Neden böyle bir konuyu ele almayı tercih ettik?
Başlık sizi yanıltmasın. Yazıyı bitirdiğinizde aslında çok güncel bir meseleyi tartıştığımızı göreceksiniz.
Türk-Sovyet ilişkilerini akademik temelde ele alan birçok çalışma var. Bunlara bir göz attığımızda gerçekleri yarı yarıya resmeden akademik analizlerle dolu tarih çalışmaları olduğunu görürüz. Yani devletlerin resmi tarihinden sapma göstermeyen bir diplomasi tarihi ile karşı karşıya kalırız. Özellikle Türk tarafı bu minvaldedir. Rus tarafı ise çok daha objektif olmakla birlikte, son sözü söyleyen merkez komite ve politbürolar ile bağımsız Sovyet bilim insanları (“kızıl profesörler”) arasında dönemlere göre daralıp açılan görüş farklılıkları mevcuttur.
1968 ve 78 kuşağının devrimcileri, dünya ve bölgemizdeki mücadelelerde ağırlıklı olarak Sovyet kampının yanında saf tutmuşlardır. ABD emperyalizminin Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’daki fetih, yağma ve işgal saldırıları karşısında Sovyetlerin askeri-politik yönelimlerini sorgusuz sualsiz desteklemişlerdir. Bunda elbette çok büyük bir yanlış yok. Ancak Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimler çöktükten sonra da kapitalizm yolcusu Rusya Federasyonu’nun “alışkanlıkların gücü” ile desteklenmeye devam edilmesi ciddi bir eleştiri konusudur. Sovyetlerden kalma, başta askeri olmak üzere kimi ekonomik-sosyal özelliklerini koruyor ve hala demografik olarak çok büyük bir coğrafi alanı tutuyor diye Kapitalist bir Avrasya gücüne dönüşmüş Rusya’nın geçmiştekine benzer şekilde desteklenmesi doğru değildir. Sonuçta imparatorluk ve teritoryal Sovyet geleneğini kapitalizmle buluşturarak bundan Avrasya’ya özgü yeni bir emperyal devlet çıkarma uğraşısı içinde bulunan yeni bir Rus egemen sınıfı doğmuştur.
Bilindiği üzere Putin’in başa geçmesiyle eski günlerine geri dönmenin hırsı içindeki Rusya Federasyonu, son 20 yıldır yabancı kapitalist güçlere karşı kendi “ulusal burjuvazisini” geliştirmeyi ilke edinmiştir. Ülke içinde başta Yahudi kökenli Ruslar olmak üzere komprador özellikli tekelleri devletleştirmiş ya da kendi milli kapitalistlerine devretmiştir.
Devrimci hareketimizin bir yandan reel sosyalizm eleştirileri yaparken; özellikle Rus sosyalizminin parti, devlet, merkezi ekonomi ve halklar meselesindeki yanlışlarını ortaya çıkarırken, diğer yandan yeni Rus kapitalizminin imparatorluğa geri dönme hırsı ile yarattığı dış politika ve savunma anlayışını desteklemeye devam etmesi elbette büyük bir çelişki yaratmıştır. Sol burada meseleyi eskisi gibi emperyalizm-sosyalizm karşıtlığı temelinde ele alma yanlışına düşmüştür. Reel sosyalizm yıllarında sorgusuz sualsiz desteklenen Sovyet dış politikası kapitalist Rusya koşullarında yine aynı şekilde sürdürülebilir miydi? Özellikle Ukrayna işgalinde devrimci saflar alınacak tavır konusunda nasıl da sarsıntı geçirmişti, hepimiz hatırlıyoruz. Rusya göz göre göre yanı başında bir NATO ülkesinin varlığına elbette göz yumamazdı. Hele ki yönetiminde Neonazi taraftarlarının olduğu bir devlet söz konusu iken! Buraya kadar tamam ama Rusya bu savaş için “nükleer silahları bile kullanmayı göze alacaktır” tarzında bir sahiplenme içinde olmak zihinlerin hala soğuk savaş dönemindeki “detant sosyalizmi”nde kaldığını göstermiyor muydu? Burada “taraf” olmak ile “sahiplenmek” arasındaki fark silikleşmiştir. Ukrayna meselesinde Rusya’dan yana tarafız ama onu, bu savaşta nükleer silah kullanmasına hak verecek kadar sahiplenmeli miyiz?
Reel sosyalizm döneminde ABD ve Rusya farklı mahallelerin çocuklarıydı. Şimdi ise aynı mahallenin iki farklı gücü değiller midir? Dünya geçmişte iki farklı iktidarla yönetiliyordu. Ama artık söz konusu olan iktidarın katlarıdır, farklı iktidarlar değildir. Eski iktidar kamplaşması büyük bir rahatlıktı. Şimdi ise fethedilmesi gereken tek bir iktidar var. Herkes bir üst kata çıkmanın mücadelesini veriyor. Son yıllardaki tüm bu dehşetengiz savaşların nedeni budur aslında. İktidarın tekleşmesi ve katlar arası mücadeleye dönüşmesi. Rusya ve Çin’in istediği “çok merkezli dünya” mevcut hal ve duruma bakıldığında oldukça ütopik, hatta imkansız görünüyor. Kapalı rejimler çağı çoktan sona erdi. Rusya ve Çin de böyle bir sistemden yana değiller zaten. İletişim ve ulaşımın alabildiğine hızlanması, borsa hareketleri ve para transferlerinin tüm dünyada, -mahalle, sokak farkı gözetmeksizin- anlık ciddi değişimlere neden olabilmesi, dünyanın birçok alanda dijitalize olması, büyük devletler dışında hemen hemen tüm orta gelişkinlikteki devletlerin dron teknolojisi ile düşmanı gözetleme ve vurma kolaylığına kavuşması… Tüm bu gelişmelerle birlikte mevcut strateji ve doktrinler artık “ya hep ya hiç” temelinde kurgulanmaya başlanmıştır. Kapitalist emperyalist düzenin temsilcileri bugün aynı mahallenin içinde -tek dünya pazarı- birbirlerini dışlamadan ama hegemonya ve gücün kabul ettirilmesi üzerinden bir savaş yürütüyorlar. Dünya pazarı için verilen mücadelenin esası budur artık! İleride kimi bloklaşmalar olsa da hiçbir devlet içinde bulunduğu bloğun verdiği rahatlık ve güven içinde yaşamını sürdüremeyecektir. Yemeklerin en üst kattan en alt kata doğru asansörle dağıtıldığı çok katlı, kule tipi bir hapishaneye dönmüştür dünya. En üst katlardaki mahkûmlara sunulan ziyafet sofrası asansör aşağı doğru indikçe azala azala en alttakilere sadece kırıntılar kalmaktadır. (“Platform” (2019) filmi! Asansör içinde tüm mahkûmlar için envai çeşit yemeğin bulunduğu çok büyük tek bir yemek masası olduğunu düşünün. Asansör aşağı indikçe yemekler azalıyor.)
Devrimci hareketin bilincinde geçmişten beri var olan bir şey var: ABD karşısında Rusya ve Çin gibi ciddi bir askeri gücün varlığı dünya dengeleri açısından her zaman için iyi bir şeydir. Bu denge biz komünistler güçleninceye kadar ya da dünya devriminin arifesine kadar veya büyük güçler “pat” durumuna gelesiye kadar korunmalıdır! İşte bu makale bu yaklaşımı tartışmaya açıyor. Bu “iyi bir şey” Ortadoğu’da ne B. Esad’a ne de Rojava’da Kürt Kuvvetlerine “iyi bir şey” veremedi! Filistin’deki katliamlara Avrupa kadar seyirci kalmasını hiç saymıyoruz bile! İnsanın aklına daha ‘garip’ sorular geliyor. Mesela Rusya CİA ve NSA’yı kamuoyuna deşifre eden Edward Snowden’a ve en son Beşar Esad’a sahip çıkıp koruma altına alırken zamanında Öcalan’a o koskoca Rus steplerinde neden bir yer bulamadı? Ya da şöyle bir soru, 12 Eylül faşist darbesinden sonra onca devrimci neden Sovyetlere değil de Avrupa’ya gitti? Türkiyeli devrimcilerin Sovyetleri tercih etmemesinin nedeni, aslında Sovyetlere duydukları büyük güvensizlikten kaynaklı değil miydi? Teslim edilecekleri şüphesinden dolayı Avrupa’yı tercih etmişler ve hiçbir Avrupa ülkesi de onları TC devletine teslim etmemiştir. Dünya meselelerinde kendilerini Sovyet kampında gören devrimciler Moskova’yı değil emperyalist kampın demokratik iç kamuoylarını tercih etmişlerdir. Kendilerini inandıkları sosyalist kampa değil, karşı oldukları emperyalist kampın burjuva demokrasisine teslim etmişlerdir.
Rusların nükleer silahlarına güvenmek de neyin nesidir acaba? Emperyalizmden bu nükleer silahlarla mı koruyacağız dünya halklarını? Sosyalistler nükleer silahların caydırıcı bir güç olarak kullanılmasını savunmalı mıdırlar?
Sonuçta Rusya’nın 2000 yılında oluşturduğu ulusal güvenlik belgesinde 1980 yılındaki “nükleer silahlara ilk başvuran taraf olmama” ilkesini değiştirdiği bilinmektedir. Oysa 1980’de SSCB “no first use” – “ilk kullanan ben olmayacağım” demişti. ABD hem o dönem hem de bugün hala konvansiyonel bir saldırı da olsa, yani karşı taraf nükleer bir silaha henüz başvurmamış olsa bile, “first use“ – “ilk kullanan ben olacağım” diyerek nükleer silahlarla karşılık vereceğini deklere etmektedir. Şimdi her iki taraf ta “ilk kullanan ben olacağım“ demektedir.
Batılı emperyalistler insan onuruna yaraşır hakkaniyetli bir sistem kurup üstüne üstlük tüm dünyayı Nazi imparatorluğundan kurtaran Sovyet sistemiyle 70 yıl boyunca mücadele edip onu yıkanın aslında kendileri olmadığını gayet iyi biliyorlar. Ama çözülüşün iç dinamiğini hala tam kavrayamamış olmanın verdiği mistik endişe ve korku, işte nükleerler konusunda sağdan ve soldan yapılan tüm marjinal değerlendirmelerin kaynağı budur. Sosyalistler 1956’dan sonra nükleer silahlardan kaynağını alan “dehşet dengesinin korunması” anlayışına zemin teşkil edecek her türlü politikaya karşı nereden ve hangi taraftan gelirse gelsin mücadele etmelidirler. “Dehşet dengesinin korunması” emperyalist bir egemenlik ilkesidir. “Aman dehşet dengesi bozulmasın” mücadelenin içine ataleti yerleştirir, bu dünya halklarının sonsuza kadar köle kalmasını kabul etmektir. İşçi sınıfının uzun vadeli ve genel çıkarları için; savaşan emperyalist güçler arasındaki dehşet dengesini savunmak ya da haksız ve gerici bir savaşın yürütücüsü olsa bile daha az güçlü olan emperyalist gücün safında yer almak… Hayır, biz bunu kabul etmiyoruz.
*******
Bu yazının asıl amaçlarından biri, Türkiye emekçi kuvvetlerinin büyük devletler arasındaki ve karşısındaki mücadelelerde nasıl tavır alması gerektiğine dair -Sovyetler üzerinden- tarihsel bir tartışmadır. Bugünkü emperyalist savaşlar, Kıvılcımlı’nın dediği gibi, sınıflar savaşımının her zamankinden daha fazla bir “milletler savaşı” biçimini almasıyla kendini göstermektedir.
Türkiye Devrimci Hareketi SSCB’yi dünya çapında ABD politikalarına karşı desteklerken, Sovyetlerin TC devletini bize ve toplumsal muhalefete karşı sürekli kayırıyor olması, TC’nin devrimci ve komünistlere karşı gerçekleştirdiği işkence ve zulümlere karşı sürekli sessiz kalması, bu ilişkiyi tarihsel boyutuyla sorgulamamıza neden olmuştur.
Taksim meydanında Sovyet generaller Mihail Frunze, Kliment Voroşilov ve dönemin Ankara Büyükelçisi Aralov’un M. Kemal’le birlikte yer aldıkları anıt. M. Kemal, Aralov’u bizzat cephe hatlarında gezdirmiş, fikir alışverişinde bulunmuştur.
Bu makale, sitemizde yayımlanmış olan “Mustafa Suphi’nin Mirası” başlıklı yazımız içinde çok derinleşemediğimiz “Mustafa Suphi ve Sovyetler” alt başlıklı bölümün devamı niteliğindedir. Orada Türkiye Komünist Partisi’nin Rusya komünistleri tarafından gereken değeri bulamadığını, Suphi’lerin katledilmesinde komünist bir tavır sergilemediklerini belirmiştik. Şimdi meseleyi Türk komünistleriyle olan ilişkilerin ötesine daha genel plana, Kemalist devlet- Sovyetler eksenine taşıyoruz.
*******
Özellikle AKP iktidarları dönemiyle birlikte Türkiye ve Rusya Federasyonu arasında her iki ülke açısından belki de tarihin en karmaşık ve kritik ilişkileri yaşanmaktadır. İnişli çıkışlı ama son tahlilde koşulların da zorlamasıyla Erdoğan ve Putin’in kişisel dostluklarının çoğu gerilimi azalttığı hareketli bir diplomasidir bu.
Rus uçağının düşürülerek paraşütle atlayan pilotunun katledilmesi, (“sırtımızdan hançerlendik” / Putin), Misilleme olarak 2020’de İdlib’de Rus ordusunun Türk askeri konvoyunu vurarak 33 Türk askerini öldürmesi, Rus büyükelçi Karlov suikastı, 15 Temmuz darbe girişiminde Rusya’nın görünmeyen yardımı, Suriye ve Rojava’da Kürt direnişine karşı ortak hareket etme, TC ile birlikte Beşar Esad’ı ikna turları, Astana süreci, S-400’lerin alınması, Akkuyu Nükleer Santralinin yapımına başlanması, Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Rusya’nın verdiği dijital destek, Ukrayna savaşında TC’nin Ukrayna’ya SİHA satışı, peşi sıra arabuluculuk rolü, Ermeni-Azeri savaşında TC’nin İHA ve SİHA desteğine Rus tarafının göz yumması, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılımında TC’nin veto direnişi, Zengezur koridoru meselesi… Tüm bunlar, Türkiye-Rusya ilişkilerinin ilk bakışta inişli çıkışlı ve gerilimli yürüdüğünü gösteriyorsa da genel olarak belli bir denge tutturulduğu görülmektedir. Aynen geçmişteki gibi bazen kanlı-bıçaklı olmalarına rağmen sonuçta bir türlü “düşman” olamamışlardır. Bunu her devlet için geçerli olan diplomasinin incelikleri ya da gereklilikleri olarak ele almak, meseleye üstünkörü yaklaşmaktır. Sonuçta farklı ideolojik ve tarihi kamplarda yer alan iki ülkeden bahsediyoruz. Ne TC için Rusya ile yatağa girmek “bir ayı ile yatağa girmek” olmuştur ne de Rusya için TC, gırtlağından öksürmeden, aksırmadan kolayca yutabileceği bir lokma olmuştur. Bu ilişkide fiziki güç zaman zaman caydırıcı olsa da hiçbir zaman tayin edici bir unsur olamamıştır. İdeolojiyi bir yana bırakarak birbirlerinin tespit ettikleri zayıflıkları üzerinden politika yapan partnerler olmuşlardır. Onların uzun yıllar boyunca dönemsel ortak politikalar yürütmesini sağlayan şey, Kemalizm’in ve tek ülkede sosyalizmin beka anlayışıdır. Kemalizm faşizme, tek ülkede sosyalizm devlet sosyalizmine dönüştüğünde bu ilişki biçim değiştirse de özünde korunmuştur.
Türk-Sovyet ilişkilerinin tarihine baktığımızda, bugünküne benzer şekilde dalgalanmalara ama sonuçta zorunlukların dayattığı dönemsel ortaklıklara sık sık şahit oluruz. Bu döngü, ilişkiye ana rengini veren temel bir karakterdir. Benzetme yapılacak olunursa, ne kadar çok öz abisi olmak istese de gözü dışarda olan üvey kardeşin evden kaçmasına mani olamama, ama öte yandan üvey kardeşin de çok ciddi durumlarda üvey abisinin korumasına muhtaç olma durumundan bahsedebiliriz. Ya da bir Rus analistin (Maxim Suchkov / BBC) kullandığı şu benzetme de taşı gediğine koymaktadır: “Sadece çocukların hatırına beraber yaşamaya devam eden iki partnerin formalite evliliği”.
*******
29 Ekim 1933 yılında, dönemin SSCB Askeri ve Deniz işleri Halk Komiseri Voroşilov başkanlığındaki Sovyet hükümet heyeti Ankara’yı ziyaret etmişti. M. Kemal’in kendisine verdiği altın saat bugün Ukrayna tarih müzesinde sergileniyor.
SSCB, Türkiye ile olan ilişkilerinde 1930’lu yılların ortalarına kadar M-L yaklaşımları bir kenara bırakarak Sovyet devlet çıkarlarını ve TC’nin kendisine karşı tarafsızlığını öne almış, Kemalizm’e ilerici hatta antiemperyalist misyon biçmiştir. Türk burjuvazisinin emperyalizme karşı çok kısa süre içinde geri adım attığını görmek istememiştir. Oysa Kemalizm, devletin emperyalizme karşı bağımsızlığını korumanın yolu olmaktan ziyade Osmanlı’nın TC adı altında yeniden yarı sömürgeleştirilmesi, köleleştirilmesidir. 1940-60 arasında ise Kemalist seçkinlerin Nazi Almanya’sından etkilendiği, Türkçülük ve Turancılık hezeyanlarına yeniden kapıldığı tespitiyle “faşizmin uzantısı” diyecek kadar da ileri gitmişlerdir. Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev döneminde ise yeniden 1920-1930 yılları arasındaki ılımlı diplomatik çizgisine yani Türkiye üzerinden Batı karşısında jeopolitik rekabete geri dönmüştür. O kadar ki, devrimci hareketin yükselişe geçtiği en fırtınalı antifaşist direniş yıllarında, (1974-79) Türkiye devletine 3 milyar dolar gibi çok büyük bir mali yardım paketi sunabilmişlerdir. (Vahram Ter-Matevosyan – VTM / Türkiye’nin Dönüşümünde Sovyet Yaklaşımları, 2023) Artık Kemalizm de öğrenmiştir ki, SSCB kendisi için, -Batı’ya karşı- bulunmaz bir “manevra cephesi”dir! Bunu ona öğreten, Sovyet pratiği olmuştur. Türk-Sovyet diplomasisine 100 yıldır damgasını vuran çizgi bu şekilde doğmuştur. Kimi gerilimler ve inişli çıkışlı ilişkilere rağmen günümüze kadar en az değişen çizgi budur dersek pek yanılmış olmayız.
Lenin’den Putin’e Türk-Sovyet ilişkilerinde en az değişen çizgi, birbirlerinin zayıflıklarını karşılıklı olarak kapatan üstünlüklere sahip olmalarıdır. TC, SSCB için Batı’ya karşı koruyucu bir duvar, jeopolitik meselelerde dönemsel bir partner; SSCB ise TC için, Batı’nın ekonomik-siyasi yaptırımlarına karşı kullanacağı bir manevra alanı, gerektiğinde sığınılacak bir limandır. TC mevcut jeopolitik konumunu (Boğazlar, Akdeniz, Kıbrıs, Ege, Kürt sınırı) yıllardır hem Batı’nın hem Doğu’nun emperyal güçlerine pazarlayarak ayakta kalmaktadır. Dünyada “coğrafya kaderdir” lafzını en sık Türk egemenlerinden duyarsınız.
Daha realist kimi Sovyet bilim insanlarının büyük bir dikkatle tespit ettiği üzere Kemalizm’i benzersiz bir vaka haline getiren iki özelliği vardı: “Devrimci ve karşı devrimci anlayışları aynı anda barındırması” VTM, 2023) İbrahim Kaypakkaya’nın söylediği gibi “Kemalistler bir yandan, Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalistlerin uzantısı olarak hareket etmeyi reddederken, diğer yandan içte işçilere, köylülere, demokrat aydınlara karşı azgın bir terör uygulamış; en temel hak ve özgürlükleri sınırlamış ya da yok etmişlerdir”. Bu tespit ne yazık ki Sovyet komünist kadrolarının çoğunluğuna sirayet etmemiştir. Bazı kaynaklar “Kemalizm” teriminin ilk kez 1930’lu yıllarda Muhit isimli bir dergide kimi yazarlar tarafından kullanıldığını söylese de Kemalizm terimi aslında Rus komünistlerinin eseridir. İlk kullanan çok daha erken tarihlerde (1921) Rus Bolşevik partisi yetkilileri olmuştur. (VTM)
Sovyet bilim insanları, Kemalizm’in ideolojik temellerini ve dönüşümlerini dünyada en iyi tahlil eden akademik birikim ve yeteneğe sahip olmalarına rağmen görüşlerini sürekli merkez komite ve politbürolarının savunma ve dış politika yönelimlerine göre ayarlamak, yani eğip bükmek zorunda kalmışlardır. “Rusya’da 1890’lardan sonra Doğu bilimleri, Slav araştırmalarından sonra en büyük ikinci araştırma alanı haline gelmiştir. Yansıra İngiltere, Almanya ve Letonya’dan sonra yurtdışındaki dördüncü en büyük Sovyet diplomatik heyetinin Türkiye’de bulunması, Türkiye’nin Sovyet hükümeti için önemini göstermektedir.” (VTM, 2023)Kemalizm’e yaklaşım merkez komiteler ve politbürolar ile Sovyet bilim insanları -kızıl profesörler- tarafından farklı farklı değerlendirilmiştir.
Ve yine Sovyetlerin 1979 yılında Bilimler Akademisi’nde yayınlanan “Kemalizm 1930-1976” isimli kitap, ne ilginçtir ki sadece “Gizli kullanım için” ibaresi ile basılmıştır! 1982’de basılan “Türkiye Bibliyografisi” isimli kitap ise, on sekiz bin Rusça başlık içermesiyle Sovyetlerin Türkiye’ye olan büyük ilgisini gösterir niteliktedir. (VTM, 2023)
Sovyetler’in Türkiye politikası, somut olgulardan yola çıktığımızda görürüz ki, TC hakkındaki gerçekleri bilip stratejik çıkarlar uğruna bilmezlikten gelme, şeklinde vuku bulan sağ oportünist bir çizgidir. Çünkü kendisine karşı Türkiye’nin sürekli tarafsız kalmasını arzulamaktadır. Onun TC konusunda bazen sağır bazen dilsiz rolü oynamasına neden olan işte bu pragmatizmdir. Sovyetler; Kurtuluş savaşındaki büyük yardımlarına, Kemalistlerin ilerleyen süreçte onlara sırtını dönerek adım adım emperyalizme yanaşmasına rağmen, ciddi siyasi kayıpları sineye çekme pahasına kendilerince çok daha temel gördükleri “tarafsızlık” politikalarını inatla sürdürmüşlerdir. Çünkü “tek ülkede sosyalizm”in yaşatılması bunu gerektirmiştir. Rusya’nın TC özelindeki bu pragmatist dış politika ve savunma anlayışı, günümüzde Rojava devriminde Kürtlerin aleyhine çalışmalarıyla ve en son Suriye’nin düşürülüşünde seyirci kalan rolleriyle kendini yeniden göstermiştir.
“Kemalist düzen, Ortodokslaşan herhangi bir din gibi kurtarıcı misyonunu yitirerek gerici ve dogmatik bir içerik” (Ernest Gellner) kazanmasına rağmen, 2. paylaşım savaşına kadar Sovyetler tarafından 1920’lerdeki haliyle değerlendirilebilmiştir.
1918’den 1930’a kadar Sovyet Dışişleri bakanı olan Çiçerin; Türkiye, İran ve Afganistan’ın Sovyet Rusya için Batılı devletlere karşı “potansiyel bir savunma duvarı” olduğuna inanmıştır. O kadar ki Komintern’in bu ülkelerle diplomatik ilişkilere zarar verebilecek faaliyetlerine şiddetle karşı çıkmıştır. Böylece Komintern’in komünist liderleri Kemalist Türkiye’yi, oradaki komünistler sürekli baskı altına alınarak zulüm görmelerine rağmen desteklemeyi sürdürmüşlerdir. Ama sonuçta her üç devlet de Sovyet toplumsal düzenine bağlılık göstermek bir yana, İngiliz emperyalizmiyle yakınlaşmışlardır.
Sovyetler, tüm zamanlar boyunca Türk Kurtuluş Savaşı’nın emperyalizme karşı “objektif bir devrimci rol” oynadığına inanmışlardır. Kurtuluş savaşının aynı zamanda alternatiflerini yok eden bir iç savaş olduğunu (Suphilerin katledilmesi, Çerkez Ethem ve Türkiye Halk İştirakun Fırkası’nın tasfiye edilmesi) ve savaşın daha yarısında emperyalizmle bir uzlaşma içine girildiğini görmüşler ama sessiz kalmışlardır. Çünkü onlar için asıl olan ‘büyük resimdir! Önce Enver’e ciddi bir paye biçerek onunla görüşmüşler ancak sonradan onun İngilizlerle kendilerine karşı gizli bir ittifak içinde olduğunu (Basmacı ayaklanması) deşifre ederek tasfiye etmişler; Mustafa Suphi’yi hem kendi bağımsız örgütünü oluşturmada geciktirmişler hem de Anadolu’da bir varlık oluşturmada güçsüz bulmuşlar ve sonuçta aslında en başından beri karar kıldıkları Kemalist burjuvaziden yana taraf olmuşlardır. 1. emperyalist savaş, bu savaş sürerken gerçekleşen Ermeni soykırımı, Balfour deklarasyonu ve Skyes-Picot anlaşması, Ekim Devrimi, Almanlar ve İTC ortaklığı ile Rus devriminin Beyaz ordularla kuşatılması, Türk kurtuluş savaşı, dünya savaşında yenilen Almanların yerini İngilizlerin almasıyla Bolşevik devrimi kuşatmasının devam etmesi ve Kemalist cumhuriyetin kurulması. Bunların tümü, 10 yıldan az bir süre içinde gerçekleşen ve dünyanın çehresini alabildiğine değiştiren olaylar dizisidir. Osmanlı yıkılmış, Kürdistan dört parçaya bölünmüş, Yahudiler kendilerine Filistin’de bir yurt edinmenin emperyalist teminatını almış, dünyada ilk sosyalist devrim gerçekleşmiş, Osmanlı ve İTC’nin devamı niteliğinde emperyalizme bağımlı Kemalist bir cumhuriyet doğmuş, İngiltere ve Fransa Ortadoğu’da kendilerine bağımlı sömürge devletler elde etmiştir. Bu olaylar dizisi içinde gerek Enver paşanın Ermeni soykırımındaki rolü gerekse Ekim devrimi sonrası İngiliz emperyalizmi ile birlikte hareket eden Kazım Karabekir kuvvetlerinin Trans Kafkasya ve Ermenistan’da, içlerinde Ezidi Kürtlerin de bulunduğu 60 bin Ermeni’yi daha katletmesi, -bunda uzlaşmacı/reformist Taşnak partisinin de sorumluluğu vardır- ileriki dönemlerde Türk-Sovyet ilişkilerinde hiç söz konusu olmamıştır. Mustafa Suphi’ye söz verilmezken Ermeni jenosidinin birincil sorumlusunun Doğu Halkları Kurultayı’nda verdiği yazılı metnin okunması ve Kemalist ordunun sınır ötesindeki Doğu Ermenilerini İngiltere ile birlikte katletmesi, Türk-Sovyet ilişkilerinde kapağı hiç açılmayan sayfalardır. Azerbaycan’da Bakü Komününü yıkan, Ermeni komünistleri kurşuna dizen Müsavat, Taşnak ve Menşevik gibi gerici burjuva güçlerin arkasında Kazım Karabekir ve ordusu vardır.
1923 yılındaki KP’nin 12. kongresinde Buharin, Türkiye’nin “emperyalist dünya sistemine zarar vermeyi sürdürdüğü” için hala “devrimci bir rol” oynadığını iddia etmiştir.
Lenin’in 1924’teki ölümü, KP içindeki sol ve sağ kanatlar arasındaki tartışmanın yeniden alevlenmesine yol açtı. Bir yanda “sürekli devrim” yanlısı Troçki, sosyalizmin geleceğini “dünya devrimi”ne bağlarken öte yanda Stalin ve taraftarları Dünya Devrimi’nin ihtimal dahilinde olmadığını, güncel olarak gerçekçi ve zorunlu olanın “tek ülkede sosyalizm” olduğunu savunuyordu. Sol kanat Stalin’in iktidarını pekiştirdiği 1927’den sonra yenilgiye uğradı.
Sovyetlerin Kürt meselesi karşısındaki duruşu da ne yazık ki Kemalizm’in zulümkârlığını destekler niteliktedir. Sovyet politikacı ve yazarları Mustafa Kemal’in 1925’de Şeyh Said isyanını büyük ölçüde “… Dost Sovyet cumhuriyetlerinin Kemalistlerin arkasında olmaları sayesinde bastırdığını ve bu nedenle Mustafa Kemal’in herhangi bir risk olmaksızın Kafkasya sınırındaki askeri güçleri isyancılara karşı koymak için konumlandırabildiği” görüşündedir. ( VTM, 2023)
“Şark Islahat Planı”, “Takrir-i Sükûn Kanunu’nun ilanı, “İstiklâl Mahkemeleri”nin kurulması ve çıkarılan “İskân”, “Tunceli Kanunu” ve “Varlık Vergisi” vb. yasalar… Sovyetler bunların hiçbirini faşizmin araçları ve yapı taşları olarak yüksek sesle eleştirmemiştir. Hatta içlerinde İstiklal Mahkemeleri’ni Sovyet Devrim Mahkemeleri’ne benzetenler bile çıkmıştır!
Aynı Sovyet yazar-çizer takımı, Türkiye’deki rejimin sömürgeleştirilmiş bütün Müslüman ülkelerindeki, -Cezayir, Fas, Tunus, Mısır, Hindistan vb.- kapitalist güçlerin egemenliğinin temellerini sarsacağını ifade etmişlerdir. Sanki Kemalistler “Doğu halkları devrimi”nin tek öncü gücüymüş gibi payelendirilmiştir.
Daha da hayret verici olanı, SSCB’nin Türkiye Basın Bürosu başkanının 1926 yılındaki raporudur. Mustafa Kemal’in kişiliği hakkında, “Mesih, Muhammed, Buda, Konfüçyüs, aynı zamanda Washington, Lincoln, Luther, 1. Petro ve Lenin ile eş düzeydedir” diye yazmaktadır. (VTM, 2023)
Stalin’in Kemalizm tanımına gelirsek, “Tük Devrimi’nin karakteristik özelliği; ilk adımda, yani gelişiminin ilk aşaması olan burjuva kurtuluş hareketinin sınırlarına, gelişiminin ikinci aşaması olan toprak devrimine geçmeyi bile denemeden sıkışmış olmasıdır.” demektedir. Burada “denemeden” kelimesi elbette tam gerçeği ifade etmiyor. Sanki hiç akıllarına gelmemiş gibi, oysa toprak devrimini baştan beri hiç istemediler ki! Kemalist devrim, ulusal ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin öncülüğünde geliştiği için ne emperyalizme karşı tam bağımsızlık söz konusu idi ne de dolayısıyla toprak devrimi yapacak bir ideolojik programa sahiptiler. Toprak ağaları ve din adamlarıyla ittifak yapan askeri bürokrasi ve ticaret erbabının köylü sınıfına verebileceği ne olabilirdi ki, onları savaşta cepheye sürmekten başka! Kemalist devrimin antiemperyalist olmadığı görülseydi eğer ( ki Suphiler, Çerkez Ethem ve THİF’in yok edilmesi ve İngiliz-Fransız güçleriyle savaş sırasında uzlaşma, bunun temel göstergeleriydi) onun “toprak devrimi” diye bir talebi olmadığı da tespit edilebilirdi. Kemalizm; emperyalizme bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’nu tam bağımsız bir ülke değil, yarı sömürge bir ülke statüsüne sokmuştur. Kemalizm’in, -zaten başlamış olan- halk hareketini emperyalizme karşı ayaklandırdığı ne kadar doğru ise, bu davranışın tek başına onu antiemperyalist yapmayacağı da o kadar doğrudur. İbrahim Kaypakkaya’nın dediği gibi, Mustafa kemal bir Sun Yat Sen olamamıştır, o daha çok Çan Kayşek’tir. Komünistlerle emperyalizme karşı birlikte savaşan gerçek bir burjuva demokrat değil, Sovyetlerle iyi geçinme yanlısı bir antikomünist milliyetçidir. Nitekim kurtuluştan sonra toprak devrimini gerçekleştirmemesi, ezilen ulus, ulusal topluluk ve azınlıkları Türklük cenderesi içinde boğmaya çalışması, 1927 yılında Adana demiryolu grevindeki gibi, bırakın Fransız işverenler karşısında kendi işçilerinin yanında olmayı, onları acımasızca kurşuna dizmesi dünya çapında burjuva kurtuluşun en güdük ve en faşizan portresini yaratmıştır. Kaypakkaya’nın dediği gibi, Duçe, Führer, Ebedi Şef, Milli Şef hepsi eş anlamlıdır.
Sovyetler nihayet 30’lu yılların başında Mustafa Kemal’in komünizmi “vatana ihanetle eş tutması” karşısında kısmen seslerini yükseltmeye başladı. Komünist Enternasyonal yayın organında P. K isimli yazar şöyle diyordu: “Kemalizm döngüsünü tamamlamış ve yeniden Jön Türkçülüğe dönüşmeye başlamıştır” (Akt: VTM) Peşi sıra Sovyet şarkiyatçılık ekolünün Kemalizm’i antiemperyalist olarak gören görüşleri de sorgulanmaya başlandı. Hatta geçmişte Kürt isyanlarını “Batılı güçler tarafından örgütlendiği” şeklindeki egemen Sovyet yaklaşımlar bile eleştirilir olmuştur. Boris Platonov isimli yazar, geçmiş Kemalizm değerlendirmelerinin sağcı oportünistlerin ve burjuva şarkiyatçıların işi olduğunu ileri sürme cesareti gösteriyordu. (VTM) Platonov, Türkiye’nin Sovyet dostluğu sayesinde Batılı güçler karşısında “manevra yapma imkân ve kabiliyetine” sahip olduğunu, bu stratejik kazanımı berhava etmeyecek kadar akıllı olmaları gerektiğini de vurgulamaktan geri durmuyordu.
Tüm bu eleştiriler, en başta da belirttiğimiz gibi Türk-Sovyet ilişkilerinin son tahlilde belirleyicisi olan, merkez komiteler ve Politbüro’nun jeopolitika duvarına çarpmaktan kurtulamamıştır. Bu eleştiriler yapılırken 1932 yılında İsmet İnönü Sovyetlere davet edilmiş, Odesa açıklarında yirmi bir pare top atışıyla karşılanmıştır. Dahası, 1934 yılında TC devleti SSCB ile, tekstil fabrikaları kurmak için 8 milyon dolarlık uzun vadeli kredi anlaşması yapmıştır. (VTM)
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra emperyalist savaş döneminde 1941’den sonra Türk ordusunun Sovyet/Kafkas sınırında yoğunlaştırılması, Rus komünistler tarafından “SSCB’den gördüğü samimi yardımlara Türk Devleti’nin utanç verici ve haince bir cevabı ve Mustafa Kemal’in anısına saygısızlık” (Büyükelçi Aralov) olarak değerlendirildi. Sovyetler; M. Kemal sonrası iktidara yerleşen Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy’u M. Kemal’den çok ayrı değerlendiriyorlardı. Bu ekibin eski Osmanlı toprakları üzerinde irredantist özlemler içinde olduğunu söylüyorlardı. Kemalist seçkinlerin Musul, Batum, Kuzey İran ve Balkanlara yönelik bitmeyen ihtirasları gözle görülür derecede artmıştı.
1944 yılında Bolşevik dergisindeki makalesinde V. Krimski, Türk egemenlik sistemi içinde hükümetin başındaki Saraçoğlu’ndan Dışişleri ve Genelkurmay’a (F. Çakmak) ve Yunus Nadi gibi ünlü gazetecilere kadar üst yönetim kademelerinde Pantürkizm ve Panturanizm görüşlerinin yeniden alevlendiğini yazıyordu. Onlara hiç çekinmeden “Hitlerin uşakları”, “Göbels’in ajanları” (Akt: VTM) demekten çekinmiyordu. İsmet İnönü, Sovyetlerin artan eleştirileri karşısında 1944 Mayıs’ında başta Nihal Atsız olmak üzere 47 ırkçı Turancıyı gözaltına alarak üç yıllık bir yargılama süreci başlattı. Bu taraftar grubuna “gizli örgüt” muamelesi yapılarak aslında çok daha geniş olan Türkçü Turancı siyaset erbabını aklamaya çalışıyordu İsmet İnönü. Hem Sovyetleri bu konuda tatmin etmeye çalışıyor hem de çok geniş bir çevreden müteşekkil bu ırkçı-şoven siyasetçileri korumuş oluyordu. Turancılık davası konusu Türkiye tarihinde üzerinde çok durulmamış, alelade politik bir olaymışçasına, -İnönü sayesinde- geçiştirilmiş meselelerden biridir. Oysa Türkçü Turancı çizgi, Türk militarizminin geçmişten bugünlere kadar çok güçlü bir damarı olmuştur.
Savaş sonrası Sovyetler’in TC’den Boğazlar’da üs talebi olduğunu, Kars ve Ardahan’ı Ermenistan ve Gürcistan’a geri verilmesini istediğini biliyoruz. Bu daha çok Sovyetlerin “psikolojik savaş” hamlesidir. Sovyetler bu hamle ile orantılı askeri, politik ya da diplomatik bir girişimde bulunmamışlardır.
Nikita Kruşçev ve Adnan Menderes. Menderes, ekonomik darboğazı aşmak için 1959’da önce Batı Almanya ve ABD’ye gitmiş, hiçbir sonuç alamadan Türkiye’ye dönmüştü. Ve sonra çare bulmak için Sovyetlere gitmişti. Bu ziyaret her ne kadar “NATO’ya karşı Sovyetlerle işbirliği” olarak 27 Mayıs darbesinin nedenleri içinde sayılsa da aslında sadece ekonomik bir ziyaretti, hiçbir siyasi yönü yoktu.
1917 ile 1950 arasındaki Türk-Sovyet ilişkilerinin temel yönlerini incelemiş olduk böylece. Bu dönemde Sovyetler Batı ile mücadele etmek ve Müslüman dünyasına komünizmi yaymak için Kemalist Türkiye’de sadık bir müttefik kazandığını umuyordu. Ancak Sovyetler her iki hedefin sonuçlarından da hayal kırıklığına uğradı. TC, bu ilişkiden uzun vadede birçok konuda çok daha kazançlı çıkmıştır diyebiliriz. 1950’den 1990’lara kadarki ilişki tarzı, konunun başında tarif ettiğimiz taktik beraberlikler ve kısa süreli gerginlikler şeklindeki döngülerle devam etmiştir. Ama bu iki ülkenin birbirlerinden vazgeçemeyecekleri bir ontolojik-jeopolitik çizgi daima var olmuş ve birbirlerinden tamamıyla kopmamalarını sağlamıştır diyebiliriz. Türk-Sovyet ilişkiselliği dünyada eşine az rastlanır bir örnek olarak çok daha fazla tartışılmayı hak ediyor.
18.01.2025