedim. Gelişmem yanlış olmadı. Kimseyi benden yukarıda benden çok farklı, ideolojik politik olarak üstün konumda görmedim. Ama bu aynı zamanda 1960’larda dünyadaki devrimci atılımın tarihsel derinliklerden getirdiği bir özellikti bize. 1970’lerden sonra bu yavaş yavaş kırılmaya başladı. 1980’lerden sonra giderek daha kırıldı. Yani, ancak devrimci atılım yıllarında ortaya çıkan bir psikolojiye sahiptik biz. Bu psikoloji, Fransız İhtilalinden bu yana geliştirilen bir devrimci romantizm psikolojisiydi. Devrimci romantizmin temel perspektifi şudur; bütün dünya ve bütün evren senden sorulur, başkasından değil. Başkası öne geçecek de sen onu takip edeceksin, yok öyle bir şey. Şu toplum, şu emekçiler, şu sorun, şu fukaralık, şu problem, şu kavga hepsi senden sorulur. Yani devrimci kişilik geliştirmenin birincil maddesi, merkeze kendini koyacaksın. Önce kendini eleştireceksin, kendine hesap soracaksın, başkasına değil. Ve sonra bunu bir takım çalışması ile bütünleştireceksin. Cezaevinde bu sorunları tartıştığımız bir yoldaşımız çok güzel ifade ediyordu. Devrimci harekette 3 tür psikolojik düzlem vardır. Sen kültürü, ben kültürü, biz kültürü. Giderek yükselir.

Sen kültürü şudur. Özellikle 1970’ler ve 1980’lerin başında, devrimci harekete yeni giren gençlerin, genç işçilerin genç köylülerin, yoksulların, emekçi gençlerin psikolojisi, kendinin çok üstünde gördüğü fetişleştirdiği liderler vardı. Benim o liderlere güvenim tamdır, diyordu. O liderler ne yaparsa doğrudur, diyor ve kendisini sorgulamadan ve aynı zamanda çevresini de bu liderleri de sorgulamadan, içine girdiği siyasi hareketin sorunlarını da sorgulamadan sadece biat kültürü ile gidiyordu. Fakat o biat kültürü bir yerde duvara çarpıyor. Çünkü o liderlerin zaaflarını, problemlerini veyahut da içinde bulunduğu örgütün zaaflarını, problemlerini gördüğü zaman hayal kırıklığı yaşıyor. Meğer siz bu işi yapamıyormuşsunuza dönüşüyor. Niye, çünkü hep kendinin dışından bekliyor. Başarıları da zaafları da. Eleştirileri de dışına karşı, yani üstlerine karşı yapıyor. Kendisine karşı yapmıyor. Dolayısıyla daha henüz bağımsız, güçlü bir birey olma noktasında değil. Daha henüz başkalarına bağımlı. O başkalarına bağımlılık daha sonra hayal kırıklıklarına dönüşebiliyor. Ya fetişleştiriyor ya yerin dibine batırıyor. Biz bunlarla hep karşılaştık. Peki sen neredesin? Bizim çağımızda Türkiye işçi sınıfının, emekçilerinin, yoksul köylülerinin eğitim düzlemi, kültürel düzlemi, sosyolojik düzlemi çok daha zayıf olduğu için ileriye fırlayanları kahramanlar olarak görüyordu. Kendinden çok farklı. Derlerdi ki, Deniz meğer köylerde dağlarda bir damın üstünden sıçrayıp diğer tarafına atlayabilirmiş. Yani superman. Yok böyle bir şey. Deniz de bir insan ama iradesi güçlü. Her şeyi yapabilir mi, yapamaz. Başarısız da olabilir ama inandığı dava uğruna sonuna kadar giden adam, idam sehpasında bile. Onu simgeleştiren bu. Mahir’i simgeleştiren, bu. Sonuna kadar gidiyor. Çünkü kendinden sorumlu. Her şeyi kendinden soruyor. Ben yapmalıyım diyor, başkası değil.

Biz beraber çalışıyorduk THKO ve THKP-C, 1971 sonu, 1972’nin başı. Martın sonuna kadar beraberdik. Liderlerimizi beraber saklıyorduk. Aynı zamanda eylem ve keşif faaliyetlerini de beraber yapıyorduk. Samsun’a doğru Karadeniz’de eylem yapmaya giderken, o meşhur zulalı makarna kamyonuna bindirirken, THKO olarak biz önerdik Mahir Çayan’a, dedik ki, eylemden sonra biz size bir rehber verelim. Siz Karadeniz bölgesine sıkışıp kalmayın. Malatya’ya doğru geçin yani aşağıya Kürdistan’a doğru. Orada çünkü bizim çok geniş hem ilişki alanlarımız var hem de yeni gelmiş malzemelerle birlikte her şey tam teşkilat mevcut. Dolayısıyla oraya geçirelim. Eğer isterseniz, sizi korumak kollamak için Filistin’e geçirelim. Denizleri zaten yakalatmışız, sizi de kaybetmeyelim. Mahir bunu kabul etmedi ve ben ona her zaman saygı duyuyorum. Kabul etmeyişinin sebebi şu, bu kavgayı ben başlattım, sonuna kadar bu kavganın en başında yürümek zorundayım. Ben kendimi korumaya kollamaya doğru götürürsem geri kalanlarda güven eksikliği oluşur. Bu kavga o zaman yürümez. Yani başlatan bizler, sonuna kadar bu işin başında olmak zorundayız. Yani ölüm gerekiyorsa, ölüm. Dolayısıyla o zaman işte bu her şeyi kendinden sorma kendini her şeyden sorumlu tutma psikolojisi bizi ileri doğru fırlattı. Ama herkes bu ileri doğru fırlamayı yapabildi mi, yapamadı. Yapanlar fırladı.

Devrimci bir yaşamı kendisine yol edinen kişiler kayıplar, işkenceler gibi bir çok travmatik olayla/ durumla karşı karşıya kalabiliyor. Bu durumlarla başa çıkabilmek güçlü bir irade gerektirmekte. Siz bu süreçle nasıl başa çıktınız?

Bu tamamıyla girdiğimiz devrimci sınıfsal mücadeleye sonuna kadar güvenden kaynaklanıyor. Önümüzde bir Che Guevera örneği var. THKO’lu Ömer Ayna’mız Cihan Alptekin’imiz de dahil Sinan Kazım Özüdoğru gibi çok değerli THKP-C’li yoldaşlarımız da dahil, hepsi 30 Mart’ta Kızıldere de şehit düştükten sonra, Denizlerin idamını engellemek için bir rehin alma operasyonu planladık. Yani devletin ileri gelenlerinden birilerini rehin alacağız ki onlarla Denizlerin idamını durdurabilmek için pazarlık yapabilelim. Böyle bir rehin alma operasyonu bize düştü. Hazırlıklarımızı yaptık, her şeyimiz tamam. Böyle bir rehin alma operasyonuna gidiyoruz. Denizlerin idamı kesinleşmeli, kesinleşmeden önce böyle bir rehin alma operasyonu doğru değil. Kesinleşmeli ve artık darağacından başka bir yer görünmez hale gelmeli. Bütün süreçler bitmeli. Meclis ve cumhurbaşkanı onayı bitmiş ama İnönü en son cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir mektup yazdı, Denizlerin idamının durdurulması için, Cumhurbaşkanının af yetkisi var çünkü. Çıkarmayacaklar ama idam etmeyip müebbet verecekler. O mektubun sonucunu da bekledik. Son ana kadar, 4 Mayıs’a kadar yaklaşık 1 ay 5 gün falan bekledik. Cumhurbaşkanı, İnönü’nün bu mektubunu da reddetti, idam sehpası kuruldu, eylemi biz öyle gerçekleştirdik. O eylemde hedeflediğimiz jandarma genel komutanını rehin almaktı. Bunun için gittik, öldürmek için değil. Ama rehin alamadık, çünkü adamlar kalabalıktı. Biz daha rehin almaya çalışırken silahları çektiler, çatışma çıktı. Biz çatışmasız ani baskınla yapmaya çalışıyorduk, olmadı. Çatışma çıkınca tabi rehin alma gerçekleşemedi. O çatışmada jandarma genel komutanı bacaklarından yaralandı, yaveri de yaralandı. Nizamiyedeki bir nöbetçi asker öldü, oradaki görevlilerden de yaralananlar oldu. Biz de o çatışma içerisinde firar etmek, o bölgeden uzaklaşmak zorundaydık. Uzaklaşabilenlerimiz oldu da fakat mevziye yatmış olan iki yoldaşımız kıstırıldılar, birini orada kurşuna dizdiler. Niyazi Yıldızhan orada şehit düştü. Zaten aradan yaklaşık 36 saat geçtikten sonra da Denizler idam edildi. Biz de beraber kaçağa düştüğümüz, beraber barındığımız yoldaşlarımızın himayesinde barınmaya başladık. Düşün biz öyle bir eyleme girmişiz, zaten yanı başımızda bir yoldaşımız kurşuna dizilmiş, ondan sonra da Denizler idam edilmiş. Nasıl bir psikoloji olur? Bende coşkulu bir psikoloji vardı. Çevremizdeki yoldaşlar da büyük bir coşku içindeydi. Çünkü biz o eylemi yapmasaydık eziklik duyardık. Biz üstümüze düşeni yaptık sonuna kadar, ama gücümüz yetmedi. Üstelik eylem yaptığımız yerde Çankaya Köşkünün, muhafız alayının duvarının dibi. Zaten devlet erkanı panik oldu. Bu adamlar bu silahlarla buralara kadar nasıl geliyorlar. Biz oraya kadar gittik. Yapabileceğimizi sonuna kadar denedik, zorladık, olmadı. Denizlerimiz de idam edildi. Ama biz görevimizi, yapabileceğimizi yaptık. Gücümüz oraya kadardı. Denizler de kendilerine layık, tarihe mal olan bir tavırla idam edildi. Dolayısıyla bir üzgünlük, panik, kırgınlık falan yok, coşku var. Ama o çağın gerektirdiği buydu. Tarihsel dinamikler meselesi. Öyle bir devrimci düzlemdeydik ki dünyanın her yerinde şehitler veriliyordu zaten. Latin Amerika’sından Filistin’ine, Vietnam’ından Afrika’sına kadar her yerde şehitler veriyoruz. Ama bu şehitlerimizi boşa vermiyoruz. Bir savaşa giriyoruz ve tarihe yeni bir basamak ekliyoruz. Böyle bir basamak yok Türkiye’de. Bunu en güzel Deniz ifade eder. Ulucanlar cezaevinde yatarken, voltada yoldaşlarımız sohbet ederken, sohbet geliyor dayanıyor, ne kadar yaşarız ne kadar yaşamayız falan. Bir yoldaş diyor ki, peki cezaevinden çıktıktan sonra nasıl yaparız, devrimci faaliyeti nasıl devam ettiririz? Deniz diyor ki, oğlum ne çıkması, biz öleceğiz. öleceğiz. Bunu göze almış zaten, biliyor nereye gittiğini, bilmeden gitmiyor ki.

Bütün mevzu budur. Sen bir kavgaya giriyorsan baştan kendini tartacaksın. Tarihsel süreçleri, gireceğin yolu tartacaksın. Ben bunu sonuna kadar götürebilir miyim? Buna baştan karar vereceksin. Herkes yapamayabilir. Ama en doğrusu budur, baştan karar ver. Şimdi ben buna baştan karar verenlerdenim. Dolayısıyla yanı başımızda veya idam sehpalarında şehit düşen yoldaşlarımızı her zaman anıyorum ve şunu söylüyorum, ben artık sadece kendi hayatımı yaşamıyorum. Aynı zamanda o şehit düşen yoldaşların emanet ettiği bir hayatı yaşıyorum. Ben onlara borçluyum. Hep böyle yaşadım. Bu hayat sadece benim değil. Şimdi bütün mesele budur. Bizim Dev-Genç’ten THKO ve THKP-C’ye sıçrama sürecimiz veyahut da Gezi eylemleri, genç dinamik insanlar hiç ummadığın kadar ileri noktalara fırlıyorlar. Devrimci dinamikler böyledir, seni fırlatır ileri doğru. Sen o fırlatmaya hazır mısın değil misin sorgula kendini. Ben bu kavgaya tabii ki birkaç sene içerisinde adım adım derinlemesine dalarken hep sorgulamamı yaptım. Ama öyle ki geride bıraktığım hayatı bir daha özlemeyecek kadar sorguladım. Ama bizim bir başka psikolojik düzlemimiz vardı sonra kaybolan; önünde sonunda biz 1960’lı yılların tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de modern hayata doğru fırlattığı bir çağın çocuklarıyız. Hayattan zevk alma çağı. Latin Amerika gerilla hareketlerinin Küba’dan aldıkları genel bir karakteri vardır. Bir taraftan salsa yapar, bir taraftan hayatın bütün keyfini yaşar, öbür taraftan da savaşır. Şimdi burası önemli bir nokta. Çünkü Türkiye’de devrimci savaşa girip örgütlerde görev alıp da sonradan hayal kırıklığı yaşayan ya da hayal kırıklığı yaşamasa da cezaevine düşen ve sonra da ben bu topluma borcumu ödedim yeniden kendi hayatıma döneyim diyenler, bunlar yanlış bir psikolojik perspektif içerisindeler. Şundan dolayı, devrimci kavga öyle bir kavgadır ki hayatta yaşayabileceğin ne kadar zevk ve keyif varsa hepsini sana sunar, sen o keyfi almayı biliyorsan. Ben 1971’de başlayan o illegal örgütsel faaliyetler, savaşmalar, çatışmalar, dağlar… bütün o zorlukların içerisinde felaket bir şekilde hayatın bütün zevklerini, eğer mimar olarak yaşasaydım yapamayacağım kadar zengin bir şekilde yaşadım. Şimdi bugün hala 1980’li 1990’lı, bazen 1970’li yıllar da dahil olmak üzere, cezaevlerinde müebbet yiyip, yatıp çıkan yoldaşlardan özür diliyorum. Şaşırıyorlar, neden diye soruyorlar. Siz cezaevlerinde kapalı kalırken ben Filistin’den, Türkiye’den, Ortadoğu’dan, işçi emekçi köylülerle, gençlerle, yaşlılarla şahane bir hayat yaşadım, kusura bakmayın, diyorum. Ben bu devrimci savaşın keyfini yaşadım. Latin Amerika örneğini vermemin sebebi de budur. Latin Amerika gerillaları, devrimci savaşın gerilla mücadelesi içerisinde öyle bir hayat yaratırlar ki, hayattan alabileceğin bütün zevkler onun içinde vardır. Nazım’ın dediği gibi, asıl biz biliriz yemesini içmesini, doyasıya sevmesini, asıl biz biliriz. Hepsi devrimci hareketin içinde var.

Ama özellikle 1970’lerin sonlarından itibaren o örgütsel hiyerarşik katı kalıplaşma öyle bir oluştu ki, gençler bir örgütsel yapının içerisine girdiği zaman, daha önce yaşamlarında tattıkları zevklerin hepsinden uzaklaşmak, tabiri caizse oruca yatmak zorunda kaldı. Ben ona yemez içmez Hasan Paşa düzeni diyorum. Devrimci oruç gibi bir şey. Hayatın her türlü zevki dışarıda, yasak. Bir anımı anlatayım. Biz 3-4 Mayıs, uçak kaçırma – general rehin alma operasyon hazırlığındayız. 2-3 gün önce ben, beraber eyleme gideceğimiz yoldaşlara diyorum ki yoldaşlar hadi ölmeye gitmeden önce son bir kez bilardo oynayalım. Bilardo bizim zevkimiz. 2 Mayıs, eylemden 1 gün önce -eylem 3 Mayıs’ta olacaktı 1 gün ertelendi- eylemci 4 kadro, hadi bugün son kez biralarımızı içip bira keyfi yapalım. Ankara’da kafeteryaya gidiyoruz -Set Kafe- biralarımızı içiyoruz, cızbız köftenin yanında. İsa’nın son yemeği gibi, biz de son yemeğimizi yiyoruz. Ölmedik, şehit düşenimiz oldu, diğerlerimiz yaşadı. Yaşayanlar artık işte borçlu. Hem şehit düşenlere karşı hem de bizi 10 yıllar boyunca omuzlarında taşıyan, el bebek gül bebek besleyip bizim her türlü ihtiyaçlarımızı karşılayan örgütsel faaliyete her türlü desteği sunan işçi emekçi toplum kesimlerinin tümüne karşı. Daha doğrusu genel olarak söyleyeyim, halka borçluyuz. Onların sayesinde buralara kadar geldik. Ama o daha henüz sen kültüründe kalmış, yani ben bir örgütsel faaliyete bir devrimci kavgaya girerken fedakarlık yapıyorum zihniyeti ile girenler, sonra çıktıklarında psikolojileri şu, biz halka karşı görevimizi yerine getirdik, bu kadar. Biz onlara verdik, lütufta bulunduk 10-15 yıl. Şimdi artık eski hayatımıza dönebiliriz. Yok böyle bir şey. Bir devrimci kavgaya girdiysen bir ömür boyudur, hatta bir ömür yetmez. 2. Bir ömrü bulursak o da. Çünkü sen hep borçlusun. Sen eğer bu kavgada bir noktalara kadar geldiysen hem şehit düşen yoldaşların sayesindedir hem de seni buralara kadar getiren, omuzlarında taşıyan işçi ve emekçi halkın sayesindedir. O kadınlar, çocuklar, yaşlılar, yoksul insanlar, neleri varsa yoksa hepsini senin için döktüler ortaya. Hele 1970’lerde. Ne alyans kaldı ne evde halı. Neyi satabilirse satıp örgütleri besledi. Öyle bir psikoloji. Bu halk yani Türkiye halkları emekçileri her şeye layık. Çünkü biz gördük onu. Esas fedakarlığı yapan onlardı.

Devrimci, hayatın her zevkini tatmayı bilir, dediniz. Peki bu hayatın her zevkini tatmak ile küçük burjuva alışkanlıklar edinme arasındaki sınır nedir?

Bir devrimci kavgaya, savaşa, özellikle illegal mücadeleye girdiğinde hayatı doyasıya yaşamakla küçük burjuva alışkanlıklar arasındaki sınırı belirleyen şey, sen değilsin. İçinde kaldığın, yaşadığın, beraber omuz omuza mücadele verdiğin işçi yoldaşlarının yaşadığı semtlerdeki hayat tarzı, köylü yoldaşlarının yaşadığı, köylerdeki hayat tarzı senin bu sınırını belirler. Sınırı belirleyen onlardır, sen değil. Bununla ilgili bir örnek vereceğim. Sene 1974 sonu. Kurtuluş Halk Ordusu’nun 1. davasından yargılanan -THKO 1 davası Mayıs 1971, THKO 2 davası da Şubat veya Ocak 1972- yoldaşlar cezaevlerinden çıktıktan sonra biz dağlardayız. Teslim Töre ve ben kırsal bölgede şahane ilişkilerimiz var, depolamalar, mahzenler, her şey tamam. Çıkan yoldaşlarımızı tabii ki çağırdık. Özellikle Teslim Töre. O yoldaşlarla birlikte merkez komitesi de oluşturduk. THKO yeni baştan örgütleniyor. 4 dışarıdaki kadrolardan, 7 tane de içeriden çıkan kadrolardan. Onlar bizim köylerimizde dağlarımızda bizimle beraber kalıyorlar. Şehirlerde çalışıyorlar ama Teslim Töre ile görüşmeye, Teslim Töre o sırada hangi bölgede ise, özellikle köylere, dağlara geliyorlar. Bunların köylerdeki davranışı, istekleri, sofradaki, sigara içerken, yatarken, konuşurken davranışları, köylülerle ilişkileri. Öyle yabancı ve garip ki. Köylü yoldaşlar demez mi Teslim ve bana, bunlar size benzemiyor, diye. Sorun bu. Halbuki ben de aynı onların aile ortamından, sosyal ortamından geldim. Ankara’dan bürokrat bir sülalenin içerisinden geldim. Ama daha girişten, ilk dağlara çıkıştan, Filistin’e gidişten itibaren ve ondan sonraki süreçte, oradaki toplumlar beni yoğurdu. Yoğurarak beni farklı bir kişiliğe getirdi. Ama bu yoğurma tabii beni terbiye edecek laflar ile değil, davranışları ile. Mesela ben dağlarda, Filistin’deki Ortadoğu’daki yaşamımda neyi öğrendim. Bu toplumlar yürekleri parıl parıl insanlardan müteşekkil. İnsanın gözünün içine bakarlar, kalpten konuşurlar. Sen onların gözünün içine bakıp yürekten konuştuğun zaman sana dört elle sarılırlar, bütün yüreklerini açarlar, isterse eşkıya olsunlar. Bunu ben Halep Cezaevi’nde de yaşadım. Katil bölümünde, yani 250 tane katilden yatan insanla beraber kaldım. Ben, Temel Demirer, Suriye Kürdistanı’ndan köylü yoldaşımız Mıçe, bir de bize hudut geçişinde rehberlik edecek Şükrü yoldaşımız, beraber Halep Cezaevi’ne düştük, beraber kaldık. Orada katilden yatan can yoldaşlarım, bizim hem fedai hem Türk olduğumuzu öğrenince bizi baş tacı ettiler. Hepsinin katli var. Ama biz yürekten davrandık, onlar yürekten. İlk girişte ikramlar falan. 10-15 gün sonra Türkiye ile irtibat kurduk, paramız geldi. Beraber yapalım dedik, tamam dediler. Öyle güzel bir komün hayatı yaşadık. Öyle güzel insanlar vardı.

İşte, sınırı sen değil, içinde kaldığın yaşadığın, beraber omuz omuza mücadele verdiğin işçi, köylü yoldaşlarının yaşadığı semtlerdeki hayat tarzı belirler.

THKPC liderlerinden Aynullah Akça bir ropörtajında “Bizim dönemimiz öyle bir dönemdi. Gençler Deniz Gezmiş’in ruhundan gidiyorlardı. En azından O’nun böyle haksız yere idam edilmesine tepki gösteriyorlardı. Bence şimdiki gençler kendi döneminin ruhunu bulmalılar. Deniz Gezmiş bir semboldür ama o dönem bir daha yaşanmaz. Kendi dönemlerinde o zamanki heyecanı bulmaları lazım. Kendi nehirlerinde yıkanmaları lazım.” diyor. Siz de katılıyor musunuz? Sizce dönemin ruhu gençlerin üzerinde nasıl bir etki bırakıyor? Z kuşağı hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce gerçekten bir Z kuşağı var mı?

Çok doğru söylüyor, ben de onu şöyle söylüyorum. 68 kavramı ortaya çıktığından bu yana genç yoldaşlarıma diyorum ki; 68, Deniz Gezmiş’le, Mahir Çayan’la, İbrahim Kaypakkaya ile simgelenen bir tarihsel düzlemdir ama o geçmişte kalmıştır. Onun sürekli olarak ileri doğru aşılması gerekiyor. 68’li olmak marifet değildir. Sonra 78’li olacaksın. Sonra 88’li sonra 98’li olacaksın, diyordum. Şimdi 2008’li 2018’li olmak lazım. Kendi tarzını yaratmak lazım.

Ben x, y, z’leri sonradan duydum. Yani daha doğrusu uzaktan kulağıma çalınıyor ama sosyal medyada bulunmadığım için, internet kullanmadığım için oradaki tartışmaları da bilmiyorum. Ama şöyle bir şey var, her dönemin genç kuşağı farklı karaktere sahip. Bu çok farklı etmenlerden kaynaklanıyor.

Biri tarihsel etmenler. Yani şimdiki kuşak, çok daha teknolojik, modern bir çağda, iletişim çağında yaşıyor. Şimdi 68’li diye böbürlenenler, biz yaptık, biz biliyorduk gibi devamlı kendilerini yukarıda tutma pozlarındalar. Hayır, sen bilmiyorsun. Ey gençler, siz bizim bildiğimizin 100 katı daha fazlasını biliyorsunuz bugün, bilgi çağındayız çünkü. Boynuz kulağı geçmek zorunda, siz de bizi fersah fersah geçmiş durumdasınız, o birikim var. Ama bu geçme farklı etmenlerle çarpılıyor. X, y, z kuşağını bırakalım. Ben 1990’lardan sonra Özal Kuşağı derdim.

Biz 1950’lerden itibaren yükselen dünya çapındaki devrimci atılımın beslediği kuşaklar olarak toplumsalcıydık, yani küçüklükten itibaren hep toplumuna karşı sorumlu olarak yetişiyorsun, kendin için değil, toplum için istemek zorundasın. Bu Asya’sından Afrika’sından tabii ki Mezopotamya ve Anadolu’suna kadar, daha doğrusu Ortadoğu’dan başlayarak en az 10 bin sene önce gelişmeye başlayan -şimdi Göbeklitepe ile 12 bine çıktı. Yeni arkeolojik kazılar yapılıyor 15 bine doğru gidiyor herhalde- insan soyunun ürettiği komünal kültürün, komünal yaşam tarzının getirdiği bir toplumsal felsefe var. Toplum içinde birey olma. Batının kapitalist tarzı, kendi başına bireyselleşmeyi esas alır. Ama 10 bin yıldan başlayarak diğer bütün kıtalardaki, Aztek ve İnkaları da dahil edersen Latin Amerika, Çin’den Hindistan’dan Afrika’ya kadar, bireyi tek başına almıyor, toplumsallığı birey olarak alıyor. Bugün hala komünal kültür yaşamını devam ettiren Papua Yeni Gine’deki yerliler dahil olmak üzere hepsinde babadan oğula geçme bir aşiret liderliği yok. Toplumun önderliğini yapanlar, en çalışkanlar ve topluma en faydalı olanlardan seçiliyorlar. Kan bağı ile değil seçimle. Hala bizde eski aşiret düzeninin devam ettiği Beritanlılar’da da bu vardır. Beritanlılar aşiret liderlerini seçimle seçerler. Dolayısıyla, bizde tamamıyla toplumsallığı içinde birey felsefesi egemendi. Sen kendi dışındaki toplumuna ne kadar yararlı olursan çevreni de o kadar geliştirirsin. Bu benim her zaman tabirimdir. Kendin yiyerek doyamazsın. Çevrendekileri, yoldaşlarını, sevdiklerini doyurursan, yedirirsen o zaman doyarsın. Bizim gerilla mücadelesinin en başında edindiğimiz kültürdür. Bir gerilla kültüründe ne kadar yükselir ve komutan olursan o kadar çok görevin ve sorumluluğun artar. Ama aynı zamanda o kadar çok fedakarlık yapmak zorundasın. Yani önce yoldaşlarının ayağını sağlama bağlayacaksın, senin postalın eskise bile; önce yoldaşlarını sağlam, yumuşak yere yatıracaksın, sana bir kaya parçası kalsa bile; önce yoldaşlarını doyuracaksın, sen aç kalsan bile. Komutan böyle olunur, toplumsallığı içinde birey budur. Ama sen bunu yapmaz da merkeziyetçi kültürü dikte edersen, o zaman sen yukarıdaki kahraman olarak kalırsın ama aşağıdakiler senin zaaflarını gördükleri zaman pişman olur. Biz bunu yedirdik içirdik o kadar destek verdik, geldiğimiz noktaya bak diye bakarlar. İşte bu yüzden, ne kadar öndersen o kadar fukara olmak, aç kalmak zorundasın. Yani, en son sen. Ama 1990’lardan sonra Reagan ile başlayan neo liberalizm kültürü –insanları kendi içinde bireycileştirme, topluma karşı sorumluluklarını, toplumsallığı ortadan kaldırma- Özal ile birlikte gelişti bu Türkiye’de. Özal ile birlikte gelişen genç kuşakta bireyci kültür oluştu. Kendisini ihya etmeye çalışıyor. Sınıfsal kurtuluşu bir yana bırakıyor, kendi kurtuluşu ile uğraşıyor. Böyle bir yanı var ama aynı zamanda muazzam bir bilgi çağının içerisinde yaşıyor. Dolayısıyla etkileşiyor. Yani ne kadar toplumsallaşmaktan uzaklaşmaya çalışırsa çalışsın, önünde sonunda o yalancı sosyal medya aracılığı ile bile olsa durmadan iletişim halinde. Aynı zamanda bu iletişim sadece, Türkiye’deki bu internet çağına doğan gençler -sonradan görme solcular hariç- zaten internet ve sosyal medya üzerinden uluslararası ilişkilere de sahipler. Yani sınır falan kalmamış onlarda. Dolayısıyla bugün x, y, z kuşağı diyorlar da, bugünkü genç kuşak, yeteneklerini esasında Gezi eylemlerinde gösterdi. Gezi eylemleri tek başına mağrur bir hareket değil, flu ve karmaşık. Ama bir gerçekliği var. Yani bir lidere bir merkeze bağlanmadan da gençler, o korkunç iletişim ağı ile haberleşerek kendi kolektivitelerini yaratabiliyorlar. İşte dediğim hadise bu. Bizim çağımızda, yüzyıllar öncesinden gelmiş ve bizim çağımıza kadar dayanmış olan piramidal örgütlenme anlayışı vardı. Yani merkezden aşağıya doğru. Yani liderin etrafında örgütlenme. Lenin, örgütlenme anlayışında der ki, “bu piramidal örgütlenmenin tabanını geniş, yüksekliğini de dar tutalım, basık bir piramit olsun.” Daha ötesi yok çünkü bilimsel bilgi açısından, daha ötesine gidemiyor, evreni daha yeterince kavrayabilmiş değil ki. Piramidin ötesine geçemiyor. Ama biz merkezi olmayan kütlelerin, parçacıkların sürekli karmaşık etkileşim içerisinde bulunduğu yeni bir evren kavrayışı içerisindeyiz, koskoca bir evren. Hep birbirini besleyen hep birbirini yutan, bir tarafı genişlerken öbür tarafı çöken. Ama sonsuza kadar hareket halinde bulunan bir evren yapısı. Bunu kavradıktan sonra artık piramidal örgütlenme olmaz.

Bazı devrimcilerin çocuklarının sisteme adapte olduklarını görebiliyoruz. Bu durum sizce koşullardan ötürü devrimcilerin kendi çocukları ile yeterince ilgilenememiş olmalarından mı, çocukların ebeveynlerinin tercihlerine bir tepki olarak mı yoksa farklı bir durumdan mı kaynaklanıyor?

Eğer bir devrimci girdiği böylesi bir kavgada fedakarlık yaptığını düşünüyorsa ve bu psikoloji ile aile ortamı geliştiriyorsa, çocukta da doğal olarak, ben bu fedakarlığı yapmak zorunda mıyım anlayışı olur. Yani bu devrimci kavgayı keyifli bir hayat, zengin bir yaşam, aynı zamanda ailece yaşanacak korkunç güzellikler olarak görmezsen sen, bir fedakarlık olarak görürsen, o zaman yeni yetişen gençlikte, annem/babam böyle bir fedakarlık yapmış ama bizim çağımızda böyle bir fedakarlığa gerek var mı yok mu, diye sorar. Ama bu sadece gençlerde çıkmıyor ki. 1990’lara gelmişiz, tam da 92-93 Sovyetlerin yıkıldığı çağ. Geniş işçi ilişkileri içerisinde bir örgütlenme faaliyeti sürdürüyoruz İstanbul’da. Çok ileri düzeyde mücadeleci, militan işçi önderlerimiz var. Ve bu yoldaşlarımıza artık partiye üye olma çağrısı yapıyoruz. Pek çoğunun bize söylediği şey, tamam üye olalım, kavgaya girişelim, emekler verelim, hayatımızı kaybedelim veya hayatımızdan pek çok şey gitsin, zindanlara düşelim, tamam da, değer mi? Çünkü gördük. Bütün o savaşlardan mücadelelerden geçmiş Sovyet proletaryası geldi geldi sonunda sosyalizmden vazgeçti. Yani sonunda bizde sosyalizmden vazgeçeceksek, bu kadar çaba sarf etmeye değer mi? Mantık bu. Ve bunun karşısında bir şey yapamıyorsun çünkü sen tarihten, dünyadan bağımsız, sadece kendi iç dinamiklerinle yaşamıyorsun ki. İnsanlar Doğu Avrupa’nın ve Sovyetlerin çöküşünü yaşıyor. Tam da bu sırada sen o Sovyetleri yaratmak için insanları devrimci bir parti örgütlenmesine çağırıyorsun. Tabii muhasebesini yapacak. Sonu hüsranla bitecekse, bunca zahmet ve acıyı çekmeye değer mi? Biz değer diyoruz. Neden, çünkü Sovyetler çökmüş olabilir. Ama gelecek komünizme yönelik mücadele yine devam ediyor. Ama bunu biz söylüyoruz. Toplum o algıyı alabiliyor mu? Hayır, çünkü sağımızdan solumuzdan binalar üstümüze çöküyor. Avrupa komünizmi çöküyor. Çin Komünist Partisi ayakta dururmuş gibi yapıyor ama çürüyor. Castro’nun bile ayakları sallanmaya başlıyor, Papa’yı davet ediyor falan. Böyle bir çağda yaşıyorsun. Değer mi diye düşünüyor. Yani o sınıf bilinçli, mücadeleci, militan, sokak eylemlerinde, 88-89 bahar eylemlerinde ön safta yürüyen kavgacı, savaşçı yoldaşlarımız bunlar. Soruyor, Sovyetler çözülürken bizde Sovyetleri/sosyalizmi kurmak için böyle bir mücadeleye girsek bizim sonumuz ne olacak? Bunun muhasebesini yapmaya başlıyor. Gençler de bunun muhasebesini yapıyor. Bu başlı başına tarihsel, toplumsal, psikolojik irdelemesi yapılması gereken bir durum. Sovyetlerin çözülmesi kolay bir şey değil. Bütün dünyadaki emekçi sınıfları derinden sarstı. Polonya, Bulgaristan falan çökse anlarız da, Sovyetler Birliği… Ve bütün iktidar Sovyetlere şiarını tekrar yükselttiği sırada çöküyor. Bundan aynı zamanda o çağda yaşayan gençler de etkileniyor. Sadece gençler değil, uluslararası Marksist hareketin gözde filozoflarından Slavoj Zizek. Benim tabirim ile burnunun suyunu akıtıp ağlaya ağlaya “tamam kapitalizm buhranda, çöküyor, çözülüyor da ona karşı alternatifimiz yok ki” diyor. O da alternatif görmüyor. Yani, felsefi bir araştırmaya girip, buradan derinden bir yol çizmeye çalışan gençler bile karşılarında Zizek’leri Noam Chomsky’leri görüyor. Hepsi de ne yapalım kapitalizmi demokratikleştirmekten başka yolumuz yok, diyor. Obama seçildiği zaman Chomsky’nin etekleri zil çalıyor, aman ne güzel demokratikleşiyoruz, diye. Böyle bakıyor adamlar.

Peki o dönemde sizi ayakta tutan neydi? Örnek aldığınız bir kişi var mıydı?

Örnek aldığım birisi var. İsmini bilmiyoruz. Portekiz Komünist Partisi’nin 1974 devriminden önce, -askeri darbedir ama Portekiz Komünist Partisi ile yarbay önderliğindeki askerler beraber yaparlar ve devrim sonrası Mozambik, Angola gibi Portekiz sömürgeleri bağımsızlığına kavuşur ve faşist dikta yıkılır-. Portekiz Komünist Partisi’nin 1930-1940’larda ki savaşı sırasında, yer altı mücadelesindeki tecrübelerini, deneyimlerini ve başından geçenleri anlatan bir kitap; Yarın Bizimdir Yoldaşlar. Portekiz Komünist Partisi’nin herhalde ileri gelen örgüt önderlerinden birisi böyle bir kitap yazmış, bir el yazması. Sonra depolarından, mahzenlerinden birinde öyle kalmış. Kim bilir, belki de yazarı savaşta öldüğü için unutulmuş. 1974’te, devrimden sonra o kitap bulunup basılıyor. Türkiye’de de 1978 ya da 1979’da basılıyor herhalde. Şahane bir kitaptır. Bir komünist partisi nasıl yer altı çalışması yapar. Ama zaafları ve eksikleri ile beraber anlatıyor. Bir bölge komitesinin üzerinden anlatıyor. Bölge sekreteri Vaz yoldaş var. Eski ihtiyar yoldaşlardan Paul yoldaş var. Darbe yendiği zaman o eski yoldaş Paul yoldaş toparlıyor etrafı. Kim yazdı ise bu kitabı, biz onu örnek aldık. Bizim simgemiz odur. Darbe yiyor parti ve bölge komite üyeleri dahil hepsi yakalanıyor. Vaz yoldaş ve Paul yoldaş kalıyorlar. Koskoca bölgeyi toparlayacaklar. Sanayii bölgesi, işçiler var. Bir de kırsal bölgede köylü ilişkileri var. Aydınlar. Bu toparlama çabası sırasında tekrardan ilişkileri yenilemeye çalıştıkları sempatizanlarının, yoldaşlarının hepsinin dilinde şu var. “Çok kötü darbe yedik, parti bundan sonra ayağa kalkabilir mi.” Bunun endişesi var. Salazar faşizmi dönemi. O zaman Vaz yoldaş der ki, “yoldaşlar siz olduğunuz sürece bu parti var olacak, çünkü parti sizsiniz, parti benim. Ben tek başıma kaldığım sürece bu parti var olacak.” Devrimci romantizmin temel perspektifi. Her şeyi kendinden sorumlu bilirsin. Sen varsan çözüm de var demektir. Bu kadar basit. Tek başına kalsan bile parti sensin. Dolayısıyla iradi, psikolojik vb. yalpalamaya girmedik. Çünkü, parti sensin. Başka kimse değil. Başkasından bekleme, sensin. Sen kendinden bekleyeceksin. Yapabiliyor musun? O zaman parti var demektir. Sen bu kavgayı sürdürebiliyor musun? O zaman komünizme doğru çıkış yolu var demektir. Ben başkasından beklemedim ki.

Kaybettiğiniz arkadaşlarınızın aileleri ile görüşüyor musunuz? Ailelerin size karşı tepkileri nasıldı? Aileler ile yeterince iletişim kurabildiğinizi ya da yeterince destek olabildiğinizi düşünüyor musunuz?

O kadar çok şehit düşen yoldaşımız var ki. Hepsinin aileleri ile benim görüşmem mümkün değil. Ama bütün o kavgayı, süreçleri beraber yaşayan yoldaşlarımızın toplamı itibarı ile şehit düşen arkadaşlarımızın ailelerinin büyük çoğunluğu ile o sıcak ilişkiler devam ediyor. Onların hepsini benim gidip görmemin imkanı yok. İki nedenden dolayı. Ben ya kaçaktım yer altındaydım, herkese ulaşamam. Ancak, yoldaşlar vasıtası ile ulaşırım. Ya da cezaevindeydim, yine ulaşamam. Ama hepsi ile haberleşirim. Bazı şehit düşen yoldaşlarımızın aileleri bu kavgadan, bu mücadeleden biraz uzaktaydı. Ama ailelerinin ezici çoğunluğu bizim parti olarak tüm kadro yapımızla bir biçimde, hangi bölgedelerse o bölgedekiler vasıtası ile ilişkideler ve aynı zamanda gidip görüşemesek de uzaktan haberleşme ile o gerekli manevi bağlantı içerisindeyiz. Biz buradayız, biliyorlar.

Dönem dizilerini hiç izlediniz mi? İzlediyseniz yaşadıklarınızı izlemek nasıl bir duygu?

Uzak hatıra olarak kaldı ama ben iki tane dizi hatırlıyorum. O dizileri izlediğim zaman çevremdeki tüm yoldaşlara, arkadaşlara söylediğim şey şu oldu. Bu diziler, Denizleri Mahirleri burjuva legalite ortamında meşrulaştırma dizileri. 68’li bakışı ile bu kavgalara giriştik ama esasında biz meşruyduk, burjuva legalite içerisine bizi kabul edin, dizileri. Bu dizilerde ortaya çıkan şey şu, bunlar masum gençlerdi. Memleket ve vatan sorumluluğu ile bir kavgaya giriştiler, haklılardı. Bugün biz onların yolunu izlemeyiz ama onlar masumdu, idam edilmemeliydi, öldürülmemeliydi. Bakış açısı budur. Bu bakış açısı ile bu dizileri ortaya çıkardıklarında, İstanbul’da o zamanlar, genç işçiler arasında etkin çalışmaları ile ön plana çıkan bir genç devrimci arkadaşımız -1990 sonrası öğrenci koordinasyon hareketinin liderlerinden birisiydi- bu konuda sorulan bir soruya çok net cevap vermiştir; “Hiçbirimiz masum değiliz. Biz bir savaşa giriştik. Burjuvazinin legalitesi karşısında suçluyuz. Çünkü biz burjuvaziyi yok etmeye çalıştık. Siz bizi burjuva legalite içerisinde meşrulaştırmaya yani burjuva dünyası içerisinde bir simge haline getirmeye kalkmayın.” Bu kadar basit. Ama 68 kültürü diye tanımlanan kültürün özlemlediği, burjuva demokratik sistem içerisinde, legal zeminler içerisinde kendisine bir meşru konum oluşturmak. Denizleri ve Mahirleri de buna alet ediyor. Bu devrimci bir tarz değil. O zaman Ali Kırca’lar bile yazık oldu bu çocuklara diyorlardı. Ertuğrul Özkök yazısında, “Ben de 68’liydim. Deniz’in gözlerinde devrimi görürdük ama Mahir’in gözlerinde görmezdik” diye laflar eden bir adam. Ben de cevap yazmıştım, biz 68’li değiliz, diye. Tabii ki göremezsin Mahir’in gözlerinde. Çünkü, Mahir bir eylem, ajitasyon adamı değil ki. O bizim düşünsel, ideolojik, politik, üretim kadromuz. Yani o bizim düşünsel önderimiz. Biz onun gözlerine bakar, sözlerine bakar, yolumuzu öyle bulurduk Dev-Gençliler olarak. Deniz bizim eylem önderimizdi. Tabii ki gözleri çakmak çakmak olacak. O eylemci, ajitatif. Mahir düşünce adamı, ideolojik politikayı oluşturmada ön ayak olan insan. Bunları birbirine karşıt koymanın manası var mı? Hepsi bizim. Biz Mahir’den öğrendik, Deniz gibi de yaptık. Mesele budur. Sonuç itibarı ile Denizlerin, Mahirlerin, İbrahim Kaypakkayaların tarihsel konumu, sınıfsal mücadeledeki yerleri, devrimci kavgadaki yerleri farklıdır. O dizilerdeki oturtulmaya çalışılan konular çok farklıdır ve düzeysizdir. Ve böylesi diziler çıkarmak da burjuvazinin adiliğidir. Dizide Deniz’i oynayan genç, daha sonra bir ropörtajda şunu söylemişti, “Deniz öyle bir insan ki, ben Deniz’i oynuyorum ama O’nu ulaşılmaz hissediyorum.” İşte yarattıkları psikoloji bu. Deniz öyle yukarılarda ki, sen genç bir devrimci olarak ulaşamıyorsun bile. Oysa, senin Deniz’i geçmen lazım bugün devrimci kavganın ileri gitmesi için. Denizleri Mahirleri geçen yeni genç devrimcilere ihtiyacımız var. Bu olmadan ileri gidemeyiz. Denizlerin karşısında eziklik duygusu duyulmaz. Denizleri anıyorsan, Denizlerin sorumluluğunu üstlenirsin ve ben onların daha ötesine geçeceğim, onlardan daha iyisini yapacağım, dersin. Denizlerden daha iyi yapıyorsan sen devrimcisin. Yoksa perişan, pejmürde bir sempatizandan başka bir yere gidemezsin ve kendini hep aşağılarsın. İşte 68 kültürü denen kültür bunu yaratıyor. Gençleri hep o devrimci kavgaları sürdürenlerin karşısında ezik konumda tutmaya çalışıyor. Ezik konumda kalmamalısınız, bizi geçmek zorundasınız. Ben gençlere hep bunu anlatıyorum. Kendi tarzını, kendi kavganı yaratacaksın. Ve biz 1967’den itibaren, yani MDD hareketinin ortaya çıkışı ve 1969’da şekillenişinden itibaren, bizi hep geride tutmaya çalışan abilerimizden hatta amcalarımızdan nasıl koparak kendi devrimci tarzımızı yaratmışsak, sen de -onlar seni ne kadar baskılarsa, ne kadar üstünde hegemonya kurmaya çalışırsa çalışsın- o geçmiş kuşaklardan koparak kendi tarzını yaratmak, kendi savaşını yükseltmek zorundasın. Denizleri Mahirleri aşarsan Türkiye devrimi bir yerlere gider. Ama onların karşısında hep ezik durur, ben onlara yetişemem dersen, devrimci hareket bir adım öteye gidemez. Çünkü Denizlerin, Mahirlerin, hepimizin çok büyük hataları var. Biz daha 1972 sonbaharında, daha o kavga devam ederken, edindiğimiz deneyimler ve hatalar üzerine koskoca bir değerlendirme broşürü çıkartmıştık; faşizme karşı devrimci mücadelenin taktik sorunları. Neydi bizim yaptığımız hatalar diye. Bunları objektif olarak çıkarmazsan, kendini sorgulamazsan ileri gidemezsin. Ki, o çağda o kavgayı verenlerin pek çok taktiksel, eylemsel, yaklaşım ve yöntem hataları vardı. Ama öyle bir irade ile girdiler ki kavgaya, sonuna kadar. Dolayısı ile onlar bizim baş tacımız. Baş tacı olmak başka, onları aşmak başka.

Etrafınızda itirafçı olan tanıdıklarınız oldu mu? Bu durum sizde nasıl izler bırakıyordu?

İtirafçı olan bir arkadaşım yok. Ama şundan yok. Böbürlenmek için söylemiyorum. Bizim THKO, THKO/MB ve sonra da TKEP’te gelişen kadro yapısı içerisinde, özellikle 1980’lerde 12 Eylül faşist darbesi döneminde, yakalanan ve işkencede şehit düşen yoldaşlarımız içinde, çözülme çok az oldu. İtirafçı yok. Ama aynı zamanda bu, bizim o sözünü ettiğim, 1972’den sonra, geçmişten gelen zaaflarımızın aşılması doğrultusunda ki irdelemelerimiz üzerinden örgütlenme faaliyetine giriştiğimiz için.

Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Röportaj: Eren Arin Altay