Faşizm – Nabi Kımran

I.Emperyalizm çağı ve Avrupa’da faşizm

Faşizm, emperyalizm çağının ürünüdür, fakat salt emperyalist ülkelere özgü bir rejim biçimi değildir. 20. yy´ın ilk yarısında İtalya ve Almanya gibi merkezlerde başlayan faşizm, yüz yılın ikinci yarısında yeni sömürgelerde neredeyse tipik hale geldi.

Lenin, “emperyalizm tüm cephelerde gericilik eğilimidir” diyor. Sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşme, nüfusun büyük çoğunluğunu yıkıma uğratıp proleterleştirirken; siyasal rejimde de tekeller lehine güçlü bir merkezileşme yaratmıştır. Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine özgü –çok tartışmalı- siyasi liberalizmin yerini, tekeller çağında muazzam güçlenen ve merkezileşen devlet aygıtları almıştır. Parlamenter demokrasilerin incir yaprağı ardında gizlenen olgu, devasa tekelci devletler gerçeğidir; olağan zamanlarda demokrasi oyunuyla idare eden sistem, şu veya bu sebeple krize girdiği anda incir yaprağını fırlatıp atmakta ve acımasız bir bastırma aygıtı olarak sahneye çıkmaktadır. Faşizmin kökleri kapitalizmin tekelci dönemindedir -kuşkusuz tüm bir tarihsel gericiliğin birikimlerinden yararlanarak  zuhur etmiştir- ; kapitalist-emperyalist sistem merkezleri ve çevresiyle birlikte yıkılmadığı sürece faşizm her yerde hortlayabilir. Nerede ortaya çıkıp, nerede sahneyi terk edeceği  sistemin krizlerine ve sınıf mücadelesinin seyrine bağlıdır.

Faşizm bir “komplo” ya da toplumsal  mühendislik tasarımı değildir. Belirli tarihsel-toplumsal şartlarda; I. Emperyalist paylaşım savaşının ardından yaşanan ağır kriz koşullarında İtalya ve Almanya gibi emperyalist merkezlerde ortaya çıkmıştır.  Fakat bir kez ortaya çıktıktan sonra emperyalist burjuvazinin kolektif “birikiminin” parçası haline gelmiş; ve bu “deneyim”, deyim uygunsa “ithal ve ihraç” edilebilir bir “politik mamulata” dönüştürülebilmiştir. (İleride döneceğiz bu konuya.)

Lenin’in ölümüne yakın bir zamanda dikkat çektiği iki konu önemlidir. Birincisi, emperyalist burjuvazinin Avrupa’da ve tüm dünyada Sovyet devrimine karşı muazzam bir gerici reaksiyon örgütlemekte olduğunu söyler. İkincisi de, yenik halkları ve devletleri köleleştiren Versay barışının yeni ve çok daha kıyıcı bir savaşın anası olduğunun altını çizer. (Mealen aktarıyoruz.) Bu dahiyane tespit ve öngörüler faşizm-ler meselesine girişin temelidir.

1917’nin ardından devrim korkusuyla tir tir titreyen burjuvazi, kapitalist merkezlerden başlayarak tüm dünyada, kısa süre sonra faşizm olarak forma kavuşacak olan aşırı gerici, saldırgan, reaksiyoner akımı örgütlemeye girişti. Lenin bu eğilimi sezdi. Her zaman ve her yerde olduğu gibi devrim, kudurgan bir karşı-devrimi tetikleyerek ilerliyordu…

-Kriz ve Faşizm: Almanya

Savaş sonunda Avrupa toplumsal çalkantılarla alt üst oluyordu. Macaristan’da kısa süreli sovyet iktidarı, İtalya’da işçi konseyleri ve Mussolini’nin iktidara yürüyüşü, Fransa ve İngilterede büyük grev hareketleri vb. Almanya en ağır yıkımı yaşayan ülkeydi. 1919’de patlak veren Spartaküs devrim yenilgiye uğramış, fakat ülke hiç bir şekilde durulmamıştı. Ekonomi yıkıma uğramış, işşizlik, açlık, sefalet görülmemiş boyutlara tırmanmış, sözde cumhuriyete geçilmiş, fakat siyasal yaşam iyice kaotik bir hal almıştı. Versay barışının ağır tazminatları sefalet içindeki halkın durumunu daha da ağırlaştırıyordu. Birbirini izleyen devrim girişimlerinin basıncı altındaki büyük burjuvazi, istikrarlı ve inandırıcı bir parlamanterizmi ayakta tutamıyordu. Yenik ordudan terhis edilen askerler hemen her yerde örgütlenmeye ve rövanşist bir ajitasyona giriştiler. Versay barışının dayattığı tazminatlar ödenmemeli, ülkeyi yıkıma sürükleyen “komünist bozgunculuk” ezilmeli, “herşeyin suçlusu olan Yahudilerin” mallarına el konulmalı, “satılmış politikacılar”  defedilmeli, parlamento soytarılığına son verilmeli, Almanya “güçlü bir iktidarla” yönetilmeliydi vb. Bu ajitasyon zamanla rafine hale gelerek ari ırkın üstünlüğü, Alman tarihinin seçkinliği, Almanların “üstün ırk olmaktan kaynaklanan” ezel-ebet hakları, iç ve dış düşmanların bu seçkin halkı haketmediği bir felakete sürüklediği, bu pranganın güçlü bir lider/führer etrafında birleşerek kırılacağı, tüm düşmanların cezalandırılacağı ve ari ırkın dünyaya hakim olacağı ekseninde kristalize oldu. Almanya’da güçlü bir komünist hareket vardı. Reformist Sosyal Demokrat Parti de çok güçlü bir işçi partisiydi. Komünistler 1919 Spartaküs ayaklanmasından, 1924 Hamburg barikatlarına kadar bir dizi ayaklanma girişiminde bulunmuşlardı. İşçi hareketlerinin, grev ve ayaklanmaların basıncı altındaki burjuvazi klasik parlamantarizmle ülkeyi yönetemez hale gelmişti.  İşsiz ve öfkeli yığınlar komünistleri güçlendiriyordu. Bu koşullarda Avusturya’lı onbaşının birahane toplantıları ve yavaş yavaş örgütlemeye başladığı faşist milisler büyük burjuvazinin ve devlet aygıtının el altından desteğini almaya başladılar. Başlangıçtaki hesap belki de komünistleri dengeleyecek paramiliter bir güçle yetinmekti; fakat olayların gelişimi bu hesabı masum bir fantaziye dönüştürdü…

Aşevlerinde yemek kuyruğuna giren mühendisler, doktorlar, parklarda yatan avukatlar, yüzde 6.000 enflasyon, lümpen sokak çeteleri, birbirlerini yiyen komünistler ve sosyal demokratlar, sürekli eşikte gezinen fakat bir türlü gelmeyen devrim, umutsuz kitleler, ekonomik ve sosyal krize eşlik eden politik kriz, yönetilemeyen bir ülke: 1929 Almanyasında manzara buydu. Nasyonal Sosyalist Parti (Nazi’ler), işte bu tabloda düzen ve istikrar vaat ediyordu. Ceplerine para, bellerine silah koyup, kafalarına  üstün ırkın seçkin savaşçılığı doktrini enjekte ederek lümpenlere ve gençliğe “kimlik ve kişilik” kazandırıyor, onları ulusal ve tarihsel bir “dava” sahibi yapıyor; yıkıma uğrayan orta sınıflara refah, istikrar ve “anlamlı bir ulusal dava” vaat ediyorlardı. Büyük burjuvazi ve Prusya militarizminin mirasçısı devlet aygıtı, aşırılıkları olsa da Hitler’in komünistleri dizginlemesini, düzen ve istikrar vaadini artan oranda desteklemeye başlamıştı: Hitler bu koşullarda iktidara geldi.

Devrim gelmiyor, burjuva demokrasisi/parlamentarizmle ülke yönetilemiyordu; işte bu tabloda Hitler-büyük burjuvazi-devlet aygıtı üçlüsü elbirliğiyle klasik parlamentrizmin/burjuva demokrasisinin ipini çektiler. Nicos Poulantzas, Faşlizm ve Diktatörlük adlı eserinde partilerin oy oranlarının dökümünü verir. 1920’li yılların ilk yarısında % 1-2 olan Nazi oyları 1929’da % 18’e çıkmıştı. Bu yükselişe rağmen işçi partileri olan Komünist ve Sosyal Demokratların oyları hala Nazileri ikiye katlıyordu. 1932 Temmuz’unda Naziler, % 37 oyla birinci parti oldular, fakat hükümet kuramadılar.  Aynı yılın Kasım ayında yapılan erken seçimde oyları % 32’ye düştü.  Cumhurbaşkanı Hindenburg’un verdiği hükümet kurma görevini ipe un sererek kadük ettiler. Mart 1933’deki (bir yıl içindeki üçüncü) seçimin ön gününde Reichstag (parlamento) binası Van der Lubbe adındaki bir lümpen tarafından kundaklandı. Yangın komünistlerin üzerine yıkıldı, Komünist parti lideri Thaelmann, partinin meclis grubu, Dimitrov gibi mülteci komünistler dahil binlerce komünist tutuklandı. Bu koşullarda gidilen seçimde Naziler % 44 oy aldılar ve tek başlarına iktidar oldular. Üzerinden altı ay geçmeden de hemen bütün partiler ve sendikalar kapatıldı, katliam ve tutuklamalar aldı başını gitti…

Tayyip Erdoğan geçenlerde “Hitler de başkandı” türünden bir şeyler geveledi. Bu kesinlikle dil sürçmesi değildir ya da en iyi ihtimalle “lapsus”tur: Haziran 2015 seçimlerinden bu yana yaşananlar, Tayyip’in dersine iyi çalıştığını, “Führer”ini iyi incelediğini gösteriyor. Tarih asla tekerrür etmez ve tarihsel paralellikler en benzeştiği durumda dahi genellikle temelsizdir; fakat tarihsel tecrübelerden “davranış çizgileri/modelleri” bağlamında yararlanılabilir. Almanya 1932/33 – Türkiye 2015/16; her iki örnekte de führerliğe soyunanların davranış çizgilerindeki benzerlikler çarpıcıdır…

-Cephe politikaları

Komüntern’in 1935’teki  VII. Kongresinde Dimitrov faşizmi başarıyla tahlil etti. Fakat atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti. Zamanında doğru tahlil edilseydi sonuç değişir miydi, bilinmez; çünkü doğru tahlil=başarı diye bir yasası yoktur sınıf mücadelesinin, bu gerek-şartlardan biridir, hepsi değil. Yine de bu gecikme ciddi bir zaaf belirtisidir. Lenin 1915’te emperyalizmi tahlil ettiğinde, 1917’de patlak veren devrimin ötesinde, bütün bir çağa damgasını vuracak devrim anlayışının temellerini attı. 1917’de klasik anlayışa bağlı olan Menşeviler, II. Enternasyonalciler, hatta bazı bolşevikler nal toplarken, Lenin ve Leninistler patlayan devrime teorik, politik ve ideolojik olarak hazırdılar. Teori, genel çizgiler/yönelimler bağlamında olayların gelişim çizgilerini önden görür; olanın/olgunun tespitinin ötesine geçemeyen teori, öncülük ve yol göstericilik vasfını yitirir. 1915’te emperyalizm ve devrim bahsinde sergilenen teorik ve politik önderlik, 1920’lerin sonunda faşizm bahsinde sergilenemedi: Faşizmin isabetli analizinin 1935’lere sarkması bunu gösteriyor. Pek çok konuda tartışmalı yönleri olan Troçki, faşizmin analizinde hiç kuşkusuz Komünternin önündeydi. Büyükada’da çok kısıtlı enformasyon koşullarında faşizmi analiz etti. Daha 1929’da dile getirdiği iki tespiti çok önemlidir: 1) Dünyanın kaderi, bir dönem boyunca,  Almanya’daki sınıf mücadelesini kimin kazanacağına bağlı olacaktır, 2) sosyal-faşizm tezi ve Komünistlerle Sosyal Demokratların tüketici kavgası (faşizmin durdurulamaması bağlamında) affedilmez bir suçtur, cinayettir. (Bkz. Faşizme Karşı Mücadele- L. Troçki) Ellerinde Roza ve Karl Leibneckth’in kanı olan Alman Sosyal Demokrasisinin ihaneti unutulur gibi değildi, her kritik eşikte itfaiyeci rolü oynadıkları da açıktı. Fakat milyonlarca işçiyi peşinden sürükleyen safkan işçi partisiydi SPD ve safkan oportunustti. İşçi sınıfının birliği meselesi, SPD’yi sosyal faşist ilan ederek, yer yer Nazilerden daha büyük “tehtid” görerek çözülebilir bir iş değildi. Ve Naziler tam da bu çatlaktan sıyrılarak iktidar olmayı başardılar. Devrim-karşıdevrim geriliminde sırat köprüsünde yürünen yolda, devrim “gelmeyince” kudurgan bir karşıdevrim iktidara geldi. Dimitrov, çok gecikmeli olarak bu meseleyi telafi yolları aradı. Burada uzun boylu giremeyiz, fakat işçi sınıfının aşağıdan ve yukarıdan (partileri eliyle) birliği tezleri, cephe politikaları (halk, işçi, vatan cepheleri); işçi sınıfı ve halkın anti-faşist mücadele birliğini sağlamada Fransa’da, sonraları Bulgaristan’da görüldüğü üzere başarılı sonuçlar verdi. Cephe politikasının zayıf yönüne gelince… Burjuva demokrasisinin geri kazanılması, cepheye katılacak geniş güçler yelpazesi düşünüldüğünde asgari  birlik zemini olabilir(di); bir şartla: Komünistler, bu asgari zemine hapsolarak kendi bağımsız devrimci programlarından, devrim hedef ve iddialarından vaz geçmezlerse. Faşizmi yenilgiye uğratma bağlamında başarılı sonuçlar doğuran cephe çizgisi, ne yazık ki komünistleri (özellikle Avrupa’da) burjuva demokrasisi limanına demirlemiş; “devrim bayrağı geminin bordosundan aşağı atılmıştır”. Stalin, “burjuvazi,  burjuva demokratik özgürlükler bayrağını geminin bordosundan denize attı (doğru-bn.), şimdi bu bayrağı yükseltmek komünistlerin görevidir (bir ölçüde doğru, ama nasıl?-bn.)” demişti. Fransa, İtalya ve Yunanistan’da partizan savaşları örgütleyerek  muazzam bir anti-faşist direnişe önderlik eden Avrupa komünistleri, ne acıdır ki, “burjuvazinin denize attığı burjuva demokratik özgürlükler bayrağını yükseltme” adına, “devrim bayrağını geminin bordosundan denize attılar”…

-Demagoji, korporatizm, sınıfsal öz

“Faşizm, tekelci sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.” Dimitrov’un 1935’te yaptığı bu tanım, genel çizgileriyle hala geçerliliğini korumaktadır. Faşizm, yıkıcı bir kriz ortamında muazzam bir propaganda ve demagoji aygıtı olarak çalışır. Lümpenler, orta sınıflar, işsizler ve gençlik başta olmak üzere umutsuz ve çaresiz kitleleri halkçı-popülist, sosyalizan ve milliyetçi demagoji ile örgütler. Nastonal-Sosyalizm boşuna seçilmiş bir isim değildir; Naziler de “sosyalizm” istemektedir, ama ulusal olanından. Dimitrov’un aktardığı bir örnek çarpıcıdır. Moskova’dan dönen bir komünist delegenin issizler kongresinde yapacağı konuşma heyecanla beklenmektedir. Delege, işsizliğin nedenleri vs. üzerine bıktırıcı, yavan, didaktik bir konuşma yapar, Komüntern’in işsizlik konusundaki kararlarını aktarır vs. Ardından söz alan faşist konuşmacı ise net bir çözüm önerir: O günlerde adı yolsuzluğa karışan bir büyük burjuvanın tüm mal varlığına el konularak işsizlere dağıtılmalıdır! Sonuç malum, faşist konuşmacı ayakta alkışlanır. (Bkz. Faşizme Karşı Birleşik Cephe – Dimitrov) Faşist demagojiyi hafife almamak gerek. Ağır kriz koşullarında faşist devlet, kolektif kapitalist olarak davranır; gerektiği yerde büyük burjuvazinin genel çıkarları adına tek tek kapitalistleri cezalandırıcı, mülksüzleştirici tutumlar da alabilir. Fakat bu yanıltıcı olmamalıdır; şu veya bu kapitalist kaybederken (ki bu kitlelerin gözünü boyamada da muazzam bir işlev görür), kapitalist sınıf/tekelci burjuvazi toplamda kazanır. Bu yönüyle demagojiyle paralel korporatist uygulamalar da yaygınlaşır. Örneğin sendikalar kapatılır ya da göstermelik hale gelirken, Hitler iktidarında issizlik  neredeyse sıfırlanmış, kısa süre öncesinin yıkım manzaraları ortadan kalkmış, ekonomik dengeler düzelmiş, “mezarlık barışı” zemininde gerçekleşse de özellikle orta sınıfların özlemi olan “siyasi istikrar” sağlanmıştır. Benzer bir süreç 12 Eylül cuntası sonrasında işlemiştir. Sendikaları kapatıp grevleri yasaklayan cunta, ilk adımda işçi ücretlerine ciddi bir zam yapmıştır; “devlet baba” korporatist bir zihniyetle duruma el koymuş, görüntüde tarafsız bir “hakem” olarak sınıflar üstünde pozisyon almıştır, filmin sonunda ne olduğunu biliyoruz… Grev, toplusözleşme gibi kazanımlara son veren Hitler, bunların yerine “tarafsız” hakem heyetlerini geçirmiştir. Bu sayede “ulus” sınıf mücadelesinin yıkıcı etkilerinden korunmuş, “işçiler, patronlar, devlet ve ulus”; hepsi birden “kazanmıştır”; gerçekte kimin kazandığını çok iyi biliyoruz. 12 Eylül idaresi, grev, sendika, toplu sözleşme düzenine son verdikten sonra Yüksek Hakem Kurulu adı altında Hitler faşizminin tipik uygulamasını olduğu gibi Türkiye’ye getirmiştir. Keza darbenin Demirel hükümetine denk gelmesi –yedi defa gidip, sekiz defa gelen Demirel’e denk gelmeyecekti de kime  gelecekti?- ve Türkeş hakkında  arama kararı çıkarılması, darbenin “sağa da sola da karşı olduğu” algısını yaratmak, sınıflar-taraflar üstü hakem/baba devlet  imgesini pekiştirmek için ustalıkla kurgulanmıştı. Fakat bu kurgunun patent hakkı Evren’den önce Hitler ve Mussolini’ye aittir. Sonuçta 1930’lar Almanya’sında da, 1980’ler Türkiye’sinde de faşist iktidarlarla birlikte “anarşi ve terör” sona erdi, “siyasi istikrar” sağlandı, korporatist-popülist uygulamalarla kısa süreliğine emekçilerin durumunda kısmi  iyileştirmeler sağlandı. Fakat kaşıkla verilen kepçeyle geri alındı; daha doğrusu kepçeyle alabilmek için kaşıkla verdiler. Alman faşizminin sınıfsal özü, örneğin Krupp grunun bilançolarına bakılarak anlaşılabilir. Faşizm nerede ve hangi demagojiyle  iktidara gelirse gelsin, bir süre sonra karakteri olanca çıplaklığıyla açığa çıkar. Türkiye’de de böyle olmuştur. Tarafsız, baba devletin,  korporatist/popülist vb. uygulamaların cilası kısa sürede aktı ve 12 Eylül’ün gerçek sınıfsal özü, örneğin Vehbi Koç’un Evren’e yazdığı mektupta çarpıcı ifadesini buldu: Bu mektup işbirlikçi tekelci burjuvazinin, cuntanın önüne koyduğu programdan başka bir şey değildir ve  harfiyen uygulanmıştır. Emperyalizm zaten ipini sağlam kazığa bağlamıştı; salt NATO eğitimli/güdümlü Türk ordusu, maaşını bizzat ödediği Türk kontrgerillası üzerinden değil; bizatihi emperyalist tekellerin vasalı konumundaki işbirlikçi tekeller ve Dünya Bankası çıkışlı Özal türünden siyaset sınıfı üzerinden de… Sonuçta Damdaki Kedi  operetini izleyen Başkan Carter’in kulağına fısıldandığı gibi “bizim çocuklar yaptı.” TİSK başkanı Halit Narin’in işçilere dediği gibi; “şimdiye kadar biz ağladık siz güldünüz, şimdi gülme sırası patronlarda” idi. Türkeş’in mahkemelerde dediği gibi; “kendisi hapiste, fikirleri iktidarda”ydı…

-Faşizmin krizi: Sınıfsal özüyle kitle tabanı arasındaki çelişki

Bu mesele üzerinde duruyoruz, çünkü Komüntern, 1935’ten önceki on yıl boyunca  yukarıda resmedilen genel çizgilerin yerli yerine oturtulamaması nedeniyle işin içinden çıkamadı. Faşizm hakkında, küçük burjuva diktatörlüğü, lümpen hareket, bonapartizm gibi  çarpık tanımlar ve kafa karışıklığı genel bir hal aldı. (Bkz. Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili- E. Lewerenz) Faşizmin sınıfsal özü ile kitle tabanı arasındaki çelişkili durum, faşist demagoji ve korporatist/popülist uygulamalar dolayımları gözetilerek yerli yerine oturtulabilir. Göbels’in  faşizmin en önemli kadrolarından biri olması kesinlikle tesadüf değildir; bu, propagandanın kurumsal öneminden kaynaklanır. Faşizm elbette ki tekelci burjuvazinin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür, sınıfsal özü budur; fakat krizde yıkıma uğrayan, devrimci çözümden umudunu kesen lümpenler ve küçük burjuvazi, faşist demagojinin alıcısı haline gelir, faşizmin kitle tabanını oluştururlar.

Faşizm, paradoksal olarak sistemin gücünden değil, güçsüzlüğünden doğar; “istikrar” sağladığı anda dahi gerek burjuva kamp içindeki dengelerin kırılganlığı, gerekse de  demagojisiyle uygulamaları, sınıfsal özüyle kitle tabanının ölümcül çelişkileri nedeniyle sürekli krizler içinde debelenir. Bir anlamıyla süreklileşmiş bir “kriz yönetimidir” faşizm. (bkz. Demirel: “Türkiye yönetilmez, idare edilir.”) Tabloya kuşbakışı bakıldığında faşist iktidarların ilk yıllarında kitleler geçici bir “rahatlama” yaşayabilir; fakat çok değil üç beş yıl içinde cila akar, her şey yerli yerine oturur. Almanya’da Tyseenler, Krupp’lar, Türkiye’de Koçlar, Sabancılar  kazandı, çok övündükleri bilançoları bunu gösteriyor;  her iki ülkede de işçi ve emekçiler yıkıma uğradı, salt ekonomik bağlamda değil, hayatın her alanında.

Ne kadar vurgulansa azdır; faşizm, sınıfsal özü ve kitle tabanı arasındaki çelişkiler, keza devlet aygıtı ve bujuva sınıf saflarındaki çelişkiler nedeniyle sürekli krizler yaşar. Faşist parti ve devlet agıtındaki sürekli tasfiyeler, yükselenler ve düşenler, eski dostların düşman olması faşizme özgü tipik bir olgudur. Örneğin Hitler’in ilk göz ağrısı SA’lar kanlı biçimde –bir kaç bin ölüye mal olarak- tasfiye edilmiş, yerine SS’ler kurulmuştur. Hitler’in gözdelerinden General Gehlen, Hitler’e suikast suçlamasından paçayı zor yırtmış, başka bazı faşist şefler bu nedenle idam edilmiştir. Burjuvazi saflarında da malları müsadere edilenlere, birdenbire yükselip hızla gözden düşenlere sıkça rastlanır.

-İçte terör rejimi, dışta yayılmacılık ve savaş

Faşizm bakımından krizi aşmanın iki yolu vardır: İçte dizginsiz terör, dışta emperyalist yayılmacılık ve savaş kundakçılığı. Almanya iki defa savaş çıkarmıştır. Neden? Çünkü kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının doğal sonuçlarından biri olarak, örneğin topraklarında güneş batmayan İngiltere çaptan düşerken; sanayi üretiminde, sermaye birikimi ve yoğunlaşmasında İngiltereyi ikiye katlar hale gelen Almanya’nın hiç sömürgesi yoktur: Bu çelişkinin kapitalizm çerçevesinde dünyanın paylaşımı ve yeniden-paylaşımı, yani savaş dışında çözümü yoktur. Sermayenin gerçekleşmesi meselesi önemlidir, örneğin trilyonluk bir sermayeye “manav dükkanı kur” diyemezsiniz. Sermaye doğası gereği yayılmak, genişlemek, “gerçekleşmek” ister; fakat sermayenin sonsuz genişleme-gerçekleşme arzusuna yetecek bir dünya yoktur. Üstelik tek bir sermaye yoktur; birbirlerine rakip tekeller ve tekelci devletlerin herbiri diğerinin aleyhine yayılmak istemektedir. On tane dünya olsa bu ihtirasa –yani sermayenin doğasına/doymasına- yine yetmez; öyleyse bu küçük dünya paylaşılacak ve yeniden paylaşılacaktır; bu yüzden savaş kapitalizmin doğasına içkindir, savaşsız kapitalizm –geçici istikrar dönemleri dışında- mümkün değildir. İlk savaşta kolu kanadı kırılan Almanya, hızla yeniden bir sanayi devi olarak ayağa kalktı; üstelik Versay barışıyla zincire vurulmuş, “haksızlığa uğramış” ve rövanşist duygularla bilenmiş bir güç olarak “küllerinden doğdu”. Silahlanması ve ordu kurması yasaktı, ancak bizzat diğer emperyalist güçlerin teşviki ve desteğiyle silahlandı; çünkü emperyalistlerin hesabı Alman savaş makinesini Sovyetlerin üzerine sürerek bir taşta iki kuş vurmaktı. Tam da bu nedenlerledir ki faşizm içte dizginsiz bir terör, dışta savaş ve yayılmacılık demektir. Bu iki yön öyle eklektik bir yapaylıkla birbirine monte edilmiş de değildir; bilakis, krizi “aşma” ve sermayenin gerçekleşmesi bağlamlarında “iç” ve “dış” politika,  yani terör ve savaş birbirini tamamlayan Siyam ikizleridir, faşizmin ta kendisidir.

-İdeoloji, kadro ve uygulamalar

Irkçılık ve şovenizm, dinin amaca uygun bir yorumu, din ve milliyetçiliğin sıkça iç içe geçmesi, yüceltilmiş ve genellikle uydurma bir ulusal tarih söylencesi, “kahraman ataların” anılarını yüceltmek,  düşman ve tehtid algısını sürekli diri tutmak, şefe, otoriteye, devlete, partiye biat kültürü, görev bilinci, aile, ahlak, namus, din konularında mistifike edilmiş bir muhafazakarlık, hakkı yenilmiş mağdur ve mağrur ulus, erkekliğin yüceltilmesi ve ulusal idealler için kahramanlık söylenceleri, nefret söylemi, vatan-millet, taş-toprak edebiyatı; dünyanın neresinde ortaya çıkarsa çıksın faşist ideolojinin genel çizgilerini böyle tanımlayabiliriz. Yukarıda sıralananlardan biri veya birkaçı ya da hepsi bütün faşizmlerin ortak-genel çizgilerini oluşturur.

İdeoloji ve “idealler” nihayetinde şef/reis/führerde, parti  ve devlette cisimleşir.  Halk, faşist ideallerin/ideolojinin cisimleşmiş ifadesi olan partinin, devletin, führerin etrafında “sınıfsız zümresiz kaynaşmış bir kitle” olarak kenetlenmeli; iç ve dış düşmanlara karşı savaşmaya her an hazır olmalıdır. (Örneğin Erdoğan, devlet-reis özdeşliğinde Hitler’i bile aştı; Hitler en fazlasından “parti benim” demişti, Erdoğan, “ben gidersem devlet çöker” diyerek “devlet benim” noktasına vardı.) Kadınların görevi ulusal/dinsel vs. idealler için çocuk doğurmaktır, mümkünse erkek, çünkü savaşçıya ihtiyaç vardır. Aile toplumun ve devletin temel yapı taşıdır, kadın ailenin direği ve namusudur, çocuklar führerin ideallerinin taşıyıcısı milliyetçi ya da dindar nesiller olarak yetiştirilmelidir. Estetik, sanat, din, dil, edebiyat, eğitim, eğlence, spor, gündelik yaşam, kadın erkek ilişkileri, yatak odası kuralları, cinsel politika, akla gelebilecek her şey faşist totaliterizm tarafından yeniden tanımlanıp kalıba dökülür, genellikle de her şey führerin beğeni ve tercihlerine göre tanımlanır. Aydın ve entellektüel düşmanlığı faşizmin tipik özelliğidir. Hitler iktidara geldikten sonra ezici çoğunluğu komünist olmayan binlerce akademisyen, sanatçı, bilim adamı ve entellektüel Almanya’yı terk etmek zorunda kaldı. Kristal Gece’lerde meydanlarda kitap yakma ayinleri yapıldı.

Faşizmin en esaslı uygulamalarından biri kadrolaşmadır. Devlet aygıtı tepeden tırnağa faşist kadrolarla doldurulur. Bırakalım kritik konumları, ocak, bucak, parti referansı olmadan çöpçü bile olunamaz. Bu kadrolaşma, aynı anlama gelmek üzere, her cephede faşist olmayanların tasfiyesi demektir. Tasfiyenin alternatifi biat ederek “kurtulmaktır”.

“Ya bendensin ya düşmanımsın” şiarı faşizmin temel aksiyomudur; bu sloganın duyulduğu her yerde faşizmin keskin kokusu atmosferi zehirlemiş demektir. Meşhur fıkrada anlatıldığı gibi, “önce Yahudileri, sonra komünistleri, devamla sosyal demokratları aldılar, sıra biz liberallere geldiğinde ses çıkaracak kimse kalmamıştı”. Partiler, sendikalar, bazen parlamento kapatılır ya da göstermelik hale gelir. Yasalar, anayasa şefin buyruğuna göre yeniden yazılır. Tanrı ya da ulus adına,  toplum adeta şekilsiz bir lapa haline gelene dek “yoğurulur” ve führerin imgesindeki ulus kalıbına dökülür. Bu ideolojik mistifikasyonların perdesi aralandığında ise, tüm bir ulusun “tekelci burjuvazinin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının” hizmetine koşulması gerçeği çıkar karşımıza; içte her tür muhalefeti ezen bindirilmiş kıtalar, dışta ise bir savaş makinesi olarak.

-General Gehlen

General Gehlen, Hitler’in  Doğu Orduları İstihbarat şefiydi. Almanya’nın doğusundan Moskova sınırlarına dek uzanan işgal coğrafyasının bütün istihbaratı elinde toplanıyordu. Savaşın sonlarına doğru Almanya’nın kaybetmekte olduğunu anladı, adı Hitler’e suikast söylentilerine karıştı vs. Sonunda firar ederek İngilizlere teslim oldu. Fakat hayatını güvenceye almak için sağlam bir kozu ve pazarlık gücü vardı: Firar etmeden önce elindeki bütün istihbarat bilgilerinin mikrofilmini çekerek çelik kasalar içinde Avusturya Alplerine gömmüştü. Hayatına karşılık çelik kasaları önerdi. İngilizler ve Amerikalılar fırsatı kaçırmadılar ve bu değerli esirden yararlanmaya karar verdiler. İngilizler, yeni dönemde kapitalist kampın lideri olacağı apaçık olan ABD’ye devretti  Gehlen’i.

Ne vardı Avusturya Alplerine gömülü çelik kasalarda?

  1. Yüzyılın ikinci yarısında yeni sömürgeleri; Asya, Afrika ve Latin Amerikayı kasıp kavuracak faşizmlerin “çelik çekirdeği” gizliydi o çelik kasaların içinde.

Şimdi biraz geriye ve sovyet coğrafyasına gidelim.

Eninde sonunda savaşın kapısını çalacağını bilen Sovyetler, nispeten erken bir zamanda ciddi tedbirler almaya girişti. Bunların en önemlilerinden biri, Sovyetlerin batı cephesini oluşturan Ukrayna gibi bölgelerde, temelleri savaştan yıllar önce atılan illegal partizan örgütlenmeleridir. 1930’ların ikinci yarısından itibaren güvenilir sovyet yurttaşlarına, bir savaş ve işgal durumunda illegal partizan savaşında görev alıp alamayacakları sorulmaya başlanır. Reddedenler bu sırrı mezara kadar saklamak zorundadır. Kabul edenler ise, eşlerinden bile gizleyerek yılllarca eğitime tabi tutulurlar. Kırsal bölgelerde sığınaklar, silah depoları, matbaalar kurulur. Sahte kimlik ve evraklar hazırlanır. Şehirlerde bağlantı ve iletişim noktaları, yöntemleri belirlenir. Partizan birliklerinin komuta sistemi, yedekler, akla gelebilecek tüm savaş hazırlıkları hale yola koyulur. 1941 Haziran’ında Hitler orduları  çok sert bir darbeyle Ukrayna’yı işgal eder, Moskova kapılarına kadar dayanırlar. Fakat bu hızlı ilerlemenin tadını çıkaramadan cephe gerilerinde amansız bir partizan savaşı patlak verir. Dünün kendi halindeki berberleri, şoförleri, ev kadınları, öğretmen ve öğrencileri, partili veya partisiz sessiz partizanlar, şimdi Hitler’in faşist sürülerine kök söktürmektedir. Gehlen, diğer şeylerin yanısıra asıl olarak bu muazzam örgütün şifrelerini çözmeyi başarmıştır: Çelik kasalarda Avusturya Alplerine gömdüğü bilgilerin en değerlisi budur.

Gehlen’i 350 güvenilir adamıyla birlikte Amerikalılar devralır ve Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosu bünyesinde Gehlen İstihbarat Örgütü kurulur. Uzatmayalım, CIA’nın temelleri Nazi İstihbarat Şefi General Gehlen tarafından atılmıştır. CIA’nın beyni, ruhu ve gerçek kurucusu Gehlen’dir.Sadece CIA mı? Hayır. Gladyo’nun kurucusu da Gehlen’dir. Yukarıda değindiğimiz Sovyet direniş örgütünü model alıp, tam tersine çevirerek Gladyo’yu kurdu. NATO bünyesindeki bütün ülkelerde süper-NATO olarak örgütlenen Gladyo yapılanmaları, Sovyetlere nazire yaparcasına, “komünist işgal tehlikesine  ve olası komünist işgalin içteki dayanaklarına karşı”  Ukrayna’da örgütlenen partizanları model aldılar. Bir bakıma bizim cephaneliğimizden aldıkları silahı, faşist bir içerikle donatarak bize karşı kullandılar. Kontrgerilla elemanları bütün NATO ülkelerinde ve NATO dışındaki yeni sömürgelerde  eğitilip silahlandırıldılar. Kontrgerilla, gayrı-nizami harp talimnameleri, ABD’de kurulu Amerikalar Okulunda yetiştirilen darbeciler ve işkenceciler… Hikayenin bundan sonrası biliniyor: Latin Amerika, Asya ve Afrika’yı 20. Yüzyılın ikinci yarısında kana bulayan faşist askeri darbeler, darbelerin zeminini hazırlamak için kanlı provakasyonlar yapan Süper-NATO/Gladyo/kontrgerilla örgütlenmeleri, cinayetler, katliamlar, işkenceler, suikastler… Sadece yeni sömürgeler mi? Hayır. İtalya’dan Belçika’ya, Fransa’dan Yunanistan’a, İspanya’dan Almanya’ya kadar batı merkezlerinde de  devletlerin faşist çelik çekirdeği olarak örgütlenen Gladyo yapıları, ihtiyaca bağlı olarak oralarda da cinayetler, sabotajlar, provakasyonlar yaptılar: Hitler faşizminin Gehlen üzerinden devrettiği miras budur işte. Amerikan emperyalizmi ve NATO, Hitler faşizminin dolaysız ve organik mirasçıdır.  Son bir notla Gehlen bahsini kapatalım: Amerika ve NATO hizmetlerinden sonra General Gehlen, 1955’te Federal Almanya İstihbarat Örgütünün başına getirildi. İstifa ettiği 1968’e kadar 13 yıl boyunca bu görevde kaldı ve 1979’da Almanya’da öldü: Batı demokrasisinin “cennet bahçelerine” hoşgeldiniz!

-Yöntem üzerine

“Değişmez, değiştirilemez, değişmesi teklif dahi edilemez” şeyler TC anayasasının tozlu sayfalarına özgüdür; gerçek yaşamda  hareket ve değişimden muaf hiç bir şey yoktur, faşizm  bu kuralın istisnası değildir. Bütün siyasal-toplumsal olgular gibi faşizm de doğuşu, gelişmesi, zaman içinde geçirdiği evrim, kazandığı yeni çizgiler vb. gözetilerek ele alınmak durumundadır. Statik, mutlak, donmuş ve standardize olmuş bir faşizm yoktur, olamaz. Bırakalım 20 yüzyılın ikinci yarısında yeni sömürgelerde aldığı biçimi, orijinal haliyle ortaya çıktığı İtalya ve Almanya da bile farklı özellikler gösterir faşizm. Peki farklılıklar varsa, yer yer ciddi boyutlara ulaşıyorsa bir faşizm tanımı yapılabilir mi? Yapılabilir. Mesele şudur: Yere, zamana, krizin derinliğine, sınıf mücadelesinin şiddettine, ülkelerin gelişkinlik düzeyine, politik kültür ve geleneklere, eski devlet aygının özelliklerine bağlı olarak ortaya çıkan doğal ve kaçınılmaz farklılıkları –başka türtlüsü mümkün müdür?- kesen ortak genel çizgiler var mıdır? Vardır. Faşist akımların ve faşist diktatörlüklerin ortaya çıktığı her yerde, oldukça farklı uygulama ve tezahürlere rağmen, faşizmi faşizm yapan genel çizgiler apaçıktır.

Marks, Kapital’in yazılış yöntemine ilişkin, soyutlama düzleminde “ideal” bir kapitalizmi analiz ettiğini söyler. Gerçekte Kapital’e konu olan “ideal” kapitalizm mota mot hiç bir yerde yoktur; fakat soyutlama düzleminde Kapital’de ifade edilen genel çizgiler kapitalizmin ortaya çıktığı her yerde, İngiltere’de de, Kongo’da da geçerlidir. Artı değerin grevli toplu sözleşmeli bir düzende mi, köle işçilerin kırbaç altında çalıştırıldığı bir düzen de mi elde edildiği kapitalizmin özüne değil, biçimine; gelişkinlik düzeyine dair bir farkılıktır. Kapitalizm kapitalizmdir, artı değer de artı değer; bunun Kongo’daki biçimi şudur, İngilterede’ki biçimi bu. Sınıf mücadelesi açısından elbette Kongo ile İngiltere arasında muazzam farklılıklar vardır; fakat mikro ya da makro düzeyde, şu veya bu biçimde ortaya çıkmasından bağımsız, üretli emek, artı değer sömürürüsü ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimininsoyutlama düzleminde genel çizgileri Kongo’daki madende de Liverpol’daki limanda da aynıdır. Zaten teori denilen şey de budur: Değişik zamanlara, ülkelere, dünyanın dört bir yanına yayılmış binlerce karmaşık olay, olgu ve görünümün içinden,  bu karmaşık yumağı/yığını ortak kesen genel çizgileri çıkarmaktır teorinin işi. Teori ya bu işi yapar ve tersine olarak çıkardığı genel çizgi ve sonuçları önüne çıkan yeni durumlarda, olay ve olgularda sınayarak doğrular; ya da değişmez, değiştirilemez, değişmesi teklif dahi edilemez dinsel bir dogmaya dönüşerek kurur gider. Kuşkusuz bir teorinin yeni durumlar-olgular içinde sınanması, doğrulamanın yanısıra yanlışlanmayı, geçersizleşmeyi de içerir; “değişmeyen tek şey değişimdir” aksiyomunu esas alan Marksizm’e göre bu durumda o teori/tez miadını doldurmuştur. Tereddüt etmeden fırlatılıp atılmalıdır; tersi bir ısrar bizi, yaşamdaki değişimi teorisinde ve eyleminde cisimleştiren modern devrimciler olmaktan çıkarır, doktrin bekçisi haline getirir. Bir teorinin/tezin mota mot doğrulanması ya da mutlak yanlışlanması dışında, olaylar içinde sınanarak tadilattan geçirilmesi, zenginleştirilmesi de mümkündür, daha doğrusu başka türlüsü mümkün değildir. Hayatta birbirinin tekrarı olan iki saniye bile yoktur. Lenin’in 1915’te emperyalizm bağlamında tahlil ettiği olguların yerinde yeller esmektedir; ama soyutlama-teorileştirme bağlamında saptadığı özellikler ve genel çizgiler, tek cümleyle Leninist emperyalizm teorisi geçerliliğini korumaktadır. Lenin’in tezleri ışığında  ışığında, bizatihi Leninist emperyalizm teorisini de sınayıp zenginleştirecek güncel bir analizin yapılıp yapılmaması günümüz marksistlerinin sorunudur, daha doğrusu tembelliğidir. Güçlü teorilerin düşünce tembelliğine iten bir yönü olduğu ve güncel olguları eklektik bir şekilde, sürekli orijinal haldeki “şablonun” içine sokuşturan konformist kolaycılığın istismarına uğradığı açıktır. Halbuki Marksizm tarihin gördüğü en devrimci teoridir; kurucularının kendi zamanları için aktüel olan kimi görüşlerini, tespitlerini dahi bizzat Marksist eleştirinin konusu yapabilir, geçersizleştirebilir. Lafız değil, analiz yordamı/yöntemi  esastır.  Marksizmin devrimci özü de budur zaten: Marks, Engels, Lenin; hiçbiri marksist eleştiriden muaf değildir. Eleştiriden muaf olan varlıklar Tanrı, melekleri ve peygamberleridir; o da yalnızca müminlere göre.

Konumuza dönelim ve bazı sorularla devam edelim. Eğer Gehlen’in uğursuz rolü olmasaydı, 20. Yüz yılın ikinci yarısında, üstelik de Alman faşizminin organik devamcısı olan faşizm-lerden söz edemeyecek miydik? Bizatihi bu soru statik, mekanik, idealist ve anti-diyalektik materyalisttir. Tarih birtakım adamların rolleriyle vs. ilerlemez –elbette bazı adamların, kadınların rolleri önemlidir, o da “akışın yönünü” eylemlerinde ve kişiliklerinde cisimleştirebildikleri oranda. Gehlen olmasaydı da Amerikan emperyalizmi ve NATO, Alman faşizminin -ve 20. yüz yılın ilk yarısındaki faşizmlerin- organik mirasçısı olacaktı; “marifet” Gehlen’de değil, faşizmi sürdürmeyi zorunlu kılan tarihsel, toplumsal, siyasal şartlardadır. Gehlen önemli bir rol oynadıysa eğer, belli tarihsel şartlara ve kapitalist emperyalizmin  ihtiyaçlarına/zorunluluklarına yanıt verebildiği içindir; yoksa daha İngilizlere teslim olduğu anda kafasına sıkarlar, Gehlen bahsi kapanır giderdi.

Öte yandan siyasal olgu ve akımlar, eğer bir akım olma hüviyetini kazanabilecek dayanıklılık ve geçerliliğe sahiplerse, mekanda ve zamanda hızla yayılırlar. Örneğin Liberalizm akımının tüm dünyada ve ortaya çıktığı günden bu yana yayılması için birtakım havarilerin kapı kapı dolaşması gerekmez. Tek koşul “maddenin” ve zamanın ihtiyaçlarına uygunluktur; bu uygunluk varsa ideolojik-siyasi-felsefi akımlar kendi yollarını bularak yayılırlar. Bütün siyasal sistemler için geçerlidir bu: Fransız devriminin getirdiği ulusçuluk akımı, liberalizm, soyalizm vd; faşizm bunun istisnası olabilir mi? Olamaz. Faşizmi gerektiren şartlar uzunca bir dönem  boyunca ya da nihai olarak ortadan kalkmadığı sürece; bilakis ivedilikle sürdürülmesini zorlayan şartlar capcanlıysa, faşizm bir akım ve bir iktidar biçimi olarak sürecektir ve sürmüştür. Ve bütün diğerlerinin; liberalizm, ulusçuluk, sosyalizm gibi tüm siyasal akımların başına gelenler faşizmin de başına gelmiştir: Ana eksenler korunmak koşuluyla zamana, yere ve genel birikimlerine bağlı olarak faşizm de evrim geçirmiş, yeni çizgiler kazanmıştır.

  1. 20. Yüz yılın ikinci yarısında faşizm-ler.

-1945’ten sonra iki sistemin kapışması ve faşizmin temelleri

  1. yüz yıl, boydan boya sosyalizmle kapitalist emperyalizmin kapışması temelinde şekillenmiştir; 20 yüz yılın ekseni ve belirleyeni budur.

Hitler’in iktidara taşınmasından tutun da Hitler Almanya’sının devasa bir askeri aygıt olarak silahlandırılmasına kadar bütün siyasal-toplumsal olguların temelinde sosyalizm-kapitalizm gerilimi yatar. Hitler iktidara taşındı çünkü Almanya’nın içine yuvarlandığı krize sermaya ve kapitalizm lehine çözüm üretmek, Almanya’daki –belki tüm Avrupa’yı peşinden sürükleyecek- sosyalist devrim tehlikesini bertaraf etmek gerekiyordu. Silahlandırıldı çünkü, Sovyetlerin üzerine salınacak bir savaş makinesine ihitiyaç vardı; bu sayede “iki testi” de kırılacak, sosyalizm yeryüzünden kazınacak ve sistem güvenceye alınacaktı. SSCB, İngiltere ve ABD savaşta müttefik olmalarına rağmen bu gerilim bir an olsun ortadan kalkmadı. Evet Stalingrat kuşatması esnasında müttfikler Sovyetlere tank verdiler, ama savaşın kaderini tayin edecek batı cephesini son ana kadar geciktirdiler. Hesapladıkları şey, iki tarafında tükeneceği ana kadar beklemekti. Ne zaman ki Naziler Stalingrat’tan püskürtüldü ve Kızılordu faşist sürüleri önüne kattı, Normandiya çıkartmasını yaparak batı cephesini açtılar. Batıdan gelen müttefik orduların hızlı ilerleyişi artık -Hitler’i yenilgiye uğratmanın ötesinde- Sovyetleri mümkün olan en doğuda karşılama amacına bağlıydı. Çünkü doğudan (Kızılordu) ve batıdan (müttefikler) ilerleyen orduların karşılaştığı yer, iki sistemin sınırı olacaktı. Batı Berlin’in 1989’a kadar süren coğrafi-siyasi konumu bile tam da bu gerilimi ve ekseni tanımlar. Müttefikler, etrafını zaptetmeye aldırmaksızın bir ok gibi Berlin’e ilerlemişler ve sembolik önemi olan bu başkentin batısını tutmuşlardır. Sovyet orduları ise Berlin’in doğusunda  müttefiklerle karşılaştıkları yerde durmakla yetinmemişler, Berlin’in yüzlerce km. Batısına ilerlemişlerdir: Batı Berlin bu yüzden sosyalist Doğu Almanya’nın sınırlarının yüzlerce km. İçinde, dört tarafı Demokratik Alman Cumhuriyeti(DDR) ile çevrili küçük bir “batı adacığı” olarak kalmıştır. Savaşın sonunda ortaya çıkan bu coğrafyanın, salt Hitler’in yenilgiye uğratılmasıyla bir alakası olabilir mi? Hayır, bu düpedüz Hitler’e karşı birleşen Müttefiklerin, SSCB ile İngiltere ve Amerikanın,  düşmanlıklarını bir an olsun unutmadıklarını, adımlarını buna göre attıklarını gösterir. Savaş biter bitmez Churchill, meşhur Demir Perde konuşmasını yaptı, “Avrupanın doğusuna demir bir perde çekilmiş”ti vs. Perdeyi çeken kapitalist emperyalist sistemin ta kendisiydi; sadece Avrupa’nın ortasına değil tüm dünyaya, sadece fiziki olarak değil insanların zihinlerine de, sadece imgesel olarak değil devletlerin ve rejimlerin içine de: Faşizmin mirasının nasıl anlamlandığı ve işlevlendiği ancak bu zeminde anlaşılabilir.

Hitler’in silahlandırılması bağlamında bir yönüyle sosyalizmin defterini dürme hesabını içeren savaş, sosyalizmin büyük zaferiyle sonuçlanmıştı. Bütün doğu ve orta Avrupa sosyalist rejimlere geçmiş, komünistler İtalya, Fransa ve Yunanistan’da iktidarın eşiğine gelmiş, Nazi sürülerini dize getiren sovyetlerin prestiji batı merkezlerinde ve tüm dünyada olağanüstü artmış, sömürgeler dünyası yüzünü sosyalizme ve SSCB’ye dönmeye başlamıştı. Savaş henüz bitmişti ama iki sistemin ölümcül kavgası bitmek bir yana ivme kazanmıştı. Böylesi bir tabloda kapitalizmin, faşizm dahil bütün tarihsel tecrübeler(in)den yararlanmaması, biriktirdiği ne varsa varını yoğunu sosyalizme karşı savaş düzenine göre mevzilendirmemesi mümkün müdür? “Soğuk Savaş” denilen ve 1989-91’de 20. yüz yıl sosyalizminin yenilgisiyle sonuçlanan dönem böyle başladı işte. Faşizmi, Hitler ve Mussolini’yi lanetleme ayinleri düzenlenirken, hatta Sovyetlere ve Stalin’e şükran duyguları sunulurken, Hitler’in istihbarat şefi Gehlen çoktan işe koşulmuştu batı merkezlerinde: Gözlere çekilen “cambaza bak” perdesi budur işte; batı demokrasilerinin illizyon yaratma kabiliyetine de çarpıcı bir örnektir.

-Batı burjuva demokrasilerinin kırılganlığı ve kuluçkadaki faşizm

Kapitalizme özgü bütün siyasal rejimler gibi burjuva demokrasisi denilen şey de –genel bazı çizgileri olmakla birlikte- sistemin genel dengelerine, kriz ya da refah dönemlerine, sınıf mücadelesindeki güç ilişkilerine bağlıdır, son derece kırılgan bir rejimdir. Marksist devlet teorisinin genel tezlerine göre, burjuva demokrasisi; burjuvazi için demokrasi, işçi ve emekçiler için diktatörlüktür. Daha genel planda her devlet biçimi bir diktatörlüktür, bunun istisnası yoktur. Burjuva demokrasisi mutlak ve idealize edilmiş bir “özgürlükler rejimi” değildir. Sistem özellikle iktisadi olarak güçlü olduğu zamanlarda ve işçi sınıfı özgürlükleri koparıp alabilecek bir güce eriştiğinde esneyebilir ve oldukça demokratik özellikler sergileyebilir. Kriz ve sınıf mücadelesi şiddetlenirse burjuva demokrasisinin baskıcı, diktatoryal yönü öne çıkar. Fakat öyle bir eşiğe gelinir ki, burjuva demokrasinin diktatöryal özellikleri de işlevsiz, etkisiz hale gelir: Faşizm tam da bu kritik eşiklerde iktidara geldi Avrupa’da. Ama gökten zembille inmedi; kökleri kapitalizmin derinliklerinde, gerici ve baskıcı devlet geleneklerinde, Prusya militarizminde, politik kültürde vb.’dedir: Kriz ve sistemin aşırı zorlanma anları,  sistemin folluğunda döllenen yumurtaların kabuğunu kırarak sahneye çıkma anlarıdır. İtalya ve Almanya’da bu işin gelişim süreci böyledir. 20. yüz yılın ikinci yarısında yeni sömürgelerde sıkça faşist diktatörlüklere rastlanır; fakat batının burjuva demokrasilerinin derinliklerinde de faşizm daima kuluçka halinde varlığını sürdürmüştür. Dikkat edilsin, faşizm batıda iktidardadır demiyoruz; batı burjuva demokrasilerinin folluğunda daima faşist embriyonlar olmuştur ve olacaktır diyoruz: Burjuva demokrasisi denilen şeyin doğası da böyle bir şeydir zaten. Yüz yıl önce burjuva demokrasilerinin içinde gericilik ve diktatoryal eğilim olarak şekillenen şey; faşizm tecrübesi ve “birikimlerinden” sonra, aynı demokrasilerin bünyesine sitemin faşist “sigortaları” olarak monte edilmiştir. Yaşanan hiç bir şeyin üzerinden atlanamıyor ve bu “birikim”, zamana ve ihiyaçlara bağlı olarak sitemin avadanlığında hazır tutuluyor, ihtiyaca göre işlevlendiriliyor. Ne zaman öne çıkar ne zaman “görünmez” olur? Bunu belirleyen yalnızca ve yalnızca şartlardır. Federal Alman İstihbarat Teşkiletını Gehlen kurdu ama kabul edilmelidir ki Alman halkı savaştan sonraki on yıllar boyunca burjuva demokrasisi altında yaşadı. Neden? Çünkü kriz yoktu, isyan yoktu, Gehlen’in kurduğu yapının öne çıkmasına neden olacak pek bir şey yoktu; yine de Gehlen’in örgütü burjuva demokrasisinin derinliklerinde bir “sigorta” olarak duruyordu. İşlevlendiği zamanlar da oldu, isyan eden küçük gruplara karşı uygulanan “seçmeli terör” ile: RAF militanları hapishanelerde Gehlen’in örgütü eliyle katledildiler. RAF militanları, mahkeme salonlarında, “Hitler’in ruhu bu salonda dolaşıyor” diyerek açıklıkla saptadılar bu gerçeği. 1970’ler Almanya’sında “Hitler’in ruhundan” vs. sözetmek RAF’çıların hallisünasyonu muydu, öfkeli insanların tepkisel sözleri miydi? Şimdi sıkı durun. Hitler Almanyası 9 Mayıs 1945’te teslim olarak yenilgiyi kabul etti. Alman komünist ve demokratlar faşizmin yenilgisini hala şenliklerle, festivallerle kutlarlar her 9 Mayıs’ta. Peki Ulrike Meinhof  hücresinde hangi gün “ölü bulundu” dersiniz? 9 Mayıs 1976’da! Yorumsuz yazıp geçiyoruz. Bu çarpıcı örnek Almanya’nın 1970’lerde de faşist bir rejimle yönetildiğini mi gösterir? Göstermez. Milyonlarca Alman işçisi, 1920’li yıllarda kalan son isyanların anılarını bile unutmaya başlamış, “refah kapitalizminin” kollarında, demokratik bir Almanya’da yaşıyordu; isyan eden küçük azınlık (RAF) ise demokrasinin derinindeki faşist çekirdeğe çarpıyordu. Bu öyle bir çekirdektir ki, isyan genelleşirse RAF’ın karşılaştığıyla milyonlarca işçi de karşılaşır; demokrasinin follluğundaki faşist yumurta kabuğunu kırar ve burjuva demokrasisinin ipini çeker. Olan budur. Ve eğer marksizmin devlet, faşizm, kapitalizm, emperyalizm teorilerini geçersizleştirecek yeni şartlar ortaya çıkmazsa, zamana-zemine bağlı olarak olacak olan da budur.

-20. Yüz yılın ikinci yarısında yeni sömürgelerde askeri darbeler ve faşizm

Kapitalist merkezlerde, burjuva demokrasilerinin folluğunda kuluçkalanan Gladyo türünden faşist çekirdek ve aygıtlardan sözetmek doğru ve yerindedir. (Sovyetlerin çöküşünden sonra Gladyo’nun sözde tasfiyesi kimseyi yanıltmasın, bu yalnızca konsept ve kadro değişimi anlamına gelir. Almanya’da “dönerci cinayetleri” –ki bu bile çok aşağılayıcı bir adlandırmadır- olarak anılan olayların arkasındaki neo-faşist örgütün Alman istihbaratıyla içli-dışlı olduğu herkesin bildiği bir “sır”dır. Durum sadece Almanya’da değil, bütün Batıda böyledir aslında.) Klasik sömürgeciliğin yerini alan yeni sömürgelerde ise faşist akımlar ve askeri darbeler eliyle icra edilen faşist diktatörlükler neredeyse tipik hale geldi. Hindistan, Çin, daha 1945’te kuzeyi kurtarılan Vietnam, biraz gecikmeli olarak gelen Cezayir devrimleri ve Afrika’da patlak veren ulusal kurtuluş mücadeleleriyle klasik sömürgecilik çöktü. Sosyalizmin dünyanın altıda birine hakim olması, sömürgeler dünyasını kasıp kavuran ulusal kurtuluş mücadeleleri ve Avrupa’da Euro-komünizme dönüşüp reformize olsa da hala çok güçlü olan komünist hareket; böylesi bir tabloda kapitalist-emperyalist sistem ayakta kalmak için ne yapabilirdi ki? Sömürgeciliğin yerini yeni-sömürgecilik aldı. Sömürge valilerinin yerini de, onları aratmayan işbirlikçi rejimler. Ülkeler hem “bağımsız” oluyorlardı hem de kapitalist batıya kaynak transferi kesintiye uğramıyordu; yani tüm biçimleriyle sömürü eskisinden de hızlı sürüyordu: Yeni sömürgecilik buydu. Mahir’in sözünü ettiği “emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesi”, orduların adeta iç işgal ordularına dönüşmesi, işbirlikçi rejimlerin sömürge valilerinin yerini alması tam da böyle bir şeydir. Sömürgesiz, yeni sömürgesiz emperyalizm, kölesiz efendi, işçisiz kapitalist olmaz; bu karşıtlıklar bir bütün halinde sistemi oluştururlar. Yeni sömürgeler emperyalist sistemin olmazsa olmaz parçaları, tamamlayanlarıdır. Ve merkez çevreye, bütün parçaya tüm boyutlarıyla nüfuz eder. Demokrasi ve refah olarak mı? Elbette hayır; sayesinde merkezlerdeki demokrasileri de ayakta tutan azgın sömürü mekanizmalarıyla, bu mekanizmaları işletecek baskı aygıtlarıyla, devşirdiği işbirlikçi kapitalistlerle, ordu, polis ve istihbarat aygıtlarıyla; tek cümleyle içselleştirip “iç ettiği” yeni sömürge devletler eliyle hüküm sürer emperyalizm. (Örneğin Türk devleti ve hükümetleri, zaman zaman yaşanan sürtüşmelere rağmen, emperyalizmin Türkiye’deki iktidarından ve cisimleşmiş halinden başka bir şey değildir; şu veya bu hükümetin ötesinde bu devletle savaşılmadan emperyalizmle savaşılamaz, anti-emperyalist olunamaz: Mahir’in söylediği tastamam budur.) Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşların dünyadaki kaynak transferleri, yeni sömürgelerin dış borç ödeme bilançoları, gelir dağılımındaki gittikçe derinleşen uçurumlar bağlamında 1950’lerden bu yana yayınladığı istatistiklere şöyle bir göz atılsa bile, 50 yıl boyunca “üçüncü dünyayı” sarsan askeri darbelerin zemini apaçık hale gelir. Peki askeri darbeler ve işbirlikçi rejimler eliyle yeni sömürgelerde “içselleşen” emperyalizm, hangi deneyimi, hangi mekanizma ve “usülleri” taşıdı “içselleştirip-iç ettiği” yerlere? Tastamam Gehlen’in kurduğu Gladyo’yu, kontrgerillayı, Amerikalar Okulunda yetiştirdiği darbeci ve işkencecileri, kontrgerillanın uzantsı olarak kurdurduğu MHP gibi ırkçı faşist, Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi dinci faşist  “sivil” akımları, Komando Kampları, Ülkü Ocakları, Osmanlı Ocakları türünden paramiliter yapıları: Emperyalizm, yağma boyutlarına ulaşan sömürüyü, doğanın talanını vb. güvenceye almak için, beslemesi faşist rejimler, akımlar ve askeri darbeler eliyle “içsel bir olguya” dönüştü yeni sömürgelerde. Güçlü toplumsal hareketlerin varlığından bağımsız –ki kural olarak yeni sömürge devletleri zorlayan başkaldırılar eksik değildir-, neredeyse süreklileşmiş bir geri bıraktırılmışlık ve kriz halinde yaşamaktadır bu ülkeler. Yeni sömürgelerde ayaklanmaları ve muhalefeti bastırıp, işbirlikçileriyle birlikte kapitalist-emperyalist sömürü mekanizmalarını işletmenin tek yolu, halkları zapturapt altında tutacak rejimler ihraç ve inşa etmektir.Emperyalist kapitalist sistemin deneyim ve birikim hanesinde “ayaklanma bastırma” ve kriz çözme yollarının en etkilisi olan faşizm hazır beklemektedir ve çok somut olarak da Gehlen bu düzeneği NATO’nun ve batı demokrasilerinin bünyesine taşımıştır. İçsel bir olgu haline gelen emperyalizm, yeni sömürgelere faşizm “ihraç” etmesin de ne etsin? Ki zaten yeni sömürgelerin batıdan gelen bu “modern ürün” ile doğallıkla uyum sağlayacak yeterince “öz” ve yerli tecrübesi vardır. Kemalizm, dinci bağnazlık, doğu despotluğu, oligarşik yapılar, milliyetçilik ve ırkçılık gibi “milli ve yerli” bir dizi siyasal-toplumsal gelenek, yeni sömürgelerin, geri bıraktırılmış ülkelerin siyasal yapı ve kültürlerinde hazır beklemektedir. Bu tarihsel “birikim”, Süper-NATO-Gladyo-Kontrgerilla-Amerikalar Okulunda yetişen darbeci faşistler ve işkencecilerle uyum sağlamada ve  yeni sömürge tipi faşizmleri “yerli ve milli” renklerle zenginleştirmede  hiç de zorlanmadı.

-Aşağıdan faşizm, yukarıdan faşizm

Aşağıdan-yukarıdan faşizm meselesi, konuyla ilgili tartışmalarda önemli bir yer tutar. İtalya ve Almanya’da faşizm, kabaca söylemek gerekirse, aşağıdan kitle hareketlerine dayanarak iktidara geldi. Fakat kitle hareketine dayanarak, çok oy alarak ya da askeri darbeler marifetiyle ya da bu unsurların değişik kombinasyonlarıyla; hangi biçimle gelirse gelsin, kritik mesele faşizmin devlet aygıtını ele geçirip geçirmediğidir. Çünkü iktidar demek devlet demektir; devlete –hangi biçimle hakim olduğundan bağımsız-  hakim olan iktidarda demektir. Genel olarak faşizmden ya da faşist hareketlerden bahsedildiği durumda; iktidar mücadelesi yürüten, fakat henüz iktidar olamamış bir akımdan bahsedilmektedir. Yer yer faşist uygulamalara, burjuva demokratik rejimlerde de rastlanabilir, bu durumda da faşist eğilim ve uygulamalardan söz edilmelidir; rejimi niteleyen bir olgu olarak faşizmden değil. Fakat faşizm, kitle tabanına dayanarak aşağıdan, seçimlerle parlamenter yoldan ya da askeri darbeler eliyle yukarıdan; ez cümle hangi biçim altında gelirse gelsin, devlet aygıtını ele geçirdiği andan itibaren faşizm iktidardadır; bu durumda tek bir şeyden söz edilebilir: Faşist diktatörlük. Çünkü her devlet biçimi bir diktatörlüktür ve faşizmin ele geçirdiği devlet  de faşist diktatörlüktür.

-Oligarşi üzerine

Terry Eagleton, “İdeoloji” adlı çalışmasında çok sayıda ideoloji tanımı verir; her biri meselenin bir boyutunu tanımlayan yönüyle doğrudur, hepsi toplamda doğrudur… Oligarşi meselesi de biraz buna benziyor. Biz Lenin’in tanımını ve o tanımdan türetilebilecek olanı esas alıyoruz. Lenin, “banka sermayesiyle sanayi sermayesinin kaynaşmasının mali oligarşiyi ortaya çıkardığını” söyler. Bu, muazzam bir güç ve sermayenin az sayıda oligarkın elinde toplanması demektir. “Oligarşi sınıfı” diye bir şey yoktur; belirli bir sınıfın en tepedeki mensuplarının sermaye ve iktidar gücünü tekellerine almasını ifade eder oligarşi. Az sayıda devasa tekelin çıkarlarını temsil eden Amerikan devleti de son derece dar bir sınıfsal temele dayanır, bu anlamda da oligarşik bir iktidardır. Peki oligarşik bir iktidar altında burjuva demokrasisi mümkün müdür? Bunun emperyalist merkezlerde mümkün olabildiğini, en azından son 50-60 yılda gördük. Görelidir, bir dizi koşula bağlıdır, kriz anlarında tersine dönebilir, fakat belirli şartlar altında mümkündür. Siemens’de çalışan bir Alman işçinin bir saatte kazandığı ücret için, Hintli bir tuğla işçisi 14 saat çalışmaktadır. Tekellerin iktidarı (yani çok küçük bir azınlığa dayanan oligarşik yapının iktidarı) altında burjuva demokrarsisinin imkanlarını yukarıdaki kıyaslama gösterir bize. Sömürgelerden gelen muazzam karlar, üretim güçlerinin gelişkinliğinin sağladığı yüksek kar oran ve miktarları ve son olarak batı işçi sınıfının mücadelelerinin sağladığı kazanımlar, emperyalist metropollerde “refah toplumları” denilen olguya imkan tanımıştır. 1945-90 arasına damgasını vuran bu dönem halihazırda tasfiye edilmekte olsa da, yukarıdaki kıyaslama hala geçerlidir. Refah toplumu içinde yaşayan batı işçi sınıfı uzunca bir dönemdir reformist bir siyasal çizgide, yani sistemin rahatlıkla tolere edebileceği bir düzlemde hareket etmektedir. Her şey serbesttir, söz, basın, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü vardır, fakat –henüz- etkili bir devrimcilik yoktur. Tekellerin karlarının, sözgelişi binde biri bile işçiler ve tekel dışı sınıflara ayrılsa, bu pay çelişkileri yumuşatmaya, refah devletini ayakta tutmaya  -şimdilik- yetmekte; burjuva demokratik özgürlükler de bu zeminde yaşam bulmaktadır. Fakat bu demokrasi de isyanı değil, verili durumda sistemi güçlendirmektedir. Ana çizgilerini tanımladığımız özellikler sayesinde sistem büyük bir elastikiyet kazanmakta ve tekelci/oligarşik iktidarlar altında burjuva demokrasisi yaşayabilmektedir. Kriz, isyan, ayaklanma durumlarında ise, 20 yüz yılın ilk yarısında İtalya ve Almanya’da görüldüğü üzere aynı tekelci/oligarşik iktidarların şapkasından faşizm tavşanı çıkmaktadır; bundan sonra da çıkmaması için bir sebep yoktur.

Yeni sömürge, bağımlı, geri bıraktırılmış ülkelerde ise oligarşik iktidarlar ile demokrasi hiç bir zaman yan yana gelmemiştir. Bunun tek istisnası, ezilenlerin kavgasının oligarşik rejimlerin duvarında açtığı gediklerde yaşam bulan demokrasi ya da demokratik kazanımlardır. Dünyanın bu tarafındaki gerçekliğe özgü oligarşik iktidarlar kural olarak gerici, baskıcı, despotik rejimler olarak tezahür ederler. Her oligarşik rejim faşist/faşizm olacak diye bir kural yoktur; fakat bütün faşist rejimlerin sınıfsal temeli oligarşiktir. Az sayıdaki işbirlikçi tekel, büyük toprak sahibi ve “devlet sınıfı” kodamanları, yeni sömürgelerdeki faşist diktatörlüklerin oligarşik sınıfsal ittifakını/temelini oluşturur. Örneğin devrim öncesinde  Somonza ailesi Nikaragua topraklarının % 50’sine sahipti  ve aracı kullanmaya gerek duymadan iktidarı da tekellerine almışlardı; Nikaragua oligarşisi, egemen sınıfla devletin bu derecede kaynaşmasına dayanıyordu. Hiç şüphesiz ki yeni sömürgelerdeki oligarşik yapıların devlet iktidarları ve yönetme biçimleri, faşist diktatörlük değilse eğer, faşizan  yapılar olmaktadır.

Türkiye’de devletin ve iktidarın sınıfsal temeli, TC kurulduğu günden beri olabilecek en dar azınlığa dayanmaktadır ve bu anlamda baştan itibaren oligarşiktir/oligarşidir. Türkiye oligarşisi  hiç bir zaman demokrasi ile yan yana gelmemiştir. Ve bu oligarşik yapı, tarihinin belirli bir anından itibaren faşist diktatörlükle yönetmektedir Türkiye’yi.

III. Türkiye’de faşizm

-Osmanlı’dan Türkiye’ye gerici-despoitik devlet gelenekleri

Öncesi de olmakla birlikte, Osmanlı Türkiye’si Tanzimattan itibaren modernleşme-kapitalistleşme yoluna girmiştir. Bu yola girmenin tek bir biçimi yoktur, ayrıca bu yola girip girmemek bir tercih meselesi de değildir. Dünyanın merkezine oturmaya başlayan kapitalist üretim ilişkileri, bütün dünyayı şu veya bu şekilde, şurada şu yolla, öbür tarafta başka bir yolla girdabına sürüklemeye başlar. Osmanlı da kendi gerçekliğine uygun biçimler altında kapitalistleşme yoluna girdi. Bunun batıdaki klasik gelişme yoluyla pek bir ilgisi yoktur. Ayrıca batıdaki klasik gelişme yolunun da tek bir biçimi yoktur. Örneğin tipik olduğu varsayılan 1789 Fransız burjuva devrimi, tipik olmak bir yana istisnadır. İngiltere, Amerika, Almanya ve İtalya’nın izlediği yolların her biri diğerinden ve 1789’dan oldukça farklıdır. Kapitalist merkezlerin dışında kalan iktisaden geri ülkeler, kapitalistleşme sürecine kapitalist merkezlerin basıncı altında, eşitsiz koşullarda ve kendilerine özgü yollarla girmişlerdir. Bu bağlamda Osmanlı imparatorluğunda, tepeden devlet eliyle modernleşme yönelimi işin merkezinde durur. İçerde gelişmeye başlayan cılız sermaye, kapitalist merkezlerle girişilen ilişkiler vb.’nin eski yapıları parçalamaya başlaması da bir dinamiktir; ama Avrupa ile rekabetin basıncıyla ayakta kalmak ve devleti güçlendirmek için tepeden modernleşme yönelimi, altyapıdaki kapitalist ilişkilerden daha önde gitmektedir Osmanlı’da. (Aynı zamanda bu yönelime direnen eğilim de çok güçlüdür ve bu iki çizgi, karmaşık, gerilimli bir bütün halinde devlet yapısına damgalarını vururlar.) Tepeden modernleşme fraksiyonu, İttihat Terakki eliyle 1908’de iktidara geldi. 1923’te TC’nin kuruluşu ve Kemalist rejim, bu çizginin dolaysız devamıdır. (Fakat 33 yıl süren muhafazakar Abdülhamit istibdadı döneminde de eğitimden demiryollarına, kimi sanayi yatırımlarına kadar epeyce modernleşme adımı atılmıştır.)

-1920’ler: Askeri-bürokratik oligarşi

Kurtuluş savaşı olarak anılan süreç, çeşitli rütbelerden 15-16 bin kadar eski subayın eseridir desek abartmış olmayız. Mücadelenin merkezinde onlar durur, kumanda tepesi ise çok daha dardır, 50-100 kişiye kadar indirilebilir. Aynı dar topluluk, 1923’te kurulan cumhuriyetin de gerçek hakimi ve kumanda tepesi oldu. İlk anda ortaya çıkan yapıyı askeri-bürokratik oligarşi olarak nitelemekte hiç bir sakınca görmeyiz. Öyle iki sınıfın yenişemediği bir durumda sınıflarüstü (görünen) “özerk” bir denge unsuru olarak “Bonapartist”  yapıdan vs. söz edilemez. Cumhuriyetin kuruluşunda “yenişemeyen iki sınıf” vs. yoktu; Türkiye’deki modernleşme-kapitalistleşme dinamiği, varlığı-yokluğu tartışmalı ticaret ve sanayi burjuvazisinden çok, burjuva-bürokratik devlet aygıtında öncüsünü buluyordu. Cumhuriyetin modernleşme-kapitalistleşme serüveninin ilk adımı, zorunlu olarak devlet kapitalizmi olmak zorundaydı ve öyle oldu. Azınlık mülklerinin gaspıyla askeri-bürokratik oligarşinin periferisindeki ilk zenginler türemeye başladılar. Bir tür “kapitalsiz kapitalist” olarak davranan devlet, bir yandan “kollektif kapitalist” olarak yatırımlar yaparken, diğer yandan da Vehbi Koç’un yükselişinde görüldüğü üzere kendi zenginlerini yaratmaya başlıyordu. Devlet kapitalizmi, 1920-30’lar Türkiyesinde devlet eliyle burjuvazi yaratma ve askeri-bürokratik oligarşiyi gerçek bir sınıfsal-toplumsal dayanağa kavuşturma anlamına geliyordu. Bürokratik oligarşi  baştan itibaren burjuvaziyle kaynaşmış; Koç’larda cisimleştiği üzere daha ilk günden –geri bir ülkeye özgü- tekel(ci) olarak geliş(tiril)en büyük burjuvaziyle birlikte iktidara damgasını vurmuştur: Bu, tastamam oligarşik bir rejim/iktidar demektir.

1920’li yıllar oligarşik diktatörlük altında geçti. Eski rejimin tasfiyesi, geri bir ülkede savaş yıkıntılarının yarattığı krizle başetme, yeninin inşası türünden zorlu işler, Kemalist oligaşik diktatörlüğün terörü altında gerçekleştirildi. Şeyh Sait ve diğer Kürt isyanlarının bastırılmasında bu terör doruğa çıktı. “Kemalizm faşizmdir ve TC kurulduğu günden itibaren faşist diktatörlükle yönetilmektedir” tezi yanlıştır. Bu, Kemalist diktatörlüğün faşist bir rejimden daha az baskıcı olduğu anlamına gelmez; bu yazı boyunca tanımlayageldiğimiz faşizmin genel çizgilerinin 1920’li yıllarda henüz yaşam bulmadığı anlamına gelir.

-1930’lar Türkiye’si, faşizan devlet yönelimi

1930’lu yıllarda işin rengi değişir. Faşist iktidarların temel dinamiği olan kriz-isyan-isyan bastırma dinamiği olmasa da, 1930’larda Kemalist oligarşi, dünyada esen rüzgarlardan etkilenerek faşist ya da faşizan karaktere bürünmüştür. Dersim bağlamında kanlı bir katliam ve isyan bastırma pratiği vardır 30’ların sonunda; fakat Dersim direniş ve kırımı lokal kalmış, rejimi toptan bir varlık-yokluk sorunuyla yüz yüze getirmemiştir. TC’nin Dersim kırımı ırkçı, faşist, mezhepçi bir bastırma harekatıdır; fakat, “Dersim krizinin basıncıyla rejim krize girmiş ve  faşizm iktidarlaşmıştır” denemez. Krizin asıl kaynağı, 1929’dan beri süren ve 1939’da II. Dünya savaşının patlamasıyla derinleşen bunalımın Türkiye’ye etkileridir. Ayrıca geri bir ülke demek, neredeyse süreklileşmiş bir kriz hali demektir. Faşizm için ise, bu genel kriz halinden daha fazlası gerekir. Özel, özgül, somut ve spesifik olarak rejimi varlık yokluk sorununun eşiğine getiren, genelleşmeye yüz tutan bir isyan; ve bu isyanı  bastırmanın faşist diktatörlükten başka yolunun kalmaması gerekir. 30’lar Türkiyesinde bu yoktur, bu yüzden 30’lar faşizmi ya da faşizan idaresi, daha çok dünyadaki krizden ve Alman faşizminden etkilenerek şekillenmiştir. İdeolojik planda Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, ideo-politik düzlemde Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un “bu memlekette Türk olmayanın bir tek hakkı vardır, hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” tezi ve uygulamaları, kafatası ölçümleri, idari planda valilerin aynı zamanda CHP il başkanı olması, parti ve devletin kaynaşması, Ebedi Şef-Milli Şef ilanları, Recep Peker gibi faşistlerin Başbakanlığa kadar yükselmeleri, faşist Almanya ile girişilen sıkı ilişkiler vb.; tüm bu etkenler 1930-45 dönemi despotik oligarşik rejimine faşist ya da faşizan bir karakter kazandırmaktadır.

-İttihat Terakki – Almanya ilişkisinin Cumhuriyet Türkiye’sine devrettiği miras

Dostoyevski, Rus edebiyatını tanımlamak için, “hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” diyor. Türkiye’deki ana siyasi akımlar da Gogol’ün Palto’su misali İttihat’çılığın ve Kemalizmin içinden çıkmıştır. Mustafa Kemal dahil Kemalist kadroların neredeyse tamamı İttihat Terakki üyesidir. Kemalistlerde cisimleşen ikinci kademe İttihatçılar, 1) imparatorluk batıran İttihat’tan kendilerini ayırmak, 2) Enver’lere bağlı eski kadroları tasfiye etmek ve 3) “yeni” bir cumhuriyet kurmak için İttihatçı geçmişlerini özenle gizlediler. Fakat İttihatçılık öyle köklü bir siyasi kimliktir ki, 1986’da ölümüne yakın bir zamanda Celal Bayar bir gazeteciye “hala ve daima İttihatçı olduğunu” söylüyordu. İttihatçılık ise 1910’lardan itibaren esasen Alman ekolüne ve Prusya militarizmine göre şekillendi; ki, İttihat Terakki iktidarının milliyetçi bir diktatörlüğe dönüşmesi de aynı yıllara rastlar. Almanya ile işbirliği o kadar yoğundur ki, o dönemde Osmalı İmparatorluğu “Enverland” diye anılmaya başlanır. Liman von Sandersler, Goldz Paşalar Osmanlı’nın genelkurmay başkanlığına kadar yükselmişti.

Alman faşizmi bir bakıma Prusya militarizminin içinden doğdu, I. Dünya Savaşının yenik askerleri faşizmin temellerini attılar Almanya’da. Ve kısa süre önce Osmanlı ordusunda gören yapan yüzlerce, belki binlerce Alman subayı, 1920’ler ve 30’larda Nazi’lerin temel kadroları olarak çıktılar sahneye.  Peki Türkiye’de geride bıraktıkları, “eğitip donattıkları” Türk subayları ne oldu? Onlar da Kemalizm kimliğiyle cumhuriyeti kurdular ve iktidar oldular. Hepsi, eski kader ortakları olan Nazi’lere hayrandı. Silah sanayiinin hammadesi olan Bor madenini savaş boyunca Türkiye sağladı Nazi Almanya’sına. 1930-45 döneminde Nazilerden ve Mussolini’den esinlenen ideolojik, politik ve idari-kurumsal yapıları hayata geçirdiler Türkiye’de. Faşizm propagandası aldı başını gitti. (Bkz. Türkiye’de Faşist Alman Propagandası – Sol/Onur yay.) Cumhuriyeti kuran İttihatçı-Kemalist kadrolarla Alman faşizminin girift ilişkilerini, ideolojik ve politik “kader ortaklıklarını” anlatan geniş bir külliyat vardır. İkisini analım: Krupp’un Bitmeyen Balkan Savaşı/Sürgün ve Soykırım-Serdar Dinçer/Favori yay. Kırmızı Begonvil-Zeki Nurçin/Faab yay.

Çarpıcı bir örnekle bu bahsi kapatalım.

Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil, I. Dünya Savaşından sonra Almanya’ya yerleşti. 1938’de Türkiye’ye dönerek Zeytinburnu’nda bir kok kömürü fabrikası satın aldı. Fabrikayı kısa sürede silah fabrikasına dönüştürdü. Nazi’lerin Türkiye Büyükelçisi Von Papen ile yakın ilişkiler kurdu. Faşist Almanya’nın Dışişleri Bakanlığı Türkiye Masası Müsteşarı Ernst Woermann, Killigil’in görüşlerini derleyerek Almanya’da “Turancılık Masası”nı kurdu. İdeolojik temelleri Killigil tarafından atılan bu masanın çalışmalarıyla  “Doğu Türkistan SS Alayı” kuruldu. Hararetle beklenen Nazi zaferine bağlı olarak Sovyetlerin işgaline Türkiye’den katılacak Turancı birlikler el altından örgütlenmeye başlandı. Killigil, Ali İhsan Sabis gibi eski ittihatçılarla, Hüseyin Erkilet ve Nihal Adsız gibi ırkçılarla, Alpaslan Türkeş gibi genç subaylarla yakın ilişki içindeydi. Türkeş’in Türkiye’deki Nazi Almanyası temsilcileriyle yakın ilişki içinde olduğu da biliniyor. Ve bu takım hep birlikte, MİT’in önceli olan Türk istihbarat örgütüyle sıkı fıkıydılar. Killigil, Zeytinburnu’ndaki fabrikayı Sütlüce’ye taşıdı. Fabrika modernize edildi ve Killigil tabancası denilen orijinal bir silahın üretimine başladı. Havan topu ve mermileri türünden ağır silah üretimine yöneldi. 2 Mart 1949’da fabrikada büyük bir patlama oldu, patlamalar akşama dek sürdü ve Killigil dahil 27 kişi öldü. Killigil’in Türkiye’ye gelişi (1938), Türkiyede yaptığı işler, kurduğu ilişkiler ve 1949’da tasfiye edilmesi ne tesadüftür ne de devletten bağımsızdır. Savaş boyunca sinsice Nazilerin zaferini bekleyen ve el altından bu zafere (Killigiller eliyle vs.) hazırlanan İnönü iktidarı, işler tersine dönünce 1945’ten itibaren Turancı faşiştleri tasfiyeye girişti. Turancılık davası açıldı ve Adsızlar, Alpaslan Türkeşler yargılandılar. Killigil’in ölümü,  Turancıların tasfiyesinin, yani  düzenin evlatlarını yemesinin son halkasıdır. Peki sonra ne oldu? Türkeşler göstermelik bir yargılamanın ardından kısa süre hapis yatıp ordudaki görevlerine döndüler. Türkeş 1950’li yıllarda NATO görevlerinde “yeni döneme” özgü kontrgerilla eğitiminden geçti. (Türkeş, NATO görevi esnasında Amerika’da General Gehlen ile karşılaş mıdır, bilinmez…) 27 Mayıs darbesinin bildirisini radyodan okuyan isim de Türkeş’ti. Ordu görevinden sonra “sivil” görevlere başladı, 1960’ların ortasında MHP-ÜO ve Komando Kamplarını kurdu, sontrası malum…

1915 Ermeni soykırımı esnasında Osmanlı ordusunun Genelkurmay Başkanı bir Alman generaliydi; Osmanlı’nın kader ortağı Almanya’nın soykırımda hiç mi dahli yoktur, böyle bir şey mümkün müdür? İttihatçıların şefi Talat Paşa, İstanbul’dan kaçar kaçmaz neden soluğu Berlin’de aldı? Hitler’in Yahudi soykırımında, 1915 Ermeni soykırımının tecrübelerinden yararlandığı yalan mıdır? II. Dünya savaşının sonunda CIA’nın oluşum sürecinde bir Amerikan heyetinin İstanbul’a gelerek, Nuri Killigil’den İttihat Terakki ve Tekilat-ı Mahsusa’nın tecrübelerini dinlediği rivayet midir? Alman faşizminin devrettiği miras Gehlen’den ibaret değildir; Türkiye’de de idelojik, politik, örgütsel, kurumsal ve kadrosal epeyce “miras” kalmıştır sonraki yıllara…

-Türkiye’nin NATO’ya girişi, Türk Kontrgerillasının kuruluşu ve 27 Mayıs darbesi

1945’de dünyada oluşan dengelere bağlı olarak “hür demokratik parlamenter” rejime geçildi Türkiye’de. CHP’nin Aydın il başkanı Menderes ile Başbakanlık, Maliye Bakanlığı gibi görevlerde bulunmuş ve “ömrünün sonuna kadar İttihatçı” kalmış Celal Bayar DP’yi kurdular. “Açık oy-gizli sayım” esasına göre yapılan 1946 seçimlerini yine CHP kazandı. 1950’de ise DP iktidara geldi. Başka sözcüklerle oligarşinin muhafazakar-serbest piyasacı kanadı iktidar oldu. Çok  eski bir siyasi bölünmedir bu. Kökleri Prens Sabahattinlere, Hürriyet ve İtilaf, Terakkiperver Cumhuriyet Partilerine kadar uzanır. Bu çizginin Menderes’ten sonraki temsilcileri  Demirel, Özal ve Erdoğan oldular.Menderes döneminde Türkiye’nin NATO’ya girmesi ve NATO’ya bağlı olarak Türk kontrgerillasının kurulması, faşizm bahsinde bir dönüm noktasıdır. Kontrgerillanın ilk icraatlarından biri 6-7 Eylül 1955 talan ve katliamı oldu. O zamanlar Özel Harp Dairesi/kontrgerillanın başında olan Sabri Yirmibeşoğlu, 90’lı yıllarda,  “muhteşem bir örgütlenmeydi” diyerek övünüyordu 6-7 Eylül olaylarıyla. Yeni dönemin faşist kurumlaşmalarının temelleri hızla atılıyordu ve NATO eliyle gelen “modern” versiyonla kaynaşacak yeterince faşist ve gerici “birikim” zaten vardı Türkiye’de. Buna rağmen 50’li yıllarda muhafazakar(DP) fraksiyonu üzerinden hüküm süren oligarşik diktatörlüğün, bütünüyle faşist karaktere büründüğü söylenemez. 1960 27 Mayıs darbesi, baş edilemeyen bir krizi ve bağlı olarak kitlelerin isyanını bastırmak için gelmedi. Bilakis, özgürlük isteyen gençliğin ve kitlelerin Kemalizm formu içinde tezahür eden özgürlük talebini istismar ederek geldi. Bir yönüyle oligarşi içinde bir iktidar değişimi ve yeni dengeler inşa etme hamlesiydi 27 Mayıs, diğer yönüyle de gençliğin ve kitlelerin özgürlük talebine taviz vermek zorunda kaldı. Özgürlük talebine karşılık verme bağlamında nispi özgürlükçü yönleri oldu 1961 Anayasasının. Fakat darbe idaresi, Mussolini’den apartma anti-komünist 141-142. maddeleri ceza yasasına koydu, MGK faşist bir kurum olarak rejimin kumanda tepesine yerleşti ve Albay Türkeşin dilinden cuntanın ilk sözleri “NATO’ya ve  müttefiklere bağlılık” beyanı oldu. Cuntanın şefi Cemal Gürsel’in, “150-200 kadar Kürt aşiret reisini Ankara’da sallandırma” hevesi ise güç bela engellendi.

-12 Mart 1971 cuntasını hazırlayan koşullar ve 70’li yıllar

1960-80 dönemi oligarşi içi dengelerin bir türlü kurulamadığı, rejimin istikrara kavuşamadığı yıllardır. Aynı zamanda bu yıllar  işçi, emekçi ve ezilenlerin büyük uyanış yıllarıdır, devrimci hareketin rejimi tehtid edecek düzeyde güçlendiği zamanlardır. 12 Mart askeri faşist cuntası, ne oligarşi içi dengeleri istikrarlı bir zemine oturtabildi ne de faşist diktatörlük olarak kurumlaşabildi. Fakat devrimci hareketin basıncı altında sistematik olarak faşist kurum ve yapıları güçlendirdi oligarşi. 12 Mart’ta başladıklarını 12 Eylül’de tamamladılar ve o günden beri,  yaşanan gel git ve çalkantılara rağmen faşist diktatörlükle yönetilmektedir Türkiye ve Kuzey Kürdistan.

27 Mayıs 1960’ın ardından iki darbe girişimi daha oldu ve sonunda Talat Aydemir iki arkadaşıyla birlikte idam edildi. TİP, DİSK ve Dev-Genç’in kuruluşu, grevler, boykotlar, okul işgalleri, ilk silahlı çatışmalar, 15-16 Haziran büyük işçi direnişi, THKO, THKP-C ve TKP-ML’de cisimleşen 71 devrimciliğinin doğuşu, cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş bambaşka bir düzleme işaret ediyordu.Genel faşist yönelim ve kurumlaşmaların ötesinde, Türkiye’de ilk kez genelleşmeye yüz tutan kriz-isyan ve isyan bastırma dinamiğinde ifadesini bulan faşist darbenin/rejimin koşulları/zemini 60’lı yılların sonunda oluştu. 12 Mart 1971 cuntasının lideri Orgeneral Memduh Tağmaç’ın itiraf gibi sözleriyle bu zemin kabul ve teslim edildi: “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştı”. Fakat darbeye uzanan süreçte, kontrgerillanın sivil uzantıları olarak MHP, ÜO, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Komando Kampları vb. eliyle hem yükselen halk hareketi ezilmeye çalışılıyor hem de kontrgerilla tezgahlarıyla şehir hatları vapurları ve İstanbul Kültür Sarayı (AKM) yakılarak darbe için zemin hazırlanıyordu. Yani darbeden önce sivil, istihbari, polisiye ve askeri faşist kurumlaşmalar, ordudaki cuntalaşmalar vb. epeyce güçlenmişti; 12 Mart faşist cuntası bu birikim ve hazırlık üzerinde yükseldi.

Fakat cuntacılar faşist diktatörlüğü kurumsallaştıramadılar. Orduda son ana kadar farklı cuntalaşmalar vardı, 9 Mart’ta sol cunta bekleniyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un (Batur, Dersim 38 katliamında genç bir hava subayı olarak görev almıştır) saf değiştirmesiyle dengeler değişti, 12 Mart’ta sağ cunta geldi vs. Demirel hükümeti istifaya zorlandı, fakat parlamento ve partiler kapatılmadı. Mahirlerin İsrail Büyükelçisi Elrom’u cezalandırmasıyla 12 Mart’tan aylar sonra Balyoz Operasyonu başladı, sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Denizlerin idamı, Kızıldere ve Nurhaklardaki katliamlar, Vartinik, İstanbul ve Ankara’daki çatışmalarda katledilen devrimciler, İbo’nun işkencede öldürülmesi, tutuklanan akademisyen ve aydınlar, yaygın işkenceler 12 Mart’ın faşist terör hanesinde yazılıdır. Cunta, devrimci hareketi bir süreliğine suskunluğa sürüklese de, 2-3 yıl içinde hava tersine döndü. 12 Mart cuntası ne devrimci hareketi ve muhalefeti bastırma işinde ne de olgarşi içi  dengeleri sağlayarak istikrarlı bir yapı kurmada başarılı olabilmiştir. Öyle ki, kendi önerdikleri cumhurbaşkanı adayını bile seçtiremedi cuntacılar. Kıbrıs’ın işgali sebebiyle uluslararası ilişkilerde de krize sürüklendiler ve ambargo ile yüz yüze geldiler vb. Tüm bu nedenlerle oligarşik diktatörlük, kuvvetli faşist ve faşizan çizgiler kazansa da, faşist diktatörlüğü inşa edip sürdüremedi.

Yasayı tekrar hatırlamakta yarar var: Gelişen devrim, birleşik ve örgütlü bir karşı-devrimi  tetikler. 70’li yıllar boyunca yükselen devrimci hareket, MHP başta olmak üzere, askeri, sivil, istihbari ve kontrgerilla eksenli faşist hareket ve kurumlaşmaların faaliyet ve örgütlülüklerini olağanüstü güçlendirmeye zorladı oligarşiyi. 1979-80’e gelindiğinde Türkiye ekonomik ve politik krizin pençesinde kıvranıyordu. Mücadele kaotik bir hal almıştı ve kaostan devrime doğru ilerlenemiyordu. Kontrgerilla provakasyonlarıyla, katliam, suikast ve cinayetlerle darbenin koşullarını hazırlayan ve mütereddit kitlelerde darbeye rıza üreten bir zemin hazırlamayı başarmıştı oligarşi: 12 Eylül askeri darbesi bu koşullarda geldi ve bu kez 12 Mart’ın yarım bıraktığını tamamlayarak faşist diktatörlüğü tüm kurum ve kurallarıyla on yıllar boyunca hüküm sürecek sağlamlıkta inşa etti.

-12 Eylül ve Faşist Diktatörlüğün yerleşmesi

12 Eylül’ün ön günündeki kriz ve bastırma dinamikleri yeterince açıktır, tekrara gerek yok. Genelde TC tarihinin tüm gerici-baskıcı birikiminin, özelde de NATO’ya girildiği andan itibaren emperyalizmin kucağında yetişen faşişt ve darbeci yapıların köklü iktidarı ve kurumlaşmasıdır cunta. Başkan Carter’ın kulağına “bizim çocuklar yaptı” diye fısıldandı, Türkeş mahkemelerde “düşüncemiz iktidarda, biz hapisteyiz” diye yakındı, Halit Narin, “bundan sonra biz güleceğiz” diyerek işbirlikçi tekellerin zaferini ilan etti;  temsil kabiliyeti yüksek bu  sembolik örnekler bile darbenin karakteri hakkında yeterince fikir vericidir.

Parlamento, seçimler ve partilerin varlığı, kendi başına demokrasi belirtisi değildir. Fakat faşist darbe ve diktatörlükler  ”parlamanter” yapıların krize girdiği durumları istismar ederler, krizi bu yönüyle de körüklerler. Faşist MHP, 1978-80 arasında durmaksızın “sıkıyönetim ilanını”, yani idarenin askere bırakılmasını savundu. Birbirini izleyen koalisyonlarla siyasi kriz daha da derinleşti. Cunta’nın ön gününde  bilmemkaçıncı turda bile cumhurbaşkanı seçilememesi, Bülent Ersoy’a oy çıkması vs. mevcut yapının tıkanışının tezahürlerinden biriydi, cuntacılar da bu durumu tepe tepe kullandılar. Kenan Evren’in ilk radyo konuşmasında dediği gibi, “kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için” darbe kaçınılmazdı. Elbette darbe tıkanan parlamanter yapı nedeniyle gelmedi; parlamento dahil, tüm siyasal yapıyı çöküşün eşiğine getiren devrimci hareketi ezmek için geldi.

Parlamentonun kapısına kilit vuruldu, tüm partiler yasaklandı. Parti liderleri tutuklandı. Sendikalar kapatıldı, grev ve toplu sözleşme düzeni ortadan kalktı. Grevler yasaklandı. Köylerdeki Avcı Kulübü derneklerine varana kadar tüm dernekler kapatıldı. Pek çok dergi ve yayınevinin kapısına kilit vuruldu. Yüz binlerce kitap yakıldı. Sol yayınları sahibi İlhan Erdost işkencede katledildi. Bütün gazetelerin başına askeri görevliler yerleştirildi. Bütün belediye başkanları görevden alındı, yerlerine askerler atandı. En ücra köylerde bile halkın silahlarını atacağı  “kapısı mühürlü odalar” oluşturuldu. İhbarcılık yaygınlaştırıldı. Ordunun “dizayn” etmediği alan kalmadı; örneğin Ege’de tüm zeytinyağı fabrikalarında “ordu yardımlaşma kurumlarına katkı” için  yağ havuzları oluşturuldu, bazılarının başına Jandarma bile dikildi. Halk sözde “gönüllü” katkıda bulunuyordu, fakat katkıda bulunmamaya neredeyse kimse cesaret edemiyordu. Asayiş aramaları adı altında ev, köy, mahalle ve kahvehane baskınları rutin hale geldi. Asker belediye başkanları, hemen bütün küçük yerleşim birimlerinde hoparlörden ilan ederek “katılınması zorunlu halk toplantıları” yapmaya başladılar, “zorunlu faşizm dersleri” bizzat askerler eliyle verildi. Din dersi zorunlu hale getirildi. Alevi köylerine camiler yapıldı. Bir milyona yakın insan işkenceden geçirildi, yüz bini aşkını tutuklandı. 18’i devrimci 50 kişi idam edildi. İşkencede, hapishanelerde, şehir ve kırdaki çatışmalarda onlarca devrimci katledildi. On binlerce insan sürgün yollarına düştü, 30 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. Ordu ve polisteki tüm devrimci kadrolar tasfiye edildi. Devlet kadrolarında çalışan ve “sakıncalı” kabul edilen binlerce insan işten atıldı. Patronlar kara listeler oluşturarak  solcu ve direnişçi işçileri deyim uygunsa bir daha iş bulamaz, çalışamaz hale getirdiler. Binlerce öğretmen işten atıldı. 1402’likler denilen kıyım operasyonuyla, sosyalist olanlar bir yana cuntayla ve cuntanın resmi ideolojisi Türk-İslam senteziyle uyumsuz bütün akademisyenler üniversitelerden atıldı. Öyle ki, İlber Ortaylı gibi düzenin has adamları bile üniversitede barınamaz hale geldiler. Bir tür “akademik sıkıyönetim kurumu” olarak YÖK kuruldu.

Özetle devlet aygıtı, devlet dışı siyasi yapılar (partiler, parlamento vb.), sendikalar, entellektüel hayat, basın-yayın faaliyetleri, ideolojik üretim merkezleri, üniversiteler, eğitim-öğrenim hayatı, din, sinema, tiyatro, edebiyat ve kültürel hayat; akla gelebilecek her şeyin üzerinden silindir gibi geçildi ve her şey faşizmin mutlak otoritesi altında yeniden şekillendirilmeye çalışıldı: Faşizm ve faşist diktatörlük tastamam budur işte.

Faşizm demek mutlak bir irade tekleşmesi demektir. Bırakalım  toplumsal muhalefetin ezilmesini, burjuva siyasal hayat ve kurumlarda dahi, özellikle de devlet aygıtı bünyesinde kıl ucu kadar sapmaya, irade çatallaşmasına izin vermeyen otoriter-totaliter bir rejimdir faşizm. Çünkü faşizmi zorunlu kılan krizin derinliği başka türlüsüne izin vermemektedir; “tekelci burjuvazinin en gerici, en şoveni, en emperyalist unsurlarının” krizden çıkış ve devamla da egemenlik tarzıdır faşist diktatörlük.  İşçi, emekçi sınıfların kayıpları ile işbirlikçi tekelci burjuvazinin cunta sonrası on yılda (ve on yıllarda) kazançlarının kabaca kıyaslanması bile, 12 Eylül askeri darbesinin sınıfsal ve siyasal karakterini anlamak için yeterlidir.

Emperyalist sistem bakımından da cunta eliyle kurumlaşan faşist diktaörlük bir zorunluluktu. NATO’nun güney kanadını güvenceye almak, İran’dan sonra Türkiye’nin olası kaybıyla krize sürüklenmemek, Yunanistan’ın tekrar NATO’ya katılımı önündeki Türkiye vetosunu kaldırmak ve “içsel bir olgu olarak” Türkiye’deki ekonomik, politik, askeri  çıkarlarını güvenceye almak için kendi yetiştirmeleri olan (“bizim çocuklar” diye andıkları) ordu üst kademesi eliyle kotardılar darbeyi.

 

-Kadrolaşma, devlet aygıtı ve faşist diktatörlük

Aşağıdan kitleye dayanarak, yukarıdan darbe eliyle, “seçimle” ya da başka biçimlerle; hangi yolla gelirse gelsin –bütün siyasi akımlar gibi- faşizmin de temel sorunu iktidar sorunudur. Faşizmin hangi biçimde geldiği devrimci mücadelenin taktik yönelimleri bakımından elbette önemlidir; fakat biçiminden bağımsız iktidarın niteliğini tanımlamak bakımından önemsizdir. İktidar demek devlet demektir; devlete kim egemense iktidarda olan ve iktidarın niteliğini tanımlayan odur. Bu yönüyle faşizm esasen kadrolaşmada cisimleşir. Devlete damgasını vuracak şekilde bütün kilit kademelerde kadrolaşma faşizmin olmazsa olmazıdır. “Devlette süreklilik” denilen ve 12 Eylül’de en rafine haline kavuşan yapı, faşist diktatörlük gerçeğini bu yönüyle de tartışmasız kılmaktadır.

Bir kaç örnekle yetinelim.

Oktay Engin, Atatürk’ün Selanik’teki evini bombalayarak 6-7 Eylül 1955 olaylarının fitilini ateşleyen kontrgerilla elemenıdır, 1980’lerde Nevşehir Valisi olarak çıkar karşımıza. Sabri Yirmibeşoğlu aynı yıllarda ÖHD’nin başındadır, kariyerini yükselerek sürdürdü, 90’larda “muhteşem bir örgütlenmeydi” diye övündü 6-7 Eylül ile. İhsan Sabri Çağlayangil, 1938 Dersim kırımında hükümet komiseri idi, 1970’lerde MC hükümetlerinin Dışişleri Bakanı olarak çıkar karşımıza. Alpaslan Türkeş, 1940’larda Nazi yanlısı Turancı, 50’lerde kontrgerilla eğitiminden geçen NATO subayı, 60’larda faşist partinin lideri, 70’lerde paramiliter çetelerin başbuğu ve MC hükümetlerinin Başbakan Yardımcısı, 90’larda Kürt kasaplarının führeridir.  İşte size 12 Eylül 1980’de Emniyet Genel Müdürü olan Refet Küçüktiryaki’nin kaleminden dökülen inciler!  “Beni Emniyet Genel Müdürü yapan, Başbakan Süleyman Demirel değildir. Ben, beni keşfeden Amerikan Hükümetinin Ankara temsilcilerincetavsiye üzerine bu göreve atandım.
Türkiye’de ilk defa resmi olarak Alevi-Kızılbaş soykırımını devlet adına başlatan benim. 1976 yılının Ocak ayında Malatya Beylerderesi olayından sonra, Malatya il merkezindeki 40 bin Alevi Kızılbaş’a kan kusturdum
Şu anda  Emniyet Genel Müdürüyüm. 76 yılında ben Malatya’da Valiyken Malatya Emniyet Müdürü olan – ki o da en az benim kadar Alevi-Kızılbaş kasabıdır- Abdülkadir Aksu’yu yardımcım yaptım. Ankara’da Alevi-Kızılbaşların oturduğu “Kurtarılmış Bölge” adlı semtlere kan kusturan Reşat Akkaya’yı Ankara Emniyet Müdürü yapan benim. Sıkıyönetim Komutanının emriyle görevden alındı. Zannedilmesin ki, pasivize oldu, gölgede kalarak gerçek Ankara Emniyet Müdürü yine o olacaktır.
Beni hiçbir kuvvet yerimden söküp atamaz, ne Başbakan ne Cumhurbaşkanı ne de bir başkası. 1981 seçimlerinde Adalet Partisi’nden(?) Malatya milletvekili adayıyım. Beni silah kaçakçılığıyla suçlayanlara şunu söylemek isterim ki; Ben, Bulgaristan üzerinden gelen komünist silahlarla Alevi kasaplığı yürütmüş adamım.” Mektup nerede bulunmuş dersiniz? Kenan Evren’in gizli, özel arşivinde! (Milliyet blog. 12 Kasım 2012)  1976’da Malatya Emniyet Müdürü  olan Abdülkadir Aksu‘nun sırasıyla ANAP, DYP ve AKP hükümetlerinde İçişleri Bakanı olması tesadüf müdür? Mehmet Eymür 1972’de Kızıldere’de (CIA ve MOSSAD ajanlarıyla birlikte) Mahirleri kurşunlayanlar arasındadır, sonraki kırk yıl boyunca da yükselerek görevine devam etti. Reşat Altay, 1978  16 Mart Katliamının arkasındaki isimdir, şu Allahın işine bakın ki, 2007’de Hrant Dink’in katledilmesini Trabzon Emniyet Müdürü olarak tezgahlayanlar arasındadır.

Örnekler çoğaltılabilir, bu kadarı yeter: Irkçı, belirli bir anlamda dinci, faşist, işkenceci ve katil olmayanlar devletin kilit kademelerinde görev alamazlar. Devlette, bu  „vasıflar“ edinilerek „kariyer“ yapılır. Faşist devlet gerçekliği budur ve faşist diktatörlük bu devlet/kadrolar eliyle ica edilir. Dahası var. Kürtler, Aleviler, solcular, azınlık milliyet ve dinlerin mensupları devletin kritik kademelerinde görev alamazlar, kazara alırlarsa itinayla tasfiye edilirler.  Devlette kadrolaşma biçiminde tezahür eden ayrımcılık, cenazelere kadar uzanır: „Laikliğin bekçisi“ generaller, „şehit asker cenazesi“ için Camiye giderler ama Cem Evine gitmezler! Ve bu işler dar anlamda tasfiyeler ve kadrolaşmayla bitmez. Devletin her mahallede „haber elemanı“ dediği kontrgerilla uzantısı paramiliter yapıları vardır, faşist bir örümcek ağı gibi tüm Türkiye’de, en ücra köşelere kadar örgütlenmişlerdir. Ve 80 milyon yuttaş, son ferdine kadar  fişlenmiştir! Faşist diktatörlük, bu çapta bir hakimiyet, kontrol ve totalitarizm aygıtıdır işte;  envai çeşit aygıt ve usulle, hileyle ve şiddetle yuttaşa dayattığı şey de mutlak otoriteye mutlak itaattır.

Türk İslam sentezi cuntanın resmi ideolojisidir, Kemalizm ve Kemalizmin ulusalcı versiyonu daima yedektedir. Kırmızı Kitapçık denilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve EMASYA Protokolü  türünden şeyler Türkiye’nin gerçek Anayasasıdır; hepsi de rafine faşist metinlerdir. Devletin, yaşamın bütün alanlarındaki uygulamaları bu metinlere göre şekillenir.

-Yarı askeri ya da parlamenter faşist diktatörlük

Hiç bir faşist darbe ilk günkü hızı ve uygulamalarıyla sürmez. İsyanı ezip, “siyasi istikrarı” (mezarlık barışını) sağladığında, yüzüne “demokrasi” maskesi takacağı vasatı da yakalamış demektir. Türkiye’de 1980-83 arasında katışıksız askeri faşist diktatörlük hüküm sürdü. Danışma Meclisi gibi atanmış kurumlar, plebisiter oylama sonucu 1982 Anayasasının % 90 küsur oy alması vs. bu gerçeği karartmaz. 1983 seçimlerine Cuntanın onayını almış partiler katılabildi, Erdal İnönü gibi düzenin efendileri katındaki bir isim bile veto edilerek seçimlere sokulmadı vs. Buna rağmen 1983 seçimlerinde ANAP’ın iktidara gelmesi, Türkiye’deki geleneksel mekanizma uyarınca ordunun, rejimin kumanda tepelerini tutarak, iktidarı parlamento ve hükümetlerle paylaşması anlamına gelmektedir. Bu düzeneğin formel biçimi, Cumhurbaşkanı’nın “hakemliğinde” ordu ve sivil hükümet temsilcilerinden oluşan MGK’dır. Parlamento ve hükümetler kendilerine çizilen alanda demokrasicilik oynarlar ve bu bağlamda da iktidarı askerlerle “paylaşırlar”. Bu, askeri faşist diktatörlükten, yarı-askeri faşist diktatörlüğe geçiştir.

Terörsüz faşizm olmaz, ama şiddet, kıyıcılık=faşizm diye bir kural da yoktur. Faşist olmayan yapılar da zaman zaman faşist diktatörlükleri aşan düzeyde şiddet uygulayabilirler. 1994 Ruanda katliamında bir kaç ay içinde 1 milyon insan öldü, biz Ruanda da faşist bir diktatörlüğün olup olmadığını bilmiyoruz, büyük ihtimalle de (Fransız emperyalizminin yol vermesiyle) geleneksel kabileci gericilik eliyle yapıldı bu katliam. Salt şiddetten ya da şiddetin düzeyinden hareketle faşizm tanımı yapılamaz; şiddet, faşizmin komplike ve grift siyasal-ideolojik-devletsel/örgütsel sisteminin içindeki önemli unsurlardan biridir, hepsi değil. Faşist diktatörlüklerin şiddet pratikleri de ülkeden ülkeye, dönemden döneme, hatta aynı ülkede dönemler arasında farklılık gösterir. Örneğin Arjantin cuntası  30 bin, Şili’deki Pinochet cuntası 5 bin ölüye mal oldu. Buna karşılık cuntanın en sert olduğu 1980-83 döneminde Türkiye’de katledilen insan sayısı bini bile bulmadı. (Elbette tek bir insanın hayatı bile çok değerlidir, insan hayatı istatistik malzemesi değildir, biz faşist diktatörlüklerin şiddet pratiklerini kıyaslamak için mecburen bunları yazmak zorunda kalıyoruz.) Buradan hareketle, “Arjantin’de, Şili’de faşist diktatörlük olduğu apaçık, Türkiye’de ise şüpheli, bu kadar az kan döken faşizm mi olur” denebilir mi? Faşist diktatörlüklerin döktüğü kan miktarının fizik yasası kadar kesin bir kuralı vardır: Diktatörlükler, bastırdıkları ya da kendilerine direnen isyanın çapı/direnci oranında kan dökerler. Daha az kan dökmeleri faşist olmadıklarını değil, bastırdıkları isyanın cılız olduğunu gösterir. Şili’de daha çok kan dökülmüşse, daha azıyla isyan bastırılamayacağı içindir. Faşist diktatörlük bin civarı cinayetle batı yakasındaki isyanı bastırdı; fakat tam da parlamanter yarı-askeri bir hüviyete büründüğü dönemde patlak veren Kürt isyanını bastırmak için 50 bin cana kıymaktan geri durmadı. Yasa budur: İsyanın düzeyi, faşist diktatörlüğün şiddet ve kıyıcılık düzeyini belirler.

-Sürekli faşizm üzerine

Yeri gelmişken değinelim, “sürekli faşizm” türünden tezler meseleyi fazlasıyla düzleştirip genelleştirmektedir. Türkiye’de 1980’den beri faşist diktatörlük hüküm sürmektedir, öncesindeki oligarşik düzenler de pek çok açıdan faşizmden geri kalan yapılar değildir. Buna rağmen “sürekli faşizm” türünden düzleştirici genellemeler siyasi mücadelede zaaf kaynağıdır. Mahir’in de söylediği gibi, Marksizm, “somut koşulların somut tahlili” dışında yöntem tanımaz. Pozitivist olguculuğa ve yüzeyselliğe düşmeden ve her “somut” görüngünün “tarih adacıklarının su yüzeyine vurmuş görünümleri” olduğunu unutmadan, Mahir’in önermesi esas alınmalıdır. Bu durumda da siyasal yaşamın akışı içinde, devrim-karşı devrim denklemine, burjuvazi ve devlet içindeki güçler dengesine, rejimin dönemsel politika ve yönelimlerine, uluslararası etkenlere vb. bağlı olarak faşist diktatörlüğün her somutlukta aldığı biçim ve uygulamaları  tahlil edilmelidir. Faşizmi anlamak da, ona karşı somut ve canlı bir mücadele örgütlemek de buna bağlıdır, düzleştirici ve ezberci teoriler faşizme karşı mücadeleyi zaafa uğratır. Elbette mesele doğru analizden ibaret değildir, nice doğru analizler vardır ki kayadan toz bile kaldırmamıştır; fakat başarılı  mücadelelerin teorik-politik zemininde de “gerçekliği kavramak” önemli bir unsur olagelmiştir.

Parlamanter yapı, dolaysıyla da hükümetler askerlerle belli bir iktidar paylaşımını zorlamışlardır, eşyanın tabiatı gereği bu böyledir. Fakat buradan hareketle “demokrasiye geçildiğini” söylemek, düzenin kendi kendine  yaptığı güzelleme değilse eğer, liberal alıklıktır: Türkiye’de Cuntanın azgın zamanında bin kişi öldü; “demokrasiye geçtiğimiz” 1983’ten bu yana ise elli bin… Parlamento ve hükümetlerin faşist diktatörlük içindeki konumunu, güç ve iktidar paylaşımını, 12 Eylül’ün Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki çarpıcı biçimde özetliyor: “Beni Emniyet Genel Müdürü yapan, Başbakan Süleyman Demirel değildir. Ben, beni keşfeden Amerikan Hükümetinin Ankara temsilcilerince tavsiye üzerine bu göreve atandım.(…) Beni hiçbir kuvvet yerimden söküp atamaz, ne Başbakan ne Cumhurbaşkanı ne de bir başkası.“  Özetle faşist diktatörlük istasyon, hükümetler trendir; gelirler, paylarını alırlar ve giderler, istasyon baki kalır.

Durum budur, fazla söze de gerek yoktur.

1983’ten bu yana geçen zaman büyük siyasi çalkantılarla karakterizedir: Özal’ın tasfiyesi, Susurluk’la birlikte kontrgerilla bünyesindeki tasfiye ve reorganizasyonlar, 28 Şubat’ta Refahyol hükümetinin düşürülmesi  ve devamla da AKP döneminde yaşanan çalkantılar vs.  Maksadımız tüm sürece ilişkin genel bir siyasi analiz yapmak değil, süreci faşizm bağlamında tartışmaktır, bu nedenle bunların hepsine giremeyiz.

AKP bu tabloda „müstesna“ bir yerde durmaktadır, elbette onun üzerinde duracağız.

  1. Faşist diktatörlüğün yeni versiyonu: AKP-IŞİD faşizmi

-AKP iktidarını hazırlayan koşullar

Şimdiye kadar istasyondan onlarca tren geldi geçti. Diktatörlüğe “demokrasi” makyajı yaptılar, diktatörlükle kendilerine özgü biçimlerle bütünleştiler, bir miktar güç, iktidar ve sermaye devşirdiler, sonra yerlerini  seçimle gelen diğer “trenlere” bıraktılar. AKP’nin farkı, tren olmaktan vazgeçip istayon olmaya karar vermesinde düğümleniyor. Bazıları bunu “köhne istasyonun tasfiyesi” olarak yorumladılar. AKP de başlangıçta göz boyamayı başardı doğrusu. Fakat istasyonun tasfiyesi bir yana, sahibi; hatta ta kendisi olmayı başardı AKP. Zemzem suyuyla yıkanarak yenilenen istasyonumuza, faşist diktatörlüğün yeni versiyonu AKP-IŞİD faşizminin “yeni Türkiyesine” hoş geldiniz!

Rejim 1990’lı yıllarda  Kürt savaşının basıncıyla derin bir krize sürüklendi. Üç bin köy boşaltıldı, çatışmalarda ve faili meçhullerde on binlerce insan öldü. Dayanıksız koalisyon hükümetleri birbirini izledi. Ekonomik kriz 1994 ve 2000-2001 yıllarında iki defa Türkiye’yi salladı. Rejim içi kapışmalar derinleşti, Susurluk sürecinde kontrgerillanın bir ekibi –kısmen kanlı biçimlerde- tasfiye edildi. Faşist diktatörlük, Kürdistanda yürüttüğü kirli savaşı finanse edebilmek için tamamen mafyöz bir karaktere büründü. “Hakkari’den 100 milyar dolarlık eroin girer, Edirne’den çıkar, polis ve asker de sevkiyata eskortluk eder”; bu sözleri dönemin Başbakan Yardımcısı (MHP’li Şevket Yahnici) gazetecilere çekinmeden söyledi, Türkiye’de  kıyamet falan da kopmadı. 28 Şubat 1997’de postmodern darbe denilen askeri muhtıra ile Refah-Yol (Refah Partisi+DYP) hükümeti düşürüldü.

Yeri gelmişken  bir parantez açıp, Necmettin Erbakan’ın “anti-emperyalist olduğu için düşürüldüğü” tezine değinelim. Bu bir şehir efsanesidir, yani palavradır. Emperyalizme bağımlı gerici ve faşist hükümetlerin emperyalist merkezlerle her sürtüşmesini “anti-emperyalizm” olarak nitelemek aptallık değilse eğer, emperyalizm ve bağımlılık ilişkileri konusunda hiç bir şey bilmemektir. Emperyalizm, komplo teorisyenlerinin çok sevdiği üzere “düğmeye basıyor” ve otomatiğe bağlanmış işbirlikçiler hazırola geçiyor; böyle bir ilişkiye ancak çocuklar için hazırlanan Cin Ali kitaplarında rastlanır. Emperyalizmle işbirlikçi rejimlerin ilişkileri neredeyse kural olarak “sürtüşmeli” bir ilişkidir. Her somutlukta yeniden ve yaniden üretilmesi gerekir. Fakat tüm bu sürtüşmeli karakterine rağmen son tahlilde bir bağımlılık-egemenlik ilişkisidir; emperyalizm hegomanyasını, “sürtüşmeleri giderecek” envai çeşit yol, yöntem ve enstrümanla tesis eder. İlişkiyi bu dinamik yapısı  bağlamında kavramak yerine, Cin Ali kitaplarının kolaycılığıyla hareket edilince, Erbakan Hoca’nın Libya ve Malezya seyahatleri de “anti-emperyalizm” oluveriyor kolaylıkla. Bu ziyaretlerin ve Hoca’nın İslam Enternasyonali arayışlarının sorun yarattığı doğrudur, fakat bu sorun “anti-emperyalizm” bağlamında ele alınabilecek bir sorun değildir. Bağımlı ülke hükümetleriyle dönemsel ya da şu veya bu konuda çelişkiler yaşanabilir, at değiştirilir ve yola devam edilir. Değiştirilen “at” da sıranın kendisine geleceği günü beklemek için muhalefete geçer vs. Erbakan, DPT’de çalışmış, 12 Mart sonrasında “gönüllü sürgüne” gittiği İsviçre’den  bizzat askerler tarafından davet edilerek parti kurması istenmiş ve devamla da 1974-80 arasında neredeyse bütün hükümetylerde görev almış gerici bir düzen aktörüdür. Ecevit ile koalisyondayken “Kıbrıs fatihliği” yaptı.  AP ve MHP ile birlikte kurdukları Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri ise 70’li yıllar boyunca kan kusturdu Türkiye halklarına. Erbakan’ın son Başbakanlığında ise Kürdistan’da katliam ve baskılar hız kesmedi, 1996 ölüm oruçlarında elleri devrimcilerin kanına bir kez daha bulandı. Susurluk’ta ortalığa saçılan kontrgerilla pisliklerini protesto eden halkla “glu glu dansı yapıyorlar” diyerek alay etti. Ve nihayet, AKP’nin bütün kadrolarını Necmettin Erbakan yetiştirdi. Öğrencisi Tayyip, bugün emperyalist merkezlerle yaşadığı sürtüşmeler nedeniyle ne kadar “anti-emperyalist” ise, Erbakan Hoca’da o kadar “anti-emperyalist” idi. Nokta.

Hiç bir düzen aktörü hakkında boş hayale kapılmamak gerekiyor, bu bakımdan Erbakan’a genişçe bir parantez açmak gerekti.  Kaldığımız yerden, Erbakan’ın düşüşünü de içeren ve  Tayyip’in geliş koşullarını hazırlayan 90’lı yılların kriz panaromasından devam edelim.

Öcalan’ın 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesiyle yıldızı parlayarak Başbakan olan Ecevit’in (“Kıbrıs fatihliği”nden sonra yeni bir “milli davada” daha yıldızı parlıyordu Ecevit’in), 2001’e gelindiğinde düşmeden ve yardım almadan bir kaç adım yürüyebilmesi bile “başarı” sayılıyordu.  “Anayasa kitapçığı fırlatma” olarak bilinen olaylar, 19 Aralık kanlı hapishane operasyonları ve nihayet on binlerce esnafın Ankara’ya yürümesi bir dönemin sonunu getiriyordu. Ecevit siyasi bir operasyonla hastaneye yatırıldı. DSP, Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem eliyle parçalandı. Ekonominin başına Dünya Bankası memuru Kemal Derviş, düpedüz ABD tarafından atandı vs. Tayyip’in yıldızı işte bu tabloda parladı. “Şiir okuduğu için hapis yatan”, seçimlere katılması engellenen “mazlum ve mağdur” lider olarak Beyaz Saray’da müstakbel başbakan olarak ağırlandı. AKP, kurulduktan altı ay sonra tek başına iktidar olacak kadar oy alarak hükümeti kurdu. Halkın 1990’lı yılların mafyöz iktidarlar dönemine tepkisi öylesine büyüktü ki, bir zamanlar hepsi de hükümet kurmuş olan ANAP, DYP, DSP, MHP gibi partilerin tümünü % 1-2 oy oranlarıyla baraj altında bıraktı; sonraki dönemde tekrar parlamentoya giren MHP hariç diğerlerini siyasi yaşamdan sildi. Denize düşen halk yılana sarıldı; yılan da zaten Washington, İstanbul ve Ankara’nın yüksek tepeleri tarafından hazırlanıp, “mazlum ve mağdur demokrasi kahramanı” olarak sahaya salınmıştı: Devr-i Tayyip 2002’de böyle başladı.

-Emperyalizmin yeni konsepti ve faşist diktatörlüğün AKP eliyle re-organizasyonu

Türkiye’nin siyasi tarihinde sıkça -1960’da, 71’de, 80’de, 1997’de-  görüldüğü üzere, bugün bir tür “parlamanter darbe” olduğu apaçık hale gelen AKP iktidarı da sarsıcı bir krizin ürünüdür; krize emperyalizm ve işbirlikçi tekellerin “çözümü” olarak kotarılmıştır. Elbette diğer darbelerden farklı ve özgündür. Türkiye’de bütün (askeri) darbeler “toplumsal rıza” üreterek ve genellikle de ilk etapta rıza alarak iktidara gelirler. (Eksik bir darbe olarak 12 Mart bu konuda oldukça yetersiz kalmıştır.) AKP iktidarı klasik bir darbe  değildir. Parlamanter yoldan kotarılmıştır ve daha da önemlisi AKP, dar anlamda bir “proje” ya da “komplo” değildir; olduğu kadarıyla işin “proje” boyutu islamcı-muhafazakar gelenek gibi köklü bir siyasi yapı üzerinde yükselmiştir. Fakat özgünlükleri, toplumsal bir tabanı olması, seçimle gelmesi vs. AKP’nin bir tür darbeci yapı olduğu gerçeğini karartmıyor; gerek iktidara geliş koşulları (kriz), gerekse iktidarı döneminde yaptıkları AKP’nin bir tür (özgün) darbeci yapı olduğunu gösteriyor.

2002 Türkiye’sinde Kürt Özgürlük Hareketi ve batıdaki devrimci hareketlerin, halk muhalefetinin rejimi darbeye zorlayacak bir düzeyi kuşkusuz yoktu. Öcalan’ın yakalanmasıyla PKK geçici bir yenilgi almış, silahlar susmuştu. Ölüm oruçlarında kadroları kırılan devrimci hareket tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyordu. Kürt özgürlük Hareketi ile devletin yenişememe durumu düzenin hala en ciddi kriz kaynağıydı ancak, bir şekilde sürdürülebilir olan bu kriz, halihazırda darbe sebebi değildi. Bunların tümü kendince etkili faktörler olmakla birlikte, AKP’nin darbesel bir görevle işlevlen(diril)mesini başka yerlerde aramak gerekiyor.

Bir kaç noktayı vurgulayabiliriz.

1) 90’lı yıllara damgasını vuran hükümetler ve partiler düzeni çökmüştü, Türkiye yönetilemez haldeydi.

2) Özal’ın başlattığı fakat sonrasında akamete uğrayan (ya da gereken hız ve kararlılıkla sürdürülemeyen) neo-liberal iktisat programını uygulayacak güçlü bir iktidara ihtiyaç vardı. Ecevit, 19 Aralık hapishane operasyonlarını “önümüze koyduğumuz ekonomi politikalarını uygulayabilmek için bu operasyon zorunluydu” diye gerekçelendiriyordu. Aynı Ecevit, 1980 24 Ocak  (ekonomik) programı açıklandığında da “Latin Amerika modeli geliyor” diyerek 12 Eylül darbesini haber vermişti. Ecevit’in sözünü ettiği ekonomik programı uygulamak için Kemal Derviş Amerika’dan paraşütle indirildi, ama durumu kurtarmaya yetmedi. Ecevit’e hapishane operasyonlarını yaptıran, devamla da Kemal Derviş’in atayan irade, artık Tayyip’i işaret ediyordu. Bu tabloda, Derviş’in başlattığı iktisat politikalarını uygulayacak yıpranmamış ve halk desteğine sahip bir aktör olarak Tayyip öne çıktı. Tayyip’in önüne konulan neo liberal program, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve emperyalizm bakımından vazgeçilemez ve ertelenemez yakıcılıktaydı. 2002’den bu yana “ilerleme” olarak sunulan inşaat, madencilik, otoyollar vb’ne yapılan yatırımlar, perakende sektörü, bankacılık vb.’nin sermaye yapısında emperyalist tekellerin yüzde elliyi aşan oranlarda pay sahibi haline gelmesi, Türkiye’nin ormanının, dağının, denizinin “parkının” talan edilmesi AKP eliyle uygulanan neo-liberal program sayesinde mümkün olmuştur: Bir darbe idaresi de başka bir şey yapamazdı zaten;  ya da tersine, bu programın uygulanabilmesi bir tür darbe idaresini gerektiriyordu. Normal bir hükümet bu programı uygulayamazdı ve uygulayamaz.

3) Önceki partiler düzeninin işe yaramaz hale gelmesi bir yana, faşist diktatörlüğün ana aygıtı olan askeri-bürokratik yapı, içte uygulanacak neo-liberal programla olduğu kadar, dış politikada da sitemle sürtüşmeli hale düşmüştü. Emperyalizm, ortadoğu planlarına bağlı olarak Türkiye’nin daha atak ve saldırgan olmasını istiyor, fakat ordu buna yeterince uyum sağlayamıyordu. Orta derecede gelişmiş kapitalist ülke olma sınırlarına dayanan Türkiye kapitalizmi ve biti kanlanan Türk burjuvazisi de  “alt-emperyalist” ya da yayılmacı hayaller görmeye başlamıştı. Tek cümleyle ordu, devlet aygıtında yapılacak siyasi-idari değişime uyumsuzdu, iktidar paylaşımına yanaşmıyordu. Devlet kapitalizmi ya da ithal ikameci iktisat politikalarına göre formatlanmış yapısı, neo-liberal iktisada uyum sağlayamıyordu, dahası böylesi bir yönelimin rejimin kumanda tepesindeki pozisyonunu sarsacağını biliyordu. Dış politikada girişilecek maceraların da mevcut statükoyu sarsacağını düşünüyordu, bu konuda yüz yıllık siyasi-askeri tecrübeleri de ihtiyatlı kılıyordu orduyu. Halbuki AKP “sıkı liberaldi”, neo-Osmanlıcı hayalleriyle ortadoğuda Kemalist içe kapalılığı ve ihtiyatı kırabilirdi ve tüm bunları halkta rıza üreterek, güçlü bir halk desteğine dayanarak yapabilirdi. Generallerin omuzlarındaki yıldızların ışıltısı sönerken, Erdoğan’ın yıldızı böyle parladı işte.

Neo-Osmalıcılık ABD’nin BOP projesiyle örtüşmektedir. BOP’un, “sureti haktan” görünerek AKP ılımlı islamı üzerinden –Truva Atı da diyebilirsiniz-  Ortadoğuya girişine hizmet edebilirdi neo-Osmanlı tezi; bu arada da “bal tutan parmağını yalardı”. Fakat Truva Atı, “parmağını yalamakla” yetinmeyip, kovanın yarısını götürme hevesine kapılınca kriz başladı, Erdoğan Batı için “ne yapacağı öngörülemez lider” haline geldi. Fakat bu tablo, AKP iktidarının ilk döneminin değil, son döneminin sorunudur. Şimdi kaldığımız yerden, AKP’nin “yıldızının parladığı” yıllardan devam edelim.

Kapitalist-emperyalist sistemin 1945-90 arası dönemde yeni sömürge, bağımlı ükelerde inşa ettiği  iktisadi, politik, devletsel ve hukuki yapı tasfiye ediliyor, yeni dönem/politikalara uyumlu yapıların önü açılıyordu: Türkiye bu “değişimin” dışında kalamazdı. Kökenindeki halk hareketleri dinamiği gözardı edilmemekle birlikte, Arap Baharı olarak başlayan süreç de, 300 milyon nüfuslu Arap coğrafyasında bu türden  tasfiyeler ile sonuçlandı.

Türkiye’nin düzeni, yukarıda tanımlanan çerçevede, Tayyip Erdoğan eliyle bir tasfiye ve yeniden-inşa sürecine sokuldu. Nazım’ın şiirinde dediği gibi, “entertipler, rotatifler, bobinler” Tayyip için döndü, “spikerin çenesi” Tayyip için konuştu. Tekelci burjuvazinin bir kesimi, destekledikleri Tayyip’in kontrol edilemeyecek kadar güçlü gelebileceğini sezdiklerinde, “Muhtar bile olamaz” manşetleriyle gidişata ayar çekmeye çalışsalar da iş işten geçmişti. Baykal üzerinden bir jest yapılarak Tayyip’in önü açıldı. Zaten tersi mümkün değildi, bütün rüzgarlar Tayyip’in yelkenlerini şişiriyordu. Ordu ve kontrgerilla içindeki geleneksel faşist yapılar, daha ilk günden tasfiye edileceklerini ya da en azından ordunun siyasi sistem içindeki yerinin sarsılacağını anlayarak harekete geçtiler. Tayyip Erdoğan, Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, Poyrazköy, Donanma davalarında hukuk cinayetlerine yol açsa da, bu planların her biri ve hepsi gerçekti; 2003-2007 arası aralıksız darbe teşebbüs ve hazırlıklarıyla geçti. Ordudaki hevesli ve kibirli cuntacılar, on yılların alışkanlığıyla kendilerine abartılı bir güç vehmetmişlerdi ya da güçlerinin “nereden geldiğini” unutmuşlardı: Kendilerini üç, hatta üç buçuk darbede iktidara taşıyan güçler –ABD ve büyük sermaye- bu kez tam karşılarında, devirmek istedikleri Tayyip’in arkasında duruyorlardı.  TÜSİAD’da cisimleşen büyük semayenin mızıldanmalarına, hatta “muhalefetine” tayin edici bir önem atfedilemez; çünkü büyük sermaye bu dönemde kesinlikle  askeri darbe destekçisi olmadı, Tayyip’ten yakınsalar da her biri “en yüksek kar oranlarına AKP  döneminde eriştiklerini” açıklamaktan geri durmadılar. ABD’ye gelince, yakın zamana kadar bütünüyle Tayyip’in arkasında durdu. Eğer ABD, polis ve istihbarattaki Fethullah Gülen’ciler eliyle Ergenekon, Bolyoz vs. operasyonları başlatmamış olsaydı, AKP, bırakalım “kozmik oda”lara girmeyi; herhangi bir askeri birliğin mutfak giderlerini belgeleyen faturalara bile ulaşamazdı. Orduya, yani Başkan Carter’ın deyişiyle “bizim çocuklara” operasyonu ABD yaptı, çünkü yeni döneme “uyum kabiliyetini” yitirmişti ordu; oligarşi ve faşist diktatörlük bünyesindeki klikler arasında “nöbet değişimi” zamanı gelmişti.

(Küçük bir not: Bu tablo, tersine olarak, Mahir’in tespitinin ne kadar önemli olduğunu gösterir: “İçsel bir olgu olarak emperyalizm” Türk devletinin bağırsaklarına kadar hakimdir, istediği gibi saçar döker pislikleri ortaya ve istediği gibi dizayn eder devleti ve siyaseti. Basitçe emireri olan bir devletten ve ülkeden sözetmiyoruz elbette, ama emperyalizmin hakimiyeti oldukça derindir ve gidişata yön vermede büyük etki sahibidir. Örneğin YPG konusunda “eyyy Amerika” diye gürleyerek Amerika’ya giden Tayyip; “YPG yüzünden ABD ile ilişkilerimizi bozacak değiliz” diyerek tornistan edip döndü Türkiye’ye. Bu küçük notu düşüp devam edelim.)

Türkiye, darbenin her türüne alışıktı: Başbakan sallandıranına, muhtıra ile hükümet düşürenine,  memleketin her karışını postalla çiğneyenine, postmodern olanına, e-muhtıra girişimine vs; AKP eliyle tezgahlananı ise seçimle meşruiyet edinen, fakat 2007’den itibaren eski yapıyı tasfiye ve devleti ele geçirme bağlamında bütünüyle istihbari, polisiye, yargısal bir süreç olarak geliş(tiril)en türdendi. Bütün devlet aygıtı; ordu, polis, istihbarat, kontrgerilla, yargı, eğitim, akla gelebilecek hangi aygıt varsa hepsi hallaç pamuğu gibi atıldı. Bu kadarı ancak bir darbe idaresinde mümkündü, hatta darbe dönemlerini bile aşan çapta tasfiyeler, kadrolaşmalar, reorganizasyon operasyonları gerçekleştirildi. Kurbağanın suda yavaş yavaş ısıtılması metaforunda anlatıldığı türden zamana yayılmış ve seçimler türünden meşuiyet yollarını gözeterek gelen bir darbeydi bu; tam da bu nedenlerledir ki, “askeri vesayetin tasfiyesi” ve demokrasi yanılsaması yaratmada son derece de başarılı oldu. Eğer illaki bir tarih aranacaksa, 2010’da darbe süreci “tamamına erdi” ve önündeki bütün pürüzleri temizleyen AKP mutlak iktidarını 2010’da kurdu: O günden bu yana faşist diktatörlüğün AKP versiyonuyla yüz yüzeyiz.

Tayyip’in başkan olup olaması faşist diktatörlüğün niteliği bakımından hiç bir şey değiştirmez, bu iş çoktan bitmiştir. Soru şudur: Reisi Tayyip Erdoğan olan faşist yapının rejim ve devlet aygını istediği gibi şekillendirmesinin önünde ne gibi bir engel vardır? Neyi isteyip de yapamıyorlar? Hangi yasa, kurum ya da devlet aygıtı ya da bu aygıtın hangi parçası Tayyip’in önünde engeldir? Tayyip’in mutlak faşist iktidarını sınırlayan nedir? Hiç bir şey! Öyle ki, hiç bir darbe idaresi, en kudretlileri olan 12 Eylül cuntası bile Tayyip’in yaptıklarının yanına yaklaşamadı: Üç yüz küsur generalin hapse tıkıldığına, kısa süre önceki Genelkurmay Başkanının “terör örgütü yöneticiliğinden” hapse atıldığına tanık olunmadı Türkiye tarihinde. Polis, istihbarat, kontrgerilla, yargı hiç bir zaman bu dercede hallaç pamuğu gibi atılmadı. Bunlar darbe değilse ve bunları yapabilmek tartışmasız mutlak iktidar kanıtı değilse eğer, iktidarın da darbenin de içeriği yeniden tanımlanmak zorundadır. Tayyip Erdoğan, 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımayıp sandığı tekmeleyerek klasik darbeye ve darbeci yöntemlere bir adım daha yaklaşmıştır. Öyle ki bugün Hasan Cemal, Cengiz Çandar gibi sol liberaller dahi, artık Tayyip’in “seçim yoluyla iktidarı bırakmayacağını” yazar hale geldiler. Tayyip’in başkan olması, fiili durumu hukukileştirmek dışında bir anlam taşımaz; bu şart yerine gelmese bile führeri Tayyip Erdoğan olan faşist diktatörlük gerçeği açıktır ve değişmez. Başkan olursa da değişmez, Tayyip en fazlasından faşist bir hukuki meşruiyet edinmiş olur, Davutoğlu gibi kuklalarla vakit kaybetmek zorunda kalmaz vs; fakat bunlar da bir rejim açısından (faşist diktatörlük olup-olmama bağlamında) nitelik tayin edici farklar değildir, olamaz.

-AKP’nin dinci faşist diktatörlüğü ve diktatörlük bünyesindeki yeni ittifaklar

Führeri Tayyip olan dinci faşist diktatörlük, Türkiye’nin bu güne dek gördüğü en kırılgan ve en tehlikeli faşist diktatörlük türü/versiyonudur. Devlet, toplum, sermaye ve uluslararası ilişkilerde kendi eliyle tarumar ettiği son derece kırılgan dengeler üzerinde oturmaktadır;  ve paradoksal olarak bunca kırılgan denge üzerinde oturmak Tayyip’i mutlak iktidara, dozunu gittikçe artıran ve artıracak olan terör yöntemlerine mecbur kılmaktadır. Düşerse mahvolacağını biliyor, düşmemek için teröre sarılıyor. Sadece korkularıyla değil, ihtiraslarıyla da mutlak faşist iktidara zincirlenmiş haldedir; hala Osmanlı düşleri kuruyor, bunun için IŞİD, Nusra, Sultan Murat Tugayı vs. besliyor. İhtirasları gerçekleşmezse, ki gerçekleşmeyecek, beslediği çeteleri iç politikada ve her geçen gün daha da körüklediği iç savaşta kullanmayı düşünüyor. Bu yüzden kırılgan ve tehlikelidir Tayyip’in dinci faşist diktatörlüğü.

Fakat Temmuz 2016’da başlayan son Kürt savaşının kendi başına Tayyip’in eseri olduğunu sanmak büyük yanılgıdır. Hem olayların dizilişinden hem de ortalığa saçılmaya başlayan belgelerden anlaşılıyor ki; 6-8 Ekim Kobane olaylarından sonra Ordu başta olmak üzere bir bütün devlet aygıtı “beka sorunuyla” yüz yüze oldukları sonucuna vardılar ve yani bir bastırma harekatının fitilini ateşlediler. Rojava devrimi, bölgedeki gelişmeler ve Tayyip’in Gezi fobisi birleşerek yeni bir “ayaklanma bastırma” konseptini planlamalarına yol açtı. Önce polise rahatlıkla cinayet işleme yetkisi veren “iç güvenlik yasasını” çıkardılar, yeni bir Gezi’de ne yapacaklarını böylelikle ilan etmiş oldular. Devamla, 6-8 Ekim Kobane olaylarından sonra 14 saat süren MGK toplantısında planladılar Kürdistan seferini ve Temmuz 2016’da uygulamaya başladılar. Bu sonuncusu, devlet bünyesinde de yeni ilişki ve ittifaklar anlamına geliyordu. Fethullahçılarla bozulan ittifakın yerini Ergenekoncular ve orduyla kurulan ittifak aldı. Askerlerin ve Ergenekoncuların cezaevlerinden salınması kurulan yeni ittifak uyarınca gerçekleşti. Doğu Perinçek’in, “Hükümet Temmuz’dan bu yana bizim programımızı uyguluyor” demesi, Baykal’ın, Feyzioğlu’nun hükümete destek atan çıkışları yeni ittifakı tescilleyen mühürler olarak anlaşılmalıdır. MHP zaten baştan itibaren aynı ittifakın içindedir, ayrıca değinmeye gerek yok. Tek cümleyle, eski ve yeni faşist klikler, “ayaklanma bastırma konsepti” uyarınca birleştiler.Elbette bitleri kadar sevmiyorlar birbirlerini, fakat “düzenin bekası” için “mecburlar”. İlk fırsatta da birbirlerinin gırtlağına sarılacaklar ve Türkiye faşist klikler arasında daha nice iktidar savaşlarına sahne olacak. Fakat bu kuvvetli olasılık şu anda birleştikleri ve Türkiye’nin tanık olduğu entehlikeli faşist bileşimi oluşturdukları gerçeğini karartmamalıdır. Geçerken belirtelim, CHP’den TKP’ye kadar bir dizi politik aktörün, “HDP’nin özerklik ve Öcalan’ın özgürlüğü karşılığında başkanlığa razı olduğu/olacağı” yönlü propagandaları fena halde çuvalladı. Aksine; Tayyip’in bir zamanlar hapse tıktığı bütün düşmanları, bugün Kürtlerin ezilmesi karşılığında Tayyip’e Başkanlık yolunu açıyorlar. Baksanıza Kılıçdaroğlu bile “teröre karşı açık çek” vererek, başkanlık yolunda Tayyip’in “önüne yatıyor”. Ne diyelim, Allahın sopası yokmuş… (Fakat memlekette fikri takip de yok, “yanılmışız” deme erdemini gösteren saygın ve tutarlı politik kültür de. Unutalım gitsin, “biz her zaman halıyız, haklı olmadığımız durumda da birinci madde uygulanır”. Etrafa unutturup “yediririz”, kendi tabanımız ise ne yapsak sorgulamaz.. Ne diyelim, muhteşem! AKP’nin “biat kültürü”nün “panzehiri” bu olsa gerek…)

Tayyip’in dinci faşist diktatörlüğünü diğerlerine göre daha tehlikeli kılan şey, yalnızca devlet katında kurduğu ittifaklar vs. değildir. Diğer tüm hükümetlerden faklı olarak “istasyona yanaşan bir tren” olmakla yetinmedi, “istasyonu ele geçirdi”, istasyonun ta kendisi oldu. Bu durum yarı-askeri faşist diktatörlük döneminden faklı olarak,  diktatörlük içindeki göreli güç paylaşımının yol açtığı -ve zaman zaman ezilenlerin de yararlanabildiği- diktatörlük içi çatlakları vs. betonlamak ve su sızdırmayan bir mutlak iktidar inşa etmek demektir. Evet devleti ele geçirdiler, tam hakim olamadıkları eski (düşük) faşist yapıları da Temmuz 2016’dan bu yana görüldüğü üzere kolaylıkla yedeklediler ya da kendilerine tabi kıldılar. Ama kesinlikle bunlarla yetinmediler. Sadece “havuz medyası” denilen pisliğin oluşum mekanizmaları bile AKP’nin nasıl bir örgütlülük üzerinde yükseldiğini göstermeye yeter: İhale verilen her holding, AKP medyasının finansmanı için “havuza” bir “sakal atmak” zorundadır. Yüz milyonlarca dolar toplandı bu sayede. Ve ulaşılan sonuç, satın alınan yüzlerce kalem, Göbels’i aratmayan bir propaganda aygıtı olmakla kalmadı; AKP, mutlak iktidarına dayanak teşkil edecek “milletin a… koyan” türedi zenginlerden oluşan bir sınıfsal dayanağa-temele de kavuştu. Bu yapı TÜSİAD’da cisimleşen büyük burjuvaziyle aşık atabilir mi, tartışılır. Mevcut tablo, iktidarın oluşturduğu yapıya dayanılarak TÜSİAD’ın terbiye edilip AKP’ye tabi kılındığını, iç bütünlüğünü yitirdiğini ve son tahlilde onların da “AKP döneminde çok kazandıklarını”, dolayısıyla da AKP’nin suyuna gidebileceklerini gösteriyor. Son dönemde Koç Grubu ve Aydın Doğan Medyasının “oryantasyon” kıvraklıkları tam da bunu gösteriyor. Aynı “havuz olayı” belediyelerde de geçerlidir. (AKP faşizminin gelecekteki tasfiyesinde herhalde bu “havuz problemi” önemli maddelerden biri olacak.) İhale alan büyük küçük her patron “havuza sakal atar”. Toplanan paralar AKP’nin güdümündeki muhtarlar ve Parti teşkilatları eliyle “ihtiyaç sahiplerine”, yandaşlara ya da yandaş yapılacak olanlara, “yasal mevzuata kavuşturulmamış sosyal yardımlar” olarak dağıtılır. Türkiye’ye özgü korporatist bir yapıdır bu ve tüm korporatist yapılar gibi çelişkileri nispeten yumuşatmanın yanısıra, faşizme kitle tabanı oluşturmaya da hizmet eder. Öte yandan Zarrap-Babek olayında görüldüğü üzere, yolsuzluk boyutlarını çok aşan tarzda İran’a dönük ambargo kırılmış ve siyasi bu operasyonla yüz milyarlarca dolar illegal kaynak oluşturulmuştur. Bu para öyle “devlet kasasına” vs. girmemiş, doğrudan Tayyip ve ekibinin ellerinde toplanmıştır. Türkiye’nin faşist geleneklerine, Türkiye ekonomisinin mafyöz yönlerine gayet uygun tarzda, dün Şevket Yahnicilerin eroin kaçakçılığı için söyledikleri, bugün sallabaş Muammer Gülerler, “Bakara-makara-kukaracı” Egemen Bağışlar eliyle başka biçimlerde hayata geçirilmiştir. Keza başkaca hesaplar uyarınca Arap ve Körfez sermayesi epeyce desteklemiştir ve desteklemektedir Tayyip’i.

Yukarıda kabaca sıralanan veriler dinci faşist diktatörlük için yeterli iktisadi-sınıfsal temele ve kitle tabanı mekanizmalarına işaret eder. AKP, diğerleri gibi basit bir oy toplama partisi değildir. Tepeden tırnağa, devletten topluma, sermayeden uluslararası ilişkilere kadar her alanda sıkı örgütlü bir faşist partidir. Biz, Tayyip’in Muhtarlarla yaptığı toplantıların gösteri versiyonunu izliyoruz. Sarayın arka odalarında istihbarat yapıları, muhtarlarla çok daha “derin” toplantılar yapıyorlar. İstihbarattan AKP’ye oy devşirmeye, Türkiye’yi mahalle mahalle fişlemeden yoksulları AKP yararına satın almak için para dağıtımını örgütlemeye kadar bir dizi “iş” veriliyor muhtarlara, muhtemelen karşılığında da Padişahlarından “bahşişlerini” alıyorlar. Çünkü padişahımızın bitmez tükenmez bahşiş “havuzları” vardır ve ekonomik-politik-örgütsel-askeri muazzam bir faşist çark hizmetindedir: Faşist parti/aygıt/devlet budur işte!

Bitti mi? Bitmedi. Ne kadar örgütlü olursa olsun yirmi milyonluk bir taban, -ki kanımızca bu rakamın % 10’u ancak örgütlü ve kararlıdır- öyle başıboş bırakılabilir mi? Bırakılamaz, bu yığına can, kan, ruh ve hareket katacak bir iskelet gerekir, onlar da kurulmuştur zaten. Esadullah Tim, AŞİH, SADAT, Osmanlı Ocakları, Sakarya-Hendek dolaylarındaki paramiliter faşist eğitim çiftlikleri, eski yapıdan gelen JİTEM, JÖH ve PÖH’ler, yetmezse Reisin kıçının arkasında secde etmeyi “milli görev” addeden Ülkü Ocakları, “hayatının en güzel günlerini yaşayan” (Cizre bodrumları günlerinde söyledi bu sözü Perinçek)  Perinçekgillerin ulusalcı faşist tosuncukları: Hepsi reisin emrine hazır ve nazırdır. Dahası var. Reis, Osmanlı hayali için Suriye’de IŞİD, Nusra, Sultan Murat vs. türünden dinci faşist çeteler beslemekle yetinmiyor; içeride bütün tabanını IŞİD ideolojisiye yoğuruyor (bkz. Diyanet işlerinin çocuklara dönük hazırladığı “şehit olmak istiyorum” broşürleri), bütün resmi kontrgerilla ve özel harpçi yapıları IŞİD ideolojisi temelinde yeniden kuruyor. Dışarıda ve içerideki bu yapıları istediği an Türkiye’yi kana bulayacak tarzda (Kürdistan’ı zaten buluyor) aktive edebilir. Bu yüzden diyoruz ki, IŞİD ideolojik olarak Ankara’nın iktidar tepelerinde  oturmaktadır ve sarayın emrinde  azımsanamayacak oranda IŞİD’leşmiş yapı vardır. İdeolojik ortaklıklarının ötesinde,  içte ve dışta iç içe geçmişliklerini de vurgulamak için gayet yerinde olarak “AKP-IŞİD faşizmi” diyoruz.

Tekrar edelim, Türkiye, tarihinin en tehlikeli faşist yapısıyla karşı karşıyadır. Türkiye’de ilk kez aşağıdan toplumsal tabana ve çeşitli türden örgütlülüklere dayanarak gelen faşizm ile; yukarıdan devlet eliyle ya da devleti ele geçirerek gelen yapı birleşmiştir. Bu yüzden führeri Tayyip olan  faşist diktatörlük, karşılaştıklarımızın en tehlikelisidir. Krizden gelmiştir, kırılgan dengeler üzerinde oturmaktadır ve artık bizatihi kendisi ağır bir kriz kaynağıdır. Bu yüzden düşecek, düşürülecektir, ama kolay gitmeyecektir. 1969’da dinci faşistlerin devrimcilere saldırdığı Kanlı Pazar olaylarını örgütleyen isimlerden olan Mehmet Şevket Eygi, bugünlerde, “Endenozya’da balıklar insan etine doydu” diye yazdı. (Kadroların sürekliliği bahsine dikkat buyurulsun.) Ağzından kan damlayan bu ihtiyar dinci faşist, 1965’de Endonezya’da bir milyon komünistin katledilmesine atıfta bulunuyor, Türkiye’de de buna ihtiyaç olduğunu ima ediyor. Yeni Şafak Gazetesi Gn. Y. Yönetmeni İbrahim Karagül ise, “müslümanlar mahalle mahalle, ev ev direnmeye hazır olmaldır” çağrısı yapıyor; Karagül’ün omuzları üzerinden kimin konuştuğu açıktır. Ciddi bir pozisyon yakaladılar ve normal yollarla gitmeyecekler, bütün hazırlıkları buna dönüktür.

İdeoloji ve uygulamalar bakımından, faşist diktatörlüğün şiddetten daha ayırdedici göstergeleri vardır. Mutlak otorite- mutlak itaat arar faşist diktatörlük. Ya bendensin ya düşmanımsın  diye höykürür olur olmaz. Örneğin Can Dündar’ın yazı yazıp hapse atılmaması kendi başına “demokrasi” göstergesi vs. değildir. Fakat bırakalım komünistleri, Kürtleri; bir burjuva demokratın yazı yazdığı için, bir akademisyenin imza attığı için hapse atılması, faşist toplum-iktidar projesi bakımından şiddetten daha çarpıcı ve tanımlayıcı uygulamalardır. Betonlanmış bir toplum profesinin uygulamaları, tezahürleridir  Can Dündarlara, akademislere yapılanlar. Onların muhalefetine dahi tahammülleri yoktur, doğru; fakat daha önemlisi onlar üzerinden tüm topluma verilen mesajdır: Susun, biat edin, yoksa… Şiddet de eksik değildir zaten, isteyen Cizre bodrumlarında uygulanan aşağılık şiddete bakabilir, isteyen Armutlu’da Dilek Doğan’ın katledilmesine. Faşist diktatörlük sadece devlet aygıtını değil, tüm toplumsal, siyasal, entellektüel, ahlaki, dinsel, sanatsal, edebi hayatı; sosyal ve entellektüel dokuya dair her şeyi yeniden ve kendi ideolojisine göre şekillendirmek ister. Şekillendiremediğini de ezemiyorsa eğer, kendine tabi kılmak, bir köşede suskunluğa hapsetmek ister. Devr-i Tayyip, gani gani bu uygulamalarla doludur. Kaç çocuk doğurulacağından, sezeryanla mı sezeryansız mı doğurulacağına, hamile kadının sokakta gezip gezemeyeceğine, kadınların etek boylarına, sağlık politikaları boyutunu aşan sigara yasaklarına, kafeteryaların sokağa masa atmalarına kadar akla gelebilecek her alanda yeni norm ve “değerler” oluşturuluyor bugün. Bu normların büyük çoğunluğunun da faşizmin doğasına gayet uygun olarak, patriyarkal değerler üzerinden tariflenmesi kesinlikle tesadüf değildir.

-Tartışma notları

Faşizm bağlamında bir kaç tartışma notu düşerek bu bölümü noktalayalım.  İki ülke gerçekliğinden hareketle, “Kuzey Kürdistan’da uzun süredir faşist diktatörlük hüküm sürmektedir, Türkiye’de ise sürmemektedir” denebilir mi? İki ülke gerçekliğine rağmen aynı coğrafi-siyasi sınırlar içinde bu mümkün müdür? Amerika ile Vietnam’ın ilişkisi değildir bizdeki; hatta İspanya ile Fas’ın ilişkisi bile değildir. Dahası Kürdistan İsmail Beşikçi’nin deyimiyle, “sömürge bile değildir”; örneğin İngilizler, başına sömürge valisi atasalar da, Hint ulusal varlığını yok saymayı hiç bir zaman düşünmediler. Halbuki bizde Kürdistan “yok ülke”dir, Kürtler ise yakın zamana kadar “yok halk” idi, kart-kurt eden “dağlı Türkler”di vs. Ve bu ırkçı bir “akademik  tez” değil, kanla uygulanan bir devlet politikası idi. Eğer bu faşizm değilse nedir? Bu politikayı uygulayan devlet aygıtı, faşist diktatörlük değilse nedir? Yok  eğer bu aygıt faşist diktatörlük ise, aynı aygıtın batıdaki bölümü neden ve nasıl faşist diktatörlüğün dışında kalır? Kalabilir mi? Bir Kürt çıksa ve, “biz 1930’larda Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un ettiği sözden bu yana (“Türk olmayanın hakkı köle olmaktır” vs.) demokrasi yüzü görmedik, hep faşizm altında yaşadık” dese kim ne diyebilir? Aynı sözü Aleviler, Müslüman ve Hristiyan azınlık halklar söylese nasıl itiraz edilebilir?

Bu soruları not edip geçelim.

  1. Faşizmin tasfiye yolları, deneyimler

-İspanya

1994-98 yılları arasında Türkiye’nin İspanya Büyükelçisi olan Akın Özçer’in,  16 Nisan 2009‘da Hispanolalite sitesine yazdığı yazının genişçe özeti fikir vericidir, aşağıda aktarıyoruz.

„Demokrasiye geçiş döneminin mimarı, kuşku yok ki, Kral Juan Carlos’tu. Franco’nun 1972 yılında çıkardığı bir yasa uyarınca, ölümünden sonra nasyonal Katolikliği (ulusal sünnilik, milliyetçi dincilik gibi kavramların „kulakları çınlasın“-bn.) devralan monark O’ydu. Ancak Juan Carlos, Frankist ideolojinin kendine verdiği yetkileri demokrasiyi inşa etmek amacıyla kullanacak ve bu süreçte Franco’ya bağlı Ordu’yu da, atanmışlardan oluşan Meclisi de denetimi altında tutacaktı. Başbakanlığa atadığı Adolfo Suarez’le birlikte, Franco yönetiminin düşmanları olan demokrat, sosyalist, ayrılıkçı ve komünistlere siyasi af çıkaracak, İspanya Sosyalist İşci Partisi (PSOE), Milliyetçi Bask ve Katalan Partileri PNV ve CİU ile İspanya Komünist Partisi’ni (PCE) yasallaştıracaktı. Bu siyasi partilerle ilk demokratik genel seçimlerin yapılmasını sağlayacak, seçim ertesinin siyasi kurumlarını hükme bağlayan Siyasi Reform Yasası’nın çıkmasında büyük rol oynayacaktı.

Kral Juan Carlos’un Frankistler üzerinde “vaat edilen monark“ olarak manevî etkisi büyüktü ama Ordu’nun tümüyle gidişattan memnun olduğunu söylemek mümkün değildi. Nitekim General Santiago y Diaz de Mendivil isyan bayrağını açacak, ancak Suarez, yerine liberal eğilimiyle tanınan Gutierrez Mellado’yu atayarak reform sürecinin devam etmesini güvence altına alacaktı. Suarez,  Siyasi Reform Yasası’nı Franco’cu Meclis’ten 59’a karşı 425 oyla geçirecekti ama asıl önemli olan katılımın % 77 olduğu referandumdan % 94 oranında “evet” oyunun çıkmasıydı.

Halkın Franco’nun ölümünden sadece bir yıl sonra reform sürecine verdiği büyük destek, ilk demokratik seçimlerde Frankizmi tümden silmesiyle daha da büyük bir anlam kazanacaktı. Öyle ki Suarez’in kurduğu merkez partisi UCD ile merkez sol PSOE toplam oyların % 65’ini, diğer partiler de aşağı yukarı geri kalanını (PCE % 9,5, AP 8,5, Katalan ve Bask milliyetçiler % 6) alarak halkın Franco’nun safsatalarına hiç değer vermediğini ortaya koyacaktı.

Demokrasiye geçişin ikinci aşaması genel seçimlerden çıkan parlamentoda başlayacak, Kral Juan Carlos, Temsilciler Meclisi ve Senato’dan oluşan parlamentodan yeni ve demokratik bir anayasa hazırlamasını isteyecekti. İki Meclis ve komisyonlarında yürütülen yoğun çalışmalar sonucu İspanya yeni anayasasına kavuşacaktı. Hem de terör örgütünün Ordu’yu tahrike yönelik eylemlerini arttırdığı ve Ordu’nun ileri gelenlerinden İspanya’nın bölünmekte olduğuna ilişkin görüşlerin bazı basın organlarında yer bulmaya başladığı bir dönemde.

1978 Anayasası İspanya’da o dönemde olabilecek en geniş toplumsal mutabakata dayanan, eksiksiz bir demokrasi oluşturuyor. Bu mutabakatın içinde, kuşku yok ki, Ordu’da baskın olan Frankist unsurlar da, ETA da (genelde ayrılıkçı Bask milliyetçileri de) bulunmuyor. Anayasanın İkinci Cumhuriyet döneminden esinlenen ama genelleştirilmek suretiyle denetim altında tutulmak istenen özerklikler sistemi olsun, evrensel ilkeleri tümüyle benimseyen demokratik niteliği olsun, bu aşırı uçları dışlıyor.

Demokrasiye geçiş döneminin dönüm noktasını, kuşku yok ki, 23 Şubat 1981 tarihli askeri darbe girişimi (Duque de Ahumada operasyonu) oluşturuyor. Operasyon emir-komuta zinciri çerçevesinde yapılmıyor ama başarıyla sonuçlanması halinde Ordu’nun darbecilerin emirlerine uyacağından kimsenin kuşkusu yok. İşte bu noktada Kral Juan Carlos bir kez daha ortaya çıkıyor ve demokrasiden yana tavrını koyuyor.“

Faşizmin gelişinin tek bir biçimi olmadığ gibi, tasfiyesinin de tek bir biçimi yoktur, deneyimler bunu gösteriyor. Emperyalizm ve kapitalizm yaşadığı sürece faşizm tehlikesi nihai olarak ortadan kalkmaz. Komünistler ve tutarlı devrimciler, faşizmin devrimci yollarla ve devrimle tasfiyesinden yanadırlar. Fakat hayat her zaman devrimcilerin istediği yönde gelişmeyebiliyor. İspanya’da faşizm 1930’ların ortasında, İspanyol Cumhuryeti’nin iç savaşta ezilmesiyle kuruldu ve kırk yıl hüküm sürdü. Kırk yıl boyunca komünistlerin, demokratların, işçi ve emekçilerin direniş ve eylemleri oldu. Direnişler faşizmi yıpratsa da, İspanya’da faşizmin direnişle ve devrimci yollarla tasfiye edilmediği açıktır.

Peki nasıl tasfiye oldu faşizm İspanya’da?

Kendisini gerektiren şartların uzun yıllar içinde ortadan kalkmasıyla. Sınıflar arası ilişkilerde, burjuvazinin ve devletin iç  ilişkilerinde, dünya durumunda yeni şartlar ve dengelerin oluşmasıyla vb., faşizmi gerektiren zemin ortadan kalktı ve yıllar içinde tavsayıp köhneyen yapı, burjuvazi eliyle tasfiye edildi. Elbette komünistlerin, Bask ve Katalanların, anti-faşist sosyalistlerin(sosyal demokratlar)  mücadelesi önemlidir, fakat sonuçta burjuvazi, tüm bu basıncı ve dengeleri gözeterek faşizmin burjuva demokratik yönde tasfiyesine yönelmiştir. Burjuvazi için faşizm gerekiyorsa faşizme başvurur; ertesi gün burjuva demokrasisinin çıkarlarına daha uygun hale geldiği şartlarda kulvar değiştirmekte hiç bir sakınca görmez. İspanyol faşizmi „Viva Muerta!“/yaşasın ölüm şiarıyla iktidara gelmişti, kırk yıl sonra köhne bir ağaç gibi çöküp gitti. (Faşizmin terörünün ve terörün düzeyinin keyfiyete değil, ihtiyaca-zorunluluklara bağlı olduğu bu örnekte de görülebilir.) Büyükelçi Akın Özçer, sonuçları ve ortalıkta görünen bazı aktörleri yazıyor, örneğin Kral Juan Carlos’tan bir „süper kahraman“ yaratıyor. Kral, yukarıda belirttiğimiz yeni dengeleri dillendirebilir ancak, zamanı gelen değişim şu veya bu yolla gündemleşir. Asıl ilginç olan, ayakta duramayacak kadar köhnemiş faşist yapının, kırk yılın sonunda bırakalım komünistleri, Bask ve Katalan partilerini, sosyal demokratları dahi yasaklı tutabiliyor oluşu ve İspanya’yı hala „atanmış meclisle“ yönetebilmesidir. Bir kaç yıl içinde bu yapı büyük oranda tasfiye edildi, buna rağmen 1981’de askerler meclisi basarak başarısız bir darbe girişiminde bulunmaktan geri durmadılar.

-Şili, Arjantin, Brezilya

11 Eylül 1973’de iktidara gelen Pinochet  1990’a kadar Şili’yi faşist terörle yönetti. Faşizmin Şili’deki tasfiyesi de İspanya’dakine benzer yollarla oldu. Pinochet 2006’da  ev hapsinde tutulurken öldüğünde 91 yaşındaydı. Askeri görevlerle uzun yllar ABD’de kaldıktan sonra Tümgeneral rütbesine yükselmişti Pinochet, ardından da Allende’yi devirdi. İstisnasız bütün askeri darbelerin başında ya da kurmay heyetinde bulunanların çoğu için standart bir vasıftır, „askeri görevlerle ABD’de bulunmak“, ne diyelim, Gehlen’in kemikleri çürüsün. Pinochet, 10 Aralık 2006’da askeri hastanede öldü. Şili hükümetinin Pinochet için devlet töreni yapılmayacağına karar vermesi nedeniyle yalnızca askeri tören düzenlendi. Hükümet ayrıca ulusal yas ilan edilmesi yönündeki talepleri de reddetti. Naaşı vasiyeti üzerine yakılarak ailesine teslim edildi. Ailesi, saldırı ihtimali nedeniyle kendisi için mezar yaptırmadı. Silahlı kuvvetler de Pinochet’nin küllerinin herhangi bir askeri tesiste bulundurulmasına izin vermedi. Bir faşist diktatörün,  bu dünyada mezarının bile olamayacağı hale getirilmesi, faşizmin tasfiyesi bakımından sembolik ama önemli bir işarettir. Kenan Evren’in ardında  devlet ricalinin dizilmesi de bir başka „işaret“tir.

Arjantin ve Brezilya’da da askeri faşist ditatörlükler  İspanya ve Şili’ye benzer yöntemlerle tasfiye edildiler. Özellikle Arjantin’deki darbe,  30 bin insanı katlederek kanlı bir miras bıraktı geriye. 1976-83 yılları arasında hüküm süren cunta, 1982’de İngiltere ile girdiği savaşı yitirdikten sonra iflah olmadı.

-Faşizm ve savaş

Geçerken vurgulanmalıdır ki, faşist diktatörlüklerin pek çoğu dış politikada yayılmacı emellere sahiptir ve genelikle de bir savaşa bulaşarak tasfiye olurlar. Arjantin cuntası Falklant savaşını yitirince çöktü. Yunanistan’daki Albaylar Cuntası  1974’teki Kıbrıs savaşını yitirince tutunamadı. Portekiz’de Salazar diktatörlüğü sömürge savaşları nedeniyle çöktü. Saddam, emperyalizmin teşvikiyle İran ve Kuveyt  maceralarına atılarak sonunu hazırladı. Faşizm, içte terör rejimi dışta yayılmacılık ve savaş eğilimidir. Hitler, Mussolini ve Japon faşizmi geçen yüz yılın ilk yarısında bunu doğruladılar, yüz yılın ikinci yarısındaki faşist diktatörlükler de genellikle „ustalarının“ izinden gittiler. Tayyip de faşizmin bu tipik çizgisini doğrular yönde adımlar atıyor. Baştan beri Suriye savaşının kışkırtıcısı ve tarafıdır, açık askeri maceralara da atılabilir ve bu sonunu daha da hızlandırır.

-Portekiz: Karanfil Devrimi

Portekiz’de yarım asra yakın hüküm süren  Salazar’ın faşist diktatörüğü ise oldukça faklı yollarla  tasfiye edildi. Endonezya ve Hindistan’daki bazı bölgelerden tutun, Afrika‘daki pek çok ülkeye kadar  sömürgeleri olan Portekiz, sömürge savaşlarında yorgun düştü. Özellikle yüzbaşılar düzeyindeki alt rütbeli subaylar sömürge savaşlarından bıkmıştı, halk diktatörlükten de, sömürge savaşlarının finansmanı için belinin bükülmesinde de nefret ediyordu. Dünyada olanların tersine bir dinamikle, Portekiz ordusu 25 Nisan 1974’te  faşizmi tasfiye etmek için harekete geçti. Can kaybı olmasın diye sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine rağmen on binlerce Porekizli meydanları zaptetti. Parklardan koparılan karanfiller tankların namlularına takıldığı için 25 Nisan „Karanfil Devrimi“ olarak anıldı. Siyasi polis teşkilatı DGS’nin bizzat başkanı halka ateş açarak 4 kişiyi katletti, süreçte başka can kaybı olmadı. Başbakan Ceatano ve Devlet Başkanı Tomas, Brezilya’ya kaçtılar. Kırk yılı aşkın süredir tek yasal parti olan iktidardaki Ulusal Eylem Halk Partisi kapatılıp yasaklandı, polis teşkilatı DGS dağıtıldı. Portekiz, sömürgelerindeki bütün askeri ve sivil personeli bir kaç gün içinde geri çekti. Goa, Daman ve Diu bölgelerinde Hindistan’ın egemenliği tanındı, Portekiz hak iddiasından vazgeçti. Sao Toma ve Principe adalarının yönetimi yerli halkların oluşturduğu geçiş hükümetlerine devredildi. Doğu Timor yerli halka bırakıldı. (Fakat kısa süre sonra Endonezya tarafından işgal edildi.) Angola ve Mozambik’in bağımsızlıklarını tanıyan antlaşmalar derhal imzalandı. Polis teşkilatını dağıtması, iktidardaki faşist partiyi kapatıp yasaklaması ve sömürgeciliğe son vermesi itibarıyla Portekiz’de yaşanan özgün bir demokratik devrimdir. Devrimsel dönüşümler gerçekleştirilmesine  rağmen süreç demokratik halk iktidarı yönünde ilerlemedi, burjuva demokrasisi ile sonuçlandı.

-Yunanistan

Yunanistan’da 1967-74 arasında hüküm süren askeri faşist diktatörlüğün tasfiyesi İspanya ve Portekiz’deki tasfiyelerle kimi ortak çizgiler taşır, fakat özgünlükleri de vardır. Albaylar cuntası, İspanyadaki gibi tavsayarak değil, ciddi bir halk muhalefetinin basıncıyla ve Kıbrıs yenilgisinin etkisiyle düşer. Daha sonraları Yunanistan’da Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapacak olan sosyal demokrat Andreas Papandreu ve  merkez sağdan Konstantin Karamanlis dahi sürgüne gönderilmişlerdi. Salt komünistler değil, sosyal demokratlar ve merkez sağcılar da cuntaya direnme arayışına girdiler,  tüm bu politik akımları kapsayan cephe örgütlenmeleri kuruldu. Sağcı bir militan, cunta lideri Papadapulos’a başarısız bir suikast girişiminde bulundu. Cuntanın sonunu öğrenci ayaklanmaları getirdi. 14 Kasım 1973’de Atina Politeknik üniversitesi işgal edildi. 17 Kasım’da ordu üniversiteye tanklarla girdi. Onlarca öğrenci katledildi. Politeknik direnişi cunta için sonun başlangıcıydı. Kıbrıs’ta elde edecekleri zaferle ömürlerini uzatmak istediler, fakat Ege’nin karşı yakasındaki diğer cuntanın askerlerine yenildiler ve düştüler. Cuntanın düşüşünde halk hareketinin payı yüksektir, ancak süreç devrime ve demokratik halk iktidarına ilerlemedi, burjuva demokrasisinin inşasıyla sonuçlandı. Cuntacılar yargılandı ve idama mahkum edildiler. Cezaları ömür boyu hapse çevrildi. Cunta lideri Papadopulos 1999’da, Dimitrios Yuannides ise 2010‘da hapishanede öldüler.

Nicos Poulantzas, sadece Hitler Almanyasını değil, güney Avrupa’daki faşist diktatörlüklerin yapısı ve çözülüşlerini inceleyen bir çalışma da yapmıştır. (bkz. Diktatörlüklerin Krizi: Portekiz, Yunanistan, İspanya)

-Fransa ve İtalya

  1. Dünya Savaşının sonunda Fransa ve İtalya’da faşist rejim ve işgaller komünistlerin önderliğindeki partizan savaşlarıyla yıkıldılar. Fransa’da salt Nazi işgali yoktu, yanısıra işbirlikçi faşist Vichy rejimi hüküm sürüyordu. Silahlı mücadele faşist işgale ve işbirlikçi faşist rejime karşı yürütülmüştür. Komünistlerin yanısıra sosyalistler ve yurtseverler de silaha sarılmıştır. Ne yazık ki FKP, direnişi ve zaferi devrime ilerletme yönünde tutum almamış –pek çok nedeni vardır bunun, dönemin SSCB politikaları da etkenlerden biridir- burjuva demokrasisine razı olmuştur. Sonuçta faşizm, silahlı mücadele ve devrimci usullerle tasfiye edilmesine rağmen, anti faşist mücadele halk iktidarı ya da sosyalizmle değil, burjuva demokrasisiyle sonuçlanmıştır.

İtalya’daki durum daha da trajiktir. İtalya’da yabancı ülke işgali yoktur, mücadele doğrudan Mussolini iktidarına karşı yürütüldü. Komünist partizanların sayısı bir milyon sınırlarına dayandı. Mussolini düştüğünde, bir milyon partizan dışında bir iktidar gücü yoktu İtalya’da. Fakat İKP iktidarı almadı, burjuva demokrasisine razı oldu. Bernardo Bertolucci, politik sinemanın başyapıtları arasında olan „1900“ filminde çarpıcı biçimde anlatır süreci. Filmin sonunda İKP’nin kararıyla silahlarını ağlayarak  teslim eden partizanlar görülür.

Yunan direnişi de benzer bir akibetle, fakat bu kez büyük bir komünist katliamı ve İngiltere güdümündeki kralcı faşist rejimle noktalanır.

-Yugoslavya, Bulgaristan, Arnavutluk

Yugoslavya, Bulgaristan ve Arnavutluk’da ise işgale ve faşizme karşı silahlı direnişler devrimle ve demokratik halk iktidarlarıyla sonuçlanır. Bulgaristan, silahlı partizan savaşlarının yanısıra, parlamento ve işçi-köylü cephesi türünden zengin mücadele yöntemlerini birleştirmesiyle diğer örneklerden ayrılır. Yugoslavya direnişine damgasını, sayıları 350 bine ulaşan Tito’nun kızıl partizanları vurur. Arnavutluk Komünistleri de Enver Hoca önderliğinde partizan savaşıyla işgali ve faşizmi yenilgiye uğratıp iktidara gelirler.

  1. Türkiye’de faşist diktatörlüğün tasfiye olasılıkları

Türkiye’de faşizmin burjuva demokrasisi yönünde tasfiyesi, “teorik olarak” mümkündür. Faşizmin bu tarzda tasfiyeye uğradığı İspanya, Portekiz, Yunanistan, Arjantin, Şili ile –yaklaşık olarak- aynı kategoride sayılabilecek orta derecede gelişmiş kapitalist bir ülkedir Türkiye. Kurulduğu günden bu yana oligarşik ve faşist rejimler eliyle yönetilmektedir. Özellikle 1960’lardan bu yana ciddi demokratik ve sosyalist mücadelelere sahne olmuştur, azımsanamayacak bir birikime sahiptir. İşçi ve emekçilerin ekonomik ve demokratik mücadeleleri, gel gitleri olsa da hiç eksik olmamıştır. Kürt Özgürlük Hareketi ciddi özgürlük alanları açmıştır. Aleviler ve azınlık milliyetler uyanmış, siyaset sahnesine çıkacak cürete kavuşmuşlardır. Düşünce özgürlüğü her zaman prangalı olsa da, devrimci ve sosyalist basın-yayın faaliyetleri 50 yılı aşkındır  sürmektedir. Burjuva medya havuzlarla, tekellerle parsellenmiş olsa da, bu sahada da belli bir çoğulculuktan, demokratik birikimlerden  sözetmek mümkündür. Akademide, son barış bildirisinde görüldüğü üzere, devletin hegamonyasını çatlatan arayış ve birikimler en karanlık dönemlerde bile ortaya çıkmaktadır. Parlamento ve belediyecilik alanlarında, olanca engellemelere rağmen HDP ve sosyalist güçler mevziler kazanabilmektedir. Liberaller ve demokratlar Kürt sorununun barışçı çözümü ve bağlı olarak burjuva demokratik dönüşümü dillendirmekteler. Çoğullaşan ve farklı ifade yolları arayan kimlikler, siyasi areneda temsiliyeti zorluyorlar. Tek cümleyle, Türkiye’nin iktisadi, sosyal gelişme düzeyi ve mücadele birikimleri, faşizmin şu veya bu yönde şu veya bu usulle tasfiyesini mümkün kılacak olgunluktadır. İktisadi koşullar vurgumuz yanlış anlaşılmamalıdır, dünyanın en geri ülkesinde bile demokrasi mümkündür, bu esasen ezilenlerin mücedelesine ve kazanımlarına bağlıdır. Vurgudaki muradımız, burjuvazinin, aynı kategorideki ülkelerde görüldüğü üzere, çelişkileri nispeten yumuşatabileceği asgari iktisadi, siyasi ve toplumsal temelin varlığına dikkat çekmektir. Fakat bir temel ya da nesnelliğin varlığı ile, o nesnelliğin değerlendirilmesi bir ve aynı şey değildir. Tüm bu faktörler, sistemi demokratik bir reforma tabi  tutmanın gerekçesi/temeli olabileceği gibi; tam tersine faşizmde ısrarın gerekçesi de olabilir/olmaktadır. Türkiye, göreli olarak orta derecede gelişkin bir ülke olsa da,  çelişkilerin oldukça keskin olduğu bir ülkedir. Türkiye’nin düzeni, sadece Kürt sorununu bile hala “beka” (varlık-yokluk) sorunu olarak değerlendirmektedir. Kürt sorunundaki son yumuşama sürecinde ise, batıda Gezi patlak verdi. Yani müesses nizam, “aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık” ikleminden kurtulmuş değil. Ayrıca ortadoğunun durumu, haritaların yeniden çizilmekte oluşu, Türkiye’nin düzenini kaskatı kasılmaya ve tüm gerici, faşist birikimini tahkimata zorluyor. Burjuvazinin liberal sözcülerine göre, “burjuva demokrasisine geçiş, tüm bu çelişkileri yumuşatıp sistemin içine çekerek Türkiye kapitalizmini güçlendirir”; devrimcilere göre ise, burjuva demokrasisi dahil kazanılacak her özgürlük alanı, devrimi örgütlemek için manivela olarak değerlendirilir/değerlendirilecektir. Ortaya çıkan ya da çıkacak olan her durumdan kimin nasıl  yararlanacağı, sınıfların ve siyasi temsilcilerinin güç ve yeteneklerine bağlıdır. Fakat mesele liberallerle sosyalistler arasındaki “burjuva demokrasisi” tartışması değildir; burjuvazinin ve müesses nizamın bu konuyu nasıl ele aldığıdır. “Nasıl ele alıyorlar” sorusu bile abestir mevcut tabloda; hiç ele almıyorlar, gündemlerinde böyle bir konu yoktur.

Türkiye ile -yaklaşık olarak- aynı kategorideki ülkelere benzer türden “burjuva demokratik dönüşüm”, mevcut tabloda “teorik olarak” mümkündür ya da olasılık dahilindedir. Somut ve pratik bağlamda ise, her ülke kendi özgünlüğü ve tarihiyle bağlıdır. Türkiye’de oligarşi, gericilik ve faşist rejim tekçilik üzerine inşa edilmiş, siyasi gelenek/kültür bu temelde şekillenmiştir. Türkiye,  Türk ve (diyanet eliyle formatlanan) sünnü islamın yurdu olarak “tasarlanmıştır” 1923’ten itibaren. Dini, devletin kontrolüne alarak nispeten sınırlamış; fakat Türkiye’ye özgü laiklik de devletin tanımladığı çerçevede sünni mezhebini esas alan tarzda şekillendirilmiştir. Evet laiklik, ama devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kuran, mezhepci cinsten bir “laiklik”. Bunun dışında kalan dinsel, mezhepsel ve ulusal kimlikler asimilasyon, inkar ve baskı konusudur. Keza devlet ve iktidar blokunun oluşturucu öğeleri arasındaki hegamonya-iktidar mücadeleleri tek meşru siyaset alanı olarak tanımlanmıştır. Bu “sahanın” dışında  kalan ve ezilenler katından gelen herhangi bir muhalefeti/oluşumu bastırmak,  tekçiliğin bir diğer ayağıdır. İzin verilmez, verilirse kontrol altında tutulmaya çalışılır, kontrolden çıkarsa, hatta çıkma belirtileri gösterirse bastırma-ezme mekanizmaları devreye girer. Bu çark 1965-80 arasında devrimci solun üzerine çullandı, 1984’ten bu yana da Kürt hareketini ezmeye çalışıyor: İsyanın ağırlık merkezi neresi ise faşist düzenek onun üzerine çullanır, işin doğası, yasası budur. (Bu, diğer alanları boş bıraktığı anlamına gelmez elbette.)

Otuz küsur yıllık faşist diktatörlük döneminde zaman zaman “yalancı baharlar/demokrasi havaları” da yaşandı. Bazı sol liberaller ihtiyatsızca, “demokratik devrim tamamlandı” deme noktasına bile geldiler. Şimdi onlar da faşizmden söz ediyorlar. Son 35 yılın tekdüze, standart bir terör rejimi altında geçmediği açıktır, yani liberal yanılsama tümden temelsiz değildir. Onların sorunu, bazı dönem ve verilerden hareketle abartılı ve yanlış genellemelere gitmeleridir.

Peki bu yalancı baharlar neden ve nasıl mümkün oldu?

1987-90 arasında gençlik, işçi ve memur hareketleri, aydınlar, keza örgütlenmeye, yayın faaliyetlerine vb. başlayan sosyalist hareket fiili bir özgürlük alanı açmayı başardı: Yalancı demesek de, geçici baharlardan biri bu dönemde yaşandı. Ve sınıf mücadelesinin deyim uygunsa “mekaniği” gereği, faşist karşıdevrimin baskı/bastırma tedbirlerini beraberinde getirdi. İp çekme metaforuna başvurursak, “takımlar güçleri oranında bir ileri bir geri, gider gelirler”; fakat bu gidiş gelişlerde yaşanan yalancı baharlara rağmen ne oyunun kuralları tümden değişir ne de takımların karakteri. Liberal ya da dogmatik/kitabi yanılsamalar tam da bu görüngüler üzerinden yaşanır: Liberal, yalancı baharı “demokratik devrim tamamlandı” diye mutlaklaştırır, kış bastırınca “faşizm geldi” frekansına geri döner. Dogmatik ise, “nasıl oluyor da faşizm altında bu yalancı baharlar olabiliyor” diye sorar; cevabı sınıf mücadelesinin dinamik doğasındadır. Ezilenlerin, devrim ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle faşist diktatörlüğün duvarında gedikler ve özgürlük alanları açılabilir; fakat faşist aygıt, yapı, hukuki ve siyasi kurumlar, resmi ideolojiler yerle bir edilmediği sürece, bir iktidar biçimi olarak faşizm varlığını sürdürür. Bugün ezilenler mevzi kazanır “bahar gelir”, yarın faşist karşıdevrim bastırır “kış gelir”; Türkiye’de son 35 yılda yaşanan gel gitler ancak bu dinamik bağlamda yerli yerine oturtulabilir.

Liberallere “demokratik devrim” yanılsamasını yaşatan son “yalancı bahar”, tam da Kürt hareketinin “yenik göründüğü” (Öcalan’ın yakalandığı)  süreçte filizlendi.  “Silahlı mücadelesinin tasfiyesinin faşizmi de tasfiye edeceğini” varsayan liberal tez,  bu dönemde  güçlendi. Başka sözcüklerle, uzun süren ateşkeslerin yarattığı burjuva-liberal seraptı bazılarının gördüğü. Fakat ortada yenilgi  yoktu. Ayrıca devrimci hareketin yenilgisi temelinde sağlanacak “Pax TC”nin mezarlık barışı dışında bir anlam taşımayacağı ve mezarlıklar üzerinde “baharın/demokrasinin” yeşermeyeceği artık tartışmasız bir netliğe kavuşmuş olmalıdır: Bkz. TC’nin son Kürdistan seferi. “Silahlar susarsa demokrasi gelir” öyle mi? Devletin ateşkese  yanaşmadığı, burnundan kıl aldırmadığı koşullarda “silahların susması”, Kürt Hareketi ve devrimcilerin silahsızlanması dışında bir anlam taşımaz. Direniş ve özgürlük güçlerinin tasfiyesine, dolayısıyla faşist rejimin pekişmesine hizmet eden “barış”tan da demokrasi doğmaz; en fazlasından liberal bir serap doğar. Eğer “silahlar susarsa” ve bu suskunluk faşist sömürgecilik tarafından “direnişin tasfiyesi” olarak anlaşılırsa (ya da en azından tasfiye umudu güçlüyse), neden olmasın, “demokrasi de olur, sosyalizm de”;  “bu memlekete ne gerekiyorsa devletimiz getirir”,  bunlar çapulculara, dağdakine bayırdakine bırakılacak işler değildir. Türkiye’de yaşanan ve liberallere “demokratik devrim” dedirten  serap buydu işte: Faşist yapısını olduğu gibi koruyan devletin lütfettiği kadar barış, lütfettiği kadar demokrasi. (AKP’nin -yukarıda nedenini nasılını açıklamaya çalıştığımız- askere dönük operasyonları da bu serabı pekiştirdi kuşkusuz.) Fakat ilk ciddi sınavda dağıldı gitti “demokrasi serabı”. Faşist rejim,  durumun aleyhine döndüğüne karar verdiği anda (Gezi, Rojava devrimi, Kobane süreci ve 6-8 Ekim’de, son olarak 7 Haziran seçimlerinde bu karara vardılar), diktatörlüğün bütün bileşenleri; askerler ve “siviller”, diktatörlük bünyesindeki eski hegamonyalarını yitirseler de yapının parçası olmaya devam edenler ve yeni mutedirler, eski düşmanlar-yeni dostlar: Hepsi domuz topu gibi birleştiler, misal, 14 saatlik MGK toplantıları yaptılar ve bombalar patlamaya başladı. Yalancı bahar bitti, karakış bastırdı…

Bazen ezilenler dişle tırnakla açarlar özgürlük bahçelerini, diktatörlüğü geriletirler; bazen de diktatörlük  “isyan etmeme” karşılığında rüşvet olarak sunar yalancı baharı; fakat hiç biri faşist diktatörlüğün tasfiyesi anlamına gelmez. Ve bu tasfiye nihai sonucuna ulaşmadığı sürece, faşist diktatörlüğün kucağında (“devletimizin şevkatli kollarında” mı deseydik yoksa?) yalancı baharlar-karakışlar birbirini izler.

Tayyip liderliğindeki dinci faşist yapının düşüşü, mevcut tabloda büyük bir devrimci değere sahiptir kuşkusuz. Fakat nasıl düşecek, kim düşürecek, yerine ne konacak? Bu soruların cevabını mücadele ve sürece dahil olan tüm güçlerin karmaşık yapısı, güç dengeleri, insiyatifleri vs. verecek. Türkiyenin düzeni sahte ikilemler, yanlış saflaşmalar yaratmanın ustasıdır. Bizatihi düzen, faşist diktatörlüğün verili durumdaki hegamonik aktörünü -ki bu faşist fraksiyonlardan biri anlamına gelmektedir-  kendi elleriyle (ve çoğu zaman da ezilenlerin tepkilerini manivela yaparak) düşürüp, “demokrasi” yanılsaması yaratırken; “cambaza bak” uyanıklığıyla faşist rejimi tahkim etmeyi çok iyi bilir. 1991’de, kısa süre önce yasaklı ve vetolu durumdaki Demirel ve İnönü’nün hükümet kurmaları muazzam bir demokrasi beklentisi, yanılsaması yarattı Türkiye’de. Tam da bu beklenti ve yanılsama 12 Eylül düzenine duyulan tepkinin “gazını alırken”;  demokrasi vaadiyle gelen Demirel-İnönü ekibinin sağladığı toplumsal destekle tahkimatını güçlendiren rejim, 93 konsepti denilen uğursuz süreci başlattı, on binlerce insan öldü. Yani düzenin “demokrasi” şapkasından kanlı bir kabus çıktı. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, bizatihi Tayyip de aynı yanılsamayı yaratmayı başardı; “şapkadan ne çıktığını” yaşayarak görüyoruz. Tayyip’in düşüşü aynı çizgide mi olacak? Soru(n) budur. Tayyip’in düşüşü her halukarda dinci faşist cendereyi şu veya bu yönde kıracaktır; fakat oluşacak yeni bir yalancı bahar, faşist klikler arasında nöbet değişiminden öteye geçmediği sürece, kesinlikle faşist diktatörlüğün tasfiyesi anlamına gelmeyecektir. Yani Tayyip’in başkan olması “faşist diktatörlüğe geçiş” anlamına gelmeyeceği gibi, ki zaten dinci faşist diktatörlüğün tepesinde oturmaktadır Tayyip; başkan ya da cumhurbaşkanı konumundayken düşmesi de –eğer  yukarıdaki çizgide gerçekleşirse- faşist diktatörlüğün tasfiyesi olmayacaktır.

Ne demektir faşist diktatörlüğün tasfiyesi?

Eğer devrimle tasfiye edilirse, sorunun cevabı nettir. Faşist devlet aygıtının atomlarına kadar parçalanması, tüm suçluların yargılanması, demokratik halk iktidarının kurulması, NATO ve tüm emperyalist kuruluşlardan çıkılması, dış borçların ödenmemesi, Kürt ulusunun ayrılma hakkının tanınması, Kürtler bu hakkı birlikte yaşama yönünde değerlendirirlerse tam hak eşitliği temelinde eşit, özgür ve gönüllü birliğin sağlanması. Aleviler başta olmak üzere tüm diğer din, mezhep ve milliyetlerden halklarımızın eşit yurttaşlık temelinde özgürce yaşayacakları şartların güvenceye alınması. Söz, düşünce, basın, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kaldrılması; tüm bunların yeni bir toplumsal sözleşme (anayasa) ile halk demokrasisinin yasal ve meşru zemini haline getirilmesi.

Peki düzenin içinden gelen bir reformla ya da yükselen (fakat devrime ulaşamayan)  halk hareketinin basıncıyla burjuva demokrasisinin inşası söz konusu olursa? Bu durumda da asgari (ve net) kriterler bellidir. Kürt ulusunun özerklik talebi kabul edilmeli, Alevilerin ve azınlık dinlerin, milliyetlerin eşit yuttaşlığı tanınmalı, tüm darbeciler, işkenceciler, kirli savaş suçluları yargılanmalı, koruculuk  lağvedilmeli, savaştan zarar görenlerin zararları tazmin edilmeli, siyasi sebeplerle cezaevlerinde tutulanlar derhal özgürlüklerine kavuşturulmalı, yolsuzluklar layıkıyla soruşturulmalı, söz, basın, düşünce ve örgütlenmenin önündeki engeller  kaldırılmalı, halkın reddettiği ve doğayı katleden tüm HES, madencilik ve nükleer santral çalışmaları durdurulmalı, kadına yönelik tüm cinsiyetçi baskıların layıkıyla üzerine gidecek yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Ve tüm bunlar demokratik bir anayasa ile güvenceye alınmalıdır. Bu koşulların  yerine gelmesi durumunda faşist diktatörlüğün tasfiyesinden ve burjuva demokratik bir dönüşümden söz  etmek mümkündür.

Faşizmin tasfiyesinin iki yolundan söz ettik. Peki –seçme şansımız olursa- hangi yolu tercih ederiz? Komünistler ve tutarlı devrimciler, faşizmin devrimle ve devrimci usullerle tasfiyesinden yanadırlar. Çünkü sistem içi  reformla, bir bakıma burjuvazinin lütfu ve inisiyatifiyle gelen demokrasi, devrim dinamiğini güçlendirmekten çok düzeni güçlendirir. Genellikle güdük olur ve verildiği kolaylıkla geri de alınabilir. Halbuki işçi, emekçi ve ezilenlerin devrimci inisiyatifiyle kazanılan ve devrimci demokratik halk iktidarıyla  taçlanan demokrasi; faşizmi geri dönüşsüz olarak tasfiye etmenin ötesinde, kesintisizce sosyalizme yürümenin koşullarını da hazırlar.

Faşist diktatörlüğün devrimle ve/veya burjuva demokratik yollarla tasfiyesinin net kriterleri bunlardır.

Bu koşulları yerine getirmeyen, özellikle de mevcut devlet aygıtını, faşist kadroları, resmi ideolojiyi  olduğu gibi koruyan, yasal-anayasal mevzuata dokunmayan (örneğin ilk dört maddeyi olduğu gibi bırakan vs.) yeni bir “yalancı bahar”, (örn. Tayyip’in düşüşü),  kesinlikle faşist diktatörlüğü tasfiye edemez. Dahası, uzun vadede tahkim eder.

Şimdi yukarıda sözünü ettiğimiz,  “Türkiye’de faşizmin burjuva demokratik yoldan tasfiyesi teorik olarak mümkün(mü)dür” olasılık ve sorunsalına kendi yanıtımızı verelim: Pratik olarak mümkün değildir. Şu veya bu nesnelliğin,  otomatik olarak benzer/aynı sonuçları doğuracağını varsaymak diyalektik materyalizmden vazgeçip kaba materyalizme, kaba determinizme düşmektir, marksizmle alakası yoktur. Nesnellik kadar sınıfların ve devletlerin mücadele gelenekleri, tarihleri, halihazırdaki yönelimleri vs.’de etkilidir ya da bu öznel faktörler nesnelliği şu ya da bu yönde zorlarlar. Türkiye’de devletin, burjuvazinin, burjuva politik aktörlerin hiç bir zaman esaslı ve istikrarlı demokratik-burjuva demokratik bir yönelimi olmamıştır. Burjuvazi bazen mızıldanır, sızıldanır, “demokrasi” terennüm eder; fakat “kollektif kapitalist” olarak sınıfının bütünsel çıkarlarını gözeten “kudretli devleti” hangi yönü işaret ederse, gönüllü-gönülsüz daima peşinden seğirtir. “Sınıflar politikaya çıplak elleriyle değil, partileriyle katılırlar” diyor Lenin. Türkiye’de burjuvazinin ana partisi devlettir, tüm diğer (burjuva) partiler “devlet partisinin” fraksiyonları, kollarıdır. Ve bu “devlet partisinin” ne bugününde ne dününde en küçük bir demokrasi kırıntısı, eğilimi yoktur. Kritik anlarda sınıf olarak burjuvazi, ana partisinin işaret ettiği yöne gider; çünkü bu parti burjuvaziye “son tahlilde” ve daima kazandırmıştır. Ayrıca gerçekten de korkmaktadır demokrasiden burjuvazi. Temel ikilemi şudur: “Özgürlük verirsek yatıştırır mıyız hak arayanları, yoksa “azdırır mıyız”; bu hesabı bir türlü noktalayamadığı için de güvenir devletine, güvenmese de mecburdur. İşin içinden çıkamazsa neme lazımcıdır, esnaf kafalıdır, işine, kazancına bakar. Zaten, “benim esnafım Alperendir, gerektiğinde asayişi sağlar, polistir”. Değil midir?

Öte yandan “son Türk devleti”, Osmanlı’nın çöküşüyle gelen bölünme, parçalanma, yok olma travması üzerine kurulmuştur. Kuzey kutbuna binlerce yıl önce yağmış ve milyonlarca ton karın altında kalarak buzullaşmış, taşlaşmış bir yapı gibidir söz konusu travma. Burjuvazi katından gelen ve bu travmanın sınırlarını zorlayan hiç bir demokratik proje, bunu dillendiren herhangi bir siyasi aktör yok ortalıkta. Kürdistan’da kentler tank ateşiyle yerlebir edilirken, memleketin ana muhalefet partisi lideri Dersimli Kemal, “teröre karşı açık çek veriyor” faşist diktatörlüğün şefi Tayyip’e: Tayyip’in, Kılçdaroğlu’nun verdiği “açık çeke” neler yazdığını görmek isteyenler Cizre’ye, Sur’a baksınlar… O yüzden, bırakalım esneyerek ömrünü uzatmayı, olası bir devrim gününde bile büyük olasılıkla “tek tek basaraktan bade süzerekten” türküsünü söylüyor olacak bütün kanatları, ekolleriyle burjuvazi ve faşist diktatörlük. Kuvvetle muhtemel ki esneyemeyecek; hatta esneyip “kurtulmaktansa”,  kırılıp yok olmaya doğru sürüklenecek…

Tüm bu faktörler nedeniyledir ki, Türkiye’de demokrasi meselesi devrim meselesidir. Ya devrim ya da devrime ulaşamasa da faşizmi yerle bir edecek, sistemi çok büyük tavizlere mecbur kılacak büyük  bir devrimci yüselişin “yan ürünü” olarak kazanılacaktır demokrasi. Ez cümle, faşizm devrimle ezilecek, demokrasi devrimle gelecektir. Elbette genel bir kural değildir bu; Türkiye’ye özgü, Türkiye  tarihi ve gerçekliğinin dikte ettiği bir durumdur. Eğer Ağustosta kar yağması türünden bir mucize olur da, sistem burjuva demokrasisi yönünde  bir hamleyi başlatıp -başkaca ülkelerde görüldüğü üzere- tamamına erdirirse, biz de “söyledik bir kere, vazgeçmeyiz” demeyiz; karşımıza çıkan siyasi tablo ne ise onu adıyla anarız. Devrimci siyaset olasılıkları hesap eder, fakat gerçeklerden hareket eder: Bugün demokrasi isteyen, faşizme karşı olan herkes, eğer isteklerinde tutarlı ve samimiyse devrim istemek ve devrime omuz vermekle yükümlüdür; yükümlülüğü, bizatihi kendi isteklerinden doğmaktadır.

Türkiye gerçekliği başka hayallere ve başka yollara geçit vermiyor, devrime mecburuz.

-Faşizme karşı zor araçlarıyla mücadele üzerine

Marksizmin devlet ve devrim konusundaki anlayışının genel çizgileri bellidir. Devlet, burjuvazinin egemenlik aygıtıdır.  İdeo-politik manipülasyon, hile hurdayla ezilenlerde “rıza” üretme arayışından vazgeçmese de, burjuvazi sınıf egemenliğini son tahlilde örgütlenmiş zor olan askeri-bürokratik aygıtla, yani devletle sağlar. Küçük bir sömürücü azınlığın çıkarlarını korumak için örgütlenmiş zora karşı, ezien ve sömürülen milyonların devrimci zor ile direnmeleri, burjuvaziyi iktidardan düşürmeleri ve kendi iktidarlarını kurmaları analarının ak sütü kadar helaldir.

Marksizm Leninizm’in zora dayalı devrim anlayışı  zaman içinde gelişmiş; Mao, Che, Giap, Ho Şi Minh, Çaru Mazumdar gibi devrimci önderlerin, F. Fanon gibi devrimci aydınların ve dünya devrim tecrübelerinin  katkılarıyla zenginleşmiştir.

Marks ve Lenin devrim anlayışlarını zora dayalı devrim esprisi üzerine kurdular. Lenin, Narodniklerin suikast türü yöntemleri her şeyin merkezine koyan anlayışlarını eleştirirken, 1905 devrimi sürecinde patlak veren köylü hareketlerini köylü gerillacılığı temelinde örgütlemeyi, şehirlerde barikat savaşlarını ve milis tipi örgütlenmeleri savundu. Stalin ve Kamo’nun Kafkasya’da yaptıkları ve çok sayıda ölüme mal olan kamulaştırmayı reddeden bir tutum almadı, arkasında durdu. Esasen II. Enternasyonal kaynaklı olan, devrimci zoru ayaklanma gününe erteleyen anlayış Lenin’de yoktur; fakat silahlı mücadeleyi, diğer mücedele yöntemleri aleyhine her şey haline getiren bir vurgu da bulunmaz Lenin’de. Somut durumun somut analizine bağlı olarak, günün ve dönemin gereği ne ise ona göre davranır; hiç bir mücadele aracını reddetmediği gibi hiç birini de mutlaklaştırmaz.

Marksizmin zora dayalı devrim anlayışı, burjuva egemenlik aygıtının (devletin) biçiminden bağımsızdır. Yani devletin demokratik ya da despotik, oligarşik, faşist vs. olmasından bağımsız, bu aygıt zora dayalı devrimle yıkılıp dağıtılmalı ve işçi-emekçilerin iktidarı kurulmalıdır. Mücadele biçimleri konusunda kategorik mutlaklıklar ve kategorik reddiyeler yoktur ML literatürde. Çarlık despotizminin, gerici terör konusunda  faşizmden geri kalır yanı yoktu. Örneğin  bırakalım ayaklanma anlarını, yaprak kıpırdamayan 1912 koşullarında Lena altın madencilerinin grevini katliamla kırdı. İşçilerin üzerine ateş açıldı ve bin işçi katledildi. (Katliam,  yeni bir devrimci yükseliş döneminin başlangıcı oldu.) Parlamento göstermelikti, eşit ve tek dereceli seçim dahi yoktu. Lenin bu şartlarda dahi legal imkanlardan, parlamentodan sonuna kadar yaralanmayı savundu, legal alandan çekilme anlayışını sol tesfiyecilik olarak mahkum etti. “Bu koşullarda illegalite olmaz, illegal partiyi tasfiye edelim, açık kitle/işçi partisi kuralım” diyen tasfiyecilere karşı asıl mücadeleyi verdi; fakat sol tasfiyeciliği de sağcılığın ters yüz edilmiş hali olarak gördü. İllegal parti, devrimci zor, legal olanaklardan yararlanma ve barışçıl mücadele yöntemlerini, devrim stratejisine bağlı olarak her somutlukta senkronize ederek kullanmak dışında bir anlayış savunmadı. Şu veya bu somutlukta, şu veya bu ülkede belli bir mücadele yöntemi başat hale gelebilir, fakat bu diğer mücadele yöntemlerini reddetmek anlamına gelmeyeceği gibi, başat hale gelen mücadele yönteminin de dışlayıcı bir mutlaklıkla sınırlanması anlamına gelmez. Karikatürize ederek söyleyelim, burjuva demokrasilerinde barışçıl, faşist rejimlerde silahlı mücadele mutlaktır (dikkat edilsin, esastır demiyoruz, mutlaktır diyoruz) denemez. O durumda 1970’li yıllarda Almanya’da ortaya çıkan RAF’ı nereye koyacağız? Londra ve Madrit’te zor yöntemleriyle mücadele eden İRA ve ETA’yı ne yapacağız? Tersine olarak Lenin’in “gerici sendikalarda çalışın” aksiyomunu esas alan Dimitrov’un “faşist kitle örgütlerinde devrimci çalışmanın örgütlenmesi” üzerine tezlerine ne diyeceğiz? İtalya’da faşist kitle örgütlerinin 11 milyon üyesi vardı. Ezici çoğunluğunda işçi-emekçiler örgütlenmişti. Musollini faşizmi, sendikalardan derneklere, spor, kültür ve hobi alanlarına varana dek tepeden tırnağa bütün alanları örgütlemişti, gücü biraz da buradan geliyordu. Togliatti, faşist kitle örgütlerinde çalışma meselesini Dimitrov’dan daha geniş işledi ve hararetle savundu. (Bkz. Faşizm Üzerine Dersler- P. Togliatti.) Devrimci şiddet meselesine gelince, örneğin Avusturya’da 1930’ların başında bırakalım Komünist Parti’yi, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi dahi faşizme karşı silaha sarıldı, işçi milisleri kurdu, barikat savaşları yürüttü. Plehanov’un devrimci olduğu dönemde söylediği gibi, “dört ayağı birden nallamak gerekir”;  ML’in pek çok deneyimle doğrulanıp zenginleşen önermesi budur.

Devam edelim. Ve 1967 Endonezya’sına gidelim. İki yıl önce yapılan ve bir politik grubu hedef alması itibariyle tarihin ilk politik soykırımı kabul edilebilecek olan komünist kırımından arta kalan üç beş komünistin durumunu ele alalım. Bir milyon komünist katledilmiştir ve geriye bir avuç komünist kalmıştır. Şimdi bu insanlara “neden silahlı mücadele yürütmüyorsunuz” denebilir mi? Ya da “silahlı mücadele yürütmüyorsanız tasfiyecisiniz, teslimiyetçi, sağcısınız” denebilir mi? Endonezyalı yoldaşlarımız, “yoldaşlar, asgari bir temel yaratır yaratmaz silaha sarılacağız” derlerse, bunu samimiyetsizlik ve kaçkınlık belirtisi mi saymalıyız? Demek ki bazı mevzular, salt rejimin faşist olup olmamasına değil, devrimci örgütün durumuna da bağlıymış, mutlak ve kalıplaşmış anlayışlarla anlamak mümkün değildir bunları. Fakat Endonezya’nın aksine, 12 Eylül cuntasına karşı devrimci hareketin toplam gücü binlerce (belki bir kaç on bin) silahlı militanda cisimleşmesine rağmen, neden silaha sarılınmadığını sorgulamak zorunludur. 12 Eylül cuntasının faşist mi, oligarşik mi, bonapartist mi, askeri diktatörlük mü olduğuna aldırmaksızın silahlı direnişin örgütlenmesi gerekmiyor muydu? Niteleme, yani kavramlar ve kavramlaştırma mı önemlidir, yoksa somut durumun gerekleri ve ihtiyaçları mı? Keza Türkiye’de şu anki durumun faşist, oligarşik, şu  veya bu kavramla nitelenmesi, günün ihtiyaçları ve mücadele yöntem ve gerekleri bakımından neyi değiştirir ki? Kavramlar/kavramlaştırma mı önemlidir, somut durumun gerekleri mi?

Türkiye’de faşist diktatörlük (ya da adına ne denirse densin mevcut rejim), kendini kurduğu zemin üzerinden yıkılacaktır. Cizre’de Sur’da, Soma’da, Cerattepe ve Gezi’de yaptıklarının karşılığı denkleminde ve bu karşılığın genelleşmesi üzerinden yıkılacaktır.

Hiç de göründükleri gibi güçlü değiller. Kurt sürüsü gibi avlanıyorlar; fakat içlerinden birinin, özellikle de sürü reisinin ayağının sürçmesi durumunda, başkalarına  bırakmadan birbirlerini parçalayacaklar. İş o ki, birbirlerini parçalayıp sürülerini yeniden düzene sokmalarını beklemeden, bu kez devrimciler ve halk bu faşist sürüyü tarumar etsin.

Hiç de göründüğümüz gibi “güçsüz” değiliz; çünkü varoluşumuzu ve eylemimizi halklarımızın en derin, en temiz özlemleri üzerine kuruyoruz.

Bu defa onlarca yıllık karanlığı yırtıp, şafağın söküşünü selamlayabiliriz ve selamlayacağız!