Ergun Adaklı: “Seçimlerden sonra çok bir şey değişmez!” – Komün Röportaj

“Türkiye devrimcileri 1970 ve 1980’lerde sahip oldukları kapitalist iktidarın yıkılması, emperyalist bağımlılığın kırılması ve yerine devrimci halk iktidarının kurulması fikrinden yavaş yavaş geriye düştüler. Ve yavaş yavaş burjuva yasallığını içselleştirdiler. Bu sadece yasal sol parti meselesi değil. Burjuva yasallığının içselleştirilmesi aynı zamanda burjuvazinin kendi mücadelesi içerisinde ürettiği kavramların bütünlüğünden hareket etme anlamına gelir. Burjuva yasallığının ekonomik, siyasi, kültürel, toplumsal tüm alanlarda toptan içselleştirilmesi anlamına gelir.

Ergun Adaklı

“Genel Seçimler olacak mı olmayacak mı?” tartışmaları arasında 14 Mayıs seçim tarihi olarak belirlendi. Partiler bir araya gelerek ittifaklar biçiminde seçime gidiyorlar ve partiler arası yarış ittifaklar arası yarış biçiminde tezahür etse de ittifaklar da kendi içlerinde ciddi sorunlar yaşıyor. Diğer yandan ülkede çok büyük bir deprem meydana geldi ve resmi rakamlara göre elli binin üstünde insan hayatını kaybetti. Gerçek rakamların bunu çok ötesinde olduğunu tahmin etmek ise güç değil. Deprem zaten büyük krizlerle boğuşan ekonomiyi iyice felç etti. Türkiye sosyal siyasal ekonomik kültürel topyekûn bir çözülme yaşıyor.

Tarihin böylesi kritik evresinden geçerken güncel siyasi gelişmeleri Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) önemli isimlerinden Ergun Adaklı ile konuştuk.


Yukarıda işaret etiğimiz gelişmeleri göz önünde tuttuğumuzda Türkiye nasıl bir ortamda seçime gidiyor, genel bir panorama çizebilir misiniz?

Seçime giderken hem dünya hem de ülke konjonktürü açısından Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu şöyle tarif edebiliriz; tamamıyla kaotik bir ortam ve bu sadece Türkiye’nin kendi içsel sorularından kaynaklanmıyor, dünyadaki kaotik ortamdan da kaynaklı. Türkiye’nin seçime giderken karşılaştığı en temel sorun şudur; Amerika, Avrupa ve Japonya’nın temsil ettiği batılı emperyalist ittifak giderek daralma çürüme ve çöküş sürecinde. Son dönemlerde yine bankalarda başlayan sıkıntılar, zaten bunun ipucunu veriyor. Dünya Bankası, IMF batılı sistemin yeniden bir resesyon sürecine girebileceğinin uyarılarını yapıyor. Böyle bir ortamda batılı emperyalist ittifak, dünya hegemonyasını devam ettirebilmek için siyasi ve askeri komplolarla, operasyon ve yeni projelerle, özellikle Rusya ve Çin’i kuşatarak, “ Şanghay Altılısı” dediğimiz yapılanmanın etrafında gelişen ve dünya ekonomisini çok önemli bir bölümünü yavaş yavaş kucaklamaya başlayan ekonomik siyasal gücü daraltmaya ve kendi hegemonyasını devam ettirmeye çalışıyor. Bunun getirmiş olduğu pek çok sorun var ve çatışma derinleşiyor. Bilindiği gibi NATO’nun genişleme stratejisiyle Rusya’nın kuşatılması Ukrayna savaşına yol açtı ve Rusya ile savaş ön plana çıktı. Öbür tarafta ise 2020 yılından itibaren Çin’i Pasifik’ten kuşatma operasyonu başlattılar. Batı emperyalizmi böyle çatışmalar olmadan kendisini ayakta tutamayacak durumda. Dolayısı ile batılı emperyalist ittifak ile Rusya, böylesine bir çatışmaya giderken, Türkiye tam da ortada kalmış bir ülke pozisyonunda. Şimdilik idare ediyor ama nereye kadar idare edebilir, bilinmez. Bu konjonktürde Türkiye fena halde sıkışmakta. Bundan sonra alınacak politik ve ekonomik kararlar çok önemli. Ne kadar daha dengede tutulabilir, hangi yöne doğru ilişkiler geliştirilecek; bu sorun var.

İç duruma gelince, yaşadığımız ekonomik çöküş de zaten emperyalist dünya ile ilişkilerden kaynaklanıyor. Bu, 2015 yılından başlar. AKP 2015 seçimlerinde iktidar olamayacağını görünce ilk yaptığı şey, Kürt temsilciler ile yapılan anlaşmaya rağmen Çözüm Süreci’ni kesip savaşı başlatmak olmuştur. Bunun esas sebebi ise Batı ittifakına bir mesajdır. Çünkü Batı hiçbir zaman Kürt sorununun ülke içerisinde çözülmesini istemez, bu sorunu her zaman koz olarak elinde tutmaya çalışır. Sonrasında Ali Babacan, Egemen Bağış gibi kişiler Londra’ya gidip geldiler para kaynağı bulmak için. 2015 yılında yapılan İncirlik Antlaşması, görünürde askeri bir anlaşma olsa da bir teslimiyet antlaşması idi. Fakat Türkiye’nin Orta Asya ülkelerine, Rusya ve İran’a fazlası ile muhtaç olması sebebi ile bu anlaşma tam olarak uygulanamadı. Bu ülkeler Türkiye’ye Batının sıkıştırmasından kaçış yolu bıraktı ve ABD bu kaçış yolunu tıkayamadı.

Sonuçta Türkiye hem bir NATO ülkesi hem de Rusya ve İran ile ilişkileri giderek derinleşen bir ülke haline geldi. Böylesi bir durumda Türkiye bu ekonomik krizi atlatamaz hale geldi. Atlatamamasının sebeplerinden biri, Kürt sorununda girişilen savaş politikaları… Bu savaş politikalarına yüzlerce milyar dolar harcanıyor ve bu Türkiye’nin üzerinde büyük bir yük; bunu kaldıramaz halde. Türkiye ekonomisi bu dar boğazdan kolay kolay kurtulamaz. Kurtulabilmesi için Batı’nın emperyalist ittifakında bir genleşme olması lazım ama genleşme yok. Kurtulabilmesi için Avrasya’ya doğru dönmesi lazım ama bunu hızlı bir manevra ile yapmaya kalkarlarsa, bu defa NATO tepelerine çöker. Dolayısı ile iki arada bir derede götürmeye çalışıyorlar ama kendi kaynaklarının buna dayanacak hali kalmadı. Bunun da sebebi yine Batı emperyalist dünyasının Kemal Derviş yani Bülent Ecevit iktidarından hatta bunlardan da önce başlattığı ve günümüzde AKP’nin de devam ettirdiği köylülüğü tasfiye politikasıdır. Köylülüğü tasfiye ile tarım ve hayvancılık çöktü. Dünya Bankası’nın ikinci tasfiye politikası esnafa yöneliktir. Esnafın tasfiye edilmesi için büyük marketleri ön plana çıkardılar. Artık kendi günlük ihtiyaçlarını gidermek için markete gidenler, keyfi bir fiyat anarşisi ile karşı karşıya kaldılar; hiçbir denge kalmadı. Türkiye’nin büyüdüğü söyleniyor ama toplumun çalışan kesimi, büyümeden hiçbir pay alamadığı gibi küçülüyor. Vatandaş artık bunu yaşayarak biliyor. Böyle bir ortamda seçime gidiyoruz.

Seçimlere ittifaklar halinde girilmesi Türkiye’de ilk kez olan bir şey. Daha önceki seçimlerde partiler arası ittifaklar yapılırdı. Bu seçimde ittifaklar, seçim sisteminin bir parçası haline geldi. Bu ittifaklar nasıl bir zorunluluğun sonucudur?

İki üç sene önce ittifaklar yapılanması yenilendi ve daha geniş bir zemine yayıldı. Fakat bu seçime ittifaklar halinde girme yasası Erdoğan’ın ihtiyacından kaynaklandı. Erdoğan 2002 yılında ilk iktidara geldiği zaman aldığı oy oranı sadece yüzde 34’tü. Yüzde 34 ile istediklerini yapabildi çünkü karşısında parçalanmış bir muhalefet vardı ve en yüksek oy alan parti olarak en fazla milletvekilini aldı. 2015 seçimlerinden sonra görüldü ki, AKP tek başına seçime girdiği zaman geçmiş siyasi partiler düzeni ile seçimde tek başına iktidar olamayacak. O zaman yanlarına birilerini alarak devam edebilmek için ittifaklar yasasını çıkardılar. Zamanla bu yasa dönüştürüldü ve Erdoğan kendisine en uygun ittifak yasasını yaptığını zannetti ama gelinen noktada kendisine bir handikap yaratıyor bu yasa. İttifaklar yasasından hareketle karşısında çok daha geniş, AKP ile MHP oylarını aşabilecek düzeyde bir oy potansiyeli olan partiler bütünlüğü doğdu. Onu parçalamak için yoğun çaba sarf etti. İyi Parti’yi ittifaktan çıkarmak için yoğun çaba sarf etti ama olmadı. Dolayısı ile ittifaklar yasası AKP’nin ihtiyaçlarından doğdu fakat bugün, Millet İttifakı’nın bu şekilde karşısına çıkması, Erdoğan’ın oyununu bozdu.

Kamuoyunda Erdoğan’ın kaybedeceği bir seçime girmeyeceğine yönünde yaygın bir kanı vardı. Ancak Erdoğan seçim tarihini açıklayarak seçim konusunda kararlı olduğunu gösterdi. Sizce Erdoğan’ın kafasında nasıl bir proje var? Erdoğan kaybedeceği bir seçime mi gidiyor? 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasındaki süreci düşündüğümüzde benzer operasyonel durumların yaşanabileceğine ilişkin yaygın bir kanı var. Bu konuda ne düşüyorsunuz?

Erdoğan kaybedeceği bir seçime girmez. Yahut kaybedeceğini anlayınca manevralar yapmaya başlar, bir takım operasyonlara da girmeye çalışır. Ama şimdi sıkışmış durumda. Bütün devlet kurumları zaten kontrolü altında; YSK dâhil… Dolayısı ile 2019 yılında belediye seçimlerinde yaşadığımız bir durum ortaya çıkabilir. Oyların geçersiz sayılması, belli seçim bölgelerinde seçimlerin yenilenmesi kararı vs. her türlü şey çıkabilir Yüksek Seçim Kurulu’ndan. Böyle bir mekanizma elinde var. Fakat yapması artık çok güç… Erdoğan’ın seçimi garantileyebilmek için uğraştığı en önemli konu, emperyalist dünyada uluslararası desteği yoğunlaştırmak. Bunun farklı cepheleri var. Bu cephelerden bir tanesi Londra merkezli Batı’nın tefeci tekellerinin desteğini sağlamak… Bu konuda onların desteğini tam sağlayabilmiş değil. Ama bazı Batılı dergilerde yazanlardan anladığımız kadarı ile onlarda Erdoğan’ı tümüyle ellerinin tersi ile itmiş durumda değil. Çünkü Erdoğan iktidarının son 7-8 senelik -Gülen olmadan tek başına- yönetiminde elde ettikleri pek çok kazanımlar var. Başkaları gelirse bunlar devam edecek mi, belli değil. “Yeter bu AKP!” diyorlar ama AKP yerine koyabilecekleri güvenilir bir muhalefet de bulamıyorlar. CHP önderliğinde bir Millet İttifakı’nın bu konuda son derece beceriksiz olacağını düşünüyorlar. CHP’nin ülke ekonomisini yönetebilecek becerikli yöneticileri yok. Erdoğan’ın en büyük kozu da budur; CHP beceriksizdir. 1989 belediye seçimlerinden sonra halk da bunu görüp tekrar Refah Partisi’ne dönmüştür. Erdoğan da oradan, İstanbul Belediyesinden çıktı. Bunların hepsi koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denmesinden kaynaklanıyor. Millet İttifakı’nın elinde sadece Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gibi kadrolar var. Bunlar AKP’den geliyor ve toparlama sağlayabilirler. Bu kadrolar Millet İttifakı’nın bir avuntusu olabilir. Ama önünde sonunda Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olduğu bir sistem… Batılı emperyalist ittifakın tedirgin davranmasının sebebi bu… Kılıçdaroğlu bu tedirginliği gidermek için bir Londra seyahati yaptı. Seyahat sonrası Erdoğan, “Emperyalist tekellerin önünde diz çökmeye gitti,” deyince, Kılıçdaroğlu, “Ben oraya, temiz sermaye kaynağı bulmak için gittim,” dedi. Emperyalist tekeller dünyasında temiz sermaye kaynağı olur mu? NATO, kara para organizasyonudur. Hepsi kara paraya bulaşmış. Millet İttifakı’nın rant yağmasını durdurabilmesinin imkanı yoktur. CHP öyle bir Kemalist kafadır ki, yüzünü hep Batı’ya döndü. Kılıçdaroğlu önce Londra’ya oradan Berlin’e gitti. Ama Çin’e gitmez. Niye? Çünkü Avrasya onlara göre yobazlığın, gericiliğin simgesidir. Batı emperyalizmi ile Avrasya arasında tarihten gelen bir fark var. Bundan 600 sene önce başlayan Avrupa sömürgeciliği, dünyayı talan etmek üzerineydi. Ama Çin’in kendi zenginliği var, hiçbir ülkeyi talan etme politikası yok. Çin Afrika’ya gider, madenleri karşılığında alt yapısını yapar. Avrasya ekonomik yapısı İpek Yolu kültürü üzerinedir; kazan-kazan… Ama Batı’nın emperyalizmi sömürme üzerinedir. Çin ve Rusya da tabii ki kapitalist ama tek kutuplu bir düzeni kabul etmiyorlar.

Erdoğan’ın beklediği uluslararası desteklerden birisi İsrail ile ilişkiler, diğeri de Körfez ülkeleri… En azından karşı çıkmasınlar. Bunların da yetmediği yerde ne yapar? Bir hazırlıkları var ama o hazırlıkları devreye sokabilirler mi, belli değil. Bu da SADAT… Ama silahlı operasyon birimi olarak SADAT çekirdektir. Ama SADAT’ın da etrafında ete kemiğe bürünmüş muazzam bir teritoryal savunma birliği oluşturdular; AFAD. AFAD çok geniş bir kapsama sahiptir. 1990’larda yapılan EMASYA Protokolü, toplumsal kalkışmalarda, ekonomik çöküntü durumlarında orduya yukarıdan herhangi bir emir beklemeksizin müdahale yetkisi verir. 2011 yılında Fettullah Gülen, Erdoğan’ı yönettiği dönemde EMASYA protokolünü lağvetti. Onun yerine sivil bir yapılanmaya yönelik hem MİT’te hem de onun etrafında yaygın bir şekilde bir teritoryal savunma birliği olarak AFAD kurulmaya başlandı. Her ilçede özel olarak seçilmiş, afetlerde müdahale edebilecek teknik birikime ve fiziksel yapıya sahip insanlar bunlar. Bazı insanlar AFAD’ın depremde beceriksizlik gösterdiğini düşünüyor. Oysa onun asıl beceri göstereceği alan afetler değil, bir toplumsal kalkışma veya çatışma gibi durumlarda görülecek nasıl çalıştığı… Erdoğan bunların hepsini organize etti ama kullanabilecek durumda mı? Bugün gelinen noktada pek mümkün değil. Seçime gitmeye mecbur, seçimden kaçacak yeri kalmadı. Dayanabileceği tek unsur, YSK. Çevresi de tedbirini alıyor. Seçimden sonra duyacağız, herkes paralarını kaçırıyor.

Millet İttifakı’nın seçimleri kazanması durumunda askeri bir darbe yaşanabilir mi? Devlet içerisinde böyle bir güce sahip klik var mı?

Yok. Bir askeri darbe olmaz. Askeri darbenin olmamasının sebebi, genelkurmayından en küçük birimine kadar askeri yapılanmanın tabiri caizse siyasi müdahale gücünün, organizasyonunun ve hevesinin tümüyle ortadan kaldırılması… Yapacak durumda değiller. Askeri darbe olmaz. Ne olabilir? SADAT, onun etrafındaki AFAD ve AKP’li grubun iç savaş çıkartması durumu olabilir, bu da çok zor.

Kılıçdaroğlu Kürt sorunun çözümü için parlamentoyu adres gösterdi. 2014 çözüm sürecinde de benzer açıklamaları olmuştu. Seçimlerden sonra Kürt meselesinde bir açılım bekliyor musunuz?

 Millet İttifakı’nın Kürt sorununda yeni bir çözüm sürecine tabiri caizse eli mahkûm; yapmak zorunda… Daha doğrusu şöyle bir şey var; ya bugünkü politikaları izleyecek, YPG ve PYD’yi düşman belleyip savaşı ve Kuzey Irak’taki işgali devam ettirecek ya da artık bunun yarattığı muazzam yükü, aynı zamanda Kürdistan’daki savaşın kabarmasının yarattığı şoven duyguları da göz önünde tutarak bir Çözüm Süreci’ne ve yumuşamaya yönelecek. Kürt sorununda Çözüm Süreci, Türkiye’de yumuşama getirir. Ordunun operasyonlarının durması, o yükün de ortadan kalkmasını getirir. Bunun için ne lazım? Suriye devleti ile normalleşme ilişkileri -ki, AKP zaten kendisi başlatmak zorunda kaldı- İdlib meselesinin çözülmesi, Rojava’ya ılımlı yaklaşım, yeni bir başlangıç için İmralı’daki tecridin kaldırılması… Kürdistan’da bu savaşın getirmiş olduğu yorgunluk, Kürt halkında da artık bir Çözüm Süreci ihtiyacını getirdi. Yoruldular ama yorulmalarına rağmen sağa AKP ya da CHP’ye kayma gibi bir durumları yok. HDP’nin kemikleşmiş oyları… Bir Çözüm Süreci’nde oyları da artar. Kılıçdaroğlu da destek alır Kürtlerden.

Ama önlerinde başka bir şey var; Sadece ABD ve NATO değil, aynı zamanda TÜSİAD’çılar da çözüm sürecinin karşısındalar. Çözüm sürecinde yumuşama, bunun getirmiş olduğu şoven gerginliği ortadan kaldırınca, o çelişki ve çatışma gölgede kalınca, bu defa esas çelişki ön plana çıkar, sınıf çelişkisi… 2015’te AKP savaşı tekrar başlatmadan önce Türkiye’deki durumu hatırlayalım. Doğrudan doğruya Türkiye’nin otomotiv sanayii merkezlerinden başlayan bir işçi kalkışması yaşandı. Renault’ta başlayıp OTOSAN’da devam etti bu. Bütün Marmara bölgesindeki fabrikaların hepsi bir hafta, on beş gün, bir ay üretim durdurdular. İşçiler toplu sözleşme ve sendikal haklarını yeniden elde edebilmek için tepelerindeki sarı sendikacıları da atıp doğrudan patronlar ile görüşerek fabrika işgallerine başladılar ve bu giderek yayıldı. En başta TÜSİAD bu durumdan korktu. Sınıf çelişkisi tekrar ön plana çıkıyor. Bunu bastırmak için ne lazım? Kürt-Türk çelişkisini ön plana çıkarmak, savaş başlatmak… Savaşı başlatır başlatmaz, bu çelişki bastırıldı. Kürdistan’daki savaş her zaman işçi sınıfının gelişiminin geriletilmesine yarar. Dolayısıyla bu Çözüm Süreci’ni nasıl yaparlar? Kılıçdaroğlu diyor ki, “Ben beşli çetenin tarumar ettiği parayı geri alacağım!” Peki, TÜSİAD’çıları ne yapacaksın? TÜSİAD’çılar seni destekliyor. Renault, Tofaş, Arçelik vb fabrikalardaki işçilerin haklarını savunacak mısın? 1980’lerden bu yana işçi hakları itile güdükleşe hiçbir şey bırakılmadı. Geçici işçilerin hepsini kadrolaştıracağını söylüyor. Peki, kadrolu işçilerin haklarını sağlayabilecek mi? Karşılayamayacak. Tekelci kapitalizmin kar yasası gereği, bu olmaz. Olursa, tekelci kapitalizm çökmüş demektir. Millet İttifakı bunu yapamaz. Kılıçdaroğlu Kürt açılımına gitmeye çalışacak ama en başta İyi Parti, AKP ve MHP’den büyük bir tepki gelecek. Kürt açılımına gitmek zorunda ama yapabilir mi? Çünkü daha önce denendi. En kritik durum budur. Çözüm Süreci’ni başlatırsan, sınıfsal çelişkilerin ön plana çıkmasına sebep olursun. Ve bir de tabii Çözüm Süreci’ni sağlıklı yürütebilmek için, Rusya ve İran ile dengeli ilişkileri devam ettirmek lazım. Rusya zaten destek olur. Çünkü Çözüm Süreci demek İdlib sorununun çözülmesi demek, Rojava ile dengeli ilişkiler kurmak demek. Rojava ile dengeli ilişkiler kurdun mu, ABD’nin oradaki etkisi zayıflar. Rusya bunu her zaman ister ama ABD istemez. Çünkü ABD’nin 40-50 yıldır devam ettirdiği politikalar, Ankara merkezli bir çözüm süreci olmasın, ben güneyden Kürdistan sorununu kendi bildiğim gibi çözeyim, daha doğrusu onu elimde tutayım. Sadece ABD’nin değil tabii, İsrail’in de öyle. İsrail’in Barzani rejimi ile çok sıkı ilişkileri var. Petrol de oradan gidiyor zaten. Yani, İsrail ve ABD Türkiye içinde bir çözüm süreci istemez, Kürtler ister. İyi Parti dâhil, bütün şoven milliyetçiler istemez. Rusya ve Çin ister, İran istemez. İran’ın istememesinin sebebi de Türkiye’de Kuzey Kürdistan’da gerçekleşecek bir Çözüm Süreci ve onun getireceği siyasal haklar, özgürlükler Mahabad’ı da etkiler. Karışık iş.

Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın Kürt sorununda oluşacak bir çözüm sürecinde rol oynayabilecekleri, bu sebeple ABD ve batının da desteği ile aday yapıldıkları söyleniyor. Ne düşünüyorsunuz?

Bence bu yanlış bir değerlendirme. Cengiz Çandar’ın ve ona benzer unsurların tabii ki Çözüm Süreci’nde önemli bir rolü vardı bir zamanlar. Türkiye toplumunu ikna etme konusunda bütün kanallarda çıkarlardı. Ama ABD’nin yeni bir Çözüm Süreci istemesi gibi bir durum yok. Çünkü yeni bir Çözüm Süreci, ABD’nin Suriye’deki politikasının parçalanması demektir. Türkiye’de Çözüm Süreci’ni devam ettirdin, belli bir noktaya geldin, YPG ile de iyi ilişkiler kurmak zorundasın, Çözüm Süreci’nde olduğu gibi. Sen şimdi YPG’nin liderlerini öldürüyorsun. İdlib’in de Suriye’nin yönetimine girmesi lazım. O zaman oradan da ordunu çekeceksin. Böylesi bir durum, ABD’nin Suriye’deki pozisyonunu bozar. Türkiye ve Suriye karlı çıkar, ABD zararlı çıkar. ABD, NATO, Avrupa hiçbiri Türkiye’nin Ortadoğu’da güçlü bir cazibe merkezi haline gelmesini istemez. Elleri zayıflar çünkü. Dolayısı ile Çözüm Süreci’ne mahkûmlar ama altından nasıl kalkarlar; çok karmaşık bir konu bu. Bu kapasite Kılıçdaroğlu’nda yok. O’nun yerine aday olsaydı İmamoğlu veya Yavaş’ta var mıydı, onlarda da yok. Çözüm Süreci’nde en tecrübeli olan, Davutoğlu. Davutoğlu’nun bir tezi vardı; Sıfır sorun projesi. Ermenistan, Yunanistan dâhil sıcak ilişkiler. Sıcak ilişki ne demektir? Aynı zamanda ekonomik ilişkiler demektir. Türkiye muazzam kazandı o zaman. Antep Ortadoğu’nun ticaret merkezi haline gelmişti. Dolayısıyla Davutoğlu ve Babacan, var, Çözüm Süreci’nde tecrübeli ve Ortadoğu’yu bilen siyasetçiler. CHP Ortadoğu’yu bilmez ki, hiç teneffüs etmediler. Bizim solcularımız da öyle. Rojava’dan sonra teneffüs etmeye başladılar nihayet. Solcularımıza sor, Paris’in sokaklarını anlatırlar. Halep’i, Bağdat’ı sor, tanımazlar. Kemalist yapı için de Ortadoğu gericilik yatağı… Halep celep meselesi…

Türkiye’de sosyalist solun son 10 yıldır parlamenter mücadeleyi bu denli içselleştirmesinin Türkiye devrimci hareketinin ideolojik gerilemesi ile bir bağı var mı? Bunu bir sağcılaşma eğilimi olarak okuyabilir miyiz? Türkiye’de yasal sol partiler ile devrimci hareketler arasındaki makas neden bu kadar kapandı? Sizce HDP neden başka bir bileşen adı altında değil de Yeşiller Sol Parti çatısı altında seçime girmeyi tercih etti?

Lenin’in 1905 sonrası çıkardığı dersler ile ilgili çok güzel bir tanımlaması var; toplumun devrimcileşme yıllarında tüm partiler sola kayar, yavaş yavaş kızarırlar. Karşı devrim sürecinin derinleştiği süreçlerde ise sağa kayarlar sarıya doğru dönerler. 1990’lardan bu yana Türkiye’de yaşanan budur. Karşı devrim sürecinin derinleşmesi ile beraber, SSCB’nin çözülmesinden sonra dünya kapitalizminin ve burjuvazinin yıkılarak devrimci bir iktidarın kurulması hedeflerinin giderek flulaşması ve gözden çıkarılması nedeni ile yavaş yavaş Türkiye’nin tüm devrimcilerinde, solcularında, sosyalistlerinde bir sarıya doğru kayma, kendi devrimci ülkülerinden giderek uzaklaşma perspektifi ortaya çıktı. Dolayısı ile bu soru tamamen haklı bir soru. 90’ların ortalarından itibaren başladı bu süreç. Ve o zamanlar ben hem Özgür Gündem çalışmalarında, hem BEKSAV çalışmalarında, daha sonraki yıllarda katıldığım panellerde, konuşmalarda hep bu vurguyu yaptım. Türkiye devrimcileri 1970 ve 1980’lerde sahip oldukları kapitalist iktidarın yıkılması, emperyalist bağımlılığın kırılması ve yerine devrimci halk iktidarının kurulması fikrinden yavaş yavaş geriye düştüler. Ve yavaş yavaş burjuva yasallığını içselleştirdiler. Bu sadece yasal sol parti meselesi değil. Burjuva yasallığının içselleştirilmesi aynı zamanda burjuvazinin kendi mücadelesi içerisinde ürettiği kavramların bütünlüğünden hareket etme anlamına gelir. Burjuva yasallığının ekonomik, siyasi, kültürel, toplumsal tüm alanlarda toptan içselleştirilmesi anlamına gelir. Ben 90’larda “Yeni bir aydınlanma gerekiyor” deyip duruyordum. Ama tabii dünyada süreç o yöne doğru gitmedi. 30 yıldır dünya çapında sürekli bir gerileme sürecindeyiz. Bütün dünya komünistleri burjuva yasallığına doğru sürüklenip gittiler. Bunun da sebebi şu; gücümüz yetmiyor ise bari bunu yapalım! Yani azla yetinme… Ben 90’larda şunu söylüyordum; Türkiye başta olmak üzere tüm dünya çapında 1970’lerin, 1980’lerin savaşlarında yorulmuş ve giderek yaşlanmış bir kuşak, artık bu devrimci iktidar kavgasını devam ettiremeyeceğine göre, yasallığa doğru kaymasını anlayışla karşılayabiliriz. Hiç olmazsa işten eve giderken partisine uğrasın, yasal panellere katılsın. SSCB’nin çözülmesinden sonra emperyalist kapitalist sistemin hegemonyasına meydan okumak kolay değil. Teknoloji de gelişti ve tamamen iktidarların, karşı devrimin elinde. Artık yasa dışı devrimci parti örgütlenmesi eskisi kadar kolay değil. Dolayısı ile o yıpranmış kuşakların yasallığa kayması normal. Ama genç kuşaklar da burjuva yasallığına kaydı, istisnalar hariç. Hala devrimci burjuva yasallığına direnen, kendi fikirlerini üretmeye çalışan genç yoldaşlar da var. Ama sadece parti anlamında değil, zihniyet anlamında burjuva yasallığına kayış… Mesela zihniyet olarak burjuva yasallığına kayış neyi getirmiştir? Daha 90’ların ortasından itibaren, hem Türk hem Kürt devrimcilerinde “Avrupa Birliği ile entegrasyon içerisinde demokratikleşme bize yeter!” düşüncesi, söylemi vardır. Avrupa emperyalizmi bizim 1970’lerin başlarında savaş açtığımız bir güç ve baş düşman. Artık emperyalizm bir düşman olarak görülmüyor. Ve bugün ben ne zaman Avrupa ve ABD emperyalizminden bahsetsem, “Ama Rusya ve Çin de öyle,” denmeye başlandı. Rus ve Çin emperyalizmlerinden işkence, yağma, darbe, istila yedin mi? Dolayısı ile demokratikleşme denilen ucube kavram yasallaşma ile birlikte solun bütün zihnini esir aldı. Demokrasi zaten sahtekâr ve ucube bir yapılanmadır. Demokrasi kavramı, demos kratos kavramından türer. Yani kubbenin altındakilerin yönetimi, köle sahipleri arasındaki eşitlik…

Abdullah Öcalan bu gerçekliği gördü. Mezopotamya’dan kıyı Ege’ye kadar tarihsel komünal yapıların federasyonu doğurduğunu fark etti. Federasyonu savunmasının sebebi budur. Demokrasi bizim topraklarımıza yabancı bir hadisedir, federasyon bizim topraklarımızın doğurduğu bir kültürdür. Ama solcularımız kendi topraklarının tarihinden habersiz. Dolayısı ile Osmanlı’dan başlayarak Kemalizm döneminde de giderek ayyuka çıkan bütün kültürü Batı’dan alma hastalığı bizi bu noktalara getirdi. Kürt solcuları da Türk solcuları da kurtuluşu hep Batı’da arar. Hâlbuki Kürtlerin bugün yaşadığı sorunlar Batı emperyalizmi yüzündedir. Dolayısı ile Kürt ve Türk solcularının sağa doğru kayışları bugün yaşadığımız durumu gündeme getiriyor. Karşı devrim süreçlerinin zorunlu sonucu bu… Yeşil Sol Parti ile ittifak meselesi de gene bunun bir tezahürü. Tabii Yeşil Sol Parti daha kolay kontrol edilebilir. Konjonktürel olarak yarar getirir ama tarihsel olarak bir anlamı yok. Hep konjonktürel yaşıyoruz artık. Ne derinlemesine bir tarih bilincine ne geleceğe doğru tarihsel bir perspektife ne de o tarihsel perspektifin getirdiği toplumsal bilince sahibiz. Bugünkü hali pür melalimiz budur. Ama bu umut kesilmesi anlamına gelmez. Çünkü çöküş süreçleri öyle süreçlerdir ki, birdenbire tersine bir sıçrama ile her şey alt üst olabilir. Ama bizim kuşaklarımız değil, yeni genç kuşaklar kendi tarzı ile yeni başkaldırıları ile bunu tersine çevirebilir ki, öyle olacak. Gezi olayları bunun ilk örneğiydi. Bizim gibi her şeyi merkezden kontrol etmeye gerek kalmaksızın inisiyatifli bireylerin kendi aralarında spontane organizasyonu ile Gezi başkaldırısını Türkiye’ye yaydılar. Bunu hiçbir merkezi örgütlenme becermedi. Bizim yapmadığımız bir şey daha yaptılar; kendi aralarında muazzam bir iletişim ağı ile anında haberleşme… İnternet ve akıllı telefon teknolojisi esasında genç neslin kapitalist sisteme başkaldırması için gerekli bütün teknik imkânları veriyor. Hele şimdi 5-G teknolojisi daha fazlasını da veriyor. 8 Nisan’daki haberlerde Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nın pek çok sayısız raporu basına sızdırıldı. Sadece Ukrayna’daki durum değil, dünya çapında izlenen politikalar ve operasyonlarla ilgili pek çok bilgi hacklenmiş, açığa çıkarılmış. Böyle bir imkân sağlıyor. Dolayısıyla bizim tarzımızda, bizim teknolojimiz ile bir devrimci iktidar savaşı olmayacak, genç neslin kafa yapısı ile dünyaya bakışı ve anlayışı ile bilime ve teknolojiye hâkimiyeti ile gerçekleşecek. Biz kaleşnikof çağının çocuklarıyız. Hâlbuki şimdi dijital silahlar var. Özellikle Amerikan ve Avrupa emperyalizminin Çin’den bu kadar korkmasının da sebebi bu… 5-G teknolojisindeki ileri atılımları, dünya hâkimiyeti. Kendi yarattıkları bir teknolojiyi Çin kendilerine karşı kullanabilecek duruma geliyor. Peki, bu devrimci örgütlerin eline geçerse ne olur? Daha 97’de NATO bundan korkuyordu, dijital terör… NATO Savunma Konseyi’nin genel tehdit algılamasının bir parçasıdır. Hackerlardan korkmuyordu, trackerlardan korkuyordu. Hackerlar sistemi tırtıklayan farelerdir, trackerlar yıkıcılardır. Durum bu.

Emek ve Özgürlük İttifakı içerisinde yer alan Türkiye İşçi Partisi’nin seçimlere ayrı bir liste ile girmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her zamanki hikâye… Türkiye’nin solcuları ve devrimcileri sadece ve sadece çok kısa bir süre için tarihsel ve toplumsal bir sorumluluk üstlendiler; Denizler ve Mahirler zamanıydı bu dönem. Hâlâ onların bizim tarihimizin bütün derinliklerine kadar kazınmış bir altın sayfa olmasının sebebi o. 75’lerden sonra başlayan yeni devrimci gelişim, böyle bir tarihsel ve toplumsal sorumluluk yani tarihe ve topluma bütünden bakma ve onun bütünüyle sorumluluğunu üstlenme gibi bir anlayışı geliştiremedi. Grupçu kavrayış yani herkesin kendi örgütünün içinden dünyaya bakması hâkim oldu devrimci yapılara. 1980’lere gelindiğinde muazzam bir güce sahip olmamıza rağmen faşist diktatörlüğün saldırısına cevap verememize sebep oldu bu. Şimdi paramparçayız. TİP’in, TKP’nin, EMEP’in yöneticilerine baktığımızda, hepsi o zamanki grupların şefleri ve hâlâ onlar şef yahut onların talebeleri… Hâlâ kendi gruplarının çıkarları üzerinden bakıyorlar. Yasal sol partiler daha kurulurken grupçu kafa egemen oluyor. İttifakın diğer bileşenleri mecbur, TİP mecbur olmadığını söylemiş, fark etmez, hepsi aynı. Toplumun yeni genç nesli büyük ölçüde zaten bu partileri tanıyamıyor bile. Ben de takip etmekte zorlanıyorum. Bugün taktiksel olarak bu noktaya geldikten sonra, bir de yasalcılığa kaymışsın. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bütünlüğü… Savunabileceğin en geri taktiksel durum budur. Hala tepede şeflik düzeni, aşırı merkeziyetçilik var. Aşırı merkeziyetçilik babalarımızın döneminin sistemi… Toplum ve nesil değişti, kültür vb. hepsi gelişti. Çağ aştı gitti bunları.

Sizce seçimlerden sonra Türkiye’de nasıl bir ortam oluşur? Cumhur ittifakının ya da Millet ittifakının iktidarında nasıl bir Türkiye şekillenir?

Kimse boş hayallere kapılmasın, çok fazla bir şey değişmez. Türkiye’nin ekonomisini, siyasetini, toplumsal ve kültürel hayatını kontrol altında tutan tekelci kapitalist güç değişecek mi, TÜSİAD değişecek mi? TÜSİAD 12 Mart faşist diktatörlüğünün kurucusu, 12 Eylül faşist diktatörlüğünün baş destekçisidir.

Millet İttifakı’nın kazanması durumunda nefes alma olur. Ama nefes alma çatışmayı getirir. İnsanlar haklarını isteyecek. Tekelci kapitalistler de diyecek ki, “Ekonominin durumu bu, ben size veremem!” Ne olacak Tofaş işçilerinin, Soma işçilerinin hakkı? Bir rahatlama olur. Mesela muhalif televizyon kanallarına RTÜK cezası olmaz. Cumartesi İnsanları yine Galatasaray’da toplanırlar. Şenyaşar ailesinin adalet nöbeti sonuçlanabilir; bunlar olur. Ama toplumsal gelirden pay alma mücadelesi başlayınca ne olacak? Dolayısı ile çok fazla bir şey değişmeyecek. Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, Türkiye’nin kurtuluş savaşından sonraki halini anlatırken yazdığı çok güzel bir mısralar dizisi vardır. Savaştan önce de Kazım pehlivan bahçıvandı, savaştan sonra da bizim Kazım pehlivan… Değişen bir şey yok.

Röportaj için teşekkür ederiz.

Röportaj: Eren Arin Altay