Eşitsiz Mübadele: Geçmiş, Şimdi ve Gelecek – Torkil Lauesen

Torkil Lauesen’in bizimle paylaştığı “Unequal Exchange: Past, present and future” başlıklı makalenin çevirisini, yürütmeye çalıştığımız emperyalizm tartışmalarına katkı sunacağı düşüncesiyle, siz okurlarımızla paylaşıyoruz.

Komün Çeviri Kolektifi


Mao Zedong’un deyimiyle: Fikirler nereden gelir? Gökten mi inerler? Hayır. Fikirler, toplumsal pratikten, üretim mücadelesinden, sınıf mücadelesinden ve bilimsel çalışmadan doğar.[1]Dünya üzerinde olup bitenler, sınıflar ve devletler projesi ile teorik ve siyasi tartışmalar arasında yakın bir bağ vardır. İşte Emmanuel’in yaşam öyküsü ve eşitsiz mübadele teorisi, bunun en güzel örneğidir.

Yirminci yüzyılın insanı

Emmanuel, 1911 yılında doğdu ve 2001 yılında aramızdan ayrıldı. Onun yaşamı ve çalışmaları, yirminci yüzyılı yansıttığı gibi aynı zamanda yirmi birinci yüzyılın ekonomi politiğine de ışık tutuyor. Emmanuel’in çocukluğu, emperyalistler arası rekabetle karakterize olan kapitalist dünyanın periferisinde olmasa da yarı periferisinde, Yunanistan’ın Patras kentinde, geçti. Yunanistan, Balkan savaşlarına katıldı ve Birinci Dünya Savaşı’na sürüklendi.

1929’daki Büyük Buhran, Yunanistan’ı ciddi şekilde etkiledi ve kitlesel göçlere yol açtı. Emmanuel, 1927’den 1932’ye kadar Atina’da Ekonomi ve Ticaret eğitimi aldı ve bir ticari firmada işe girdi. Avrupa’nın her yerinde olduğu gibi Yunanistan’da da faşizm yükselişteydi. 1936’da iktidara gelen Metaksas, yönetime gelmesinden kısa bir süre sonra darbe yaparak anti-komünist faşist bir rejim kurdu. Emmanuel’in babası, bu olayların ortasında, 1937’de öldü ve Emmanuel, en büyük erkek çocuk olarak ailesinin geçimini sağlamak zorunda kaldı. 26 yaşında, para biriktirip ailesini geçindirebilmek için, Stanleyville’de aile dostlarına ait bir tekstil ticaret firmasında çalışmak üzere, Belçika Kongosu’na göç etti. Kongo’da, Afrikalılar ve Avrupalı yerleşimcilerin yaşam koşulları arasındaki uçurum ve acımasız Belçika sömürge rejimi, genç adam üzerinde derin bir etki bıraktı.

Mayıs 1941’de Yunanistan’ın Almanlar tarafından işgal edilmesinin ardından, Yunan Kralı George II, Metaksistlerle birlikte Mısır’a kaçtı ve burada sürgünde bir hükümet kurdu. Yarım milyon insanın ölümüne neden olan acımasız Nazi işgali, Emmanuel’i Yunanistan’a geri dönmeye ve komünistlerin öncülüğündeki EAM (Ulusal Kurtuluş Cephesi) direniş hareketine katılmaya itti. 1942 yılında deniz subayı olarak, Ortadoğu’daki Yunan Kurtuluş Kuvvetleri için gönüllü oldu. Nisan 1944’te, bu güçlerin, Kahire’de müttefikler tarafından kurulan sağcı Yunan hükümetine karşı ayaklanmasında yer aldı.[2]Ayaklanma, İngiliz birlikleri tarafından bastırıldığında, Emmanuel esir düştü ve İskenderiye’deki bir Yunan askeri mahkemesi tarafından ölüm cezasına çarptırıldı.[3] Ancak 1945’in sonunda affedildi ve Sudan’daki bir İngiliz esir kampına gönderildi. Mart 1946’da serbest bırakıldı ve Kongo’ya geri dönerek muhtelif ticaret ve inşaat işlerinde çalıştı.

50’li yıllarda, Afrika’da sömürgecilik karşıtı kurtuluş hareketi yükselişteydi. Sömürgecilik karşıtı hareket, Kongo’da Patrice Lumumba hareketi tarafından temsil ediliyordu. Emmanuel, “Le Stanleyvillois”[4] gazetesindeki makalelerine de yansıdığı üzere, Kongo siyasetiyle ilgilenmeye başladı. 1960 baharında Emmanuel, Lumumba’nın ekonomi danışmanı oldu ve Kongo’nun sömürge sonrası dönemine ilişkin bir program geliştirdi. Ancak 16 Temmuz’da Emmanuel, Belçikalı yerleşimciler tarafından kaçırıldı ve bir İngiliz askeri uçağıyla Nairobi’ye sınır dışı edildi. Lumumba, onunla ilişkisini hiç kesmedi ve kısa süren devlet başkanlığı döneminde, tasfiye edilmeden önce Emmanuel’e yazdığı bir mektupta Kongo’ya dönmesini istedi.[5] Belçika Adalet Bakanlığı, Emmanuel’i ulusal güvenlik için bir tehdit olarak ilan etti ve Avrupa’daki Kongo elçilikleri ona vize vermedi.[6] Lumumba’nın Ocak 1961’de, Belçikalı askerler tarafından katledilmesinden sonra da Emmanuel, bağımsızlık hareketine ekonomi alanında danışmanlık yapmaya devam etti. “Eşitsiz mübadele”[7] kavramının ilk formülasyonunu, sömürgeden bağımsız bir devlete geçiş sürecinde Kongo ekonomisi üzerine yazdığı 27 Haziran 1961 tarihli makalesinde yaptı.

“Sömürgecilik, sömürgeleştirilen ülkeleri, tek tip tarım veya belirli ihracat ürünleri ve hammadde çıkarma sistemi içinde tutar. Bu, kolonyalist sömürünün en açık yönüdür; yalnızca sömürgecinin yararına değil, tüm sanayi ülkeleri adına yürütülen bir sömürü türüdür… Sanayileşmiş bir ülke, ürünlerini azgelişmiş bir ülkeyle değiş tokuş ettiğinde, aslında bir saatlik ulusal emeği, diğerinin 5, 10 ya da 15 saatlik emeğiyle değiş tokuş etmiş olur. Bu değişim oranı, gelişmemiş ülkenin sermaye birikimini gerçekleştirmesini ve geri kalmışlıktan kurtulmasını engellemektedir. Bu döngü kırılmalıdır.”[8]

Kongo’dan sınır dışı edilen Emmanuel, Paris’e yerleşerek hayatında yeni bir sayfa açmayı planladı. 1961 yılında, elli yaşındayken sosyalist planlama eğitimi almaya başladı. Belki de bağımsız bir Kongo’ya dönme umuduyla planlama konusunda bilgi edinmeyi düşünüyordu. Ya da Kongo’daki deneyimleri sayesinde uluslararası ticaretle ilgili bazı fikirler geliştirmişti ve bunları daha da derinleştirmek istiyordu. Ancak Kongo’daki siyasi gelişmeler olumsuzdu; birçok girişimine rağmen Emmanuel, Kongo’ya dönemedi ve bunun sonucunda akademik bir kariyere yöneldi.

Eşitsiz mübadele

Emmanuel, iki yıldan kısa süren çalışmalarının ardından 1962’de Charles Bettelheim ile birlikte yazdığı bir makalede “eşitsiz mübadele” kavramını ortaya attı.[9] 1968’de Sorbonne’dan “L’échange inégal” (“Eşitsiz Mübadele”) başlıklı tezine dayanarak sosyoloji doktorası aldı. “Eşitsiz Mübadele”, sonraki yıllarda İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Sırpça ve 1972’de Monthly Review Press tarafından İngilizceye çevrildi.[10]

Emmanuel’in David Ricardo’nun (1772-1823) klasik uluslararası ticaret teorisine [ Karşılaştırmalı üstünlükler teorisi kastediliyor. Çv. notu ] ve onun tüm tarafların mübadeleden fayda sağladığını belirten modern neoliberal versiyonlarına yönelik eleştirisi, Marx’ın değer teorisi üzerine kuruludur. Marx, Kapital‘in dördüncü cildinde dış ticareti daha yakından incelemeyi planlamış, ancak bunu hiçbir zaman yazamamıştır.[11] Emmanuel, eşitsiz mübadele teorisini geliştirdiği Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of Trade başlıklı teziyle bu boşluğu doldurmuştur. Yayınlandığı dönemde, emek sömürüsünün gerçekleştiği varsayılan üretim alanından ziyade dolaşıma -uluslararası ticarete- odaklandığı için eleştirilmiştir. Ancak bu yaklaşım, hem eşitsiz mübadele teorisi hem de genel olarak Marksist sömürü teorisi açısından yanlıştır.

Eşitsiz mübadele teorisinin özünü Marksist değer kavramı oluşturmaktadır.[12] Bir tarafta küresel bir emek değerinin, diğer tarafta ise dünya sistemini merkez ve çevre olarak kutuplaştıran ve buna bağlı olarak yüksek ve düşük ücret düzeylerine sahip, tarihsel bir kapitalizmin varlığını varsayar. Emeğin fiyatındaki bu farklılık; metalar, dünya sisteminin merkezi ve çevresi arasında değiş tokuş edildiğinde, fiyat yapısında gizli olan bir değer transferini gerektirir. Buradaki temel nokta mübadele değil, emeğin küresel değeri ile emek gücünün farklı fiyatları arasındaki farktır.

Değer kavramı, her ikisi de kapitalist birikim için gerekli olan üretim ve dolaşım alanlarını birleştirir. Marx, sermayenin değerlenmesinde üretim ve dolaşım arasındaki ilişki konusunda çok nettir: “sermaye dolaşımdan doğamaz, ama dolaşımdan ayrı olarak doğması da en az o kadar imkansızdır. Sermaye aynı anda hem dolaşımda doğmak ve hem de dolaşımda doğmamak zorundadır.”[13] Elbette üretim alanındaki emek gücü, artı değer için bir ön koşuldur; ancak artı değerin kâra -sermaye birikimine- dönüşmesi için malların piyasada satılmasıgerekir.

Emmanuel’in çalışmasının merkezinde, kapitalizmde bir yanda birikimi genişletme -daha fazla meta üretme- zorunluluğu ile diğer yanda piyasanın üretimi ememesi ve dolayısıyla birikimin devamı için gereken kârı gerçekleştirememesi arasındaki temel çelişki yer almaktadır. Bu çelişkinin “tarihsel” çözümü “eşitsiz mübadele”nin gelişmesi oldu. Ticaret emperyalizmi aracılığıyla değer, dünya sisteminin periferisindeki süper-sömürülen proletaryadan merkeze aktarıldı, böylece tüketim gücünü arttırarak genişleyen birikimi dengeledi. Bu “tarihsel çözüm”, kapitalizmin kurnazca bir planı değil, Kuzey-Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki proletaryanın sınıf mücadelesi tarafından üretilmiştir.

Emmanuel’in kitabı ekonomi politiğin yüksek düzeyde olduğu, kolay okunmayan ama aynı zamanda “Das Kapital” gibi ufuk açıcı bir kitaptır.[14]Sistematikliği ve tartışmadaki titizliğinin yanı sıra, Emmanuel’in yazılarının bir başka çekici özelliği de yerleşik sol ortodoksilerden kopmaya cesaret etmesidir. Daha Haziran 1970’te Emmanuel Monthly Review’da şöyle yazar:

” L`échange inégale” üzerine yaptığım çalışmanın en acı meyvesi, işçi sınıfının uluslararası dayanışması konusunda vardığım olumsuz sonuçtu… Ulusa bağlılık, bir yandan iç çıkar çatışmalarını aşarken, diğer yandan uluslararası antagonizma sonucunda daha da güçlenir. Büyük sanayi ülkelerinde ulusal bütünleşme, proletaryanın uluslararası parçalanması pahasına mümkün olmuştur… Kitabımda da söylediğim gibi, işçi sınıfının “proletarya”ya aidiyeti nedeniyle maruz kaldığı sömürünün göreli önemi, ayrıcalıklı bir ulusa aidiyeti nedeniyle yararlandıklarıyla karşılaştırıldığında sürekli olarak azaldığında, mutlak anlamda ulusal geliri artırma amacının, her bir kesimin payını diğerlerine göre göreli olarak iyileştirme amacının önüne geçtiği bir an gelir. Son yarım yüzyılda, ya zaten var olan sosyal demokrat partileri destekleyerek ya da bizzat Komünist Partileri “sosyal demokratlaştırarak” giderek daha fazla “sosyal demokratlaşan” gelişmiş ülkelerin işçileri bunu çok iyi anlamışlardır.”[15]

Yetmişli yıllarda, abartısız, akademik dergilerde ve sol kanat dergilerde yüzlerce makale Emmanuel’in “Eşitsiz Mübadele” kavramını tartıştı. Emmanuel, Samir Amin, Andre Gunder Frank ve Immanuel Wallerstein gibi isimlerle birlikte tanınmış bir akademisyen haline geldi. Ne var ki, zengin ülkelerin işçilerinin yoksul ülkelerin işçilerinden sızdırılan artı değerden yararlandığı şeklindeki “skandal” fikri, ona “Birinci Dünya”da çok az siyasi dost kazandırdı. Bununla birlikte, Hintli Marksist tarihçi Jairus şöyle demektedir: “Emmanuel’in çalışması, Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” ya da Glauber Rocha ve Fernando Solanas’ın filmleri için düşünebildiğim en yakın Marksist karşılıktır.”[16]

Yirmi birinci yüzyılda eşitsiz mübadele

Peki neden 1970’lerden kalma bir emperyalizm teorisiyle uğraşıyoruz? Cevabı basit: Çünkü geçtiğimiz elli yıl, Emmanuel’in çalışmalarını her zamankinden daha güncel hale getirdi.

Neoliberal küreselleşme, 20. yüzyılın son çeyreğinde, dünya ekonomi düzenini derinden değiştirmiştir. Bilgisayarlar, cep telefonları, internet, standart konteynerler ve yeni lojistik sistemler gibi üretici güçlerin gelişimi, üretimin küresel olarak kontrol edilmesini ve yönetilmesini mümkün kıldı. Üretim yeri ve pazar arasındaki mesafe, daha az önemli hale geldi. Daha yüksek kâr arayışıyla endüstriyel üretim, büyük ölçekte Küresel Kuzey’den Küresel Güney’deki düşük ücretli ülkelere taşındı. Yeni bir uluslararası iş bölümü yaratıldı. Artık Kuzey’den gelen sanayi ürünleri karşısında, Üçüncü Dünya’dan gelen hammadde ve tropikal tarım ürünleri söz konusu değildi. 1950’lerde sanayi malları, tüm Üçüncü Dünya ülkelerinin ihracatının yalnızca yüzde 15’ini oluşturuyordu. 2009’a gelindiğinde bu oran yüzde 70’e çıkmıştı.[17] Söz konusu olan, Küresel Kuzey’den Güney’e uzanan ve tekrar geri dönen küresel üretim zincirlerinde örgütlenen, yüksek teknolojili elektronik ve arabalardan çamaşır makinelerine ve tasarım kıyafetlere kadar her türlü endüstriyel üretimdi. Finans, tüm sürecin kontrolü ve araştırma ve geliştirme, Küresel Kuzey’de kaldı. İmalat süreci, Küresel Güney’e taşere edildi. Tüketicilerin ana kısmı, hala Küresel Kuzey’de bulunuyordu; markalaşma, satış ve hizmet burada gerçekleşiyordu. Bir elektronik cihazın ya da arabanın alt bileşenleri, genellikle montajdan önce, Küresel Güney’de koşulların en uygun olduğu farklı ülkelerde üretiliyordu. Böylece değer transferi, sadece ülkeler arasındaki uluslararası ticarette değil, aynı zamanda firmanın çeşitli departmanlarında, ürünün fiyatının oluşturulması yoluyla da gerçekleşiyordu.[18]

Güney’de ücretlerin düşük olması, sadece normalde elde edilebilecek olandan daha yüksek bir küresel kâr oranı yaratmakla kalmaz; aynı zamanda Güney’de üretilen malların fiyatını da etkiler. Ana akım iktisatta, örneğin bir akıllı telefonun üretim zinciri boyunca piyasa fiyatının oluşumu, katma “değer” açısından bir “gülen eğri” olarak tanımlanabilir. Ana akım teoride katma “değer”, üretim zincirinin her adımında, klasik fiyat terimleriyle, üretimin ilave maliyetine eşdeğerdir. Yüksek ücretli araştırma ve geliştirme, tasarım ve finans yönetiminin Kuzey’de yer aldığı zincirin ilk kısmında katma “değer” yüksektir; oysa Güney’de düşük ücretli emeğin ürünü fiziksel olarak ürettiği orta kısımda eğri düşer. Katma değer, eğrinin sonuna doğru, perakende çalışanlarının ücretleri bu ülkelerdeki en düşük ücretler arasında olmasına rağmen, markalaşma, pazarlama ve satışın Kuzey’de gerçekleşmesiyle tekrar yükselir. “Gülen eğri” mantığında, ürünün değerinin ana kısmı Kuzey’de eklenirken, ürünleri üreten Güney’deki emek, bunun yalnızca çok az bir kısmına katkıda bulunur. Marksist terimlerle ifade edecek olursak, değer, bir metanın üretiminde harcanan toplumsal olarak gerekli emek zamanının toplamıdır. Dolayısıyla, bir akıllı telefonun üretim zincirinde Marksist katma değer kavramı için bir eğri çizilecek olsaydı, bu eğri aşağı yukarı “gülen eğri”nin tersine, bir tür “ekşi surat” biçimini alırdı.[19]

1980-2011 yılları arasında kapitalist üretimde çalışan küresel işgücü, toplamda yüzde 61 oranında artmıştır. Bu işgücünün dörtte üçü Küresel Güney’de yaşamaktadır. Sadece Çin ve Hindistan, dünyadaki işgücünün yüzde 40’ını oluşturmaktadır.[20] Bu, kapitalizmin tarihi büyüklükte bir genişlemesi ve Küresel Kuzey ile Güney arasındaki dengenin değişmesi anlamına geliyordu. 1980 yılında Küresel Güney ve Küresel Kuzey’deki sanayi işçilerinin sayısı yaklaşık olarak eşitti. 2010 yılında ise Küresel Güney’de 541 milyon sanayi işçisi varken, Küresel Kuzey’de sadece 145 milyon işçi kalmıştır.[21] Küresel sanayi üretiminin ağırlık merkezi artık Küresel Kuzey’de değil, Küresel Güney’dedir. Bu değişime rağmen Güney’de ücret düzeyi düşük kalmıştır. Kar elde etmek ve birikimi sürdürmek için üretimi emecek tüketim gücü, esas olarak Küresel Kuzey’de bulunuyordu. 21. yüzyılın ilk on yılına gelindiğinde, merkez ülkeler çevredeki üretime, çevre de merkezdeki tüketime bağımlı hale gelmiştir. “Üretici ekonomiler” ve “tüketici ekonomiler” -küresel üretim zincirleri aracılığıyla- birbirine bağlanmıştır.

Yakın zamanda Hickel, Lemos ve Barbour eşitsiz mübadelenin boyutunu ölçen bir çalışma yaptı:

Araştırmacılar, zengin ulusların, uluslararası ticaret ve küresel emtia zincirlerindeki eşitsiz mübadele yoluyla dünyanın geri kalanından büyük miktarda net emek ve kaynak kullanımına dayandığını ileri sürmüşlerdir. Burada, beceri düzeyleri, sektörler ve ücretleri dikkate alarak, 1995-2021 yılları arasında dünya ekonomisindeki somut emek akışını ölçerek bunu ampirik olarak değerlendiriyoruz. Küresel Kuzey ekonomilerinin 2021 yılında, tüm beceri düzeyleri ve sektörler genelinde, Küresel Güney’den 826 milyar saatlik somutlaşmış emeği net olarak kendine mal ettiğini bulduk. Bu net el konulan işgücünün ücret değeri, beceri düzeyi hesaba katılarak Kuzey fiyatlarıyla 16,9 trilyon Euro’ya eşdeğerdir. Bu el koyma, Kuzey’in tüketimi için mevcut olan işgücünü kabaca iki katına çıkarmakta, ancak bunun yerine yerel insan ihtiyaçları ve kalkınma için kullanılabilecek üretken kapasiteyi Güney’den çekmektedir. Eşitsiz mübadelenin, kısmen sistematik ücret eşitsizliklerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Eşit beceriye sahip işler için Güneyli ücretlerinin Kuzeyli ücretlerden %87-95 daha düşük olduğunu tespit ettik. Güneyli işçiler, dünya ekonomisine can veren emeğin %90’ına katkıda bulunurken, küresel gelirin yalnızca %21’ini almaktadır.[22]

Ekoloji ve eşitsiz mübadele

Merkezdeki tüketim düzeyi, sadece ekonomik eşitsizliğin bir ifadesi değildir. “Emperyal yaşam biçimi” dünya ekosistemi için de bir tehdit oluşturmaktadır.[23] Ekolojik sürdürülebilirlik, 1970’lerde emperyalizm teorilerinde pek yer almıyordu. Ancak Emmanuel bunun farkındaydı. Çevre, sadece az gelişmiş değildi, merkez de aşırı gelişmişti. 1975’te şöyle yazıyordu:

“Eğer mevcut gelişmiş ülkeler hala atık ürünlerini denize dökerek veya havaya salarak bertaraf edebiliyorsa; bu, sadece onların bunu yapıyor olmasındandır. Tıpkı, sakinlerinin hala hava yoluyla seyahat edebilmesi ve dünyanın gökyüzünü doldurabilmesi gibi; bu, dünyanın geri kalanının uçma imkânına sahip olmaması ve hava yollarını yalnızca onlara bırakması nedeniyle mümkündür…”[24]

Emmanuel’in “eşitsiz mübadele” ekonomik modeline dayanarak, bir grup teorisyen “eşitsiz mübadele” kavramını ekolojik yıkımla ilişkilendirmiştir. Pedregal ve Lukic’in yazdığı gibi:

“Eşitsiz mübadele analizinin ekolojik alana genişletilmesi; ekolojik ayak izi ve diğer küresel ve yerel ekososyal dengesizliklerin çevresel yükünde, tüketim ve dışsallaştırmanın rolünü de ticaret ve emek çalışmalarına dahil etmiştir. Bu durum, hammaddelerin değerlenmesi ile üretim arasındaki bu dengesizliklerin, tüm ekosistemler ve toplumlar üzerindeki etkisine ilişkin araştırmaları zenginleştirmeye hizmet etmiştir.”[25]

John Bellamy Foster ve Brett Clark şöyle diyor:

“…ekonomik değer transferi, karmaşık yollarla, kent ile kır ve küresel metropol ile çevre arasındaki ilişkileri dönüştüren gerçek ‘maddi-ekolojik’ akışlara eşlik eder.[26]

Eşitsiz mübadele, siyasi ve askeri güçle birleşerek, Küresel Kuzey’in doğal kaynakları kendi sınırlarının çok ötesinde ithal etmesine ve tüketmesine olanak tanır. Kapitalist piyasa, yoksul ülkeleri doğal kaynaklarından vazgeçmeye ve sürdürülebilir olmayan ekonomik kalkınma peşinde koşmaya zorlamaktadır. Bunun sonucu olarak, sadece zengin ve fakir arasında giderek artan bir uçurumla değil, aynı zamanda ölmekte olan bir gezegenle de karşı karşıyayız.

Eşitsiz mübadelenin ekolojik boyutunu ekonomik boyutundan ayıran en önemli unsur, fayda sağlayan ülkeler ile zarar gören ülkeler arasındaki sınırların net bir şekilde çizilememesidir. Ekolojik sorunların çoğu küresel niteliktedir; bu sorunlar, tek tek ülkelerle sınırlı değildir ve bu ülkeler tarafından çözülemezler. Ne havanın ve okyanusların kirliliği ne de iklim değişikliği ulusal sınır tanıyor; Çin’deki kirlilik, Amerika Birleşik Devletleri’nin batı kıyısında bile tespit edilebilmektedir.

Eşitsiz mübadelenin ekonomi politiği ile politik ekoloji arasında bir köprü kurma ihtiyacı ve zorunluluğu var. Pedregal ve Lukic şöyle yazıyor:

“Bunlar bir araya geldiklerinde, ekonomilerimizin küresel kapitalizmle bütünleşmesine dair bütüncül bir ekolojik bakış açısı sunarak, ekososyal yüklerin gezegendeki dağılımının hiyerarşikleşmesine dair sistemik bir perspektif ve bu hiyerarşilerin üstesinden gelmek için araçlar sağlayabilirler.”[27]

Eşitsiz mübadele olarak göç

Geçtiğimiz yıl Immanuel Ness, Migration as Economic Imperialism (Ekonomik Emperyalizm Olarak Göç) adlı kitabında, emek göçünü eşitsiz bir mübadele biçimi olarak ele aldı:

“Neoliberal göç ve emperyalizmin çarpıcı gerçekliğini ve bunun son üç yüzyıl boyunca Avrupa’nın sömürgecilik projesinden kaynaklanan Küresel Kuzey ile Küresel Güney arasındaki eşitsiz mübadeleye dayanan sürekliliğini kavramaktadır.”[28]

Emeğin göçünü, eşitsiz mübadelenin bir biçimi olarak kabul etmek terimsel olarak çelişkili görünebilir; çünkü eşitsiz mübadelenin ön koşulu, sermayenin ve meta ticaretinin görece serbest dolaşımına karşı, ücret düzeyindeki farklılığı korumak için, emeğin hareketinin ulusal sınırlarla kısıtlanmasıdır.

Ancak tarihsel olarak -ve günümüzde- deyim yerindeyse emek göçünün bazı biçimleri, ücret düzeyindeki farklılığı da beraberinde götürmektedir.

Tarihsel olarak, Avrupalı yerleşimciler, geçmiş yüzyıllarda dünya sisteminin periferisine yerleşerek Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı merkezin bir parçası haline getirirken, yerli nüfusu büyük oranda ortadan kaldırarak, nispeten yüksek ücret seviyelerini de beraberlerinde götürdüler. Aynı zamanda Avrupalı yerleşimciler Güney Afrika, Namibya, Rodezya, Belçika Kongosu, Kenya, Cezayir ve Filistin’i de kutuplaşmış dünya sisteminin küçük bir versiyonuna dönüştürerek, ücret açısından keskin bir şekilde bölünmüş bir işgücü ve her ikisi de acımasız ırkçılığa dayanan apartheid yapılı bir toplum yarattılar.

Periferiden merkeze göçte de benzer şekilde, işgücünün düşük ücretlendirilmesi devam etmektedir. Afrikalı köle işçiler için elbette ücret söz konusu bile değildir. ABD’de, Çinli ve Hintli işçiler için ise ücret, Avrupalı yerleşimcilerin çok altındaydı. Bugün de aynı modeli görüyoruz. Latin Amerika, Afrika ve Asya’dan merkeze gelen yasal ve yasadışı göçmen işgücü, merkezdeki ırkçı tutumlar ve yapılar tarafından baskı altına alınarak, yerli işgücünden çok daha düşük bir ücret almaktadır.

Emek gücünün küresel değeri ile farklı ücret seviyeleri arasındaki fark, eşitsiz mübadele teorisinin temel unsurlarından biridir. Bu nedenle, emek gücünün göçü ile ilişkilendirilmesi mantıklıdır. Değer, göreli olarak düşük ücretlere sahip ülkelerin, yüksek ücretlere sahip ülkelerle meta alışverişinde bulunması durumunda fiyat yapısı aracılığıyla aktarılabilir; bunun yanı sıra, yerleşik işçi sınıfının kazandığından daha düşük bir ücretle meta üretmek ve hizmet sunmak için emek gücünün çevreden merkeze göçü yoluyla da aktarılabilir.

Emperyalizmin krizleri

Neoliberalizm, kapitalizme kırk altın yıl kazandırdı, ancak alttan alta direniş mayalanıyordu. ABD hegemonyasının gerilemesi, Çin’in yükselişi ve çok kutuplu bir dünya sisteminin gelişmesiyle birlikte, dünya son yüz yılda görülmemiş derinlikte bir değişim yaşıyor.

Kapitalist üretim tarzının, bir yanda üretimi artırma zorunluluğu, diğer yanda piyasanın buna karşılık gelen tüketim yetersizliği çelişkisini çözen, ücret düzeyi ve gelişmişlik ile az gelişmişlik açısından kutuplaşmış dünya sisteminin dinamikleri, artık bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Neoliberal küreselleşmenin ilk otuz yılında, eşitsiz mübadele yoluyla değer aktarımı istikrarlı bir şekilde artarken, Çin’in dünyanın önde gelen sanayi gücü olarak yükselişi, iki yüz yıldır ilk kez bu dinamiği kırdı. Milli projesine dokunmayan Çin, değer aktarımının kaynağı olmaktan çıkıp, dünya pazarında Küresel Kuzey’in rakibi haline geldi. Eşitsiz mübadelenin Güney’den Kuzey’e değer transferi, son 150 yıldır ilk kez azalmaya başladı. Çin’de yükselen ücret seviyeleri bu düşüşe katkıda bulunan başlıca faktörlerden biridir:

“1978 ile 2018 yılları arasında, ortalama olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde bir saatlik emek gücü, Çin’de neredeyse kırk saatlik emek gücüyle takas edilmiştir. Öte yandan, 1990’ların ortasından itibaren eşitsiz mübadelede çok belirgin bir azalma gözlemlendi, fakat bu durum tamamen ortadan kalkmadı. 2018’de hala 6,4 saatlik Çin emeği, 1 saatlik ABD emeği ile değiş tokuş ediliyordu.”[29]

Merkez, artık yüksek teknolojili endüstriyel üretimdeki tekel avantajını kaybetmiş durumda ve küresel finans ve ticaret üzerindeki kontrolünü yitiriyor. ABD, hegemonyasını sürdürmek için ticaret savaşları, yaptırımlar ve ablukalarla eski neoliberal dünya pazarını bölmekte ve aşındırmaktadır. “Altın yumurtlayan tavuğu kesmek” zorunda kalan ABD, egemenliğini sürdürmek için jeopolitik bir mücadele içinde siyasi baskı ve askeri araçlara yönelmektedir.

Eşitsiz mübadeleye direnmek

Eşitsiz mübadele yoluyla değer transferi, mevcut kapitalist dünya sistemini ayakta tutan bir sütundur; bu durum, dünyadaki iki büyük çelişkinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Bu çelişkilerden birincisi, gerileyen ABD hegemonyasına karşı Çin’in yükselişi ve çok kutuplu bir dünya sisteminin ortaya çıkışı arasındaki çelişkidir; diğeri ise kapitalist üretim tarzına karşı dünya gezegeninin ekolojik sistemleri arasındaki çelişkidir. Ekonomik ve ekolojik açıdan eşitsiz mübadele, uluslararası ticaret ve küresel üretim zincirlerine içkindir.

1970’lerdeki anti-emperyalizm dalgasında Üçüncü Dünya, “yeni bir ekonomik dünya düzeni” talep etti, ancak bu talep gerçekleşmedi. Ulusal kurtuluşçu bir sosyalizm inşa etme tutkusu, emperyalist değer aktarımının boru hatlarını kesmeye yetmedi. Yeni doğan devrimci devletler, eşitsiz mübadelenin neden olduğu kutuplaştırıcı dinamiği değiştirecek güce sahip değildi. Dünya pazarına arz ettikleri hammadde ve tarım ürünlerinin ücretlerini ve fiyatlarını basitçe arttıramazlardı. Arzuları ne olursa olsun, yeni bağımsız ülkelerin ekonomileri egemen kapitalist dünya pazarı tarafından belirleniyordu.

Bugün Küresel Güney, alternatif ticaret modelleri, finans kurumları yaratarak ve ABD doları yerine kendi para birimlerini kullanarak yeni bir ekonomik dünya düzeni inşa etmeye başlıyor. ABD hegemonyasının gerilemesi ve çok kutuplu bir dünya sisteminin yükselişi “bir fırsat penceresi” açıyor; eşitsiz mübadele üzerinden gelişen emperyalist sömürüye karşı çıkan ilerici devletler ve hareketler için bir alan yaratıyor. ABD hala güçlü bir güçtür, ancak Güney de atağa geçmiştir. 60’lı ve 70’li yıllarda Üçüncü Dünya’nın dönüştürücü gücü, “devrimci ruha” -ekonomik kalkınma üzerinde ideolojik hakimiyet kurma girişimine- dayanırken; Küresel Güney’in mevcut dönüştürücü gücü, ekonomik gücüne dayanmaktadır.

Eşitsiz mübadeleye karşı koymak, yeni bir uluslararası düzen yaratacak küresel bir koalisyonun temelini oluşturabilir. Ancak emperyalizmin egemenliği ve eşitsiz mübadelenin etkisi, işçi sınıfını milliyet ve vatandaşlık, ırk, etnik köken ve toplumsal cinsiyet gibi hiyerarşik çizgiler boyunca bölmüştür. Marx’ın belirttiği gibi: “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir: tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”[30] Dolayısıyla mücadelenin ana itici güçleri, Küresel Güney’de bulunacaktır. Onların eşitsiz mübadeleden kurtulmakta doğrudan maddi çıkarları vardır.

1980’lerde Samir Amin, Üçüncü Dünya ülkelerine, eşitsiz mübadelenin değer transferini durdurmak için emperyalist ekonomik sistemden ayrılmalarını tavsiye etti.[31] Ancak, Amin’in de işaret ettiği gibi, ayrılma izolasyon -yani otarşi- değil, uluslararası ekonomik ilişkilerin emekçi kitlelerin sosyal ve çevresel ihtiyaçlarına göre yeniden yönlendirilmesi ve tabi kılınması anlamına gelmektedir. Bir yanda her ülkede işçi sınıfının yararına sınıf mücadelesi, diğer yanda ise ulusal halk egemenliğinin restorasyonunu mümkün kılan dış küresel siyasi koşulların oluşturulması arasında karşılıklı olarak birbirini tamamlayan ve güçlendiren bir süreç gerektirir. Dünya sistemindeki ABD hegemonyasını dengeleyerek, devletler düzeyinde anti-emperyalist bir cephe inşa etmek, ulusal kurtuluş projesinin ayrılmaz ve temel bir parçasıdır. Eşitsiz mübadeleye son vermek, tek tek ülkeler tarafından izole bir şekilde ve ayrı ayrı yürütülemez. İtici güç, sosyalizmi inşa etmeye çalışan devletler ve Küresel Güney’deki toplumsal ve ulusal kurtuluş hareketleri olacaktır.

Bu ülkeler, değer transferini azaltmak için neoliberal küreselleşme tarafından aşındırılan ekonomik egemenliklerini yeniden kazanmalıdır. Ticaret modellerini Güney-Kuzey’den Güney-Güney’e yönlendirmeleri gerekmektedir. Ücret farkları hala mevcut olabilir; ancak bu farklar, Kuzey-Güney arasındaki farktan çok daha az olacaktır. Batı teknolojisine bağımlılıktan kurtulmak amacıyla üretken güçlerini geliştirmeleri önemlidir. IMF ve Dünya Bankası’na olan bağımlılıktan kurtulmak ve ABD’nin yaptırımlar ve abluka yoluyla finansal sistemi silahlandırmasını engellemek için kendi finansal ve bankacılık sistemlerini kurmaları gerekmektedir. Küresel piyasalarda doların gücünün azaltılması için, yeni uluslararası ödeme araçlarının benimsenmesi şarttır.

Bu tür önlemlere bir örnek BRICS’tir. Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika arasında kurulan ve 2023’te yeni ülkelerle genişleyen işbirliği, şu anda dünya nüfusunun yüzde 46’sını ve dünya ekonomisinin yüzde 36’sını oluşturarak, dünya nüfusunun sadece yüzde 10’una ve dünya ekonomisinin yüzde 30’una sahip G7’yi (ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve Japonya) dengeliyor.

BRICS+, anti-kapitalist bir örgüt değildir. Ortaya çıkan çok kutuplu dünya sistemi; hegemonya ile karşı hegemonya, muhafazakar ile ilerici, kapitalist ile sosyalist güçler arasında çelişen akımların bir kompleksinden oluşmaktadır. Marx’ın şu sözlerini aklımızda tutmalıyız: “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz…” Biz bu noktaya ulaşıyoruz. Ardından -Marx’ın söylediği gibi- toplumsal devrim dönemi geliyor.[32]

Bugün, kapitalist üretim tarzının, üretken güçleri geliştirmek için artık en etkili üretim biçimi olmaktan çıktığı ve hem insan toplulukları hem de doğa açısından küresel bir yıkıcı güç haline geldiği bir noktadayız. Aynı zamanda, egemen kapitalizmin ve ABD’nin hegemonik gücünün gölgesinde gelişen geçiş dönemi üretim tarzı, üretici güçlerin geliştirilmesinde daha etkili olduğunu kanıtlamıştır. ABD, artık dünyanın önde gelen yenilikçi ekonomik gücü haline gelen Çin ile rekabet edememektedir. Dünyanın önde gelen kapitalist ülkeleri, hegemonyalarını sürdürmek için yalnızca çatışmalar ve savaşlar yaratmakta, bu da insanlığın karşı karşıya olduğu sosyal ve ekolojik sorunlara küresel bir çözüm bulunmasını imkansız hale getirmektedir.

Öyle bir noktaya yaklaşıyoruz ki, geçiş dönemi üretim tarzı, kapitalist üretim tarzının gölgesinden çıkabilir, kapitalizmin kalan uluslararası bağlarını ve iç yöntemlerini geride bırakabilir ve daha gelişmiş bir sosyalist üretim biçimine dönüşebilir. Bu, gelecek yıl değil, önümüzdeki on yıllar içinde gerçekleşecektir. Bu, otomatik olarak olmayacak, zorlu ve tehlikeli bir uluslararası ve ulusal sınıf mücadelesi içinde gerçekleşecektir.

Peki ya Küresel Kuzey’deki bizler?

Emperyalist Kuzey’deki işçi sınıfının çoğunluğu, hala kendilerini emperyalist ulus devletin çıkarlarıyla özdeşleştirmekte ve bu devletin “emperyal yaşam tarzını” savunacağına inanmaktadır. Bu durum, NATO ittifakına yönelik geniş halk desteğiyle de kendini göstermektedir.

Neoliberal küreselleşmenin son on yılda yaşadığı krizler; Kuzey’deki işçi sınıfında popülist sağ hareketlerin, hatta faşizmin gelişmesine yol açmıştır. Ayrıcalıklı konumunu kaybeden bir sınıfın sağa kayması alışılmadık bir durum değildir. Önümüzdeki on yıllarda derinleşecek ekonomik ve siyasi krizle birlikte, işçi sınıfını, uzun vadeli çıkarlarının küresel kapitalizme son vermek için antiemperyalist mücadeleye katılmak olduğuna ikna etmek, önemli bir görev olacaktır. Faşizme karşı mücadele, 1930’larda olduğu gibi, son derece önemli olabilir.

İşçi sınıfının burjuvalaşması ve emperyalizme destek vermesi, tarihsel bir gelişmedir ve bugün yaşananlar işçi sınıfının konum ve tutumunda değişim olasılığını beraberinde getirmekte ve sınıfın gelecekte kapitalizmin mezar kazıcıları olma ihtimalini korumaktadır.

Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de devam eden savaş, Küresel Kuzey’de Vietnam Savaşı’na karşı protestolardan bu yana görülmemiş yeni bir anti-emperyalist kuşak yarattı. Filistin mücadelesiyle dayanışma seferberliği, aynı zamanda örgütlenme ve sistemin nasıl işlediğini öğrenme konusunda -devletin güç aygıtları, medya ve genel olarak emperyalizm hakkında- bir okul niteliğindedir. Kuzey’de anti-emperyalistler hala bir azınlık, ama önemli bir azınlık. Filistin ile dayanışma hareketinde, yerel halkın diasporadaki Filistinlilerle omuz omuza durduğunu görüyoruz. Göçmen işçiler ve mülteciler, Küresel Kuzey içinde anti-emperyalist birer Truva Atı olabilirler. Üretim ve hizmetteki konumları nedeniyle güçsüz değillerdir ve aileleriyle olan bağları ve Küresel Güney’deki anavatanlarının ekonomik kalkınmasına yönelik umutları, kalmalarına zar zor tahammül eden bir devlete olan bağlılıklarından daha güçlü olabilir.

Torkil Lauesen | 1 Ekim 2024

Biyografi:

Torkil Lauesen (1952), altmışlı yılların sonlarından beri anti-emperyalist bir aktivist ve yazardır. 1969-89 yılları arasında, Danimarka’nın Kopenhag kentinde, komünist bir gruba bağlı olarak Üçüncü Dünya’daki, özellikle de Filistin’deki anti-emperyalist mücadeleyi yasal ve yasadışı yollarla destekledi. 1989 yılında, FHKC yararına yaptığı soygunlar nedeniyle, on yıl hapse mahkum edildi. Hapisteyken 1996 yılında siyaset bilimi alanında yüksek lisans derecesi aldı. Hapisten çıktıktan sonra Danimarka’da geniş bir anti-emperyalist örgüt olan ve şu anda Filistin mücadelesiyle dayanışma hareketinde aktif olan “Internationalt Forum”a katıldı. Kendisi aynı zamanda Emmanuel‘in çalışmalarının yaygınlaştırılmasına adanmış Arghiri Emmanuel Derneği’nin yönetim kurulu üyesidir. ( Who was Arghiri Emmanuel? – Arghiri Emmanuel Association. https://unequalexchange.org/who-was-arghiri-emmanuel/ )

Yakın zamanda, Iskra Books tarafından “The Long Transition to Socialism and the End of Capitalism” isimli bir kitabı yayımlandı.

– Torkil Lauesen’in daha önce dergimizde yayınlanan yazısı: Mücadele Devam Ediyor: Küresel Kuzey’de Antiemperyalizm – Torkil Lauesen


[1] Mao Zedung (1963) Where Do Correct Ideas Come From?  Mao: Four Essays on Philosophy içinde. (Pekin, Foreign Languages Press, 1963), s. 134.

[2] Agrhiri Emmanuel, “The upheaval of Middle East Greek Forced in April 1944”. The Greek Review, sf. 12-17. 19 Haziran 1982 (https://unequalexchange.org/2024/08/30/the-upheaval-of-middle-east-gree-forces-in-april-1944/)

[3] Yargılandığı mahkemede yaptığı savunmasına şu adresten ulaşabilirsiniz: https://unequalexchange.org/

[4] Amsterdam’ daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nde (IISG) bulunan Emmanuel arşivi.

[5]  Patrice Lumumba’dan Emmanuel’e 12.11.1960 tarihli mektup. (https://unequalexchange.org/2024/09/17/emmanuels-association-with-patrice-lumumba-and-his-expulsion-from-congo/

[6] Catherine Emmanuel tarafından IISG’deki Emmanuel arşivi için sağlanan belge.

[7] Ayrıca bkz: Héritier Ilonga. Arghiri Emmanuel, the law of unequal exchange, and the failures of liberation in the DR Congo. ROAPE. 4.9.2024 (https://roape.net/2024/09/04/arghiri-emmanuel-the-law-of-unequal-exchange-and-the-failures-of-liberation-in-the-dr-congo-part-one/ )

[8] Arghiri Emmanuel’s 1961 Analysis of the Congo Crisis – Arghiri Emmanuel Association (https://unequalexchange.org/2024/07/04/arghiri-emmanuels-1961-analysis-of-the-congo-crisis/) 

[9]  Arghiri Emmanuel & Charles Bettelheim, “Échange inégal et politique de développement”. Problèmes de planification, No. 2, Sorbonne: Centre d’Étude de Planification Socialiste. Paris 1962

[10]  Arghiri Emmanuel, “Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of Trade”. New York: Monthly Review Press, 1972.

[11] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde şöyle yazar:

“Burjuva iktisat sistemini şu sırayla inceliyorum: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, dış ticaret, dünya pazarı.”  K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859), Sol Yayınları 4. Baskı, sf. 23. (Çv. Notu: Metinde Marksist klasiklerden yapılan alıntıların çevirisi, ilgili Marksist klasiklerin Türkçe baskılarından alınmıştır.)

[12] The Palgrave Encyclopedia of Imperialism and Anti-Imperialism (Editörler: I. Ness, Z. Cope) içinde, Marxism, Value Theory, and Imperialism – Torkil Lauesen (2019). 

[13] K. Marx, Kapital I, birinci Kısım, bölüm 4: Sermayenin Genel Formülündeki Çelişkiler, Yordam Kitap, sf. 168.

[14] Iskra Books, Eşitsiz Mübadele teorisine giriş yazımızı yeniden yayınlıyor: “Unequal Exchange and the Prospects for Socialism”, yeni bir giriş ve sonsözle birlikte, Kasım 2024’te çıkacak.

[15] The Delusions of Internationalism – Arghiri Emmanuel, Monthly Review, Cilt 22, no.2. Haziran 1970, sayfa 13-19.

[16] Jairus Banaji (2019), Arghiri Emmanuel (1911–2001) – Historical Materialism (https://www.historicalmaterialism.org/figure/arghiri-emmanuel-19112001/)

[17] UNCTAD (2009). Handbook of Statistics, 1980–2009. New York & Cenova: Birleşmiş Milletler. (https://unctad.org/system/files/official-document/tdstat34_enfr.pdf)

[18] Torkil Lauesen (2024), I Imperialismens kölvatten. Koloni förlag, sf. 144-46

[19] Marksist değer kavramı hakkında daha fazla bilgi için bkz:  Torkil Lauesen (2021) “Marxism, Value Theory, and Imperialism”, The Palgrave Encyclopaedia of Imperialism and Anti-Imperialism (Editör: Immanuel Ness ve Zak Cope, 2. baskı Springer International Publishing, 202) içinde, sf. 1751-65.

[20] ILO, (2011). Çalışma Dünyası Raporu 2011. Cenevre: Uluslararası Çalışma Örgütü, 2011. https://www.ilo.org/sites/default/files/wcmsp5/groups/public/@dgreports/@dcomm/@publ/documents/publication/wcms_166021.pdf

[21] Intan Suwandi ve John Bellamy Foster, “Multinational Corporations and the Globalization of Monopoly Capital”. Monthly Review, cilt 68, sayı 3, sayfa 124. Temmuz-Ağustos 2016

[22] Jason Hickel,  Morena Hanbury Lemos  ve Felix Barbour, “Unequal exchange of labour in the world economy”. Nature Communications Cilt 15 (2024).  (https://www.nature.com/articles/s41467-024-49687-y?error=cookies_not_supported&code=298cb5a8-23ae-4785-8f3a-5777573a01c2)

[23] Ulrich Brand ve Markus Wissen, The Imperial Mode of Living. Everyday Life and the Ecological Crisis of Capitalism, Londra: Verso 2021

[24] Unequal Exchange Revisited – Arghiri Emmanuel. IDS Discussion Paper, no. 77, sf. 66-67, University of Sussex. Brighton, İngiltere 1975.

[25] Alejandro Pedregal ve Nemanja Lukic, “Imperialism, Ecological Imperialism, and Green Imperialism: An Overview”. Journal of Labor and Society, cilt 27, no. 1, 2024, sf. 105–138.

[26] J. B. Foster ve B. Clark, Ecological Imperialism: The Curse of Capitalism. Socialist Register 40 (2004), sf. 187

[27] Alejandro Pedregal ve Nemanja Lukic, “Imperialism, Ecological Imperialism, and Green Imperialism: An Overview”.  Journal of Labor and Society, Cilt 27 (2024), sf. 129 

[28] Immanuel Ness, “Migration as Economic Imperialism: How International Labour Mobility Undermines Economic Development in Poor Countries”, Polity Press, 2023. Sf. 16.

[29] Zhiming Long, Xhixuan Feng, Bangxi Li ve Rémy Herrera, “U.S.-China Trade War. Has the Real “Thief” Finally Been Unmasked?”  Monthly Review, Ekim 2010, Cilt 72 No. 5, sf. 8-9

[30] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları 4. Baskı, sf. 32

[31] Samir Amin, “Delinking, Towards a Polycentric World”. Zed Press, Londra 1990.

[32] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları 4. Baskı, sf. 26