Türkiye’de “sandık devri bitmiştir” söylemi kaynağını nereden almaktadır ve gerçekten bitmiş midir? Hangi anlamda bitmiştir? Ve 31 Mart öncesi çok tutarlı olmayan boykot taktiği şimdi, neden çok daha gerçekçi bir seçenek haline gelmiştir? İstanbul seçimlerinin 6 Mayıs ta AKP-Ergenekon güçlerinin ortak darbesi ile yenilenmesi kararından sonra bu sorular çok daha can alıcı hale gelmiştir.
Seçimlerden sonra Ergenekon güçlerinin Ankara Çubuk’ta gerçekleştirdiği beklenmedik karşı hamlesinden sonra işlerin daha da çirkinleşeceği görülüyordu zaten. Bir anlamda bugünden bakıldığında 6 Mayıs’ın işareti Çubuk’ta verilmişti dersek çok yanılmayız. Gazetelerdeki fotoğrafları görünce şimdi çok daha iyi anlıyoruz. Sandık tepe taklak edildikten bir gün sonra Erdoğan gönül rahatlığıyla askeri öğrencilerle iftar sofrasına oturtuldu değil mi? Bu önemlidir. Sandığı devirenlerin resmidir. Bu resmin neyin, hangi olayın ardından çekildiğini düşman ilan edilen Türkiye’nin diğer %50 ‘sine göstermeliyiz.
Bilindiği üzere özellikle Gezi sürecinden sonra, Rojava, Hendek Savaşları ve 15 Temmuz ile OHAL’e geçiş her biri rejim için olağanüstü tehdit oluşturan bu süreçlerin toplam etkisi egemen rejimde müthiş bir korku ve savunma refleksi ile karşılanmıştır. Ve rejim bunun adını “Beka Sorunu” olarak adlandırarak devleti ve rejimi savunmak için kendini yasalarla sınırlamayacağını tüm dünyaya ilan etmiştir.
Gerek 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Türkiye emekçi ve aydın kesimleri içinde yer edinme başarısı gösterdiği için hızla önünün alınması gerektiği konusunda devlet sınıfları içinde karar alınarak CHP’nin de desteğiyle adeta bir darbe ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin dokunulmazlıkları da içeren yasal-demokratik alanlarda çökertilmesi operasyonu, gerekse rejim değişikliğini öngören “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin oylandığı seçimde yapılan aleni hile ve hukuksuzluklar ve bunun karşısında yine CHP’nin gösterdiği -kendi kitlelerini ağlatan- basiretsizliği ve en son, gerekçelerine bakıldığında YSK’nın kendi geçmiş içtihatlarını çiğneyerek ve baroların deyimiyle “tam hukuksuzluk” yaparak İstanbul seçimlerini yenileme kararı alması gerçekten de bir yanıyla kitlelerin sandığa olan tekinsiz inancı ve güveninin son kırıntılarını da zedelerken, öte yandan adamakıllı nefret ettikleri Erdoğan rejimine karşı somut koşullarda kullanabilecekleri en kullanışlı silah olduğu için ondan –sandık- hala vazgeçememektedirler.
Görülmektedir ki “sandık devri” her ne kadar objektif olarak bitti ise de sübjektif olarak hala politik önemini korumaktadır. Ama nasıl? Aslında sandığın iki tür önemi var. AKP cephesinden önemi ona ne şekilde olursa olsun gidilmesi, faşizminin kurumsallaşması için bu onun olmazsa olmazıdır; bizim açımızdan ise ona gidilmediği oranda faşizmin daha fazla teşhir olarak yalnızlaşacağı ve toplumsal meşruiyetini yitireceğidir. Kitlelere anlatmamız gereken ters korelasyon budur. Öte andan boykot dolaylı olarak sandığın yerle yeksan edilen temsili değerini yeniden bulmasına bile neden olabilecektir. Burada önemle görülmesi gereken, sandığa gidecek olan Sol ile boykot kararı alan Sol’un gelecek açısından aynı anti-faşist kulvarda yer alacak olduğudur.
Meseleyi kitlelerin ruh halinde yaşanan ve mutlaka göz önüne alınması gereken bu çelişkilerle birlikte ele almanın zaruri olduğu görülmektedir. Sandık üzerinde verilen mücadeleleri görmezden gelemeyiz! Günlerce çuvallara sarılarak yatan ve şimdi öfkeleri daha da bilenmiş kitlelere, sübjektif olarak her ne kadar önemini korusa da objektif olarak “Türkiye de sandık devri bitmiştir” demek zorundayız. Çünkü sandık sandık olmaktan çoktan çıkmış “temsili demokrasi”, “gizli oy açık sayım” tüm bunlar özel savaşın oyun alanı haline gelmiştir.
“Sandık devri kapanmıştır” hattımız için doğru bir ideolojik belirlemedir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey bunun, içinden geçilen politik döneme olduğu gibi ikame edilmemesidir. Neden böyle? Çünkü böylesi bir ikame faşizmin kurumsallaşmasında artık son evreye girildiğini anlatır ki hali hazırda sınıf mücadelelerinin seyri, karşıt güçlerin pozisyonu, uluslararası ve bölgesel durum henüz faşizme çok istediği bu zaferi vermeye hiç niyetli değildir. Mevcut durum henüz nasıl bir gelecekle karşılaşacağımızın çok belirgin ipuçlarını vermemektedir. Dengenin ne yana evrileceğini mücadeleler belirleyecektir. Kendi koydukları yasaları gözlerimizin içine baka baka tekmeledikleri çok tehlikeli, anında karşı hamle geliştirmemiz gereken komplo, provakasyon ve sinsi tuzaklarla dolu bir dönemden geçtiğimizi çok iyi anlamalıyız. Bu yüzden faşizmin güncel tehlikesini anlatan bu belirleme toplumsal mücadelemizin birikimine ve onun kısa vadede önüne koyduğu taktik savaşlara ipotek koyacak düzeye çıkarılmamalıdır. Bu noktada ihmal edilmemesi gereken diğer bir husus Kürt Özgürlük Hareketi’nin “çok cepheli bir savaş” yürütmesinden kaynaklı olarak sandığı bu haliyle boş bırakamaması gerçeğidir.
Seçim ve sandık tek başına bugünden yarına Türkiye’nin demokratik dönüşümünü kesinlikle sağlamayacaktır. Bu ne demektir? Türkiye’nin devrimcileri ve ezilenleri için çok yakında gerçek mücadele yıllarının başlayacağı demektir. Bu yıllar bizim için Gezi ile Rojava’nın yeni bir düzeyde buluşturulduğu yıllar olmak zorundadır. Artık ihmal edilemez bir durum hâsıl olmuştur. Yol gösterici genel politik ilkelerden biri en geniş anti-faşist demokrasi cephesidir. Şunu hiç unutmamak gerekiyor, TC gibi tarihsel bir despotizme karşı 80 yıldır verilen irili ufaklı mücadelelerin maddi olarak oldukça sınırlı sonuçları olmuştur. Çünkü bizim her devrimci hamlemizde sistem kendi eski dengesine geri dönmek için olağanüstü bir karşı kuvvet uygulaya gelmiştir Bu özelliğiyle “değişerek aynı kalmak” totolojisi yaşatmıştır halklarımıza. Bu onun en büyük korkusunun devrimci düşüncelerin gücü olmasından kaynaklanmaktadır. Onun için en dayanılmaz olanı resmi ideolojisini aşan düşüncelerle karşısına çıkan birilerinin ona meydan okumasıdır. O, düşüncelerinin aşıldığının bilincinde olduğu için bu kadar gaddardır aslında. Vatanı kurtaran O’dur, ”kurtarıcılık” onun ilk misyonu ve varlık sebebidir ve bir başkasının bir kez daha kurtarmasına ölümüne karşıdır. Onun en büyük korkusu “hayal gücünün iktidar olması” dır.
Şu halde mücadelenin neticesi son derece belirsizken ve 6 Mayıs sandık darbesi gibi daha nice karşı devrimci sürprizlerle karşılaşacağımızı bilemezken hiç birimizin bir kenarda oturma lüksümüz yoktur! Tarih hiç kimsenin tarafında değildir. Ne yaptığımıza bağlı olarak değişir. AKP ve Ergenekon YSK üzerinden hamlesini yaptı, şimdi sıra bizde! Bu dönemin şimdiden hissedilen sismik dalgaları ezilenler ve devrimciler için yeni bir mücadele döneminin açılacağını muştulamaktadır. Sandık sürecinin bittiği söylemi ataletin değil yeni bir dönemin dinamizminin habercisidir.
Hiçbir meşruiyet korkusu yaşamadan kitlelerin rıza yönetiminde en kullanışlı burjuva araçları dahi göz göre göre tekmeleyebiliyorlarsa, demek ki o sandıklar birileri için “sanduka” olacak kadar tehlikeli hale gelmiştir. İşte o yüzden egemenlerin hala sandığa ihtiyacı var! Sandık faşizmin kurumsallaşmasında artık çok kritik bir öneme sahip olmuştur. Sandık güvenliğinin tarihte hiç görülmediği kadar şaibeli hale gelmesi tümüyle başkanlık sistemine geçişle “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin yerle bir edilmesinden kaynaklanmıştır. Partili cumhurbaşkanının mülkiye, harbiye, hariciye medya ve akademik şuralar üzerindeki hegemonyacı siyaseti faşizmin kurumsallaşmasında önemli bir adım olmuş ancak bunun kitlesel meşruiyetinin oluşturulmasında geçilmesi gereken en önemli merhalede yani sandıkta istenilen sonuç alınamamıştır. Bu deveyi bu hendekten atlatmak için o sandık, kitleler ne oy verirlerse versin mutlaka devenin ayakları altında ezilecektir. 6 Mayıs’ta verdikleri karar budur! 23 Haziranda da bu karar doğrultusunda sandığı ele alacaklarından emin olabiliriz. Hem de tüm dünyanın gözü önünde! Hem de düşman ilan ettikleri Türkiye halkının %50 sinin gözünün içine baka baka bunu yapacaklar! O yüzden hiçbir şekilde CHP ile yan yana düşerim endişesine kapılmadan bu dönemin görevi olan anti-faşist mücadele ve örgütlenmelere kendi bağımsız sloganlarımızla katılmalıyız. Anlamlı tarihi bir söz var: “Nuh gemiyi tufandan önce yapmıştı” diye. Tufan faşizmin kurumsallaşması ise ve anti-faşist mücadele içinde bulunduğumuz gemi ise bunu şimdiden inşa etmenin tüm fırsat ve olanaklarını sonuna kadar kullanmalıyız. Kitlelerin yükselen öfkesinin CHP’den başka akacak kanalının kalmadığı şeklindeki reformist yakınmalara hiç prim vermeden varlığımızı kendi meşrebimizce bu yükselen muhalefet içinde göstermeliyiz.
Kısa bir toparlama ile devam edelim. Faşizm henüz burjuva parlamentarizmini fiziki olarak lağvedecek sivil paramiliter milis gücüne ulaşamamıştır. Devlet korumasında galeyana gelmeye her an hazır tutulan kitle gücünü harekete geçirmede tarihsel ustalığa sahip oldukları için bu durum iktidar açısından ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Faşist parti ve devlet içindeki bağlaşıklarının finans kapitali “tek parti “ iktidarına razı etmeleri henüz söz konusu değildir. Tekel dışı İslami burjuvazinin ideolojik ve ekonomik desteği yeterli bir baskı gücü oluşturamamaktadır. Kurumsallaşmasındaki en temel unsur “küçük burjuva kitle temeli” yeterli düzeyde olgunlaşmış değildir. Tekelci sermayenin batıcı –laik kanadı iktidardan hoşnut değildir, değişim istemektedir. İktidarını saflaştırarak düşmanlaştırma üzerine kurduğu için Türkiye’nin %50’si bu iktidara karşıdır. Ancak bu karşıtlık AKP’nin tabanındaki gibi örgütlü ve kararlı değildir. Son olarak Kürt Özgürlük hareketinin çok cepheli uluslararası direnişinin sürüyor olması faşizmin iktidarlaşmasında son derece ciddi bir engel olarak durmaktadır. Burada dikkat edilecek en önemli husus ise sayılan tüm dinamiklerin beklenmedik derecede hızla faşist diktatörlüğün lehine değişebileceğidir.
Şimdi bu koşullarda ne CHP ile ittifak ne de faşist rejimin salt seçimlerle alt edileceği söyleniyor. Faşizme karşı ‘biriken öfke ve dalga’ yı görmek ve onu devrimci cenahtan devrimcilerin bağımsız mücadelesiyle desteklemekten bahsediliyor.
Bir arkadaşımız “İmamoğlu’nun ‘her şey güzel olacak vaadine’ kanan yüzü sola dönük kitlelerin vebali boynumuzdadır” demektedir. Bu yaklaşım hayatta hiçbir karşılığı olmadığı gibi içinden geçilen adı konulmamış iç savaş sürecinde ataleti vaaz eden apolitik bir tutumdur. ‘Kitlelerin bu yanlış politikaların kurbanı olmasının vebalini üzerimize alıyoruz! ‘…Hayır, kitleler yanlış yoldaysa sen yeni bir yol açarsın! Adeta ‘ tüm kabahat benim’ dercesine, ‘Benim doğrularımla seni örgütleyemedim o yüzden benim onaylamadığım şeyleri yapsan da bunun vebali benim üzerimedir!’ demezsin… İstanbul emekçileri için yapabileceğimiz en son şey onların vebalini taşımaktır! Eğer “vaatlere kanan” bir gerçeklik varsa ve bu gerçeklik emekçi sınıflara ait bir yanılsama ise burada mesele vebal almaktan daha ciddi değil midir? Bir de sık telaffuz edilen “Doğruyu söylemek için güçlü olmak gerekmiyor” söylemi var. Bunu neden kendimize sık sık ifade etmek zorunda hissediyoruz? Peki, sürekli doğruları söylediği halde, bunu iddia ettiği halde devrimci hareketler neden hala sınırlı da olsa bir halk gücüne ulaşamamıştır? Demek ki burada bir ünlem (!) koymak gerekiyor. Burada ciddi bir formel (biçimsel/şekli) mantık dizgesiyle karşı karşıyayız. İşte bu dizge ki “geleneksel sol yaklaşım” diye yıllardır eleştirdiğimiz halk ve sınıf gerçeğine yabancılıkla malul olan düşüncelere çok benzemektedir. Türkiye devrimcileri çok uzun yıllardır “yeni toplum” u kurmaya dair ‘yüksek fikirler’ e sahip olsalar da özünde daha çok devlete karşı inatçı bir muhalefetin minimalist birer gücü düzeyinde kalmışlardır. Türkiye devrimcileri düşünceleriyle maximalist ancak pratikleriyle minimalist kalmaktan kurtulamamışlardır. Demek ki hep doğruları söyleyip ama bir türlü güç olamamayı tartışmak gerekiyor. Günümüz dünya gerçekliğinde “güç olmadan” söylediğin en devrimci, en ilerici, en bilimsel ne varsa liberal güçlerce massedilmektedir. En güzel yaşamların en güzel düşüncelerin büyük bir iştahla kemirilerek içinin hızla boşaltıldığı bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden o güzel söz ve yaşamlara kıskançlıkla sahip çıkmak için güç gerekiyor. Bizler belki de gücü sanat ve bilimle harmanlayacak yeni bir zor ideolojisi yaratmayı önümüze koymalıyız. Albatros kuşunun (*) o yapa yalnız kendinden başka hiç kimsenin bilmediği ama hayranlık verici ve direnç dolu yaşamındaki gibi devrimci azizler olarak kalmak ta bir tercih ama artık bir halk gücü olarak yaşamayı tercih etmeliyiz.
Tüm vektörler faşizmin kurumsallaşmasının yakın ve açık bir tehlike olduğunu gösteriyorsa, tüm mücadeleler artık bunun etrafında dönüyorsa, kimi sol komünistlerin ‘seçim sonuçları nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın düzene hizmet edecektir’ demesi salt ideolojik bir söylemdir ve politik olarak hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Mantıksal olarak doğru olan bir bilginin bilimsel olarak yanlış olabileceğini düşünmek gerekiyor. Bu skolastik formel bir mantıktır. Üçüncü bir durumun olanaksızlığını savunur. Oysa üçüncü bir durum olasıdır. Sınıf mücadelesinde iki kere iki dört etmemektedir.
Faşizme karşı bağımsız sosyalist yol, kitlelerin biriken ve büyüyen öfkesi ile birlikte olmaktır. Ve sandığa gidecek olan demokrat ve yurtseverlerle ayrı kanallardan da olsa faşizme karşı gerektiğinde ortak duruşlar sergileyebilmektir. AKP-Ergenekon güçlerine karşı CHP’ye oy verip vermemelerinden bağımsız olarak başta fiili olarak düşman ilan edilen %50 olmak üzere bu düzenden alacağı olan tüm emekçi kesimlerle bir arada olmaktır. Tekrar edecek olursak burada önemle görülmesi gereken sandığa gidecek olan Sol ile boykot kararı alan Sol’un gelecek açısından da, bu 23 Haziran seçiminin hemen ertesi günü başlayacak bir gelecektir-, aynı anti-faşist kulvarda yer alacak olduğudur.
Biz kâhinler topluluğu değiliz. 23 Haziran seçim sonuçlarında haksız çıkmaktan üzülmeyiz; haklı çıkmaktan sevinemeyeceğimiz gibi. Haksız çıktığımızda, yani sandıktan yine CHP çıktığında bunun bir ‘zafer’ olmadığını, faşizme karşı savunma savaşının daha kritik bir evreye gireceğini bildiğimiz gibi, haklı çıktığımızda yani türlü sandık hileleleri ve hatta toplumda dehşet ve korku yaratacak ve sivil kayıplara yol açacak devlet terörü ile CHP sandıkta kaybettirildiğinde bugünden bu olasılığı kitlelerin önüne koyduğumuz için faşizme karşı halk savunma savaşında kitleleri daha güçlü bir şekilde yanımızda bulacağımıza da biliriz.
İstanbul’u vermeyeceğiz! İstanbul’u faşizme yedirmeyeceğiz! İstanbul’da yenilen faşizm Türkiye devrim mücadelesinin halesi olacaktır! Faşizme karşı ya yaşarken birlik oluruz ya da mezarda!
Sosyalistlerin bağımsız sloganları bunlardır. Bu sloganlarla tüm devrimci hareketler yaratacakları yeni kanallarla faşizme karşı siper yoldaşlığına girerek bu sürece dâhil olmalıdırlar. 13.05.2019
(*) Gezgin Albatros Dergisi: Bir albatros kadar âşık; onun kadar yalnız kimse yoktur. Albatroslar soğuk okyanus sularının açık denizlerin kuşudur suda uyur ve beslenirler. Tek bir kanat çırpmadan, yumuşak kavislerle, kilometrelerce uçabilir. Tek eşlidir eşler birbirlerine son derece saygılı ve sevgi doludur. Doğduğu adalardan birine, hayatının tek eşini bulmaya geldiğinde en az beş yıl geçmiş olacaktır. Bir insan kadar uzun yaşar 70-80 yıl. Olgun bir albatros hayatının yarısı yalnız yarısı tek bir aşka adanmış ritmi ile devam eder. Aşk ve yavruyu büyütmek için karada geçen 12 ayın sonunda gagasıyla sevgilisine veda öpücüğünü verecek, okyanusların soğuk ve sert rüzgârına dev kanatlarını serip okyanustaki yalnızlığına uçup gidecektir.