Ergun Adaklı devrimci mücadeleye gençlik yıllarında Deniz Gezmişler’in yoldaşı olarak başlıyor. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarından iki gün önce onları kurtarmak için düzenlenen silahlı eylemin içinde yer alıyor. Ardından, 1993 yılının 6 Mayıs’ına kadar, Türkiye’de yakalanmadan en uzun süre polis tarafından aranan kişi ünvanına sahip oluyor! Adaklı, Anadolu’nun birçok şehrinde, Türkiye’nin farklı zindanlarında ve Ortadoğu’dan Kürdistan dağlarına kadar her alanda mücadelesini sürdürüyor. Çeşitli dergilerde teorik ve politik yazılar yazıp, çeviriler yapıyor. Ergun Adaklı, daha yaşıyorken hakkı teslim edilmesi gereken, teorisini pratiğine, pratiğini ise teorisine yedirebilmiş birisi.
Dergimiz yazarı Adaklı ile yaptığımız röportaj, neoliberalizmin krizinden 5G ve Huawei tartışmalarına kadar birçok konuda oldukça zihin açıcı. Adaklı, bu röportajında ABD eksenli tek kutuplu dünya düzeninin Doğu toplumları karşısında eskisi gibi hegemonik ilişki kuramadığından bahsediyor.
***
– 2008 krizinden sonra dünya düzeni toparlanamadı. Bugün sancılı bir dönemden geçiyoruz. Doğu ve Batı arasında bir gerilim yaşanıyor. Sizce bu gerilim Avrupa ve Amerika yani Batı cephesinde nasıl bir gelişmeler yol açıyor? Ayrıca başta Rusya ve Çin yani Doğu bloğunda bu gerilim ne gibi gelişmelere yol açtı?
Bugünkü konumu ortaya koyan en güzel gelişme –en bariz gelişme- Huawei1’ye uygulanan ambargodur. İş çığırından çıkıyor. Ben bu durumu 90’ların sonundan itibaren 2000’lerin başında da yazdığım yazılarımda, Özgür Üniversite’de de yaptığım çalışmalarımda çalışmalarımda devamlı vurguluyordum; NATO’nun 1997 tarihli stratejik tahlilleri meselesi üzerinde duralım. Sistemin bir açmazla karşı karşıya kalacağını daha o zamanlarda belirlediler. 1997 yılında şu tespiti yapıyorlardı; Batılı dünya yani Atlantik paktı 2020’ye kadar Çin Seddi’ne kadar olan tüm alanlarda -tabi diğer kıtalarda dâhil- askeri, siyasi, kültürel, politik hâkimiyeti ele geçirilmelidir. Geçiremezse Batılı sistemin tıkanması başlar. O yüzden de Doğu’ya doğru stratejik harekât planı deniyorlar. Geçmişte de denediler; ama beceremediler. 2001’de Irak’la başlayacaklardı, 2005’te sıra İran’a gelecekti ve böyle devam edecekti. Ama araya Avrupa’nın “mızıkçılığı” girdi. Bu mesele araya girince Amerika, İkiz Kuleler ve Afganistan meselesini öne çekti. Asya’nın ortasına arkadan bir indirme harekâtı yaptı. NATO stratejik planlarını -Doğu’ya harekât planlarını- kabul eden Avrupa ülkeleri yani Almanya, Fransa vs. o planlar çerçevesinde Amerika’yla siyasi ve askeri zorlamalarla başta Asya kıtasını tabi Rusya’yı da kontrol altına almaya gidecekken, Rusya üzerinden çaktırmadan Çin’le ilişkiler ve bağlantılar kurmaya başladı. Perde gerisinden, işte o zaman Pentagon’un tepesi attı.
Bill Clinton’dan sonra Florida’daki 150 binlik oy hikâyeleriyle George Bush’u iktidara getirmelerinin sebebi budur. Arkasından İkiz Kuleler saldırıları ve Afganistan’ın işgali geldi. Afganistan, Amerika’nın Avrupa’ya meydan okumasıdır. Yani sen NATO planları çerçevesinde değil de arkadan Rusya ile işbirliği yaparak Çin’le ilişkileniyorsun! Amerika, “ben buna izin vermem” diyerek Orta Asya’nın tam ortasında bulunan Afganistan’a işgal girişimi başlattı. Tabi o zaman Afganistan’da bir cephe açıldı, bu nedenle Irak gecikti ve 2003 yılına sarktı. İran cephesi hiç açılamadı.
Doğu’ya doğru harekât planının bir parçası olarak Apo’yu Türkiye’ye teslim ettiler
Tabi bu arada Apo üzerine anlaşmaları da bir anda elinin tersiyle iterek, Apo’yu yakalayıp teslim etmelerinin sebebi de buydu. Biliyorsunuz; Norveç üzerine yapılan görüşmelerle Avrupa Birliği (AB) ülkeleri Apo’yla bir anlaşmaya varmıştı. Sadece Apo’yla değil, Türk ordusunda olan generallerle de anlaşılmıştı. Apo, Suriye’den çıksın, Avrupa’da bir ülkeye yerleşsin. Neresi olur? Norveç olur, İsveç olur. Suriye’de kaldığı müddetçe “bir terörist başıdır”. Onlar açısından görünümü öyledir, gerilla lideridir. Ama Avrupa’ya geçerse siyasi kimliği ön plana çıkar. Dolayısıyla kendisiyle siyasi müzakereler yapılabilir. O zamanki düşünce böyleydi. Suriye de bu düşünceyi destekleyince Apo, Suriye’den çıktı. Uçakla İtalya’ya gitti. O zaman İtalya’da Komünist Partili Dalemo başbakandı. Tabi ne kadar komünistti o tartışılır. Âlây-ı vâlâ ile karşılandı ama Amerika birden bire tekere çomak soktu. Dur bakalım dedi ve Apo sonra döndü dolaştı. O zaman Rusya da bu konuda Amerika’yla çatışmak istemediği için Apo’yu geri çevirdi. Sonra Apo, Kenya’da MOSSAD yardımıyla yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Daha doğrusu Apo teslim edildi. Teslim etmelerinin sebebi şuydu; “ben Doğu’ya doğru harekât stratejisi uyguluyorum, şimdi Apo’yu alın. Öldürmemek kaydıyla ne yaparsanız yapın, Türkiye’deki Kürdistan topraklarını da istediğiniz gibi düzleyin. Çünkü benim o zaman o topraklara NATO tarafından Erzurum’da kurulan hava üssü dâhil olmak üzere -daha doğrusu lojistik destek üssü sadece hava üssü değil- ihtiyacım var.” Doğu’ya doğru yapmak istedikleri harekât planı için. Diyarbakır’a da ihtiyacı var, Erzurum’a da ihtiyacı var, Erhaç’a da ihtiyacı var. Pirinçlik’e yok; zaten Pirinçlik sadece radar üssüydü ve oradan yaptığı şeyleri uydulardan yapmaya başlamışlardı. Dolayısıyla Doğu’ya doğru harekât planının bir parçası olarak Apo’yu Türkiye’ye teslim ettiler. Bugün gelinen noktada görüldüğü gibi Pentagon2, New York Times’ta da Washington Post’da da yazdıklarıyla bunları açıklamıştı. “Evet, bir Kürt sorunu var ve çözümlenmesi gerekiyor ama bunun için Apo’ya gerek yok. Bu sorunu Güney’den -yani Barzani üzerinden- çözerim.” dedi. O yüzden İsrail ile beraber Barzani’ye de çöreklendiler.
Böyle bir perspektifi yürüterek 2020’ye kadar dünyanın hâkimi olmaya çalıştılar; fakat beceremediler. Çünkü artık sanayi uygarlığının öncüleri ve öncü toplumları olma kabiliyetini ve kapasitesini yitirmeye başlamışlardı. Çünkü emperyalist ve kapitalist sistemin toplumları, yaşlanan ve konformize olan bir toplum oldu. Öbür tarafta ise Asya’sından Afrika’sına, Afrika’sından Latin Amerika’sına kadar, yeni ve genç bir nüfus ortaya çıkıyor.
Fettullah’ın yaptığını kimse yapmadı
Bu arada Fetullah’ı örgütleyip, onu âlây-ı vâlâ ile Amerika’ya yerleştirdiler. Ona çok büyük misyon yüklemelerinin sebebi de buydu. Fettullah’ın yaptığını kimse yapmadı. O zamana kadar Müslüman Kardeşlerle, Rabıtatül Alem-i İslam ve teorik boyutta çalışan İslamcı örgütlerle ortak birçok iş yaptılar. Ancak Fetullah, Afrika’dan Asya’ya, Asya’dan Latin Amerika’ya ve Kuzey Amerika’ya kadar nerdeyse tüm kıtalarda Müslüman toplumların içinden yeni genç beyinleri kurduğu okullar üzerinden emperyalist-kapitalist sisteme kadro olarak yetiştirdi. Bu mesele çok önemlidir, işte bunu kimse yapmadı.
Böylesi yöntemlerle dünyada hâkimiyeti sağlamaya çalıştılar; ama yapamadılar. Rusya’ya ve Çin’e diş geçiremediler. Zaman içinde yavaş yavaş –zaten 1997 yılında NATO kararları alındığında- Batı’nın maşası olarak Rusya’da iktidara gelen Boris Yeltsin, gidip Çin’le görüşüp Şangay Beşlisi’nin temellerini atmıştı. Şangay Beşlisi yavaş yavaş büyüdü sonraları Şangay Altılısı oldu. Daha sonra gözlemci ülkeler Hindistan ve Pakistan –nerdeyse Asya’nın üçte ikisi- zaman içinde buraya katıldı. Öbür tarafta, 2008 krizinden sonra BRICS3’ 3 ülkeleri ortaya çıktı. Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika kendi aralarında bir dış ticaret dayanışma ağı oluşturdular. Dolayısıyla Amerikalılar o sözünü ettikleri ekonomik ve siyasal hâkimiyeti elde etme imkânlarını adım adım ellerinden kaçırmaya başladılar. Hatırlarsanız, dünya hâkimiyetini 2020’ye kadar sağlamalıyız, demişlerdi. Bir de 1999 yılında Stanford Üniversitesi’nden -oradaki öğretim üyeleri Pentagon’a çalışır- üç profesöre hazırlattıkları ‘ABD’nin yeni uluslar arası politikası ve pivot devletler’ adında bir çalışmayı ortaya çıkarmışlardı. O çalışmada da bu hâkimiyeti sağlayabilmek için, G7 dışındaki ve diğer kıtalardaki bağımlı ülkelerin on tanesi çok önemlidir demişlerdi. Bu on devlet, kendi bölgelerinde pivot devlettir ve kesinlikle bu on devlet, sistemin dışına çıkamamalı vurgusunu yapmışlardı. Mesela İran sistem dışı ama Arjantin, Meksika, Brezilya, Mısır, Cezayir, Türkiye, Pakistan, Hindistan ve Endonezya emperyalist-kapitalist sistemin dışına çıkmamalıdır. Bu ülkeler, emperyalist-kapitalist sistemin, dünya ticaretinin bütün pazar alanlarında egemenliği sağlaması açısından, kendisine bağımlı kılması gereken ülkelerdir. Bunu becermeye çalıştılar fakat bu da tökezledi. Bu ülkelerin pek çoğu Rusya’yla, Çin’le, BRICS’le, Şangay Altılısı’yla iş birliğine kaydı. Saydıkları on devletin altı tanesi daha kolay kontrol edilebilir ülkeler; ama dört tanesi çok tehlikeli ülke. Şöyle diyorlar; bu dört ülkede sistem dışına çıkmak için illa ki dikey hareket gerekmez -yani aşağıdan gelen bir halk ayaklanmasıyla İran’da olduğu gibi sistemden koparsın- diğerlerinde bu olur ama Türkiye, Cezayir, Pakistan ve Hindistan’da böyle olmasına gerek yok. Bu dört ülke yatay geçiş bile yapabilir. Doğrudan doğruya emperyalist ve kapitalist sisteme bağımlı devlet yöneticileri kayma yapar. Nereye kayar? Şangay Altılısı’na doğru, Rusya’ya ve Çin’e doğru kayma yapar. Bundan çok korkuyorlar. Üstelik korktukları Türkiye’de o zamanlar Balyoz, Ergenekon davalarıyla çökertmeye çalıştıkları generaller, yani kendi faşist darbelerini yapan generaller, en sonunda da 28 Şubat harekâtını yapan generallerden fena halde korkmaya başladırlar. Çünkü o generaller, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bir gerçeği görmeye başladılar. Meğerse Türkiye’yi bölüp parçalamaya çalışan, zayıf düşürmeye çalışan Rusya değilmiş. Batılı emperyalist sistemmiş. Bizatihi kendi NATO müttefikleriymiş. O yüzden de o zamanlar ilk olarak 28 Şubat’ı örgütleyen ‘Batı Çalışma Grubu’nun lideri Oramiral Çevik Bir’den başladılar. Çünkü Çevik Bir, emekli olur olmaz bu bahsettiğim çalışmaya başladı. Sonra Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Tuncer Kılıç, emekli olur olmaz yine bu işe başladı. Emekli olan her genelkurmay başkanı, orgeneral veya ordu komutanı veryansın etmeye başladı. Türkiye NATO’dan çıkmalı; Rusya, İran ve Amerika’yla dengeli ilişkiler kurmalı demeye başladı. Tabi bu Türkiye’de söylenecek en son sözdür. Hepsi Duginci oldu.
– Türkiye’de Batı’dan Doğu’ya kayma nasıl oldu? Size göre 90 yıldır yönü Batı’ya dönük olan devletin kurucu geleneği Doğu’ya mı kayıyor?
Dünya dengeleri öyle değişiyor ki artık Türkiye’yi yöneten faşist generaller bile tek yönlü Amerika ve NATO’ya bağımlı ve İsrail’e uşaklığın Türkiye’ye yarayamayacağını ama Çin’le, Rusya’ya yani Avrasya’yla çok daha sıcak ilişkiler kurulması gerektiğini söylüyorlar. Ondan sonra da Erol Manisalı’nın geliştirdiği Avrasyacılık perspektifini benimsiyorlar ve Duginci oluyorlar. Putin’in başdanışmanı Avrasya politikasının baş mimarıdır. Hatırlarsanız; Ergenekon davasının yakalamaları daha yeni başlamıştı, sonra Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz Moskova’ya kaçmıştı. Rusya 5-6 ay sonra ‘adam’ı teslim etti.
Bu gerçeği biz her zaman gözaltına alındığımızda söylüyorduk. Mehmet Güneş de dâhil biz bu gerçekleri görmüştük ve 1993 yılında yakalandığımızda sorgularımızda söyledik. Ben 2008 yılında tekrar yakalandığım zaman yine aynı şey olmuştu. Bize daha sonra şunu söylediler; ”siz haklıymışsınız.”. MHP’li kadroların pek çoğu devlette meğerse altımızı oyan Amerika’ymış diyen noktaya geldiler. O yüzden “terör”le mücadelenin yönetici kadrolarından generallere kadar Deniz’lerle birlikte emperyalistlere ve Siyonistlere karşı savaş açanlara karşı “doğru tespiti siz yapmışsınız diye” özel bir saygı vardı. 90’ların sonunda bu noktaya gelindi. Niye? Çünkü ‘adam’lar yaşıyorlar ve görüyorlar. Bizim gibi politik düzeyde yaşamıyorlar. Her gün yaşıyorlar. Mesela nasıl yaşıyorlar? 1984 yılından bir örnek vereyim. Amasyalı bir yoldaşımız cezaevinden çıktı ve askere gitti. Bu yoldaşımızı o zamanlar güvenlik soruşturmaları uzun sürdüğü için, soruşturmasının sonuçları gelene kadar Ankara’da Kara Harp Okulu’nun hemen üzerinde daha sonra adı CENTCOM4 olacak Amerikan binasında tuttular. Bizim yoldaş da güvenlik bölüğünde askerlik yaptı. Ameerika’nın Ortadoğu’daki birliklerinin tümünün komuta merkezi orasıydı. Daha sonra CENTCOM’u Türkiye’den alıp Suudi Arabistan’a götürdüler ve Tahran’a kaldırdılar. Güvenlik bölüğündekiler orada her yere girebiliyorlar. Telefon santralindekilerle beraber bir gün dinleme yapıyorlar; gece yarısında Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanı, Orgeneral Necdet Üruğ’u acele telefonla arıyor. Meğerse Mısır’da tatbikat yapıyorlarmış ve askerleri yaralanmış. Yaralı askerleri Türkiye’ye getireceklermiş, onun için Genelkurmay’dan izin almaları gerekiyormuş. Necdet Üruğ’un yaveri telefonu açıyor ve “paşam yatıyor, istirahat ediyor daha sonra arayın” diyor. Bunun üzerine Merkez Kuvvetler Komutanı açıyor ağzını, yumuyor gözünü ve küfürler saydırıyor. ‘Adam’ların arasında böyle ilişkiler var. İşte o yüzden diyorum onlar her gün bunları yaşıyor diye. Nasıl bir uşaklık durumunda olduğunu çok iyi görüyor. Meseleyi uzatıyorum ama, mesela Alarko Holding’in patronu İshak Alaton, 80’li yılların sonunda Sovyetler Birliği’yle ilk ticari ilişkiler gelişirken, orada şantiyeler kurdu ve inşaat işi yaptı. 80’lerin sonunda TRT’de Nazmi Kalın’ın sunduğu ekonomi programı vardı, o programa İshak Alaton’u da çıkarıyorlar. Sovyetler Birliği’yle ticari ilişkiler nasıl gelişmeli diye tartışıyorlar. Alaton şunu söyledi; “Gidiyorum, İsviçre’de Ticaret Bakan Yardımcısı’nın kapısında saatlerce bekletiliyorum” dedi. Sonra şunu da söyledi; “Moskova’ya gidiyorum Sovyetler Birliği Dış Ticaret Bakan Yardımcısı beni âlây-ı vâlâ ile karşılıyor. İkinci gidişimde evinde misafir ediyor” diyor. Yani aradaki ilişki böyle. ‘Adam’lar bunları yaşıyorlar. Aman ha sakın Libya’da, Suudi Arabistan’da olduğu gibi kapkaççı davranmayalım, Sovyet halkı böyle kültürlü bir halk, böyle muazzam bir halk diye Allah’ın kapitalisti İshak Alaton bunları televizyonda anlatıyordu. Mesele sadece politik tahliller meselesi değil; İshak Alaton her gün yaşadığı bir şeyi söylüyordu. Dolayısıyla onlarda özellikle 21. yüzyılın başından itibaren 21. yüzyılın yükselen gücün Çin başta olmak üzere Şangay Altılısı olduğunu görüyorlar. Gorbaçov, Batı ile entegrasyon süreci üzerine yeni teoriyi ve yeni politik kültürü oluştururken, Gorbaçov efendiyi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi yani Polit Büro’yu çok sert tabirlerle eleştirdim. Batı’yla entegrasyona ne ihtiyacınız var? İleriye doğru sıçramak istiyorsanız yüzünüzü dünyanın yarısı olan Hindistan’a ve Çin’e dönersiniz, koskoca bir işbirliği paktı oluşturursunuz. O zamanlar Hindistan’la zaten aralar iyiydi; ama Çin’le ara kötüydü.
Maocu Çin-Sovyet tartışmaları bizi çok olumsuz etkiledi. Bu tartışmalar bütün dünya solunu ikiye böldü ayırdı. Sonra ne oldu, Sovyetler Birliği çöktü. Ardından Boris Yeltsin Rusya’nın başına geldi. Ama Rusya gördü ki “Batı ile entegrasyon dediğin ancak onlara uşaklık ederek, biat ederek mümkün oluyormuş”. Onun üzerine tekrar dirilmeye başladılar ve Şangay Altılısı birlikteliğini ve Çin’le işbirliği kurdular. Bunu on sene önce yapsaydınız ya! Dünya başka bir dünya olurdu.
21. yüzyılın başından itibaren, stratejik tehdit algılamalarında ortaya koydukları şeylerin yani korktuklarının başlarına geldiğini gördüler. 2020’ye kadar dünya üzerinde bahsettikleri kontrolü ve hâkimiyeti sağlayamayacaklarını gördüler. 2008’de Batılı sistem acayip bir finansal çöküntü ve üretim krizi içine girdi. Bu sefer daha da beteri oldu: Batılı sistemi ayakta tutabilmek için dört elle sarılabilecekleri bir tek Çin kalmıştı. Çin pazarı vardı. Çin’in gelişim gücü vardı. Çin’in genişletilmiş yeniden üretim alanlarına kattığı yeni dinamikler olmasa sistem yürüyemiyor.
– Dünyanın farklı coğrafyalarında neo-faşist hareketler yükselmektedir. ABD’de Trump, Hindistan’da Modi, Brezilya’da Bolsonaro, İtalya’da Salvini vb. sağcı popülist kişiler iktidara gelmektedir. Kapitalizm kendi krizini aşmak için neo-faşist hareketleri ve liderleri tarih sahnesine çıkarıyor. Halk muhalefeti de özellikle sosyalist solun zayıf ülkelerde neo-faşizme yöneliyor. Bugün içinde bulunduğumuz dünya konjonktürünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pentagon, Amerika’nın Neocon5 politikalarının merkezidir. Ancak Amerika’daki tekelci sermayenin hepsi Neocon değildir. Amerika’yı şöyle bir paylaştıracak olursan; iki tane merkezi var. Bir tanesi New York, ticaret ve sanayi merkezidir. Orada hâkim olanlar kimler? Tabi en başta Exxon’un patronu Rockefeller ve Ford’un patronu Henry Ford var. Yani orası otomotiv tekellerinin, petrol tekellerinin, silah tekellerinin merkezidir. Dolayısıyla oradakiler hala hep ‘geleneksel’ yeni sömürge politikaları üzerinden hareket ediyorlar. Soruda söyledin işte, bunlar ırkçılığı ve faşizmi yükseltiyorlar.
Hâlbuki öbür taraftan bir de gelişmekte olan Kaliforniya sermayesi var. Bankalar üzerinden bakalım, Banko America’ya dayanıyorlar; ama zaten Banko America’dan çok daha güçlü dijital tekeller, yazılım tekelleri var. Başında Bill Gates olmak üzere, Microsoft’tan tutalım Oranum’a kadar birçok tekel var. Yani Silikon Vadisi’nden söz ediyorum. Şimdi sıralama biraz değişti; Amazon’un patronu Jeff Bezos dünyanın en zengini oldu. 10 sene öncesine kadar dünyanın en zengini sıralamasında en başta Bill Gates, ondan sonra Warren Buffet, daha sonra da Larry Ellison gibiler gelirdi. Biz kişisel bilgisayar faaliyetlerinden ötürü, yazılım programları dolayısıyla en fazla Microsoft’u biliyoruz. Hâlbuki Oracle6, kişisel yani topluma dönük bilgisayar faaliyetleriyle uğraşmıyor ki, devletlere yönelik üretimler yapıyor. Sanayi faaliyetleri üzerine, askeri faaliyetler üzerine, uzay çalışmaları üzerine yazılımlar geliştiriyorlar. Yani NASA’yla çalışıyorlar. Ya da nükleer füzelerin yazılım programları üzerinde çalışıyorlar. Oracle öyle bir yer.
O dönemin en zenginleri bir baş çektiler ve onlar Amerika’ya Obama’yı getirenlerdi. Onların yaklaşımı şu; eski ulusalcı, milliyetçi, şoven, ırkçı yaklaşımlara ihtiyacımız yok ki, bütün dünya bizim diyorlar. Dünyanın yörüngesi etrafında üç tam tur dolaşmayı başaran Amerikalı John Glenn öyle söylüyordu; yukarıdan baktığın zaman bir sınır yok arkadaş dünya bir bütün diyordu. Warren Buffet’ler, Bill Gates’ler de böyle baktığı için yatırımlarını Çin’e yaptılar. Yatırımlarını Hindistan’a, Endonezya’ya yaptılar. Orası da bizimdir, fark etmez diye bakıyorlar. Ama petrol ve otomotiv sanayi üzerine yükselmiş Batılı sanayi uygarlığının bunu kaldırabilecek hali yok. Petrol alt yapısından ve içten patlamalı ilkel motor yapısından vazgeçemiyor, zaten vazgeçtiği anda çöker. Koskoca bir teknolojik alt-üst yapamıyorlar. Dolayısıyla da New York sermayesi -bu sermayenin merkezinde de Dünya Siyonist Kongresi olduğunu unutmayalım- Rockefeller’dan Ford’a kadar hepsi Dünya Siyonist Kongresi’nin baş aktörleridir.
– Amerikan sermayesi, bir bakıma mecburiyetten kaynaklı olarak Çin ile belli bir oranda ticari ilişki kurdu. Ayrıca, özellikle ucuza üretim yaptığı için Çin tüm kıtalarda farklı ülkelerle ticari ilişkilerini geliştiriyor. Bu ticari ilişkilere dair neler söylersiniz?
Amerika’da böylesi bir genleşme var; fakat silah sanayi, petrol sanayi ve otomotiv sanayi üzerine oturmuş Amerikan tekelci kapitalizmi bunu kaldıramıyor. Böyle bir çelişki yaşıyorlar. Şimdi gelinen noktada önce Çin’e dört elle sarılmak zorunda kaldılar ve Çin dört sene önce “ben %8,5’lik kalkınma hızını devam ettiremem; artık büyük ekonomi oldum ve bu hızı düşürmem lazım” dedi. İlk New York sermayesi feryat etmeye başladı. Tabi Çin dediğini yaptı. Büyüme hızını %6,5’e düşürdü. Şimdi ise büyüme hızı %6. Bir ekonomi durmadan %8-10 hızla büyüyemez ki. Düşürdüğü zaman kim daralıyor? Batı daralıyor. Almanya daralıyor, Fransa daralıyor, İngiltere daralıyor. Hepsi daralıyor. Bir kere her şeyden önce genişletilmiş yeniden üretim kapasitesi itibariyle Çin’e inanılmaz bir şekilde muhtaçlar. Ayrıca Çin’in bütün kıtalar için önemi büyük. Mesela bundan 10 sene önceki rakamlar bile gösteriyor ki; Çin Afrika ülkeleriyle de ticaretini çokça geliştirdi. Ben zaten buna İpek Yolu kültürü demiştim. Selahattin Eyyubi ruhu ve İpek Yolu kültürü, emperyalist sisteme karşı dayanağınız olmalıdır. Afrika’ya İpek Yolu kültürünü Çin yaydı. Çin, Afrika ülkeleriyle ilişki kuruyor. Onlardan maden alıyor, petrol alıyor ama sadece almakla kalmıyor ve karşılığında onlara yatırım yapıyor. Hatta bu konuyla ilgili bir televizyon belgeseli vardı. Yabancı bir belgeseldi. Belgeselde Afrika’yı dolaşıyorlar ve sürekli altyapı yatırımı olan yerlerde şurayı Çin yaptı, burayı Çin yaptı diyorlar. Mesela; Kenya’da toprağın nasıl işlendiğini öğretmek için örnek çiftlikler kuruyorlar, yani gittikleri yeri ihya ediyorlar. İpek Yolu kültürünün özü zaten budur, gittiğin yeri ihya edersin.
Batı’nın çapulcu ve sömürgeci kültürü ise gittiği her yeri tarumar eder. Arada böyle bir fark var ve tabi toplumlar bu gerçeği görüyor. Afrika’da Çin’in bu ilişkileri nedeniyle, kalkınma hızı dünya ortalamasının üzerinde, %5 civarındadır. Aynı zamanda Batı’nın yapması gereken yardımlar bu nedenle azalmış vaziyette çünkü ihtiyaç kalmıyor. Çin, Afrika’da insanlara üretim alanları sağlıyor. Senin dediğin gibi Asya’yı öyle bir bağladılar ki benim burada Rusya Today adında izlediğim bir kanal var. O kanaldaki belgesellerde çıkıyor, bir defasında İpek Yolu belgesi vardı. İpek Yolu’nun öbür başı olan Guanju’dan başlayarak İpek yolu Asya’ya nasıl yayıldı? Demir yollarıyla, kara yollarıyla, kültürel ilişkilerle, Pazar ilişkileriyle… Biliyorsunuz; İpek Yolu Türkiye’ye Azerbaycan üzerinden de demir yoluyla girdi.
Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere NATO sistemi kuşatılmaya başlandı ve düzen bunun feveranını yaşıyor. Trump’ı Amerika’ya getirmelerinin sebebi budur. Saldırgan olmak zorundalar yani Marx’ın tabiriyle meseleyi ekonomik zorla çözemiyorlar, askeri zorla çözmek zorundalar. Yıkmak lazım, bağımlı kılmak lazım, güçten düşürmek lazım, takatsizleştirmek lazım. Türkiye’ye dair izledikleri politika da budur. Tabi Türkiye devletini yöneten bugünkü faşistlerde bile bu durum açıkça görülüyor. Ama bir ara dediğim gibi Bill Gates’in o perspektifi sayesinde Türkiye’yi -İsrail’de öyle bakıyordu bir zamanlar yani 2000’lerin başında Tayyip’in şansı bu oldu- çevresindeki bölgenin üretim ve ihracat merkezi yapmaya karar verdiler. Emperyalist sermaye tarafından Türkiye’ye bir sürü yatırım yapıldı. Ama çok fazla ismi duyulmamakla birlikte onların başında Foxconn7 geliyor. Trakya’da fabrika kurdular. Yani Intel işlemci parçaları yapan fabrika kurdular. Daha sonra HP ile anlaşması bitince fabrika kapandı. Dünyadaki işlemci parçalarının bir kısmını Foxconn burada üretti.
Sonuçta Amerika şiddete başvurmak zorundadır. Batılı sistem şiddete başvurmak zorundadır. Şiddete başvurmazsa ayakta kalamaz. Her yerde 2020’ye kadar diyorlardı ama ben 2020’yi bile beklemez 2018 diyordum hep; ama dünya sol hareketinin yetersiz olmasından dolayı hala ayakta durabiliyorlar.
İş geldi Huawei’ye takıldı kaldı. İki şey; bir Gazprom’a takıldı. Bir de Huawei’ye takıldı. Amerika, “zaten kanallar ve boru hatları vardı şimdi bir de Kuzey Akım 2 Projesi’ni ve Türk Akım Projesi çıkardınız” diyor ve biliyor ki, bu projeler bütün Avrupa’yı sarıp kucaklıyor, o yüzden bu kadar feryat ediyor. Avrupa’nın daha esnek, daha ucuz, daha kullanışlı başka herhangi bir enerji kaynağı bulmasının imkânı yok. Hep Çin ne de olsa sürekli tapon mallar üretir diye bakıyorlardı. İş geldi Huawei’ye geldi dayandı.
– Yakın bir tarihte Huawei’nin Google lisansı iptal edildi. ABD, bir taraftan Huawei üreünlerine ambargo uygulamayı düşünüyor. Android uygulamaların ve android sitemin kendisinin Huawei cihazlarında çalışmayacağı söyleniyor.
İstedikleri yerden çıkarsınlar. Son haber: Almanya’da bir bölgede 5G sistemine geçiliyor. 5G sisteminin alt yapısı hazırlanıyor. Almanya, altyapı için kimle anlaşmış? Huawei’le. Efendim, İngiltere’de zaten belirli bölgelerde 5G alt yapı çalışmaları yapılıyor. Onlar kiminle anlaşmış? Huawei’yle. Trump’ın daha doğrusu Amerikan emperyalistlerinin o kadar hop oturup hop kalkmasının sebebi tam da budur. Çünkü Huawei 5G teknolojisinde lider konumda duruyor. Bugün eğer bir ülkede 5G teknolojisinin alt yapısını kurmak istiyorsan, başvuracağın yer Huawei’dir. Ne Apple’dır ne Samsung’dur ne de başka bir markadır. İşler geldi Huawei’ye vardı dayandı. Çin, 5G teknolojisinde lider ülke durumundadır. 5G teknolojisinin önemini biliyor musun? 5G teknolojisiyle internet ağına girdiğinde bütün bilgileri kontrol altına alabiliyorsun. Aynen S-400 gibi…
Bizim aklı evveller diyor ya; “S-400’ler ile F-35 çatışmaz; çünkü S-400’ler F-35’lerin şifrelerini çözemez”. Bekle çözemez. S-400’lerde öyle gelişmiş hava radar ve sensör sitemi var ki gelen uçağın bütün yazılım şifrelerini çözebiliyorlar. Onun için feryat ediyorlar. “F-35’lerle S-400 hava savunma sistemleri aynı bölgede olamaz” diyorlar.
– Bu anlattığınız siyasal denklemde ve özellikle S-400 ve F-35 meselesinde; AKP sizce doğru bir politika mı yürütüyor? Türkiye’de Doğu’ya yönelimin 90’lı yılların sonunda Ergenekoncular üzerinde başladığına vurgu yaptınız. AKP’nin bu politikaya mecbur olduğu bir durum mu var? AKP gitse CHP veya başka bir parti iktidara gelse bu politika devam eder mi?
Yanlış hatırlamıyorsam Irak Savaşı’ndan hemen önce Forum Dergisi’nde yazdığım bir yazı vardı. Onun başlığını söyleyeyim ne demek istediğimi anlarsın: ‘Küresel bir it dalaşının ortasında kalakalmış bir Türkiye’. Oraya mı gitsem buraya mı gitsem diye çırpınıp duruyor. Generallerin yaptığı da buydu. Tayyip’in yaptığı da budur. Bunların düzgün ve bağımsız bir politikaları yok. Baştan itibaren belirlenmiş bir stratejileri yok. Tek yaptıkları çırpınıp durmak. Niye çırpınıyorlar? Global it dalaşı dediğim şey; Batılı sistemle Şangay Altılısı arasındaki kapışmadır. Bu kapışmanın arasında bunlar kalakalmışlar. Ama sadece bizimkiler kalakalmadı tabi. Arjantin de kaldı, Meksika da kaldı, Brezilya zaten kepaze oldu. Bak o koskoca güçlü Brezilya ne hallere düşüyor. Niye çünkü ne yapacaklarını, hangi politikayı yürüteceklerini, hangi stratejik noktalarda ilerleyeceklerini bilmiyorlar. Türkiye’nin durumu da tam olarak böyledir. Tayyip bunu bilinçli olarak mı böyle götürüyor? Yok, hiç de bilinçli olarak davranmıyor. Tayyip daha 2013 yılının Eylül ayında -henüz daha 17-25 Aralık operasyonları olmamıştı- Fettullahçılar henüz kesin bir tavır almamışlardı. Tayyip dedi ya; “ne istediniz de vermedik” diye. Daha o noktaya gelmemişlerdi. Ama Tayyip bilir bilmez bir şeyler yaptı. Ne yaptı? IMF ile bağları kopardı. Borçları ödedim falan dedi, bir şekilde bağları kopardı. Peki, borçları ödemesinin sebebi ne? Bu “efe” 2008 krizinden çok karlı çıktı. Orası çökerken Türkiye kendini idare etti. Batı çökerken, orada bankaların elinde kalmış bir sürü para vardı. O zaman bizim büyük bankaların genel müdürleri falan diyordu ki; “eskiden kredi almak için biz kuyruğa girerdik onların kapısında beklerdik; ama şimdi onlar kredi vermek için bizim kapımızda kuyruğa girdi”. Bu noktayı 2008 krizi yarattı.
Tayyip’i zor durumda bırakmak için Fettullahçılar uçak düşürmüş!
Tayyip, fırsattan istifade ederek IMF ile bağları kopardı. IMF’yle anlaşma olmayınca, IMF’ye ödenmesi gereken muazzam faiz fazlaları Türkiye’ye kaldı. IMF’ye ödenmediği için Türkiye’nin kasasında kalan miktar 2012 yılında 85 milyar dolar gibi muazzam bir rakama ulaştı. Türkiye de bu parayı içeride toplumu yatıştırmak için bazı yatırımlara aktardı. Aynı zamanda kendileri de malı götürdüler, çapulculuk yaptılar. Sonra 2013’ün Eylül ayında henüz Rusya’yla uçak krizi olmamışken yani aramız iyiyken, Tayyip’i zor durumda bırakmak için Fettullahçılar uçak düşürmüş! Ben o zaman Saray Cezaevi’ndeydim. Bir gün haberleri izliyoruz; Tayyip Rusya’ya gitmiş, Moskova’da Putin’le beraber basın toplantısı yapıyordu. Orda söylemez mi? Bizi de alsanıza Şangay Altılısı’na diye. Ben kahkahalarla gülmeye başladım. “Yahu sen de mi?” dedim. “Bak generaller bu lafı ettiği için ne haldeler. ‘Adam’lar cezaevlerinde sapır sapır dökülmüş vaziyetteler dedim. Sen de mi?” dedim.
Yani Türkiye’yi tamam idare ediyorsun, yönetiyorsun da bu millete biraz daha refah payı sağlayım da rahat ettireyim diye değil; iktidarda kalmak için nereden kaynak bulunacak diye düşünülse bile yönünü Şangay Altılısı’na dönmek zorunda kalıyorsun. Çünkü orada İpek Yolu kültürü var. Orda kazan kazan ilişkileri var. Bir yerde ticarete giriyorsan, onlar seni çapul etmeye gelmiyor. Bir şeyler veriyorlar ve karşılığında bir şeyler alıyorlar. Bu da sana yarıyor. İpek Yolu kültürünün temel özelliği budur. Senegal’den, Gana’dan başlar Sahra’yı geçer. Mozambik’ten deniz yoluyla Hindistan’a kadar uzanır. Bu tarafta Türkiye ve Azerbaycan üzerinden Hazar’ın gü neyinden, daha sonra Bağdat tarafından bir de Hazar’ın kuzeyinden olmak üzere çeşitli İpek Yoları var. Bu yollar üzerindeki toplumların zaten hepsi yüzyıllardır üreten toplumlar; yani toprak işliyorlar, maden çıkarıyorlar, üretim yapıyorlar. Ürettiklerini alıyorlar kervanlarına koyuyorlar, sonra satıp karşılığında da bir şeyler alıyor. Yani bizde kervanlar mal götürür mal getirir. Hâlbuki çok yıllar sonra Ortadoğu’ya gelen Haçlılar gelirken bir şey getiriyor mu? Yok. Çapul etmeye geliyor. Onlardan önce God’lar, Viking’ler hepsi aynıdır. Kuzeyli ve Avrupalı toplumlar üretmedikleri için çapul etmeye geliyorlar. Vikingler dizisi vardı. Onu izlerseniz bu anlattıklarımı görebilirsiniz.
– Doğu’da da yağma kültürü yok mu? Moğollar konusunda neler söylersiniz?
Ben onu hep söylerim. Bağdat, Şam ve İskenderiye şehrinin kütüphaneleri, hepsi iki kere yağmalanmıştır. Bir Moğol akıncıları tarafından bir de Vikingler ve Godlar tarafından. Her ikisi de bir şey üretemiyor, sadece savaşçı toplumlar; Moğollar at üzerinde, Vikingler gemilerle iyi savaşıyorlar. Geliyorlar ve çapul ediyorlar. Ama diğer toplumlar öyle değildi. Mesela meşhur Moğol imparatoru Kubilay Han, Çin’i istila ediyor. Ondan sonra gidip Pekin’e yerleşip uygarlaşıyor. Ondan sonra Moğol soyluları; “vay efendim sen nasıl yerleşirsin oraya, buraya başımıza gelmelisin” diye başkaldırıyorlar.
Bunu Doktor Hikmet Kıvılcımlı çok güzel anlatır. Barbarlar giderler orayı istila ederler, eskiyi yıkarlar dinamize ederler. Yani tarlayı yeniden sürmek gibi denebilir. Napolyon da aynı şeyi yapmıştır. Fakat sonra uygarlıklar tarafından eritilirler ve benzetilirler. İpek Yolu kültürünü yaratan Gana, Senegal’den Çin’e kadar bütün toplumlar eninde sonunda bu çapulcuları, yağmacıları, barbarları her zaman eritmiştir. Şimdi de o gücü tekrardan ayağa kaldırıyorlar. Amerika, Afganistan’a nasıl gidiyor? Yakıp yıkmak için gidiyor. Irak’a ne için gitti? Irak kalmadı. Hele Suriye? Ben Suriye’de çok yaşadım. Çok güzel, muhteşem bir memlekettir; ama 7-8 senede hiçbir şey kalmadı.
Silah üretmek, genişletilmiş yeniden üretimi büyütmez
Ha bir ara… Bu emperyalist-kapitalist sistemin yolunu bulamamış olmasının getirdiği şaşkınlık… Bir ara Mısır’da Tahrir Hareketi başlatmadılar mı? Mesele Tunus’tan başladı. Suudi Arabistan’a kadar sallayacağız diyorlardı. Neyi sallayacaklardı? Köhnemiş yapıları sallayacaklardı. Niye? Çünkü bu alanları -bütün Kuzey Afrika’yı ve Arap Yarımadası’nı- genişletilmiş yeniden üretim sürecine canlı olarak katmak lazım; çünkü buralar ölü diye düşünüyorlardı. Petrol çıkarıyorlar sonra silah satın alıyorlar. Üretime yatırım yok. Buharin’in dediği gibi; silaha verilmiş para genişletilmiş yeniden üretime girmez. Silah üretmek, genişletilmiş yeniden üretimi büyütmez. Niye? Çünkü o sadece yok eder. Yeni bir şey üretmez ki zaten üretemez. Buharin bunu çok güzel anlatır. O kitabını ben çevirmiştim.
Öyle bir teşebbüste bulundular ve baktılar ki ucu kendilerine dokunuyor. Yoksa Mısır’daki Tahrir Hareketi’nin organize edicisi -tabi unutmayalım sadece Mısır’da değil, Tunus’ta, Libya’da vb.- Ortadoğu’nun Facebook bölge müdürüydü. Ama sonuçları onlara yaramıyordu. Kendi güçleriyle genişletilmiş üretim alanları yaratma kapasiteleri bitti. Çin’den, Hindistan’dan, Endonezya’dan bekliyorlar. İşte Türkiye’den, Brezilya’dan falan bekliyorlar. Onun için de pivot devletler diyor. “Aman ha bunları elden kaçırmayalım” diyorlar. Fakat onları de elde tutamıyorlar ki. Pivot devletler de devamlı bir eksen kayması içerisinde. Şimdi Brezilya’yı tekrardan teskin ettiler. Arjantin’i de kontrol altına aldılar. Ama zaten oralar ikincil bölgeler. Çünkü 1997 yılındaki stratejik tehdit algılamalarının başında zaten bunu söylüyorlardı. Bu tehdit algılamalarını ve kararları alanlar kimdir? Londra’da Scotland Yard’ın salonunda toplanan NATO ülkelerinin temsilcisi olan 2500 uzmandır. Tam 5 yıl boyunca 1992 yılından 1997 yılına kadar tartıştılar. Sonra bu stratejik tehdit algılamalarını oluşturdular. Orada söyledikleri neydi? Eğer biz 2020 yılına kadar Çin Seddi’ne kadar olan bütün alanlarda hâkimiyet kuramazsak ve kontrolü sağlayamazsak dünyada giderek gelir-gider dağılımı uçurumu derinleşecek. Bu uçurumdan kaynaklanan ve giderek yoksullaşan halkların ‘ulusal gurur kırılmalarıyla’ beslenen aşağıdan gelen halk ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu ulusal gurur kırılması onların lafıdır; çünkü 1996’da Güney Kore’de, Japonya’da kriz yaşandı ve ülkelerde ‘ulusal gurur kırılmasını’ yaşadılar, dizleri üzerlerine çöktüler, kısaca guruları kırıldı yani. Peki bu tehditler birincil olarak nerede var? Birincil tehdit bölgesi o zaman Kafkasya ve Kuzey Afrika dâhil Ortadoğu bölgesidir diyorlardı. Şimdi ona Büyük Ortadoğu diyorlar.
Bunların hepsi o zaman Özgür Ülke’de çıkmıştı. Bu tabirleriyle beraber o kararlar yayınlanmıştı. Ben de Bayrampaşa Cezaevi’ndeydim. 1997 yılının Kasım ayıydı.
Büyük Ortadoğu Projesi işte bu anlattığım yerden çıkmıştır. İkincil bölge Latin Amerika’dır. Burası ikincil bölgedir; çünkü burada olan halk ayaklanmaları tüm dünyayı etkilemez. Ama Ortadoğu’da olan ayaklanmalar veyahut çatışmalar tüm dünyayı etkiler. Çünkü her şeyin eninde sonunda düğüm noktası burasıdır. Bir de o zamanlar koydukları ikincil bir tehdit vardı. O da “dijital terör”dür.
– 2020 yılına kadar Batı’nın dünyada kurmayı hedeflediği hâkimiyeti kuramadığını söylediniz. Siz tam da “dijital terör” demişken Batı sözünü ettiği bu hâkimiyeti silahlı üzerinden kurmasının önü tamamen kapandığı için mi “dijital” müdahaleler yapıyor ya da yapmayı hedefliyor?
Tersten bakalım. Esas koktukları şey odur. Huawei ile uğraşmalarının sebebi budur. Çünkü dijital terör derken korktukları kişiler ‘hacker’lar değildir. O zaman da kendi tabirleriyle söylüyorlardı. Tracker’lardır. ‘Hacker’lar sistemin fareleridir, sadece kemiriyorlar. ‘Tracker’lar ise yıkıcıdır. 5G teknolojisi ‘tracker’ların eline geçerse, Amerika’da pek çok bölge elektriksiz kalabilir. Nükleer silahlar çalışmaz hale gelebilir. Çünkü yazılımlara girebiliyorsun. 5G teknolojisi böylesi kritik bir şeydir. Onun için Huawei deyip duruyorlar. Engelliyoruz deyip dursunlar. Neyi engelliyorsun artık? Google’a da almasan Microsoft’u da kullandırmasan bir şey fark etmez. Bir de efendim bizim teknolojimizi bize karşı kullanıyor diyorlar. Sen gidip kendi teknolojinin yatırımını Çin’de yapmışsın.
Böyle bir dünyada Türkiye’yi yöneten ister faşist generaller olsun isterse bugünkü faşist Tayyip’ ve Bahçeli olsun. Bunların hiçbir stratejik perspektifi yok. Bunlar günü kurtarmaya çalışıyorlar. Bir oraya bir buraya savrulup duruyorlar. Ama İran böyle mi? Yok, İran’ın bir duruşu var, kendi öz gücüne dayanmışlar. Kuzey Kore’nin bir öz gücü var. Amerika ne kadar patırtı çıkarırsa çıkarsın Kuzey Kore hiç tınlamıyor. Niye? Çünkü Kim İl-sung’un yerleştirdiği “Juche” ilkesi var. Juche’nin iki temel sloganı var: “Tam bağımsızlık” ve “kendi kendine yeterlilik”. Bu toplum için ne üretmek gerekiyorsa onları biz üreteceğiz diyorlar. Elektrikli lokomotif mi? En alasını üretiyorlar. Yani öyle bir durumdalar.
Sen ne yapıyorsun? Bu metrolar nereden geliyor? İzmir’in ilk metroları Avusturya’dan sonraki modeller ise Çin’den geldi. Senin var mı böyle bir kapasiten? Yok! Ama istersen Kuzey Kore sana çok ala elektrikli metro trenleri yapabilir. Kuzey Kore’nin böyle bir duruşu var. İran’ın böyle bir duruşu var. Tam anlamıyla bağımsız duruşları var.
– Bugün,Türkiye’ye burjuvazisinin veya egemenlerinin nasıl bir siyasi duruşu var? Hangi dönemde nasıl bir politika izlediler?
Az önce kaldığım yerden konuya devam edecek olursam; Türkiye, hiçbir zaman az önce anlattığım gibi bir konumda değildi. Zaten tarihsel olarak sadece Kemalist iktidardan kaynaklanmıyor. Kemalist iktidarın dayandığı sınıfsal zeminden kaynaklanıyor. Türkiye’de bugün tekelci kapitalistleşmiş grubun sınıfsal zemini neye dayanıyor? Önce Enver Paşa’yla sonra İttihat Terakkiciler’le sonra Mustafa Kemal’le sıkı işbirliği içerisinde Ermenileri ve Rumları kovdular. Sonra da onların topraklarını ele geçirdiler. Vehbi Koç ağa nereden doğdu? Ankara’da bir tane dükkân sahibiydi. Peki; Hacı Ömer Sabancı nerden doğdu? Kendisi Kayserili ama birdenbire Adana’dan çıktı. Ermenilerin topraklarına el koydular. İş oradan başladı. Hepsi aynıdır. İzmir hani şöyle demokrat böyle Mustafa Kemal askeri diyorlar ya! İzmir’in genel karakteri budur. Hepsi Rumların zenginliklerinin üzerinde oturuyor.
Benim şimdi hala Ordu’da yaşayan Erhan ustam vardır. Eskiden İstanbul’da Sarıyer’de can yoldaşımdı. Erhan ustam kim? 1970 sonlarında Sarıyer’de Ülkü Ocakları’nın kurucusudur. 80’ler boyunca ve 95’e kadar MHP’nin vurucusudur. Benim can yoldaşımdır, Erhan yoldaşım. 95’ten sonra gerçekleri görüyor ama zaten içinde varmış. Sonra Alparslan Türkeş’e de Demirel’e de hepsine lanet okuyor. 90’ların sonunda biz karşılaştık. O şimdi Ordu’da ya, sana köy köy anlatsın. Rumları ve Ermenileri kaçıraraktan ve göçürerekten kovuk kovuk topraklarına el koydular. Geçenlerde Pontuslular mevzularını açtılar ya. Mustafa Kemal’in emriyle işte bahsi geçen Topal Osman bu işi yaptı. Ordu’nun, Tokat’ın, Giresun’un, Trabzon’un, Amasya’nın bütün zenginleri Rumların ve Ermenilerin topraklarına ve mallarına konmuş sonradan görmelerdir. Bunların böyle bir köksüz alt yapıları var. Doktor Hikmet Kıvılcımlı buna mültezim düzeni derdi. Hani toprak padişahındı ya fakat son dönemlerde toprağı işleme hakkı mültezimlere verilmişti. O mültezimler sonra Rumları ve Ermenileri kovarak bütün topraklara büyük toprak sahibi yani ağa olarak sahip çıktılar. Urfa’da, Kayseri’de, Malatya’da değişik mi oldu? Hayır, her tarafta aynı oldu.
Türkiye’de burjuvazi yoktur
Bunu en güzel Burhan Oğuz söylerdi. Burhan Oğuz, solcu değil eskiden Marmara Üniversitesi rektörü olan Orhan Oğuz’un ağabeyidir. Burhan Oğuz, TÜSİAD’ın görevli araştırmacısıdır. TÜSİAD buna Türkiye’deki burjuvazinin tarihsel altyapısı üzerine bir araştırma görevi veriyor. O da bu görevi layıkıyla yerine getiriyor. Kitabı 12 Eylül’den hemen sonra 1980 yılında yayınlandı. TÜSİAD’cıların sözünün en çok geçtiği zamanlardı. O ‘adam’ şunu söylüyor; “Türkiye’de burjuvazi yoktur” diyor. Türkiye’de burjuvazi yok. İşte böyle bir altyapıdan geliyorlar. Müteşebbisler vardır, burjuvazi yoktur. Burjuvazi ayrı bir üretim ve kültür altyapısı içerir. O lafı çok doğrudur. Hakikaten de yoktur. Böyle köksüz bir yapı vardır. Bu köksüz yapı üzerine istikrarlı bir şey çıkarabilir misin? Düzenli bir devlet yapısı çıkarabilir misin? İstikrarlı bir stratejik yönelim çıkarabilir misin? İstikrarlı bir politika çıkarabilir misin? Hayır, çıkaramazsın. İşte bu nedenlerden dolayı dünyadaki güç çatışmaları içinde bir o tarafa bir bu tarafa sallanıp dururlar. Bir bakarsın o taraftadırlar, bir bakarsın bu taraftadırlar. Generaller de Tayyip de böyledir. CHP ise daha da berbattır.
– 21. yüzyılda büyük ayaklanmaların olacağını emperyalistler bile yıllar öncesinden söylüyor. Siz de özellikle 1997 yılındaki NATO kararları üzerinde çok durdunuz. 2008 krizinden sonra dünyanın farklı yerlerinde ayaklanmalar olmasına rağmen dünya sol hareketinin güçsüzlüğünden kaynaklı olarak alternatifler yaratılamıyor. Siz bugün dünya solunun halini nasıl görüyorsunuz? Devrimciler sizce neyi tartışmalılar ve ne yapmalılar? Devrimciler nasıl bir mücadele hattında yürümelidirler?
1960’lardan sonra yükselen devrimci harekete rağmen dünyanın komünistleri Sovyetlerin yaptığının aynısını yaptı. 1991’den beri benim yazılarım hep bunun üzerinedir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Komünist Enternasyonal’in yerine kurulan Kominform’la birlikte Marx’tan, Engels’ten, Lenin’den güç aldığımız tarihsel bakış açısı giderek bulanıklaşır. Komünistler tarihten doğru bakamaz hale gelirler. Politik düşünmeye sadece günlük süreçlerden başlarlar. Ama sadece Şili’nin, Türkiye’nin, Endonezya’nın komünistleri değil; Sovyet komünistleri en baştadır. 1973’te Teslim Töre ile birlikte “Mücadelede Birlik” diye bir kitap hazırladığımızda bunu vurgulamıştık. Türkiye’ye, Suriye’ye, Irak’a, Mısır’a, Ortadoğu’daki diğer ülkelere Sovyetler Birliği Komünist Partisinin yanlış politikalar uygulamasının, kapitalist olmayan yoldan kalkınma politikaları izlemesinin sebebi; tarihsel bakamamasıdır. Sovyetler Birliği, emperyalist-kapitalist sistemle gündelik çatışması içinde izleyeceği taktik politikaları –bu taktikleri izlemek mecburiyetindeyim diyerek değil- teorileştirerek izlemeye başlar. ‘Konjonktürel taktikleri teorileştirme’; ‘tarihsel bakış açısıyla teorileştirme’ değildir. O zaman ne olur? Konjonktürel çalkantılarda, konjonktürel süreçlerde bir o tarafa bir bu tarafa yalpalamaya başlarsın ve asıl tarihsel süreçlerde kaybedersin.
Lenin ne diyordu? “Sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçişte sadece küçük bir evredir, ara aşamadır. Sosyalizm kalıcı olamaz.” Hâlbuki Sovyetler Birliği ne yaptı? ‘Efendim ben iki kutuplu dünyada güçlenmek, bu dünyaya yerleşmek zorundayım o yüzden: Reel Sosyalizm!’ dedi. O zaman yazdığım yazılardan biri de “Reel Sosyalizmin Sonu”dur. ‘Konjonktürel taktiklerin üzerinden teori üretme’, o durumda Marksist-Leninist taktiklerin üzerinden teori üretmiyorsun ki. Gündelik üretiyorsun. O zaman üretilen teorilerin bugün hangisi geçerli? Demek ki teori değilmiş, bunun adına ‘taktik’ demek lazım.
Sonra diğer bir şey: bu komünistlerin hatası falan değil, tarihsel geçiş sürecinde komünistlerin tarihi kavrama yetersizliğinden kaynaklanan bir problem. Eninde sonunda Marx da Engels de hiyerarşik merkeziyetçiliğin doğada, sosyal yapıda, bilimde her yerde egemen olduğu bir çağda yaşadılar. Eninde sonunda hepsi hiyerarşik baktılar, merkezci baktılar. Sadece Lenin, Bolşevik Parti’nin örgütlenmesinde bir genleşme sağladı; ‘Piramidal Örgütlenme’ -yine piramidal, tepede merkez- Piramidin tabanı geniş, yüksekliği az yani tabana yayılmış bir yapı ortaya koydu, Bugün geçerli midir; bugünün tarihsel koşullarında, bugünün bilgi birikiminde, bugünün teknolojik dünyasında böyle bir şey var mı? Hayır! Ben daha 1990’larda şöyle yazdığım zaman, insanlar ‘örgütsüzlüğü savunuyor’ diyorlardı. Ben diyordum ki; piramidal yapı değil örüntü! Ve kimi örnek veriyordum 1990’ların sonundaki yazılarımda: Peter Senge. O zamanın dünyasında kapitalistlerin öğretmeni olarak Peter Senge çıkmış. Ülke ülke dolaşarak ‘Akıllı organizasyonlar’ anlayışını yaymaya çalışıyor ve işinsanlarını bu kavrayış üzerinden yeniden eğitiyor. “Bu işler artık o eski merkeziyetçi yapıya bağlı insan tipiyle olmaz” diyor. “Kendi içinden gelen devindirici gücü öne çıkaran ama bunu takım çalışmasıyla birlikte yapan işinsanları…” ‘Adam’ burjuvaziyi örgütlemeye çalışıyor. Ben de bunu niye anlatıyordum? “Siyaset Tarihi” eserinde Fransız Moris Diverge, 20. yüzyılın en büyük burjuva siyaset bilimcisi, diyor ki; “Burjuvazi kendiliğinden bir sınıf olarak doğduğu için kendisinin ürettiği bir örgütlenme modeli yoktur. Örgütlenme modeli olarak 1848 Devrimi’nden itibaren proletaryanın tarihin çöp sepetine attığı eskimiş örgütlenme modelini alır ve kullanır.”
1848, I. Enternasyonal, ‘kulüpler modeli’. Paris Komünü’nden sonra çöpe atılıyor. ‘Kulüpler modeli’ni örnek alan İngiliz muhafazakarları, Amerikan Demokrat Partisi vb. hepsi kulüpler sistemiyle çalışır. I. Enternasyonal’in ‘kulüpler modeli’ onlar tarafından kullanılır.
Sonra ‘Sosyal Demokrat (Merkeziyetçi) Yapı’, Bolşevik Devrimiyle birlikte bu yapı da çöpe atılır, Proleter Devrimci Örgütlenme Tarzı ön plana çıkar. Bu sefer burjuvazi onu sahiplenir, Sosyal Demokrat Parti ortaya çıkar.
Sonra Komünist Partiler bir türlü yeni bir örgütlenme modeline doğru sıçrama yapamaz, burjuvazi de kalakalır. 1970’lere gelindiğinde neo-liberalizm çağıyla birlikte Reaganlar, Peter Sengeler öne çıkar. Sengelerin öne çıkmasının sebebi şudur: “Proletarya bize yeni bir model sunmuyor; madem öyle biz kendimiz üretelim.” Ve onlar bizim üretmemiz gereken modeli üretiyorlar yani içten gelen devindirici gücün takım çalışmasına sunulması. Komünist partiler bunu yapamıyor, hala merkezci hiyerarşik yapı hâkim.
Okuyun, Allah rızası için ey komünistler!
Marx, Komünist Manifesto’yu yazdığında görüyorsun ki, Marx çağını yaşamış. O yüzden benim kitabımın başlığı “Manifestoyu Yeniden Üretmek Gerek” idi. O çağın özelliği, insan soyunun doğaya hâkimiyetinin kutsanmasıdır. Sanayi inkılâbının, makineleşmenin doğaya hâkim oluşudur. Ondan sonra Kurosawa gibiler çıkar, doğrusu budur diye Dersu Uzala’yı anlatır. Herhangi bir komünist yönetmen anlatmıyor bunu, Sovyet yönetmeni anlatmıyor; Japon yönetmen anlatıyor! Hadise Çarlık Rusya’sında geçiyor. Ama Sovyet yönetmenler bunu anlatamıyor. İşte doğayla ve hayvanlarla ilişkiler budur. Doğrusu bu. O yüzden çevreciler ve yeşiller yavaş yavaş komünistlerden kopmaya başlıyor. Niye? Çünkü doğaya bakış yanlış; merkeziyetçi hiyerarşik bakıyor. Bu çağda bu bakış sökmez. Toplumsal bakış lazım. Problemler bu zamanlardan geliyor. Biz bu konuları 1980’lerin başında da inceliyorduk. Bakın Lenin ne diyor? 1919’da Komünist Enternasyonal Tüzüğü kabul ediliyor. Lenin’in son yazılarında geçen bu sözü içeren kitap Türkiye’de var. Okuyun, Allah rızası için ey komünistler! “Komünist Enternasyonal’in ürettiği 59 maddelik tüzüğün teker teker bütün maddelerinin altına imzamı atarım; ama bu bizim tarzımız. Bu maddelerin hepsi bizim deneyimlerimizden çıktı. Peki, diğer partilerin deneyimleri başka şeyler çıkarırsa ne olacak? Dolayısıyla endişeliyim. Bu fazlasıyla dünya komünist hareketini bize benzetmek endişesi içerir.” Benzettiler mi benzetmediler mi?
Sonra kahramanlar kahramanı Yugoslavlar çıkar. Yugoslav komünistleri, Almanlarla ve İngilizlerle işbirliği yapan Mihailović çetelerini çıkar alt ederler ve Yugoslavya Federasyonunu kurarlar. Kendi tarzlarını oluşturmaya çalışırlar. Sonra Komünist enternasyonal Tüzüğüne aykırı iş yapıyorsunuz denilerek Enternasyonal’den aforoz edilirler. Sen toprağı millileştirdin, onlar toprak mülkiyeti küçük köylülerde kalsın da kooperatif sistemiyle başlayalım diyorlar. Ne fark eder? Çin’de oldu da kötü mü oldu? Hayır, bizde de olabilir. Biz zaten 1970’lerde çok etkin olduğumuz köylük bölgelerde komün düzenini kuruyorduk. Toprak mülkiyetini kaldıramazsın ama herkesin kendi toprak mülkiyeti olmakla birlikte tüm topraklar topluca işleniyordu. Üretim araçları da ortaktı. Sonra 12 Eylül geldi, o zaman komünün ortak traktörlerine el koydular; çok tehlikeliydiler çünkü. Herkes traktör alabilir mi?
“Benim bu Prezidyum’a güvenim tamdır!”
Traktörlerin köylülerden alınması, merkezi hiyerarşik bir yapının tam manasıyla dünyaya empoze edilmeye çalışılmasının bir parçasıydı. 1964 yılında TİP’in kurucusu Savaş Ağabey vardı; daha sonra Filistin topraklarında da beraber mücadele ettik. Onun “Benim bu Prezidyum’a8 güvenim tamdır!” sözünü biz biraz da içine espri katarak bu durum özelinde simgeleştirmiştik. Prezidyum’a güven, gözünü kapat güven, eleştirme, yeni arayışlara girme! Girersen hemen hizaya getirirler…
Kapitalist sanayinin ve makineleşmenin 1800’lerin sonunda ortaya çıkardığı merkeziyetçi hiyerarşik kültür, aradan 90-100 sene geçmiş olmasına rağmen komünistler tarafından hala kullanılmaktadır. Burjuvazi “Biz bu sistemle devam edemiyoruz başka modeller lazım” diyor. İşte buradan örgütlenme anlayışından, doğaya ve topluma bakıştan başlıyorlar. O yüzden de komünistler çevrecilikten insan haklarına kadar ortaya çıkan çeşitli grupları toparlayamaz hale geliyorlar. 1940’larda dünyada Barış Dernekleri hareketi gelişiyor, Sovyetler korkunç derecede etkili oluyor. O zaman Sovyetler kullanıyor bu tür komünist olmayan, daha genç toplamlara hitap eden örgütlenme modellerini. Sonrasında, tesadüften uzak planlı bir proje şeklinde 1957’de Müslüman ülkelerde bir ‘ticaniler’ ordusu yaratarak Sovyetleri abluka altına alalılm diye ‘Yeşil Kuşak’ projesini nasıl kabul ettilerse, 1964’te de NGO(Non-Governmental Organization) yani STK(Sivil Toplum Kuruluşları) projesini hayata geçiriyorlar. İş öyle bir yere varıyor ki anti-kapitalistler dünya forumu yapıyor… Bir forum iki yılda bir Porto Allegre’de, Mumbai’de, Atina’da vb. yerlerde örgütleniyor Peki, bütün dünya ülkelerinden gelen bunca anti-kapitalist temsilcinin toplanıp bir merkeze gelmesi için gereken yol masrafını, kalacak yerleri, yani finansmanını kim sağlıyor? Ford Tekeli! Sonra da anti-kapitalist olduklarını iddia ediyorlar. Böylesine acayip bir şaşma hali…
Komünistlerin, solcuların dünyadan haberi yok. Verdiğim örnekler ortada, ta o zamanlardan başlayan bir süreç. Nazım haklı, 1930’lar “trak tiki tak!/makineleşmek istiyorum!” Doğru, çünkü isteği bu, buna ihtiyacı var, makineleşmek istiyor. Peki, biz bugün makineleşmek mi istiyoruz? Hayır, biz makineler imparatorluğunu yıkmak için varız!
Sanayi uygarlığının temel güdülerinden kurtulamama… Dünya komünistlerinin temel sorunu budur. Sovyet komünistlerin de, Çin komünistlerinin de, Şili’sinden, Meksika’sından Amerikan komünistlerine kadar. Noam Choamskyler ve daha başkaları… Artık darmaduman oldular, bir perspektif yoksunluğu içerisine girdiler.
Slovaj Zizek bundan on sene önce 2008 krizinde kapitalist sistem sallanırken, koskoca bankalar çökerken sosyalizm alternatifinin tartışıldığı günlerde yazısında diyor ki: “İyi ama bizim kapitalizme karşı bir alternatifimiz yok ki.” E tabi olmaz, olmaması normal; çünkü sen var olan alternatifi gündelik politikalarla, gündelik taktiklerle, kafanı bir o yana bir bu yana vurarak darmaduman ettin. Marx kendi çağında sadece silueti görüyor ve komünist uygarlığın siluetini işaret ediyor. Sadece siluet olarak var; hâlbuki biz bugün komünist uygarlığın kuruluşunun fizibilitesine sahibiz! Enerji altyapısına, teknolojik yapıya, örgütlenme modellerine hepsine sahibiz… Fakat perspektifimiz yok.
Parayı ortadan kaldırmak Bolşevik Devrim sırasında kolay mıydı? Evrakları ortadan kaldırman lazım. Evrakları ortadan kaldırabiliyor musun? O dönemde kaldıramazsın. Şimdi kaldırabilir misin? Tabi ki kaldırabilirsin; internet var, telefon var. Paraya ne gerek var, alternatifi var. Bugün senin ne hüviyet ne para ne de kart taşımana gerek var.
– Kapitalizm, sanal para üzerine bir takım tartışmalar yürütülürken bir taraftan da sanal para üzerine çalışmalarına devam ediyor. İşte en bilindik Bitcoin var.
Çalışıyorsun hakkın olan ücret hesabına yükleniyor; sen de hesabından, birimi ne olursa olsun, kullanıyorsun. Ama Bitcoin ve diğer sanal para birimleri spekülatif. Bir yükseliyor bir alçalıyor.
– Dünyada binlerce sanal para var. Türkiye’de artık özel şirketler kendi sanal paralarını yapıyorlar. Merkez Bankası’nın da sanal para üzerine çalışmalar yaptığına dair haberler çıktı. Am aTürkiye’de sol daha doğrusu devrimci örgütler bu gelişmeleri pek takip etmiyor.
Komünistler yeni bir komünist uygarlığa geçmek için toplumun organizasyonunun ve aynı zamanda tüm yapısal elemanlarını biz nasıl üretebiliriz diye düşünmüyor, böyle bir perspektif anlayışı yok. Alternatif yaşam tartışmaları da doğru dürüst bir şekilde yürütülmüyor.
Beton ve çelikle devam edemezsin. Yapıları nasıl yapacaksın? Ey komünistler, kompozit maddelerin nasıl geliştirildiğini biliyor musunuz? Bilmiyorlar. Kompozit maddenin özü topraktır. Eninde sonunda döngü halinde Çin’den Mısır’a, Anadolu ve Mezopotamya Uygarlıklarından İnkalara yani önceki uygarlıkların yaptığı gibi kalıcı bir madde buluyorsun. Demir çelikle yaptığın uygarlığın 200 sene sonra izi bile kalmaz. Ama sen 6500 sene önceki Nubya Uygarlığının yaptığı piramitleri görüyorsun, Mısır piramitlerini görüyorsun, Mezopotamya’daki 12000 senelik Göbeklitepe’yi de görüyorsun.
Dünyanın komünistleri tarihe bakamıyor. Hele Türkiye’nin komünistlerinin, solcularının tarihsellikleri yok. Kendi topraklarını bile tanımıyorlar, Ortadoğu’yu zaten hiç tanımıyorlar; çünkü Mustafa Kemal beyinlerinin etrafına mayın tarlasını çevirmiş. Komünistler Ortadoğu’ya bakmıyor, bırakalım bakmayı Ortadoğu’yu algılayamıyor bile. Suriye, Irak, Mısır nasıl bir memlekettir? Lübnan neresidir? Algılayamıyor bile. Bu mesele üzerine Birleşik İşçi Sendikasından (BİS) yoldaşlarım bana dert yanmışlardı. Tam 2003’ün kış ayları, ABD, Irak’a girdi girecek. İkitelli’den BİS üyesi yoldaşlar dediler ki; “Seninle ABD’nin Irak’a saldırması üzerine konuşmak istiyoruz. Ama bir sorunumuz var; Irak neresidir, ne yapar, ne yer, ne içer? ABD niye saldırıyor?” Tanımıyorlar Irak’ı, İran’ı, Suriye’yi. Mustafa Kemal’in bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük budur.
1980’lerde on binlerce Türkiyeli devrimci Filistin topraklarından geçti. Askeri eğitimler aldı, sonra bir İsrail işgaliyle birlikte bir baktılar ki orada da savaş var. Sonra doğru soluğu aldılar Avrupa’da, onca askeri eğitim almış insanlar nerede? Benim 1972-1973’te aldığım askeri eğitimin 10 misli daha iyisi söz konusu. Çünkü imkânlar gelişmiş, eğitim sistemleri gelişmiş. Havan da döküyorsun, el bombası da döküyorsun, D-107 roketi de yapabilirsin en sonda da kimyasal ve biyolojik silahlara karşı savunma tedbirleri görüyorsun. Askeri eğitimde bunların hepsini görüyorsun. En üst aşama da istihbarat çalışmaları. Filistinliler sana bütün imkânları sağlıyor. O eğitimlerden nice insanlar geçti, neredeler, Türkiye’de savaşa mı gittiler? Gitmediler; çünkü Ortadoğu topraklarına yabancılar, kendi topraklarına yabancılar. Ben bunu anlattım işte BİS’ten yoldaşlara. Sorun bu! Ama aynı şey sadece bizde değil; Arjantin’de de var, Brezilya’da var, Şili’de de var. Ne oldu Şili’deki MIRcilerimiz. Hepsi bizimkiler gibi Pinochet faşizminden kaçıp Avrupa’nın kollarına sığındılar. Zaten Avrupa’nın istediği de o. Pinochet’i Avrupa emperyalizmi örgütledi. Orada faşist diktatörlük örgütlüyor sonra da solculara diyor ki; gelin bana sığının. Çünkü sığındığı zaman zaten onları yoğurarak, dişlerini sökerek zararsız hale getiriyor. Türk solcusunu da böyle yaptı, Kürt solcusunu da böyle yaptı, İran solcusunu da böyle yaptı. Nerede bizim halk fedailerimiz? Bir kısmı hala duruyor; ama çoğu Avrupa’da eridi gitti. Avrupalılaştı yani. Avrupa’nın ve ABD’nin bakış açısı şudur: Bir metropoller olacaktır, bir de metropollerin dışında kalan sömürülen çeperler olacaktır. Sığınmak isteyen gitsin buyursun. Ama şimdi sığınma şartları da değişti eskiden ‘gelin buyurun’ deniyordu. Yunan solu neden eridi? Avrupa Birliğine girmek ne demektir? Metropolün içinde olacaksın… Demokrasi bu demektir. Sol demokrasinin de ne demek olduğunu bilmiyor! Burjuvazinin kendi kültür ve kavramlarıyla burjuvaziye karşı savaşamazsın. Kendi kavramlarını üreteceksin. Demokrasi bizim değil, onların kavramıdır. Parlamento onların kavramıdır. Parlamenter demokrasi taraftarıyım dediğin anda burjuvazinin ağına düştün demektir. İşte sorunların temelinde bunlar var!
Korkunç bir bellek yitimi var
Gelinen son noktada felaket bir durum var. Yeşil kuşak projesi, STK’lar falan NATO projeleridir. Bunların başında da zamanında Nazi casusu General Reinhard Gehlen vardı. NATO, komplolor değil, projeler imparatorluğudur. Korkunç bir bellek yitimi var. Teorik sapmaları falan bir kenara bırakıyorum. Tarihten haberleri yok dünya komünistlerinin, Türkiye solcularının ve Kürt devrimci yurtseverlerinin. Apo bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama onu da anlamıyorlar. Apo, İpek Yolu kültürünü kavradı. Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarındaki sosyal kurguları ve siyasal sistemleri anladı. Tarihten gelen gücümüzü kavradı. Bunları şimdi bir biçimde yansıtmaya çalışıyor. Halk meclisleri dediğin nedir? İran’da şuralar, Rusya’da sovyetler var. Bunlar onların tarihinden geliyordu. Peki; senin tarihinde şuralar vb. şeyler yok mu? Şeyh Bedreddin ne diyordu? Şuralar diyordu. Halkın kendini yönetim sistemi şuralardır. Demokrasi değildir. Parlamenter demokrasi değildir! Politik yanlışlardan, teorik yanlışlardan değil esas sorun tarihin tamamıyla kavranamamasından kaynaklanıyor. Tarihin niye kavranması gerekiyor? Komün Dergi’nin ilk sayısında çıkan yazımda bu konulara daha detaylı değiniyorum.
“Sosyalizm kapitalizm anti tezidir.” Komünistler iyice ezberlemiştir bu lafı. Peki, komünizm neyin anti tezidir? Komünizm hiçbir şeyin anti tezi değildir! Komünizm, insanlığın tarihler boyunca yarattığı tüm uygarlıklar dizininin yarattığı değerlerin sentezidir. Mezopotamya uygarlıklarının yarattığı kültürleri anlamadan, İnkalar’ı anlamadan, Çin’deki, Mısır’daki uygarlıkların yarattıklarını, yaratılan federasyon sistemlerini kavramadan, feodalizm çağında yaratılan değerleri kavramadan, bu uygarlıkların yarattıkları değerlerin insanlığa faydalı olanlarını çıkarıp sentezlemeden komünist uygarlığa ulaşmak mümkün değildir. Tıkanılan nokta burasıdır. Ben bu açıdan Marx’ın eksikliğini vurguladığımda bana ağır konuştuğumu söylüyorlar, ben ağır konuşmuyorum; Marx’ın durumu buydu daha fazlasını yapamadı. Marx, Almanya’da yaşadı, Fransa’ya geçti, Paris Komünü’nden sonra İngiltere’ye sığındı. Marx bütün bilgi birikimini, artık emperyalist sömürgeci olmuş devletlerin sadece resmi tarihlerinin bulunduğu diğer bütün eserlerin sansürlendiği kütüphanelerden aldı. İngiliz Kraliyet Kütüphanesine giderek İnkalar, Mayalar veya Rusya’daki Mir toplumu üzerine doğru bir bilgi alınamaz. Komünist uygarlık perspektifini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilmek için tüm dünyaya hâkim olmak lazım. Marx merkezden bakıyordu, dünyaya hâkim değildi. Charles Darwin Avrupa’da kalsa “Türlerin Kökeni”ni yazamazdı, dünyaya açıldığı için yazabildi.
Tarihsel değerlere dayanmadan yükselmek mümkün değildir
Döndüğümüz nokta, Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın durmadan vurguladığı nokta; Tarih bilinci. Tarihi kavrayacaksın ki geleceği ortaya çıkarabilesin. Tarihsel değerlere dayanmadan yükselmek mümkün değildir. 1950’lerden sonraki komünistler sadece güncel zeminler üzerinden kendilerini var etmeye çalışıyorlardı. 1831 Paris Ayaklanması’ndan bu yana hiçbir çağda, sosyalistler ve komünistler bugün oldukları kadar yüzeysel olmamışlardır. Sorun buradadır. Tarihsel bakış açısı, geleceğe dönük yaşam modelleri, kullanılacak teknoloji konusunda sağlıklı bir perspektif üretemiyor; çünkü tarihsel bilinci yok. Oysaki komünist uygarlık hemen yakınımızda, elini uzatsan ulaşırsın. Yine Lenin’in söylediği çok basmakalıp bir gerçek; “Egemen sınıflar yıkılmaz, egemen sınıflar sallanır.” Onu yıkacak güç lazım. Bugün de emperyalist-kapitalist sistem sallanıyor. 2020’ye gelindi, sallantı sürecek ama yıkacak güç olmadığı takdirde bir biçimde ayakta kalmayı başarır. Bu süreçte kepaze olan dünya olur… Bunun tekrarlanması dünyanın mahvolmasına, insanlığın yok olmasına sebep olur. Eğer yıkıcı güç yoksa kendini ayakta tutmak için insanlığı yok etmeye kadar gider.
– “Ya barbarlık ya sosyalizm” sözü hala geçerlidir diyebilir miyiz?
“Ya barbarlık ya sosyalizm” sözü önceden de bilinir. Ernest Mandel, Sovyetler yıkıldıktan sonra dedi ki; “Ya sosyalizm ya insanın yok oluşu!” Barbarlık ortadan kalkmıştır artık, insanın yok oluşu vardır.
Benim yazılarımın içinde John Leslie’nin verdiği örnekler var. John Leslie Cambridge Üniversitesi’nde profesör, komünist olduğuna dair bir iddiası da yok neo-konstrüktivist olarak tanımlıyor kendisini. Şöyle diyor: “Karıncayı bile incitmekten imtina eden bir insanım ama şu ABD’nin ve Avrupa’nın merkezlerinde insanlığın yok oluşunun projelerini yapan insanları gördükçe birileri alsa da bir şarjör kelaşin mermisi bunlara boşaltsa ‘neden yaptın?’ demem.” John Leslie, burjuvazinin merkezlerinde gözlemlediği bilim insanlarının tartışmaları üzerine bu cümleleri kuruyor. Burada bahsi geçen bilim insanları atom bombalarını, roketleri, hidrojen bombalarını, füzeleri yapanlar. Bilim insanları dediğin siyasetçilerden daha beter ve kalıcı. Bunların tartışmaların özü, insanın yerini alacak bir yapay zekâ birimi ve onun efendisi olacak bir grup insan bırakılması fikrine kadar gidiyor. John Leslie’nin Cambridge Yayınlarından çıkan “Dünyanın Sonu” kitabında bunları yazdığı yıl 1996. Leslie, “Dünyanın Sonu”nda şunu anlatır; “Bugünkü küresel sistem insanlığın yok olması yolunda hangi tehditleri ön plana çıkarıyor?” Nükleer artık bir tehdit değil; HAARP9 teknolojisinden, mikrodalga sistemlere, CERN10’de yapılan deneylere… Asıl tehditler bunlardır.
– Son olarak komünistlere neler söylemek istersiniz?
TÜBİTAK’ta, Bilkent’te genç yoldaşlarımızın olduğu zamanlar, sene 1998-1999. Ben yoldaşlara diyordum ki; “Kardeşlerim emperyalistlerin elinde olmayan teknoloji sahaları üzerinde araştırmalar yapmak daha iyi olmaz mı?” O zaman lazer onla rın kontrolündeydi ama karşıt gruplandırılmış ışın onların kontrolünde değildi. Onu üretsene! Karşıt gruplandırılmış ışın, lazer ışınından daha incedir. Farklı bir ışının çıkışı vardır. Paketler halin değil, tek tek fotonlar halinde, fena halde uzun menzillidir, fena halde yakıcı ve delicidir. İşte bunu yap. Yeni bir teknolojik düzleme sen geç! Sovyetler bu konularla uğraşıyordu. Bilkent’te daha sonra karşıt gruplandırılmış ışın üzerine çalışmalar yapıldı. Kim yaptı? Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra buraya gelen bilim insanları öncülüğünde onlar yaptılar. Ben bunları anlatıyorum; ama bunlar solculara o kadar uzak ki. Komünistler, Paris Komünü sırasında da Bolşevik Devrimi’nde de teknolojiye en hâkim olan güçtü; çünkü bilime açtılar. Bugün sadece politika tartışıyor komünistler. Barut aklı bizim zamanımızın tarzıydı; bugün tankla, tüfekle verdiğin zararın binlerce katı zarar verebilecek teknolojik imkânlara sahipsin, bunları kullansana! Barut aklıyla ABD’nin birçok tesisini işlemez hale getiremezsin; ama teknolojiyle sağlayabilirsin.
– Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Dipnotlar
- Huawei Technologies Co. Ltd., kısa adıyla Huawei, merkezi Çin’in Shenzen şehrinde bulunan, Çin menşeli ve çok uluslu bir şirketir. Huawei, 2012 yılı itibarıyla, Ericsson’u geçerek dünyanın en büyük ağ ve telekomünikasyon cihazı üreticisi konumuna gelmiştir.
- Pentagon, ABD’nin Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın genel adıdır.
- BRICS terimi, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın ekonomilerini kastetmek için kullanılır. BRICS, bu ülkelerin İngilizce isimlerinin baş harflerinden oluşur.
- İngilizceden çevrilmiştir. – Amerika Birleşik Devletleri Merkez Komutanlığı, ABD Savunma Bakanlığı’nın tiyatro düzeyinde bir Birleşmiş Savaşçı Komutanlığıdır. 1983 yılında, Hızlı Dağıtım Ortak Görev Gücü’nün önceki sorumluluklarını devralarak kuruldu.
- Yeni muhafazakârlık, 1960’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’de doğmuş bir siyasal akımdır.
- Oracle, Microsoft’un ardından dünyanın en büyük ikinci yazılım şirketidir. 120.000’i aşkın çalışanı,380.000’den fazla müşterisi ile 145 ülkede faaliyet göstermektedir.
- Hon Hai Precision Industry Co., Ltd. merkezi Tayvan’da bulunan ve elektronik imalat hizmetleri sektöründe faaaliyet gösteren bir çok uluslu şirket’tir. Şirket dünyanın en büyük elektronik imalat hizmetleri sağlayıcısıdır. ve Çin’in en büyük ihracatçılarındandır.
- Sovyetler Birliği Başkanlık Divanı
- Yüksek Frekanslı Aktif ‘Aurora’sal Araştırma Programı veya kısaca HAARP; Amerikan Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Alaska Üniversitesi ve Defansif İleri Araştırma Projeleri Ajansı tarafından finanse edilmiş, iyonosferin özelliklerini ve davranışlarını araştırmak üzere Alaska’da sürdürülen çalışma.
- Avrupa Nükleer Araştırma Merkez veya Fransızca adı olan Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire’in kısaltmasıyla CERN, İsviçre ve Fransa sınırında yer alan dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarıdır.