Milenyum diye tabir ettiğimiz modern çağda bir taraftan teknolojik gelişmeler son hız devam ederken ve insan ömrünü uzatmak için bilimsel çalışmalar sürerken, bir taraftan da SARS, AIDS gibi son yıllarda ortaya çıkan virüslerle mücadele etmek zorunda kalınıyor. 2019 sonrası yeni bir virüsü türü olan SARS-CoV-2 ya da bildiğimiz adı ile Covid-19, tüm dünyanın bilinen yaşam tarzını terk ederek bir anda yeni bir yaşam tarzına geçmesine sebep oldu. İnsanlık hem hayati bir riskle mücadele etmeye hem de yeni normal denen kavrama alışmaya çalışırken, kendisini yıllardır izlediği bilim kurgu filmlerinin içinde buluverdi. Bu yeni virüs türü hakkında çeşitli spekülasyonlar üretildi, sınıfsal farklılıklarını ortadan kaldırdığı şeklinde yorumlar yapıldı. Bugün sizinle hepimizin hayatını derinden etkileyen ve yaşamsal tüm alışkanlıklarımızı değiştirmemize sebep olan yeni tip koronavirüs hakkında konuşmak istiyoruz.
Pandeminin başlangıcında virüsün zengin fakir herkesi eşitleyeceği, sınıfsal ayrımları ortadan kaldıracağı iddia edildi. Koronavirüs sizce de sınıfsal ayrımları kaldırır mı, kapitalizmi çöküşe götürerek komünist bir dünyanın inşa edilmesine olanak sağlar mı?
Koronavirüsün sınıfsal ayrımları ortadan kaldırdığı iddiası tamamen gerçek dışı bir iddia. Pandemi komünizmi getirmez. Pandemi zaten emperyalist kapitalistlerin kendi egemenliklerini ve çöküş sürecine giren egemen sistemlerine karşı aşağıdan gelebilecek işçi emekçi ayaklanmalarını mümkün olduğunca frenlemek için gerçekleştirdikleri bir hadisedir. Ben o yüzden koronavirüs saldırısını emperyalist kapitalist sistemin tüm insanlığa ve emekçi halklara karşı giriştiği düşük yoğunluklu psiko-biyolojik savaş olarak değerlendiriyorum.
Pandemi için düşük yoğunluklu psiko-biyolojik savaş tanımını kullandınız. Bu savaş sizce ne zaman başladı ve bugüne nasıl gelindi?
1997 yılında Londra’da Scotland Yard’ın konferans salonunda, NATO’ya bağlı ülkelerin seçilmiş askeri ve sivil stratejik uzmanlarından oluşan, son olarak 2500 strateji uzmanının olduğu, stratejik tehdit algılama konferansı yapıldı. Esasında bu bir sonuç toplantısıydı. 1992 yılında SSCB çözüldükten sonra devam eden değerlendirme ve istişare sürecinin sonucunda konulmuş noktaydı. Sorun şuydu, NATO, SSCB’den yavaş yavaş batıya ve aynı zamanda Çin’le beraber doğuya uzak Asya’ya doğru yayılan, oradan Latin Amerika’ya sıçrayan komünizm hüyelasına, özellikle de bunun ana gücü olan Varşova Paktı’na karşı kurulmuş bir ittifak sistemiydi. Sosyalist sistem çöktü, Varşova Paktı da yok, o zaman NATO niye var? NATO’nun devam etmesi için yeni bir düşman algısı yaratmak, yeni tehditler manzumesi oluşturmak zorundalardı. Londra’da yapılan toplantıda bir stratejik tehdit algılamaları raporu kararlaştırıldı. Ve bu rapor, 1997 sonrası NATO’nun stratejik yönelimlerini belirleyen ana belge oldu. Bu belgeyi Türkiye’de Özgür Gündem gazetesi dışında hiçbir ulusal kanal ya da gazete yayımlamadı. Bu raporda konu şuydu, bugün batılı ittifak sisteminin karşısında ki en büyük tehdit, yoksul işçi, emekçi toplumlarından aşağıdan doğru gelecek başkaldırılardır, birincil tehdit budur. Bu başkaldırıların yoğunlaşmasının sebebi, dünyada ki gelir dağılımı uçurumunun giderek derinleşmesidir. Yoksullaşan ve gelir dağılımı eşitsizliğinde giderek dibe batan ve onların ulusal gurur kırılmalarının yarattığı psikolojiden ötürü yükselecek yeni bir başkaldırı dalgası, NATO’nun önünde stratejik temel tehdittir. Bu temel tehditlerin yükseleceği belli bölgesel alanlar var. Bunların başında birincil olarak Kafkasya ve Kuzey Afrika dahil, Fas, İran, Pakistan ve Afganistan’ı da içine alan Büyük Ortadoğu bölgesi. İkincil bölge olarak ise Latin Amerika. Latin Amerika’nın ikincil bölge olmasının sebebi, başkaldırı potansiyeli ve iç dinamikleri itibarı ile derin ancak küresel planda kıyıda kalmış bir bölge olması. Dolayısıyla birincil tehdit olarak, Büyük Ortadoğu’dan başlayacak başkaldırıları ön plana aldılar.
NATO, aşağıdan gelebilecek başkaldırılardan sonra ki ikincil tehdit olarak, şimdi siber terör diye adlandırılan terörü esas aldı. Çünkü siber terör onların tüm alt yapı sistemlerine, stratejik sistemlerine, uydu ve nükleer silah sistemlerine çok büyük zarar verebilecek bir tehdittir. Bunu ön plana çıkarmalarının sebebi, o zamanlar hackerlard düzeyinde olan, yani internet üzerinden emperyalist kapitalist kurumların, şirketlerin, devlet ve başkanlık sistemlerinin içine sızmaya çalışan korsanlardı. Daha sonra bu hackerları -ben onlara sistem fareleri diyorum, sadece sistemin açıklarını yakalamaya çalışan ama ideolojik perspektifleri olmayan unsurlar- siber teröre karşı savunma sistemlerini daha güçlü hale getirmek için emirleri altına aldılar. Hackerlardan sonra NATO’nun stratejik tehdit algılamalarında yeni bir kavram gelişti, trackerlar. Trackerlar sistemi yıkmaya çalışan, politik amaçları olan gruplar. Bizde ki RedHack gibi. NATO’nun bu stratejik tehdit algılamaları sonucunda ortaya çıkan stratejik yönelişte NATO’nun perspektifi şu oldu, doğuya doğru harekat ve ortaya net bir tarihleme koydular. 2020’ye kadar ki süreçte, dünyanın bütün bölgelerinde, Asya’da Çin Seddi’ne kadar olan tüm alanlarda -Çin çok büyük, gözleri kesmiyor- batılı sistemin ekonomik, politik ve siyasi hegemonyasını kuramazsak batılı sistem çökme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Dolayısıyla, kontrolümüzde olmayan ve ya kontrolümüzden çıkmaya çalışan ne kadar ülke varsa dize getirmek zorundayız. Doğuya doğru harekat kararı alındı ve bir planlama gerçekleştirildi. Irak işgali için 2001 yılı planlanıyordu fakat geç kalındı ve 2003 yılında işgal edildi. İran’ın dize getirilmesi için 2005 tarihi belirlendi. Buradan Afganistan, Pakistan ve Hindistan’ı da, aynı zamanda Ortadoğu da ki diğer ülkeleri de kontrol etmenin kolaylaşacağı düşünülüyordu. Harekatın diğer bir yönü Afrika’ya doğru. Afrika’da NATO’nun daha büyük bir güç bulundurması ve daha etkili olabilmesi amaçlandı. Bu işgal ve çapul hareketinde ekonomik ve askeri zor ile o bölgelerde ki kaynakları çapul ediyorsun ama o bölgelerde yeni ekonomik alanlar, üretim alanları oluşturmuyorsun. Yani ekonomik ve askeri zor, ekonomik gelişmişlik getirmiyor.
1992’de SSCB çöktü ve 1996 yılına kadar ki sadece 4 yıllık süre içerisinde Rusya ve Rusya ile birlikte SSCB’nin Asya ülkeleri öyle bir çapul düzeni ve dize getirme davranışı ile karşılaştı ki, bu durum bahsettiğim ulusal gurur kırılmasını yarattı. Tekrardan bir dönüşüm başladı ve Boris Yeltsin böylesi bir süreçte aşağıdan gelen baskılar karşısında iktidarı Putin’e devretmek zorunda kaldı. Ama iktidarı devretmeden gidip Çin ile çok kapsamlı bir anlaşma yaptı, Şangay Antlaşması. Bu antlaşmaya katılan diğer ülkeler ile birlikte -Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan- ekonomik, sosyal, politik ve askeri işbirliği paktı kuruldu. Bu pakt 1990’ların sonlarına doğru batılı sisteme karşı bir tehdit oluşturmaya başladı. Daha sonra Özbekistan’ın katılması, Pakistan ve Hindistan’ın da gözlemci ülke olmaları ile birlikte giderek büyüdü. 2000’lerin başlarında Şangay Altılısı temsilcileri, tek kutuplu dünya diye bir şey olmaz, dünya ekonomik, politik, sosyal alanda çok kutuplu olacaktır, şeklinde bir tavır geliştirdiler. Batılı sistem için en büyük tehdit budur. Gelişmiş ülkeler topluluğunun tüm dünyada ki kaynak sömürüsünü devam ettirebilmesi gerekir. Çünkü, ABD’den başlayarak, Almanya hariç diğer Avrupa ülkeleri sanayii, tarım, turizm ve diğer hizmetler sektöründe giderek yaşlanmaya ve dinamizmlerini kaybetmeye başladılar ve yeterince yatırım yapamıyorlar. Dolayısıyla, bu alanlarda batılı sistemin kendi bölgelerinde genişletilmiş yeniden üretim sürecini ileriye doğru taşıması diye bir durum söz konusu değil. Ancak başka kıtaların kaynak sömürüsü üzerinden kendi ekonomilerine kaynak aktarabilirlerse ayakta kalabilirler. Bunun için ara süreçlerde bir takım müdahalelerde de bulundular. Mesela, 1996 Uzak Asya borsa krizi gibi.
ABD ve Avrupa’da ki batılı sanayii, hizmet, dijital sektör vb. tekelleri ve petrol tekelleri itibarı ile aynı zamanda dünyaya bakışta bir farklılık meydana geldi. Mesela, petrol, otomotiv ve silah tekellerinin oluşturduğu ve New York’u eksen alan büyük dev tekeller (BP, Shell, Exxon gibi petrol tekelleri; Ford, General Motors gibi otomotiv tekelleri; Boeing, General Elektrik gibi havacılık, silah ve uzay sanayii tekelleri) 1960’lardan sonra geliştirdikleri sömürü sistemini devam ettirmeye çalıştılar. Ancak, 1990’ların sonuna gelindiğinde Kaliforniya’da yeni bir süreç gelişti, Silikon Vadisi süreci, dijital ve yazılım tekelleri. Artık sanayide, tarımda, hizmetler sektöründe, sağlıkta, eğitimde, özellikle de ulaştırma ve haberleşmede dijital teknolojinin vazgeçilmez üstünlüğü, yazılım programlarının hegemonyası, başta IBM ve ardından Microsoft olmak üzere başka şirketlerin ön plana çıkmasını sağladı. IBM, 1990’ların başında dünyada ki en büyük 5 tekel içerisinde yer aldı. 1990’ların sonlarından itibaren Microsoft, Oracle başta olmak üzere yazılım ve dijital teknoloji şirketleri dünyanın en büyük tekelleri olmaya başladılar. 2010’lara gelindiğinde Microsoft dünyanın en büyük tekeli ve patronları da dünyanın en zenginleri olmuştu.
2010’lardan sonra küresel alanda bütün kıtaları kapsayan kişisel iletişim hizmetleri sektörü ön plana çıktı, Facebook ve Google gibi. Bunlarla birlikte internet üzerinden pazarlama sektörleri gelişti, Amazon gibi. Bugün Jeffrey Bezos, dünyada daha önce kimsenin erişemediği kişisel servete sahip olarak bu alanda rekor kırmış en zengin kişidir. Dünyada muazzam bir gelir dağılımı uçurumu var. Bundan daha 4-5 sene önce BM’nin açıkladığı istatistiklerde görülen şey şuydu, dünyanın en zengin 8 kişisinin kişisel servetleri, dünya ülkelerinin yarısının toplam ulusal gelirinden daha fazla. Bunlar muazzam kaynak aktarımları.
Emperyalist kapitalist sistem artan tekel karı yasasına ayak uydurmadan ayakta kalamayacağını ispatladı. Yani kaynakları toparlamak, her sene daha fazla kar elde etmek zorunda. Karınız düşüyorsa çöküş sürecindesiniz demektir. Öyle bir noktaya geldi ki, Bill Gates ve Warren Buffett gibi 2010’ların en zengin kişileri 2020’lere yaklaşıldığında, “ne yapacağız biz bu kadar kaynak birikimini, zenginliklerimizi artık yoksul toplumların yararına kullanmalıyız, bu kadar kaynak birikimini biz ne yapacağız” demeye başladılar. Ama artık ön plana çıkan Jeffrey Bezos gibi, Elon Musk gibi kişilerin servetleri muazzam rakamlara ulaştı. Tekelci kapitalist sistem temerküz yasasını işletmeden duramıyor. Ama artık dünya üzerinde ki bütün insan toplumlarının durumu da, üretimi ve elde ettikleri gelirler, bu kaynak sömürüsünü durmadan beslemeye yetmiyor. Dolayısıyla da, gelir dağılımı uçurumu felaket bir şekilde artıyor. Böylesi bir süreç yaşanırken, 2020’ye doğru tehdidi, emperyalist kapitalist sistemin önüne çıktı. Sistemin çökme tehlikesi ile karşı karşıya kalmasının belli sebepleri var. Bunlardan birisi gelir dağılımı uçurumunun giderek yükselmesi ve giderek aşağıdan homurtuların yükselmesi. Diğeri, Kaliforniya bazlı dünya dijital tekellerinin dünya pazarlarında yükselişi ile birlikte doğan yeni eğilim. Bu yeni eğilim ve geliştirdikleri yeni perspektif şuydu; bizim için sınırlar, hangi ülkede yatırım yaptığımız önemli değil, biz global bakıyoruz, bütün ülkeler bizim. Birde böyle bir yaklaşım ile onları besleyen ve yavaş yavaş yükselen Kaliforniya merkezli özel Amerikan Bankası vardı. Ve Kaliforniya eksenini oluşturarak dünyanın tümüne yatırım yapmaya başladılar. Bu bakış açısı ile Çin’e muazzam yatırımlar yaptılar. Çin’de bunları değerlendirdi ve bir dönem ekonomisinin yıllık büyümesi %10’lara ulaştı, sonra %8,5’lara düştü. Emperyalist kapitalist sisteme Çin’in bu %10, %8,5’lik ulusal gurur büyümesi ile tüm küresel pazarlara genişletilmiş yeniden üretim süreci pompalaması, emperyalist kapitalist sistem için artık bir ihtiyaç haline geldi. Çünkü emperyalist kapitalist ülkeler kendi üretim süreçlerini kendileri genişletemiyorlar. Çin bu üretim süreçlerini geliştirdiği zaman, ihraçlarla, teknoloji transferleri ve yatırımları ile Latin Amerika’dan Afrika’ya, şimdi de eski ipek yolu tünel hattını tekrardan işletmeye alarak her tarafa genişletilmiş yeniden üretim süreçleri yayıyor ve yeni pazar alanları doğmasını sağlıyor. Yeni pazar alanları kapitalizmi besleyen bir hadisedir. Çin, Ortadoğu’ya da böyle bakıyor. Halbuki, Kaliforniya piyasasının da Ortadoğu’ya yeni bir bakış açısı varken NATO’nun geleneksel, bildik yöntemlerle, askeri ve siyasal müdahaleler ile Ortadoğu’yu dize getirmeye, kontrolü sağlamaya ve kaynak elde etmeye çalışması, emperyalist sisteme büyük bir darbe vurdu.
Irak’ı işgal etmek ve kontrolü altında tutmak ve sonra da Suriye’ye müdahale etmek ve kontrolleri altında tutmak için yaklaşık 1,5 trilyon dolarlık bir askeri ve siyasi bir harcama yaptılar. Peki bunun karşılığında ne kadar kaynak kazandılar? Sadece petrol yollarını açık tutmaya çalıştılar, o kadar. Artık köhnemiş olan yeni sömürgeci politikalarla kaynak sömürüsü artık çok bir şey ifade etmiyor. Aynı şekilde İran meselesinin çözümünün zorlaştığı görüldüğü zaman ABD’yi asıl yöneten Pentagon eksenli neoconlar, İran’ı atlayıp bir an önce Afganistan’a ulaşmak istediler ve 2001 yılında ikiz kulelerin danışıklı dövüşle vurulması üzerinden Afganistan’a müdahale ettiler. Afganistan batağına battılar ve orada yüzlerce milyar dolarlık harcama yaptılar ve karşılığında aldıkları sadece siyasi kontroldür. Ancak şimdi o kontrolde yok artık. Çünkü, o kontrol üzerinden Tacikistan’a, Kırgızistan’a, Pakistan’a daha fazla nüfuz etmeye çalıştılar ama bu durumda fos çıktı. Bu ülkelerin hepsi Şangay Birliğinde. Dolayısıyla, bu askeri ve siyasi zorla hegemonya sağlama, kendilerine fena halde pahalıya mal oluyor. Ve bu pahalıya mal olma öyle bir noktaya geldi ki, daha 2008 yılında ABD, dünyanın en büyük borçlu ülkesi haline gelmeye başladı.
Bu dönemde Çin, çok yüksek miktarlarda Amerikan devlet tahvilini elinde tutuyordu. Olası büyük bir kopuş halinde dünya piyasasına sürerek, ABD ekonomisini zarara sokmak üzere bir kozdu bu tahviller. Çin yaptığı yatırımlar ve teknolojik gelişmeler derken ucuz işgücü, ucuz maliyet cenneti olmaktan çıktı, yüksek teknolojili üretim ülkesi haline gelmeye başladı. Süreçte Huawei’ye kadar geldi, 5G teknolojisinde dünya lideri. 5G teknolojisi dünya teknolojilerinde, dünyada ki bütün iletişim alanlarında, bütün ezberleri bozan bir hadisedir. Dolayısıyla Huawei’nin de yükselişi ile beraber, batılı sistemin bacakları titremeye başladı. Huawei’ye, Çin’den ve Rusya’dan yükselen küresel iletişim sistemlerine karşı kısıtlama ve yaptırım furyası başladı. Özellikle elektronik ve dijital sektöründe Çin’in ürettiği ürünlere karşı yüksek vergi uygulaması yapıldı. Dolayısıyla, ABD ve Avrupa emperyalizminin elinde ki petrol, silah ve otomotiv tekellerinin hegemonyasının ötesinde çok daha büyük hegemonya vardı; dijital teknoloji hegemonyası. Artık 2020’ye yaklaşıldığında, Çin Seddine kadar olan dünyanın bütün alanlarında ekonomik, sosyal, siyasal kontrolü sağlayamayacakları ortaya çıktı. Ve bununla beraber, birde Çin 2016 yılından sonra, büyüme hızında düşüşe gitti ve %8,’tan %6’ya düşürdü. Çin büyüme hızını %6’ya düşürdüğünde, BM ekonomik kalkınma teşkilatının sekreteri bile feryat etti. Tabii sadece Çin değil, Hindistan’ın, Endonezya’nın, Malezya’nın, Güney Kore’nin, Singapur’un, Vietnam’ın dinamik ve büyük üretim süreçleri var. Emperyalist kapitalist sistem tekelci kar yasasını ucuz işgüci vasıtası ile oradan çalıştırıyor. Bu ülkelerin büyüme hızları düştükçe, uluslararası tekeller darlaşmaya başladı. Nereden elde edecek o kadar kaynak sömürüsünü, çapul da yetmiyor, yeni kaynak alanları kalmadı. Dolayısıyla, alarm zilleri 2016 yılından çalmaya başladı.
Bende genç yoldaşlarıma durmadan, NATO’nun stratejik tehdit algılamalarında vurguladığı tarihi belirterek 2020’ye hazırlanın deyip duruyordum. Artık emperyalist kapitalist sistem bir devresel buhrana doğru falan gitmiyor, sistem tümüyle yapısal bir tıkanmaya doğru gidiyor. Tekelci kar yasasını çalıştıramıyorlar ve daha fazla kaynak aktaramıyorlar. Zaten zirveye çıktılar, onun ötesi yok. Daha ileri gidemezsen, çökersin. Bu gidişatın, tam da NATO’nun 1997 yılında tehdit algılamaları stratejisinde söylediği gibi, gelir dağılımı uçurumu korkunç derecede derinleşmiş olan halklardan yükselecek başkaldırıların giderek daha fazla karşılarına çıkacaklarını biliyorlar. Bunu engellemek için 10 yıldır aynı zamanda Afrika’dan, Güney Asya’nın çok yoksul alanlarından Avrupa’ya doğru, Latin Amerika’dan da ABD’ye doğru göçmen dalgasını kendileri körüklüyorlar. Çünkü, o göçmenler kendi ülkelerinde üretimsizlik ve açlık içerisinde kaldıkları müddetçe patlarlar. Onların önüne yeni bir umut koyuyorlar. Böylece göçmen hareketi, aşağıdan gelen başkaldırı basıncının düşürülmesi için bir araç olarak kullanılıyor. Bu göç hareketi içerisinde muazzam bir emek verip hayatını ortaya koyuyor. Hayatını ortaya koyacaksan, kendi ülkende efendilere karşı savaşabilirdin. Bu muazzam bir bilinç çarpılmasıdır.
1990’ların başında, tam da SSCB çözülürken, kendisine eski sosyalist diyen biri çıktı İtalya’dan, Antonio Negri ve Michael Hardt İmparatorluk diye bir kitap yazdı. Tespiti şuydu; batılı sistem dünyanın efendisi olmuştur, bundan ötesi yok ve kimse de yıkamaz. Dolayısıyla, sınıf mücadelesi, işçi ve emekçi halkların mücadelesi, bunların tümü geçmişte kaldı. Şimdi, batılı kapitalist sistemi tehdit eden esas büyük unsur, göçmen hareketidir. Batılı kapitalist sistemin durağanlaşmasına gerekli dinamik müdahaleyi yapacak olanlar göçmenlerdir. Göçmenlerde bir devrimci dinamik var ve emperyalist kapitalist metropollere gittiklerinde, oraları dinamize edecekler. Halbuki karşılaştığımız sonuç, oraları dinamize etmeleri değil faşist, ırkçı eğilimleri yükseltmeleri oldu.
Dolayısıyla, emperyalist kapitalist sistem pek çok ara çözümle işi kotarmaya çalıştı. Emperyalist kapitalist sistemin tek derdi, sınıfsal başkaldırılara karşı algı yaratmak ve dikkati başka taraflara çekmek. Ortadoğu’da ki savaşların, Yugoslavya’da ki iç savaşın, toplumları birbirine düşürmenin, ırkçı faşist yükselişin, hepsinin derdi bu. Sınıftan yükselen uyanışı ve ayağa kalkışı geciktirmek. Ama 2020’ye dayandığında, artık geciktirilemez hale gelmeye başlamıştı. Çünkü, 2008’den çok daha derin bir kriz geliyor.
2018’de ben genç yoldaşlarıma, 2020’ye hazırlanın derken bunun sebebi şuydu; büyük emperyalist tekellerin düşünürlerinin ve aynı zamanda Fitch gibi borsa gözlem şirketlerinin getirdiği yaklaşım şuydu, 2020’ye doğru bir resesyon sürecine giriyoruz. Yani artık kaynak sömürüsü ve tekel karı konusunda bir durgunluk ve ardından çöküş 2020 ile başlıyor. Bunu nasıl engelleyebiliriz. Benim bu konuda belli tahminlerim vardı. Ortadoğu ve başta da Türkiye olmak üzere tüm kıtalarda, yoksullaşan halkların ve toplumların ve giderek sıkboğaz edilen işçi sınıfının bir ayağa kalkışı başlıyor. Ama bu kolay olmayacak, bunu bastırmak için ellerinden geleni, her türlü provokasyonu yapacaklar. Ama aynı zamanda böyle başkaldırılar başladığı zaman da kullanacakları silahlar var. Nükleer silahları kullanmazlar. Konvansiyonel silahlar, top, tüfek bunlar eskimiş şeyler. Çok daha yeni silahları var. Bu silahlar daha zararsız gibi görünüyor ancak daha korkunç. Bir ara nötron bombası çıkmıştı. Binalara, ölü yapılara hiçbir zarar vermiyor sadece radyasyon saçıyor ve o bölgede ki tüm canlı organizmaları öldürüyor. Bu çok tahripkar bir bomba. Bundan daha düşük yoğunluklu ama her yerde kullanabileceği çok daha korkunç silahları var, diye anlatıyordum yaklaşık 10 senedir. Bunların başında mikrodalga bombardımanı silahı geliyor. Her gün kullandığımız mikrodalga. Cep telefonlarımız mikrodalga elektromanyetik bant üzerinden yayın yapar. Her yerde devasa baz istasyonlar vardır ve bu baz istasyonlarından durmadan devasa oranda elektromanyetik radyasyon yayılır ve bu insan sağlığı açısından son derece kötüdür. Güneş ışığı hariç bütün elektromanyetik bantlar ultraviyole ışınlarından, radyo dalgalarından, televizyonların kullandığı FM bantlarından başlayarak yükselir, cep telefonlarında, Wi-Fi sistemlerinde de mikrodalga bantın en yükseği olan 1900 Mhz üzerinden elektromanyetik ışınıma maruz kalırsınız. Ve bu durum beyin tümörüne kadar ciddi zararlar verir. Ancak tabii ki NATO bu silahı cep telefonları aracılığı ile kullanmayacak. Uzayda ki uyduları vasıtası ile hangi ülkeyi isterse o ülkeyi yüksek oranda mikrodalga manyetik bombardıman olarak kullanabilecek. Bunu 2000’lerin başında ki Kosova vesilesi ile NATO güçleri ile Yugoslavya’nın çatışması sırasında kullandılar. Mide bulantısı, hamile kadınlarda düşük, kadınlarda kanama, sinir sisteminin bozulması şeklinde etkileri var.
Ben daha çok elektromanyetik bombardıman üzerinden bir müdahale aracı geliştirirler ve sinir sistemlerini bozarak başkaldırmalarını önleyecek, kendi aralarında iletişim kurmalarını önleyecek bir silah kullanırlar diye düşünüyordum. Fakat hiç aklıma gelmemişti. Çok daha akıllıca ve ince taktiklerle, bir koronavirüs silahı çıkardılar. Koronavirüs doğrudan doğruya ABD emperyalizminin laboratuvarlarında ilaç ve biyogenetik tekellerinin her türlü araştırmayı yaptığı laboratuvarlarında üretilmiş bir virüstür.
Ropörtaj: Eren Arin Altay