Ezilen kimliklere sahip kitlelerin ya da geniş yığınların kendiliğinden davranışlarını asla eleştirmemek gibi bir huyumuz var. Bu huy çok eskilerden gelen köklü bir refleks değil aslında. Gerçekte bu huyun mucidinin sol liberaller olduğunun ve herkesi ikna etmekte oldukça başarılı olduklarının hakkını teslim etmek gerekiyor. Sol liberallerimizin memlekete dair politik tespitlerini içeren literatürünün çekirdeğinde halka tepeden bakan, askeri, elitist ve kendini beğenmiş bir Kemalizm ve Kemalist devlet açıklaması ile bunun karşısında sivil toplumu oluşturan Müslümanlar, Aleviler, tarikatlar, Kürtler, köylüler gibi tabakalar var. Sol liberallerin ayrımlarına göre Kemalistler her koşulda “kötü”yü, sivil toplum unsurları ise “iyi”yi temsil ediyorlar.
Sosyalistler, elitist ve halka tepeden bakan seçkincilerden olma suçlamasından çok çekti. Onlar da tıpkı Kemalistler gibi kitleleri anlayamıyorlardı, vakti geçmiş dogmalarla hareket eden Jakobenlerden başkası değildiler; dolayısıyla Kemalizme çokça benzemekteydiler. Bu itham 80lerden beri o kadar çok dile getirildi ki, sonunda sosyalistler “acaba bizler gerçekten de böyle insanlar mıyız” diye sora sora herhalde böyle insanlar olduklarına ikna oldular. Son 20 yıldır eski hataları yeniden yapmamak için, yani elitist, Jakoben ve üstenci olmamak için, sosyalistlerimiz kitlelerin genel davranışlarına toz kondurmamakta sol liberallerden aşağıda kalmıyorlar.
AKP adlı parti eleştirilirken bile ona oy verenler asla bu kategoriye dâhil edilmiyor.[i] Evet, AKP neoliberalizmin kurallarına dibine kadar teslim olmuş, mafyatik ve yoz ilişkileri her yere yaymış, baskıcı yöntemleri uygulamaktan imtina etmemiş ve lider kültünü faşizme evirtilmiş bir parti olabilir. Ancak ona oy veren kitleler bu suça ortak değildir! Onlar açlık ve yoksulluklarından dolayı iktidarın sunduğu sosyal yardım paketlerinden bir seçeneği olmayan insanlardır. Yani AKP kurumsal bir parti olarak “kötü”yü temsil ediyorken, ona oy veren geniş yığınlar tarihsel bir sınıf olarak proleter kimliklerinden ötürü “iyi”nin içine dâhil oluyorlar. Şüphesiz sosyalistler bir çelişkiden kurtulmak adına böyle düşünmeye kendilerini zorluyorlar. AKP’ye oy verenlerin aslında olası bir sosyalist devrim için temel olan yığınlar olduğunu bildiklerinden, bu yığınları eleştirme çelişkisine ve hatasına düşmek istemiyorlar. Fakat AKP adlı partiyi ona oy verenlerden kategorik olarak ayırmanın, tıpkı sol liberallerin vakti zamanında yaptığı ayrıma -Kemalistler “kötü”yü temsil ediyorken ona karşı çıkan sivil toplumun doğal olarak “iyi”yi temsil ettiği ayrımına- benzerlik taşının altını çizelim.
Sokağa çıkma yasağından hemen önce sokaklara doluşan kalabalıklar
Dün akşam da AKP ile AKP’ye oy veren kesimlerin yine göz önünde olduğu, sokağa ve siyaset sahnesine çıktığı saatler yaşadık. Tam da herkesin evlerinde olması gerektiğinin salık verildiği, salgına dönüşmüş corona virüsün yayılma hızının yavaşlatılması sorumluluğunun evde kalması gereken halka devredildiği zamanlarda, AKP kritik sayılabilecek bir hamle yaptı. Reel sektörlerde üretimin devam etmediği bir zaman olan hafta sonuna denk gelen iki gün için sokağa çıkma yasağı ilan etti. On dört günlük kuluçka süresine sahip bir virüs için sadece iki günlük karantina! Tatil bittikten sonra pazartesi günü yeniden işbaşı yapılacak ve hayat tıpkı cuma günü olduğu gibi devam edecek. Ortada ücretli bir izin olmadığından evde kalma koşulları yok. Zorunlu olmayan reel üretimin kar hırsıyla devam ettiği, ekonomik tablonun halk sağlığından önemli görüldüğünün ayyuka çıktığı, sırf bu yüzden yalnızca hafta sonuna denk getirilen korkunç bir karar! Virüsün tersanelerde, fabrikalarda ve çeşitli kapalı iş yerlerinde; parklarda ve bahçelerde olduğundan daha fazla yayıldığı bilgisi basit bir tıbbi gerçek iken, yasakların kapsamının halkın hafta sonunda gittiği parklar ve sokaklar olması tam da AKP’den beklenirdi.
Yukarıda saydığımız ilk elden hakikatin yanında ikinci bir hakikat daha var. İki günlük sokağa çıkma yasağını duyunca, marketlere ve açık olan dükkânlara akın eden kalabalıklar… 12 Eylül askeri darbesinden ve sıkıyönetim zamanlarından deneyimli tedirgin ihtiyarlardan bahsetmiyoruz. Sokağa çıkanlar, basit ve zorunlu ihtiyaçları karşılamak için yani ekmek, su, çocuk maması almak için de dışarı çıkmış değildiler. Daha da fazlası var, marketlerin ve dükkânların önündekiler bir parça ekmeğe muhtaç işsizlerden ve yoksulun da yoksulu olan mülteciler ya da evsizlerden oluşmuyordu. Yine ilginçtir ki dışarıda olanlar olağan şartlarda kendi midesine ve hayat tarzına, şimdilerde ise akciğerine düşkün orta sınıflar da değildi. Dün akşam marketlerin ve dükkânların önüne çoğunlukla İstanbul’un emekçi semtlerinde yaşayanlar çıktı. Emeğiyle yaşayan ama düzenli/devamlı bir geliri olan Şirinevler, Esenyurt, Sultanbeyli, Fatih, Pendik gibi ilçelerde ikamet eden proleter ve küçük burjuva cenah, paket paket makarna, dayanıklı sebze, un ve bakliyat depoladı. Bunu yaparken de birbiriyle kavga eden, yanındakini ezen ve öne geçmek isteyenlerin olduğu görüntüler medyaya düştü.
Bu kitlenin psikolojisinin -içinde AKP’ye oy vermeyenler olsa bile- 15 Temmuz’da sokağa adımlarını ürkekçe atan, Suriye’ye her savaş çağrısı olduğunda kefenini hazırlayan ama bir türlü o savaşa gitmeyen, Erdoğan’dan bir işaret gelince elindeki çekiçle Iphone marka cep telefonunu kırıp yolda rastladığı ve Çinli olduğunu düşündüğü kişileri dövmeye kalkışan insanlarla özdeş olduğunu belirtelim. Aynı insanlar olup olmadıklarını elbette bilemeyiz; ama davranış kalıplarının ve motivasyonlarının özdeş olduğunu ifade etmeliyiz.
Ezilen cenaha ait olsalar bile, kitlelerin anlık davranışlarında kendinden menkul bir keramet yoktur. Bırakalım Latin Amerika ve Asya ülkelerindeki gibi başarılı devrimlerin görüldüğü ülkeleri, komşusu Arap coğrafyası veya Balkan ülkelerindeki kadar sınıf hareketi olmayan, işçi mücadelesinin oldukça cılız olduğu; ama paradoksal biçimde komünist örgütlerin belli bir damar yakaladığı bir ülke içinden konuşuyoruz. Yani örgütlü isyan dinamiklerinin işçi sınıfından değil de Alevi, Kürt, öğrenci veya feda kültürü damarından geldiği bir gerçeklik içinden konuşuyoruz.
Kendiliğinden olana teslim olmamak gerekiyor. Yığınların kendiliğinden davranışlarının mantıki sonucunda devrim yok, komünizm hiç yok. Peki, kitlelerin kendiliğinden dinamiği her zaman başkasını düşünmeyen, bencil, çıkarcı ve ihtiyaçlarından kaynaklanan güdülerle hareket eden homo economicuslardan mı ibarettir? Devrimsel süreçlerin bu dinamiği kırdığını, yönlendirdiğini ve başka bir yatağa akıttığını vurgulamak gerekiyor. Ama bu devrimsel süreçlerin de niteliğinin çok karmaşık olduğunu, kırılgan ve olgunlaşmamış hallerinden dolayı da faşizme bükülmekte hiç zorluk çıkmayacağını unutmamak gerekiyor. Liberalizmin sivil toplum/devlet dikotomisinin aksine, devrimsel süreçler ve faşizm kitlelerin kendiliğindenliklerini kırar ve istediği eksene çeker.
İç savaş ve devrimsel süreç
Komün Dergi ve ona öncülük eden yapıların politik sayfalarında son beş yıldır “iç savaş” tespiti ve Endonezyalaşma uyarısı yapılıyordu. Elbette iç savaş tespiti, bir kesim başka bir kesimle bilgisayar oyununa benzer bir çarpışmaya girişecek demek değildi, bir devrimsel durum analizi yapılıyordu. Gerçekten de Türkiye dışındaki bütün Ortadoğu coğrafyasını savaşlar ve mücadeleler sardı; Türkiye’nin de bundan muaf olmayacağı düşünülüyordu. Gelin görün ki dün yaşadığımız tablo hiç de iç savaşa benzemiyordu. Faşizm emekçi sınıfları zayıf yanlarından ele geçirmekte tereddüt etmez, zaaflara hitap eden her türlü kurnazlıktan yararlanır. Dün yaşadığımız tabloyu da -emekçi sınıfların iki günlük karantina dolayısıyla evlerine mebzul miktarda gıda depolamasını- bu minval üzere başka bir politik konjonktürün resmi olarak okuyabiliriz. Bu konjonktür artık iç savaş ihtimalinin mevcut koşullarda ortadan kalktığının, faşizmin devrimci ihtimale galip geldiğinin ve emekçi sınıfları kendine tabi kılarak onların kendiliğinden bencil reflekslerini açığa çıkarttığının ifadesidir.
Bu durumda iç savaş çıkmayacaktır; zira bu savaşın sol aydın kanadı bir aylık sürede mikrobiyoloji lisans programını bitirmiş ve viroloji yüksek lisansı yapmaya hazırlandığından dolayı dün gıda depolamaya çıkmadı; zira sosyal mesafe kuralını ihmal etmek olmazdı! Sol emekçi kanat da “Yahu tatil günü karantinaya girmenin salgınla mücadelede ne gibi faydası olabilir, gıdayı neden şimdi depolayalım? Bize ücretli izin vermeden evlerde kal demesi kolay, biz ekmeğimizi onlardan almasını gayet iyi biliriz.” demedi ve belki de dün gıda depolayan kalabalıklara dâhil oldu.
İç savaş çıkmayacaktır; zira bu savaşın sağ ve devletçi kanadı, dün dışarıda olmalarına “izin verilen” iki üç saat içinde birbirlerini ezerek sağcılıklarını; izin verilmeyen gece yarısı saatlerinden itibaren de evlerine kapanarak devletçiliklerini ispatlamışlardır.
***
İç savaş çıkmayacak ama faşizmin hiçbir versiyonu sonsuza kadar sürmeyecek. Komün Dergi sayfalarında geçtiğimiz yıllarda genel ve yerel seçim dönemlerinde “faşizm seçimle gitmez” diyorduk. Şimdi “virüsle de gitmez” diyelim. Diyelim demesine de muhtemel darbe, dış savaş veya Kürt direnişi gibi bir “dış faktör” ardından çözülecek olan AKP’nin yarattığı devasa pislik nasıl temizlenecek? Bu pislikten beslenen, bu pisliğin içine gömülen, bu pisliğe susan ya da onu yok sayan hepimiz nasıl temizleneceğiz?
[i] Bahsettiğimiz eleştiri geleneğinin, karşılaşmaya dahi tenezzül etmedikleri emekçilerin kılık kıyafetlerini, beslenme alışkanlıklarını veya gelenek göreneklerini mizah adı altında alay konusu eden “sosyalist trollerle” ve bunu ilerlemecilik adı altında politik program haline dahi getiren aydınlanmacı-modernist sol ile ortak hiçbir yönü yoktur.